}
Mevlid Kandili 25.06.1999
Mp4 Mp3 Link

Sohbet Kodu: 100208

 

SOHBETİN ADI: MEVLİD KANDİLİ
TARİHİ: 25.06.1999
 
Yüce Rabbimize sonsuz hamd ve şükrederiz ki bizleri bir defa daha Allah’ın zikir sohbetinde bir araya getirdi. Bu gece, Rebîulevvel’in 11. gecesi; Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in dünyaya gelme gecesi, Mevlid Kandili gecesi. Bu gece münasebetiyle hepinizin mevlid kandilinizi tebrik ederim. Allahû Tealâ’nın bizleri daha nice mevlid kandillerine el ele gönül gönüle ulaştırmasını dilerim.

Allah ve insan ilişkilerinde Peygamber Efendimiz (S.A.V), nebîlerin hatemi olarak; mührü olarak, hitamı, erdiricisi olarak son peygamberdir. Allahû Tealâ onun için Ahzâb-40’da, “hâtemül Enbiyâ” ifadesini kullanıyor yani nebîlerin mührü.

33/AHZÂB-40: Mâ kâne muhammedun ebâ ehadin min ricâlikum, ve lâkin resûlallâhi ve hâtemen nebiyyine, ve kânallâhu bi kulli şey’in alîmâ(alîmen).

Muhammed (A.S), sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası olmamıştır (değildir). Fakat Allah’ın Resûl’ü ve Nebîler’in (Peygamberler’in) Hatemi’dir (Sonuncusudur). Allah, herşeyi en iyi bilendir.


Hitam kelimesi, hatem kelimesi aynı kökten gelen 2 kelime. Hatem, mühür demek. Hitam da son bulma demek. Burada Allahû Tealâ onun, peygamberlerin (nebîlerin) sonuncusu olduğunu, peygamberlik müessesesinin onunla beraber son bulduğunu ifade ediyor.  

 Kur'ân-ı Kerim’de Allahû Tealâ: “İncire ve zeytine yemin ederim ki.” diyor.

95/TÎN-1: Vet tîni vez zeytûn(zeytûni).

İncire ve zeytine andolsun.

    
İncir, İsrail peygamberlerini ifade ediyor. Yüzlerce çekirdekten oluşan bir müessese; ama zeytin, içinde tek bir çekirdeği bulunan bir yeniçağı ifade ediyor. Zeytin dalı bildiğiniz gibi sulh ve sükûnu simgeler. İslâm da aslında bir sulh ve sükûn dînidir. İnsanın iç dünyasında, dış dünyasında ve Allah ile olan ilişkilerinde sulh ve sükûnu sağlayan yegâne müessese İslâm’dır. İslâm dediğimiz zaman kendilerini başka dînden olarak düşünenler, İslâm’ı kendilerinden farklı, başka bir cephede telâkki ederler. Bu büyük bir hatadır. Çünkü Allahû Tealâ diyor ki Âli İmrân-19’da:

3/ÂLİ İMRÂN-19: İnned dîne indâllâhil islâm(islâmu), ve mâhtelefellezîne ûtûl kitâbe illâ min ba’di mâ câehumul ilmu bagyen beynehum, ve men yekfur bi âyâtillâhi fe innallâhe serîul hısâb(hısâbı).

Muhakkak ki Allah'ın indinde dîn, İslâm'dır (teslim dînidir). Kendilerine kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki hased sebebiyle ihtilâfa düştüler. Ve kim Allah'ın âyetlerini örterse (inkâr ederse), o taktirde, muhakkak ki Allah, hesabı çabuk görendir.


inned dîne indâllâhil islâm: Tüm kâinatta Allah’a teslimden başka dîn yoktur.
         
İslâm, Allah’a teslim olmak demektir.
   
* Ruhunuzu Allah’a teslim edeceksiniz (1. teslim), cennet saadetinin sahibi olacaksınız.

* Fizik vücudunuzu (vechinizi) Allah’a teslim edeceksiniz, dünya saadetinin de büyük kısmına sahip olacaksınız.
 
* Ve nihayet nefsinizi Allah’a teslim edeceksiniz ve dünya saadetinin bütününe ulaşacaksınız.

Öyleyse cennet saadeti ve dünya saadeti, insan için Allah’ın hediyeleridir ve Allahû Tealâ insanoğlunu mutlu olmasından başka bir sebeple de yaratmamıştır. Allah’ın bütün insanlardan istediği bir tek şey vardır; onların mutlu olmaları, huzur içinde bir dünya hayatı yaşamaları ve öldükten sonra da kıyâmet günü mutlaka hepsinin cennete gitmesi. Ama ne var ki böyle bir dizaynı Allah’ın istemesi, Allah’ın kanunlarına göre bir iradeyle -insan da isterse- hedefe ulaştırıyor. İnsanoğlunun iradesi eğer mutlu olmayı dilerse o irade, Allah’a ulaşmayı talep edecektir. Eğer talep etmezse o kişinin kurtuluşu mümkün değildir. Talep ederse Allah onu mürşidine ulaştıracaktır, Allah onu nefs tezkiyesine ulaştıracaktır, o kişinin ruhunu Kendi Zat’ına ulaştıracaktır, o kişinin fizik vücudunu şeytana kul olmaktan kurtarıp Kendisine kul edecektir.

Böyle bir dizaynın bütün boyutlarda oluşabilmesi, kişisel iradenin bunu talep etmesine bağlıdır. İşte Peygamber Efendimiz (S.A.V) sahâbeye kişisel iradelerini, cüz’i iradelerini kullanma metotlarını öğretti. Allahû Tealâ Kur'ân-ı Kerim’de sahâbe için buyuruyor ki: “Ey sahâbe, siz birbirinizin can düşmanıydınız. Sonra Allah sizin kalplerinizi telif etti de hepiniz birbirinize can dostu oldunuz.”

3/ÂLİ İMRÂN-103: Va’tasımû bihablillâhi cemîân ve lâ teferrakû, vezkurû ni’metallâhi aleykum iz kuntum a’dâen fe ellefe beyne kulûbikum fe asbahtum bi ni’metihî ihvânâ(ihvânen), ve kuntum alâ şefâ hufratin minen nâri fe enkazekum minhâ, kezâlike yubeyyinullâhu lekum âyâtihî leallekum tehtedûn(tehtedûne).

Ve hepiniz, Allah’ın ipine sımsıkı tutunun, fırkalara ayrılmayın! Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki ni’metini hatırlayın; siz (birbirinize) düşman olmuştunuz. Sonra sizin kalplerinizin arasını birleştirdi, böylece O’nun (Allah’ın) nimeti ile kardeşler oldunuz. Ve siz ateşten bir çukurun kenarında iken sizi ondan kurtardı. İşte Allah, âyetlerini size böyle açıklıyor. Umulur ki böylece siz hidayete erersiniz.


Öyleyse can düşmanı olmak ve can dostu olmak; 2’si de sahâbenin ulaştığı 2 sonuç. Sahâbe için Allahû Tealâ’nın söylediği; “Siz birbirinizin can düşmanıydınız” sözü nerden geliyor? Sahâbenin hepsi birtakım farklı kabilelerden geliyor ve her kabilenin, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî olmadan önce birbiri ile düşman olduğunu görüyoruz. Her kabileden birkaç kişi mutlaka öldürülmüş ve her kabiledekiler de başka kabilelerdekileri, hepsinden birkaç kişiyi mutlaka öldürmüş durumda yani Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e gelip de teslim olanlar, tâbî olanlar, biat edenler, hepsi aslında kanlı katiller. Onun için Allahû Tealâ diyor ki: “Siz birbirinizin can düşmanıydınız (birbirinizin canını alacak kadar düşmandınız) ve bunu yapıyordunuz.” Ama sonra Allah’ın, kalplerini telif etmesi var. Bu telif etme müessesesi, onların nefslerinin yok olmasıyla safha edilmiştir. Onlar daimî zikre ulaştılar. Nefslerindeki bütün afetleri yok etmeyi başardılar. İşte Allahû Tealâ o zaman kalplerini telif etti. Edince ne oldu? Düşmanlık bitti, bütün düşmanlıklar dostluğa dönüştü. Öyleyse sahâbe evvelâ birbirine dost bir hüviyeti gösteriyor.
 
Tarihin en meşgul siması Peygamber Efendimiz (S.A.V)’dir. İnsanlar arasında en kıymetlisi gene odur. Sadece Kur'ân-ı Kerim öyle söylediği için değil. Bundan 8-10 sene evvel bilgisayarlara, ileri gelen bütün insanlar hakkında bütün bilgiler yerleştirildi ve bütün asırların en önemli kişisi seçilecekti. Bu seçim insanlara bırakılmadı. Haksızlıklar yapılabilir, insanlar taraf tutabilir diye insanlara bırakılmadı. Bilgisayarların muhtevasına, hafızasına (memory) yüklenen bütün bilgilerin ışığında, seçimi bilgisayarlar yaptı ve bütün dünyadaki gelmiş geçmiş en önemli kişi, Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz oldu. İşte size onun doğum gecesinde ondan bahsediyoruz. Kâinatın en önemli kişisinden bahsediyoruz.
 
Biliyorum ki beni pek sevmeyen insanlar; “Biraz önce dünyadan bahsediyordun, şimdi de kâinattan bahsetmeye başladın yani ne demek istiyorsun?”  diyecekler. Onlar, hep bir şeyler söylerler biliyorsunuz. Biz de söyleriz, deriz ki Allahû Tealâ Peygamber Efendimiz (S.A.V)’i sadece bu dünya için yaratmamış, onu sadece bu dünya için vazifelendirmemiş. Çünkü diyor ki: “Seni âlemlere rahmet olasın diye yarattım.”

21/ENBİYÂ-107: Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil âlemîn(âlemîne).

Seni Biz, sadece âlemlere rahmet olarak gönderdik.


rahmeten lil âlemin: Âlemlere rahmet olmak üzere.

51/ZÂRİYÂT-49: Ve min kulli şey’in halaknâ zevceynî leallekum tezekkerûn(tezekkerûne).

Ve Biz, herşeyden (zıttıyla kaim kılarak) çift yarattık. Umulur ki böylece siz tezekkür edersiniz.


Biliyorsunuz ki Allahû Tealâ 6 yevmde 6 tane âlem yarattı ve gene biliyorsunuz ki Allah’ın yaratma sistemi her şeyi zıddıyla kaim kılarak çift yaratmasıdır. Onun için 3 esas âlem, 3 de onun karşıtı (zıddı) olmak üzere Allahû Tealâ, 6 âlem yarattı. İyi ama 7 âlemden bahsediyoruz. Evet, 7.’si yokluk. Yokluk olduğu için tek. Eğer onu Allahû Tealâ yaratsaydı, yaratmış olsaydı, o zaman o da çift yaratılmış olacaktı ve 7 değil 8 âlem olacaktı. Ama kâinatta 7 âlem var ve Allahû Tealâ bu 7 tane âlemi yaratmış. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’i de bütün bu âlemlere rahmet olsun diye yaratmış.
 
1- Fizik vücudumuza ait olan zahirî âlem.
2- Nefsimize ait olan zahirî âlemin berzah âlemi  (Ölenlerin hâlâ yaşamakta olduğu, kıyâmete kadar da nefs olarak yaşayacakları âlem).
3- Gayb âlemi.
4- Gayb âlemine ait olan berzah âlemi.
5- Emr âlemi yani Sıratı Mustakîm boyunca sıralanan 7 tane gök katı, hepsi ve 7. katın 7 tane âlemi, hepsi buna dâhil. Bu 7 gök katı ve 7.  âlemin, 7. gök katının 7. âlemi bunların hepsi emr âlemini teşekkül ettiriyor.  
6- Bir de bunun (Sıratı Mustakim, zemin kattan başlar yukarıya doğru gider) zıddı olan gayy (cehennem) yolu ise zemin kattan başlar, aşağı doğru iner. Aşağı doğru 7 kat da zülmanî âlemi oluşturur.
    
Öyleyse âlemler, rabbanî âlemler ve zülmanî âlem olmak üzere 2’ye ayrılıyor. Yani emr âlemi, zemin kattan yukarıya doğru çıkan 7 kat olarak, rabbanî âlemlerin Allah’a ulaşan kesimini ifade eder. Zülmanî âlem ise aşağı doğru inerek cehenneme ve şeytana ulaştıran, 7 tane katı ifade eder.

Öyleyse Allah ile olan ilişkilerimizde muhteva 7 tane gök katıdır. Bu 7 gök katı, emr âlemini oluşturur. Emr âlemi, ruhun âlemidir. Emr nedir? Emr müessesesi, Allah’tan gelip de herhangi bir âlemde görev yapan ve bu görevin neticesinde, görevini tamamladıktan sonra tekrar Allah’a geri dönen her şey Kur'ân-ı Kerim’de emr olarak adlandırılıyor. İşte emr olarak adlandırılan şeylerden birisi de ruhumuzdur. Allah’ın katından gelen bütün elektronları harekete geçiren bütün sistemler yani nötrinolar ve anti nötrinolar hepsi emirdir. Allahû Tealâ diyor ki: “Gökten ineni, yere gireni, yerden çıkanı, yeniden göğe yükseleni hep en iyi bilen Allah’tır.”

57/HADÎD-4: Huvellezî halakas semâvâti vel ardafisitteti eyyâmin summestevâ alel arş(arşi), a’lemu mâ yelicu fîl ardı ve mâ yahrucu minhâ ve mâ yenzilu mines semâi ve mâ ya’rucu fîhâ, ve huve meakum eyne mâ kuntum, vallâhu bi mâ ta’melûne basîr(basîrun).

Gökleri ve yeri 6 günde yaratan O’dur. Sonra arşın üzerine istiva etti. Arza gireni ve ondan çıkanı ve semadan ineni ve orada uruç edeni (yükseleni) bilir. Ve siz nerede iseniz O, sizinle beraberdir. Ve Allah, sizin yaptıklarınızı en iyi görendir.


Öyleyse 7 tane gök katı, onları birbirine bağlayan bir yol ve emr âlemi. İşte Allahû Tealâ bütün bunların yaratıcısı ve bütün âlemlerde birden bir hükümran kişi vücuda getiriyor. İşte bu, Peygamber Efendimiz (S.A.V). Allahû Tealâ onu bütün âlemlere rahmet olmak üzere yaratmış.

Öyleyse âlemlere rahmet Peygamber Efendimiz (S.A.V). İşte şu anda dünyamızda yaşayan insanların kompüterlere yaptırdığı tarafsız seçim, kesin olarak göstermiştir ki kâinattaki en önemli kişi Peygamber Efendimiz (S.A.V)’dir. Bütün kâinatta tanınıyor. Peygamberlerin sonuncusu, hatemi, peygamberlerin hitam bulucusu; peygamberlerin, peygamberlik (nübüvvet) müessesesinin kendisinde hitam bulduğu Peygamber Efendimiz (S.A.V)’dir. İşte onun doğum günü, 11 Rebiülevvel. İşte bugün 11 Rebiülevvel 1999 yani 25 Haziran 1999.
 
Öyleyse Allah ile olan ilişkilerimizde muhtevayı en güzele ulaştıran O, Allah’tır. Her şey O’nun tarafından dizayn edilir. Her şey O’nun tarafından yaratılır ve Peygamber Efendimiz (S.A.V), onu da dizaynında var eden, bütün kâinatı idare eden o sonsuz kompüter sistemini, küllî irade sistemini kuruyor.

Böyle bir dizaynda düşünün ki putperestler, kâfirler, şeytana tapanlar, yollarından sapmış olan kitap sahipleri, tamamen batmış olan kapkaranlık bir dünya ortamında, Allahû Tealâ kâinatta en çok sevdiği kişiye bir vazife veriyor. O, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’dir ve Allahû Tealâ’nın verdiği bu vazife, onu muhteva itibari ile kâinattaki en kıymetli insan kılıyor.
 
Allahû Tealâ buyuruyor ki:

45/CÂSİYE-13: Ve sahhara lekum mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardı cemîan minhu, inne fî zâlike le âyâtin li kavmin yetefekkerûn(yetefekkerûne).

Ve göklerde ve yerde olanların hepsini kendinden (bir lütuf olarak) size musahhar (emre amade) kıldı. Muhakkak ki bunda, tefekkür eden bir kavim için mutlaka âyetler (ibretler) vardır.


“Ey insanlar! Yerlerde ve göklerde ne varsa hepsini sizin için yarattık.” diyor.

İşte yerdeki ve gökteki her şeyin sahibi olan, her şeyin uğruna yaratıldığı insanoğlunun da en kıymetlisi olarak Peygamber Efendimiz (S.A.V)’i, Hazreti Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimizi görüyoruz. Allahû Tealâ: “Âlemlere rahmet.” deyince neyi kastediyor? Allahû Tealâ sadece bu dünyayı değil, bu dünyanın dışında ne kadar gezegen varsa hepsini, onların ötesinde bu zahirî âlemin ötesindeki 5 tane âlemi, hepsini kastediyor. Yokluk da dâhil olmak üzere; 6. âlem zahirî âlemle birlikte 7 âlemi oluşturuyor. İşte böyle bir dizaynda Allahû Tealâ’nın vücuda getirdiği her şey en güzeli oluşturuyor.
 
Allahû Tealâ ile olan ilişkilerimizde bakıyoruz ki Peygamber Efendimiz (S.A.V), müstesna bir yer işgal ediyor. Dikkat edin, Peygamber Efendimiz (S.A.V) zamanında Medine’de hiçbir ev yoktur ki bütün sahâbe birden orada hizmet etmiş olmasın. Bu ne ifade eder? Bütün sahâbenin birbirini ne kadar sevdiğini ifade eder. Başkalarına yardım etmek söz konusu olduğu zaman hepsi vardılar. Sahâbe sabah namazından sonra uyumazdı. Sabah namazını kılan sokağa kendisini atardı, insan arardı. “Niçin arardı?” diyeceksiniz. Zekâtını verebilmek için. Karşılaştıkları anda ilk yaptıkları şey, Asr Suresini okumaktı.  

103/ASR-1: Vel asri.

Asra yemin olsun.

103/ASR-2: İnnel insâne le fî husr(husrin).

Muhakkak ki insan, gerçekten hüsrandadır.

103/ASR-3: İllâllezîne âmenû ve amilûs sâlihâti ve tevâsav bil hakkı ve tevâsav bis sabrı.

Ama âmenû olanlar (ilk 7 basamağı aşanlar), nefs tezkiyesi yapanlar (ikinci 7 basamağı aşanlar), Allah’a ruhu ulaşıp Hakk’ı tavsiye edenler (üçüncü 7 basamağı aşanlar) ve sabrı tavsiye edenler (dördüncü 7 basamağı aşanlar) hariç.


O Asr Suresi ki İmam-ı Şâfî Hazretleri buyuruyor: “Eğer Kur’ân-ı Kerim kaybolmuş olsaydı, kaybolmaz ama öyle olsaydı, yalnız başına Asr Suresi onun bütününü ihtiva edecek bir özelliği zaten taşımaktadır.”

İstiklâl Marşı şairi de  Asr Suresi için aynı şeyi söylüyor. Asr Suresinde size söylediklerimizi, onun da kaleme aldığını görüyoruz. Biraz farklı bir lisanla anlatıyor; ama anlattıkları, bugünün bizim sevgili dîn adamlarımıza hiç benzemiyor. Sevgili dîn adamlarımız onun zamanında da aynıymış. Dîn adamları için kullandığı ifade; “Bir ümmî koğuşu.” Ümmî, okuma-yazma bilmeyenler demek. Onların muhtevası olan koğuş, o zamanki bütün dîn adamlarını onun tabiriyle içeriyor.
 
Öyleyse acaba bizim için bu Asr Suresi ne ifade ediyor? Asr Suresi bir insanı sıfır kotundan alıp Allah’a ulaştıran, ondan sonra da 7 velâyet kademesi aşıran ve velâyetin en üst makamına kadar insanları götüren bir silsileyi ifade ediyor. Seyr-i sülûku, 28 basamaktan evvel 21. basamakta son bulan seyr-i sülûku, sonra 7 tane velâyet makamını:
 
1- Fena Makamı    
2- Beka Makamı   
3- Zühd Makamı   
4- Muhsinler Makamı                              
5- Ulûl’elbab Makamı            
6- İhlâs Makamı  
7- Salâh Makamı

Tam 7 tane velâyet makamı, bunların hepsi anlattığımız muhtevanın, Asr Suresinin içinde.

Okuyor sahâbe, taraflardan biri mutlaka bunu okuyor ve ikincisi konuşuyor: “Sabah namazından bu tarafa zekâtımı verecek bir insan arıyorum. Kaç kişiye rastladıysam benden kabul etmediler, onlar bana zekât vermeye kalktılar. Sen zekâtımı kabul eder misin?”
 
Diğeri de aynı şeyi söylüyor: “Ben de sabah namazından beri dolaşıyorum. Herkese söyledim zekâtımı alır mısınız diye, herkes de bana aynı şeyi söylüyor.” diyor.
 
Düşünebiliyor musunuz şimdi, o günden bu tarafa geçen zamanda neler, ne kadar değişmiş? Adam diyor ki: “Ben, devlete vergi veriyorum. Vergi bir zekâttır. Vergi benim tarafımdan verildiği için kimseye beş kuruş para vermem.”  

Allah’ın güzellikleri ve insanların nefslerinin vücuda getirdiği sonuç. 2 devir birbirinden çok açık bir şekilde büyük farklılıklar gösteriyor. O devirde sahâbeye bakıyoruz. Sofada yaşayanlar, ehl-i suffa adını alıyor. Medine’deki mescidin arka tarafı, duvarları yok ama üstü kapalı bir veranda şeklinde. Adına o devirde “sofa” deniyor. Tasavvuf kelimesinin bu kelimeden geldiği iddia ediliyor. Suffa kelimesinden, ehl-i suffanın suffası. Ama bir başka iddia daha var. Diyorlar ki: “Tasavvuf kelimesi, sof (yün) kelimesinden geliyor.” Hangisi olursa olsun gene ortada Peygamber Efendimiz (S.A.V) devrinde yaşayan sahâbe var. Çünkü hepsi mutlaka hep yün giyerdi.  Sof da yün demek. Bir de sofa ehli olan bu insanlar, sofada yaşayanlar 50’den fazla kişiydi. Aralarında Selmân-ı Fârisî’nin de bulunduğu bu kişilerin bir tek görevi vardı; Peygamber Efendimiz (S.A.V)’i devamlı takip etmek ve onu daima dinlemek ve dinlemeyenlere mutlaka anlatmak.

İşte Peygamber Efendimiz (S.A.V), bütün yetişenleri birer birer yabancı ülkelere göndermiş ve diğer ülkelerde de İslâm’ın yayılmasını sağlamak üzere onları vazifelendirmiş. Öyleyse bu insanlar, hepsi o sahâbeyi temsil ediyorlardı.

Sahâbenin özelliği neydi? Onları,  kâinatı, Allah tarafından en çok sevilen insanının yönetmesiydi, yetiştirmesiydi, olgunlaştırmasıydı.

Öyleyse bütün devirlerden farklı bir devir oluştu. Allahû Tealâ sahâbenin muhtevasını bize açık açık birkaç âyette anlatır. Âli İmrân-119 bunlardan biridir. Allahû Tealâ diyor ki:

3/ÂLİ İMRÂN-119: Hâ entum ulâi tuhıbbûnehum ve lâ yuhıbbûnekum ve tu’minûne bil kitâbi kullihi, ve izâ lekûkum kâlû âmennâ, ve izâ halev addû aleykumul enâmile minel gayz(gayzi), kul mûtû bi gayzikum, innallâhe alîmun bi zâtis sudûr(sudûri).

İşte siz (mü'minler) böylesiniz, siz onları seversiniz ve onlar sizi sevmezler ve siz kitabın tamamına îmân edersiniz. Ve sizinle karşılaşınca “Biz îmân ettik.” dediler, yalnız kaldıkları zaman, size karşı öfkelerinden parmak uçlarını ısırdılar. De ki: “Öfkenizden ölün.” Muhakkak ki Allah, sinelerde olanı en iyi bilendir.


“Ey sahâbe! Onlar size buğz ettikleri halde siz onlara karşı buğz etmezsiniz. Onlara karşı gene muhabbet beslersiniz. Çünkü siz Kur’ân’ın bütününe imân edersiniz.”
 
Sahâbe ki kendilerine işkence edilmiştir. Sahâbe ki onlardan bir kısmı düşmanları tarafından öldürülmüştür. Gene de düşmanlarına karşı düşmanca davranmazlardı, onları yakın dostları olarak değerlendirirlerdi. Negatif davranış biçimleri kendilerine yöneldiği takdirde bile hiç kimseye düşman değillerdi. Ama Mucâdele Suresinin 22. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:

58/MUCÂDELE-22: Lâ tecidu kavmen yu’minûne billâhi vel yevmil âhiri yuvâddûne men hâddallâhe ve resûlehu ve lev kânû âbâehum ve ebnâehum ve ihvânehum ev aşîratehum, ulâike ketebe fî kulûbihimul îmâne ve eyyedehum bi rûhin minhu, ve yudhıluhum cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru hâlidîne fîhâ, radıyallâhu anhum ve radû anhu, ulâike hizbullâh(hizbullâhi), e lâ inne hizballâhi humul muflihûn(muflihûne).

Allah’a ve ahiret gününe (ölmeden önce Allah’a ulaşmaya) îmân eden bir kavmi, Allah’a ve O’nun Resûl’üne karşı gelenlere muhabbet duyar bulamazsın. Ve onların babaları, oğulları, kardeşleri veya kendi aşiretleri olsa bile. İşte onlar ki, (Allah) onların kalplerinin içine îmânı yazdı. Ve onları, Kendinden bir ruh ile destekledi (orada eğitilmiş olan, devrin imamının ruhu onların başlarının üzerine yerleşir). Ve onları, altından nehirler akan cennetlere dahil edecek. Onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Allah, onlardan razı oldu. Ve onlar da O’ndan (Allah’tan) razı oldular. İşte onlar, Allah’ın taraftarlarıdır. Gerçekten Allah’ın taraftarları, onlar, felâha erenler değil mi?


“O, sahâbeyi, peygamberlerine, nebîlerine, resûllerine haksız davranışlarda bulunanlara yani Hazreti Muhammed Mustafa (S.A.V)’e düşman olanlara karşı onları dost bulamazsın, onlarla sevişir bulamazsın.”

Sözüme dikkat edin; sahâbe, kendilerine bir zarar geldiği zaman bunu sineye çekerlerdi, umurlarında bile olmazdı. Kendilerine o kötülüğü yapana, onlar bir iyilik etmek için fırsat ararlardı, bunu da mutlaka gerçekleştirirlerdi. Ama söz konusu olan Peygamber Efendimiz (S.A.V), Allah’ın Resûl’ü olduğu zaman ona kötü davranan birisini gördükleri zaman onlar da aynı düşmanca davranışı onlara karşı uygularlardı. Hiçbiriyle dost değildiler.

Öyleyse farklı bir davranış biçimi. Allah’ı temsil eden aralarındaki Resûl’e saldıran bütün yabancılar için onlar tam bir cephe oluşturmuşlardı ve Allahû Tealâ onlardan bahsediyor, diyor ki:

“Tevrat’ta da biz bunu söyledik, İncil’de de söyledik. Zebur’da da söyledik ki sahâbe o, yeni yetişen, dolgun taneli ve güçlü bir gövde üzerinde yerleşen buğdayları hatırlatır. Çiftçiler onlardan memnundur, Allah da memnundur.” diyor.  

48/FETİH-29: Muhammedun resûlullâh(resûlullâhi), vellezîne meahû eşiddâu alâl kuffâri ruhamâu beynehum terâhum rukkean succeden yebtegûne fadlen minallâhi ve rıdvânen sîmâhum fî vucûhihim min eseris sucûd(sucûdi), zâlike meseluhum fît tevrât(tevrâti), ve meseluhum fîl incîl(incîli), ke zer’in ahrace şat’ehu fe âzerehu festagleza festevâ alâ sûkıhî yu’cibuz zurrâa, li yagîza bihimul kuffâr(kuffâra), vaadallâhullezîne âmenû ve amilûs sâlihâti minhum magfiraten ve ecren azîmâ(azîmen).

Allah’ın Resûl’ü Hz. Muhammed (S.A.V) ve O’nunla beraber olanlar, kâfirlere karşı çok şiddetli; kendi aralarında çok merhametlidirler. Onları rükû ederken, secde ederken ve Allah’dan fazl ve rıza isterken görürsün. Onların alâmetleri yüzlerindeki secde izleridir. İşte bunlar, onların Tevrat’taki ve İncil’deki vasıflarıdır. Filizini çıkaran sonra onu kuvvetlendiren, böylece kalınlaşan, sonunda gövdesi üzerinde yükselen, çiftçilerin hoşuna giden ekin gibidir. Onlarla kâfirleri öfkelendirmek içindir. Ve Allah, onlardan âmenû olanlara (Allah’a ulaşmayı dileyenlere) ve salih amel (nefs tezkiyesi) yapanlara mağfiret ve büyük ecir vaadetti.

 
Öyleyse sahâbenin benzetilişi, düşmanlarına karşı Allah’ın emrettiği istikamette onlar da düşmanca davranıyorlar. Kimin düşmanlarına karşı, kendi düşmanlarına mı? Hayır, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in. O, onları yetiştirmiş. Yunus da kendi devrinde aynı şeyi söylüyor. Ne diyor Yunus?
 
 “Sövene dilsiz gerek.    
 Dövene elsiz gerek.   
 Derviş gönülsüz gerek.”

İşte Yunus bunu söylüyor. Sahâbe de kendilerine sövüldüğü zaman, onlara sövmezlerdi. Kendileri dövüldüğü zaman onları dövmezlerdi ve hiç bir zaman insanlara gönül koymazlardı. Tam aksine kötülüğe iyilikle mukabele ederlerdi. Bakınız, Fussilet Suresinin 33, 34, 35. âyet-i kerimeleri neler söylüyor:

41/FUSSİLET-33: Ve men ahsenu kavlen mimmen deâ ilâllâhi ve amile sâlihan ve kâle innenî minel muslimîn(muslimîne).

Allah’a davet eden ve salih amel (nefs tasfiyesi) yapan ve: “Muhakkak ki ben teslim olanlardanım.” diyenden daha güzel sözlü kim vardır?

41/FUSSİLET-34: Ve lâ testevîl hasenetu ve lâs seyyieh(seyyietu), idfa’ billetî hiye ahsenu fe izâllezî beyneke ve beynehu adâvetun ke ennehu veliyyun hamîm(hamîmun).

Hasene (iyilik) ve seyyie (kötülük), müsavi (eşit) değildir. (Kötülüğü) en güzel şekilde karşıla. O zaman seninle arasında düşmanlık olan kişi, samimi bir dost gibi olur.

41/FUSSİLET-35: Ve mâ yulakkâhâ illâllezîne saberû, ve mâ yulakkâhâ illâ zû hazzın azîm(azîmin).

Ona (kötülüğü iyilikle karşılama hasletine), sabredenlerden ve hazzul azîm (en büyük haz) sahiplerinden başkası ulaştırılmaz.


“Onlar ki Allah’a teslim olurlar, Allah’a çağırırlar. Onlardan daha ahsen kim vardır? Hiç kötülükle iyilik yani seyyiatla hasenat bir olur mu? Sen seyyiate hasenatla cevap ver ki o zaman can düşmanın olan can dostun olur. O kötülüğe iyilikle mukabele edenler var ya onlar, hazz’ul azîmin sahipleridir.” diyor Allahû Tealâ.

Ve kâinattaki, Allah’ın en sevdiğinin yetiştirdiği sahâbenin özelliklerinden 3 tanesi:

 1- Hazz’ul azîm; sonsuz haz.
2- Fevz-ül azîm, kâinattaki en büyük mükâfat.
3- Ecr’ul azîm, kâinatın en üstün ücreti.

Bunların hepsi sahâbenin muhtevasındaydı. İşte böyle bir dizayn söz konusu oldu.

Fussilet Suresinin 33, 34, 35. âyet-i kerimesi, sahâbeden hazz’ul azîmin sahipleri diye bahsediyor. Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesi, sahâbenin fevz-ül azîmin sahibi olduğunu söylüyor. Ne diyor Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesi? Diyor ki:

9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ihsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehâl enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).

O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah'a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden (Mekke'den Medine'ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.


“O sabikûn-el evvelîn var ya onların bir kısmı ensardandı, bir kısmı muhacirîndendi. Bir de ensara ve muhacirîne ihsanla tâbî olanlardandı. Allah, onlardan razıydı. Onlar da Allah’tan razıydılar. Onlar fevz-ül azîmin sahibi oldular. Altlarından ırmaklar akan cennetler onlar içindir.”

Burada da Allahû Tealâ bütün sahâbenin cennetlik olduğunu söylüyor, A’râf Suresinin 157. âyet-i kerimesinde de diyor ki:

7/A'RÂF-157: Ellezîne yettebiûner resûlen nebiyyel ummiyyellezî yecidûnehu mektûben indehum fît tevrâti vel incîli ye’muruhum bil ma’rûfi ve yenhâhum anil munkeri ve yuhıllu lehumut tayyibâti ve yuharrimu aleyhimul habâise ve yedau anhum ısrahum vel aglâlelletî kânet aleyhim, fellezîne âmenû bihî ve azzerûhu ve nasarûhu vettebeûn nûrellezî unzile meahu, ulâike humul muflihûn(muflihûne).

Onlar ki, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları ümmî, nebî, resûle tâbî olurlar. Onlara ma’ruf ile (irfanla) emreder, onları münkerden nehyeder ve onlara tayyib olanları (temiz ve güzel olan şeyleri), helâl kılar. Habis olanları (kötü ve pis şeyleri), onlara haram kılar. Ve onların, ağırlıklarını (günahlarını sevaba çevirip, günahlarının ağırlığını) kaldırır. Ve üzerlerindeki zincirleri, (ruhu vücuda bağlayan bağ ve fetih kapısının üzerindeki 7 baklalı altın zincir) kaldırır. Artık onlar, O’na îmân ettiler ve O’na saygı gösterdiler ve O’na yardım ettiler ve O’nunla beraber indirilen Nur’a (Kur’ân-ı Kerim’e) tâbî oldular. İşte onlar, onlar felâha (kurtuluşa, cennet mutluluğuna ve dünya mutluluğuna) erenlerdir.


Kim o, ümmî resule tâbî olmuşsa onların hepsi felâha erdiler.”

Tâbî olmaktan Allahû Tealâ’nın muradı var. Tâbî oluş, Allah’a ulaşmak maksadıyla tâbî oluş. Bütün sahâbe, sahâbe adını verdiklerimiz, onlar zaten sahâbedir. Yoksa onların (sahâbenin) arasında bir sürü münâfık vardı. Onlar da Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e geldiler. Aynı sahâbenin yaptığı gibi tâbî oldular, "lâ ilâhe illâllah, muhammedün resûlullah." diyerek el öptüler. Ama hiçbiri sahâbe olamadı, hiçbiri Allah’ın cennetinin sahibi olamadı, hiçbiri güzellikleri yaşayamadı.

Peygamber Efendimiz (S.A.V) devri, dünya üzerinde gelmiş geçmiş her devirden ötede özel olayların yaşandığı bir güzellik sergiler. Kendilerinin en az 3 katı düşmana rahatça savaş açabiliyorlardı ve Allahû Tealâ’nın yardımıyla gâlip geliyorlardı.

Öyleyse Fussilet Suresinin o, 33, 34, 35. âyetlerinde geçen sahâbe, acaba oradaki özelliklerin sahibi mi? “Allah’a teslim olup da.” diyor Allahû Tealâ.
Sahâbe, Allah’a teslim olmuşlar mıydı? Âli İmrân Suresinin 20. âyet-i kerimesi bunu kesinleştiriyor, diyor ki Allahû Tealâ:

3/ÂLİ İMRÂN-20: Fe in hâccûke fe kul eslemtu vechiye lillâhi ve menittebeani, ve kul lillezîne ûtûl kitâbe vel ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe innemâ aleykel belâgu, vallâhu basîrun bil ibâd(ibâdi).

Bundan sonra eğer seninle tartışırlarsa o zaman onlara de ki: “Ben ve bana tâbi olanlar vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah'a teslim ettik.” O kitab verilenlere ve ümmîlere: “Siz de vechinizi (fizik vücudunuzu) (Allah'a) teslim ettiniz mi?” de. Eğer teslim ettilerse, o taktirde, hidayete ermişlerdir. Ve eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir. Ve Allah, kullarını en iyi görendir.


“Habibim! O ümmîlere ve kitap sahiplerine de ki: ‘Ben ve bana tâbî olanlar, biz hepimiz kendimizi (vechimizi) Allah’a teslim ettik.’ Sor bakalım, o ümmîlere ve kitap sahiplerine; onlardan da Allah’a teslim olanlar var mı? Eğer var ise onlar mutlaka daha evvel ruhlarını da Allah’a teslim etmiş yani hidayete ermişlerdir.”

Bu âyet-i kerime bize, sahâbenin ruhlarını da fizik vücutlarını da Allah’a teslim ettiklerini söylüyor. Ama Âli İmrân Suresinin 132, 133, 134, 135. âyetleri bize bütün sahâbenin ölmeden evvel kendilerini Allah’a teslim ettiklerini söylüyor.

3/ÂLİ İMRÂN-132: Ve atîûllâhe ver resûle leallekum turhamûn(turhamûne).

Ve Allah'a ve Resûl'e itaat edin, umulur ki böylece siz rahmet olunursunuz.

3/ÂLİ İMRÂN-133: Ve sâriû ilâ magfiretin min rabbikum ve cennetin arduhâs semâvâtu vel ardu, uiddet lil muttekîn(muttekîne).

Ve Rabbiniz'den olan mağfirete ve genişliği yerler ve gökler kadar olan, muttekîler için hazırlanmış olan cennete koşun!

3/ÂLİ İMRÂN-134: Ellezîne yunfikûne fîs serrâi ved darrâi vel kâzımînel gayza vel âfîne anin nâs(nâsi), vallâhu yuhibbul muhsinîn(muhsinîne).

Onlar (muttekîler), bollukta ve darlıkta (Allah için) infâk ederler (verirler) ve onlar öfkelerini yutanlardır (tutanlardır) ve insanları affedenlerdir. Ve Allah, muhsinleri sever.

3/ÂLİ İMRÂN-135: Vellezîne izâ fealû fâhişeten ev zalemû enfusehum zekerûllâhe festagferû li zunûbihim, ve men yagfiruz zunûbe illâllâhu ve lem yusırrû alâ mâ fealû ve hum ya’lemûn (ya’lemûne).

Ve onlar (takva sahipleri), bir kötülük yaptıkları veya nefslerine zulmettikleri zaman Allah'ı zikrederler, hemen günahları için mağfiret dilerler. Ve Allah'tan başka kim günahları mağfiret eder. Ve onlar, yaptıkları şeylerde (hatalarda), bilerek ısrar etmezler.


“Ey sahâbe! Siz ölmeyin. Önce Allah’a teslim olun, sonra ölün.”

1- Allah’a teslim olmak, ruhun teslimidir.
2- Allah’a teslim olmak, fizik vücudun teslimidir.
3- Allah’a teslim olmak, nefsin teslimidir.

Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesi sahâbenin salâh makamında olduğunu söylüyor. Çünkü salâh makamı, makamların en üstüdür. Allah tarafından verilen ihsanların, ni’metlerin en üstünü de en üst seviye olanı da Allahû Tealâ tarafından azîm kelimesi ile nitelendirilmiş ve bütün sahâbenin fevz-ül azîmin, ecr’ul azîmin ve hazz’ul azîmin sahibi olduklarını görüyoruz.

Öyleyse sahâbe Allah’a teslim olmuşlardı. Peki, “Ve Allah’a davet ediyorlardı.” diyor Allahû Tealâ. Sahâbe de Allahû Tealâ’ya davet ediyor muydu? Ettikleri kesin. Yûsuf Suresinin 108. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:

12/YÛSUF-108: Kul hâzihî sebîlî ed’û ilâllâhi alâ basîratin ene ve menittebeanî, ve subhânallâhi ve mâ ene minel muşrikîn(muşrikîne).

De ki: “Benim ve bana tâbî olanların, basiret üzere (kalp gözüyle basar ederek, Allah’ı görerek) Allah’a davet ettiğimiz yol, işte bu yoldur. Allah’ı tenzih ederim. Ve ben, müşriklerden değilim.”


“Habibim!  O, ümmîlere ve kitap sahiplerine de ki: ‘Benim ve bana tâbî olanların, bizim hepimizin, Allah’ı basiret gözümüzle görerek Allah’a davet ettiğimiz yol, işte bu yoldur.’”
 
Öyleyse başta Peygamber Efendimiz (S.A.V) olmak üzere bütün sahâbe Allah’a davet ediyordu. Bakıyoruz ki Fussilet Suresinin, hazz’ul azîmin sahibi dedikleri kişiler de Allah’a davet ediyor.

Öyleyse sahâbe hazz’ul azîmin sahipleriydi. Allah’a teslim oldukları için, Allah’a davet ettikleri için, kötülüğe iyilikle mukabele ettikleri için. Sahâbenin kötülüğe iyilikle mukabele ettikleri kesin mi? Kesin. Çünkü Âli İmrân-119’da Allahû Tealâ diyor ki:
    

3/ÂLİ İMRÂN-119: Hâ entum ulâi tuhıbbûnehum ve lâ yuhıbbûnekum ve tu’minûne bil kitâbi kullihi, ve izâ lekûkum kâlû âmennâ, ve izâ halev addû aleykumul enâmile minel gayz(gayzi), kul mûtû bi gayzikum, innallâhe alîmun bi zâtis sudûr(sudûri).

İşte siz (mü'minler) böylesiniz, siz onları seversiniz ve onlar sizi sevmezler ve siz kitabın tamamına îmân edersiniz. Ve sizinle karşılaşınca “Biz îmân ettik.” dediler, yalnız kaldıkları zaman, size karşı öfkelerinden parmak uçlarını ısırdılar. De ki: “Öfkenizden ölün.” Muhakkak ki Allah, sinelerde olanı en iyi bilendir.


“Onlar size buğz ettikleri halde, daha açık konuşmak gerekirse sizi öldürdükleri, size işkence ettikleri halde siz onlara karşı gene de muhabbet beslersiniz yani kötülüğe iyilikle mukabele edersiniz.” diyor Allahû Tealâ.

Bütün bu özelliklerin sahibi, salâh makamının sahibi olan sahâbenin; İlm’el yakînin, Ayn’el yakînin ve Hakk’ul yakînin sahibi olduğunu görüyoruz. Çünkü Allahû Tealâ’yı basiret gözüyle görerek Allah’a davet ediyorlar.

Öyleyse Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den bahsediyorsak, bu onun terbiyesi, ona verdiği Allah’ın ihsanı. Herkes ondan “emin” diye bahsediyordu. Herkes Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e karşı dînden olsunlar veya olmasınlar tam bir güven duyuyordu.

Öyleyse miraçtan bahsedildiği zaman Peygamber Efendimiz (S.A.V) açıklama getirdi: “Ben 1. kervana rastladım, sonra 2. kervana rastladım, sonra 3. kervana rastladım. Sonra Mescid-i Aksa’ya gittim. Oradan da Rabbime ulaştım ve bana emirlerini aldım.”
 
 Hz. Ebû Bekir’e diyorlar ki:

- Seninki dedi ki:  “Allah’a ulaşmış, şöyle yapmış, böyle yapmış.”
 
Hz. Ebû Bekir soruyor:

- Kimden duydunuz bunu? Başkası mı söyledi?

- Hayır, o söyledi, diyorlar.

- Öyleyse her şeyimle ona kefil olurum ki mutlaka söylediği gibidir, diyor.
 
Öyleyse güven ortamı, Hz. Ebû Bekir’e “sıddîk” denmesinin arkasındaki sebep, ona en sâdık olan kişi oluşuydu. Sadakati nerden kaynaklanıyordu? Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in, Allah’ın Resûl’ü ve Allah’ın Nebî’si olmasından.
 
Kardeşlerimiz bize soruyor: “Neden bazıları gizli zikir, bazıları hafî zikir, bazıları cehrî zikir yapıyorlar?” Biz de diyoruz ki cehrî zikir (açık zikir, sesli zikir), Hz. Ali’den gelen tasavvuf kollarında geçerlidir. Hafî zikir ise Hz. Ebû Bekir’den gelen kollarda geçerlidir.
 
Hz. Ebû Bekir’in dizaynına güzelce bakın. Neden o acaba sessiz zikri tavsiye etmiş? Çünkü onun hayatında önemli bir olaydır. Hz. Ebû Bekir, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le beraber Mekke’den Medine’ye doğru yola çıkıyorlar. Düşmanlar da kılıçları ellerinde arkasındalar. İkisini de yakaladıkları yerde hemen öldürecekler. Onlar bir mağaraya sığınıyorlar. Arkalarından gelenler, ellerinde kılıçlar mağaranın önüne geliyorlar. Bir de bakıyorlar ki mağaranın kapısı bir örümcek tarafından örülmüş. Aralarında tartışıyorlar. Birinci grup diyor ki:

- İçeri girelim, mağarayı arayalım.

İkinci grup diyor ki:

- Yahu, bu örümcek şu 2 saatin içinde böyle bir şeyi örebilir mi? Bu mümkün değil. Öyleyse aramaya gerek yok.
 
Onlar bu tartışmayı yaparlarken Hz. Ebû Bekir, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e bir zarar gelecek endişesiyle fena halde korkuyor. Peygamber Efendimiz (S.A.V) diyor ki: “Ya Ebû Bekir korkma, söylediğimi yap. Dilini üst damağına yapıştır, elini nabzına koy ve nabzının hem atardamarını hem toplardamarını parmağında hisset, şimdi de hem dilini kımıldatmadan hem de ses çıkarmadan kalbindeki sesle, iç sesinle bu elindeki nabzındaki her çift vuruşta Allah kelimesini çift heceyle söyle.”
 
Ve düşmanlar mağarayı terk edene kadar Hz. Ebû Bekir, Allahû Tealâ’yı böyle (kalbindeki sesle, sessiz sesiyle ve kalbinin çift atışını parmağının ucunda hissederek) zikretti. Öyleyse bir kısım zikrinizi, virdinizi eldeki tespihle yaptınız. Geri kalanı da her zaman bu elinizi nabzınıza koyarak tamamlayabilirsiniz. Ve her zaman virdinizi tamamladıktan sonra bu elinizi nabzınıza koyarak zikretme usulünü devam ettirmelisiniz. Elinizdeki tespihle 24 saat zikir yapamazsınız. Ama elinizi nabzınıza koyduğunuz zaman bir süre sonra ritmi yakalarsınız ve çektiğiniz zaman da zikir iç dünyanızda aynı şekilde yankılanır. Ve her çift hecede Allah kelimesini terennüm etmek, sizin için yavaş yavaş bir zevk halini alır.
 
Daimî zikir doyulmaz bir zevktir. Çünkü ne zaman iç dünyanıza seslenirseniz oradan hep bir sessiz sesin kalbinizin her çift atışında; “Allah, Allah, Allah” dediğini işiteceksiniz. Bu size büyük bir mutluluk verecek. Allahû Tealâ her mutluluğunuzun arkasından duyduğunuz o süruru, daha güzele çevirmek için size cezbe verecek ve şiddetle sarsılacaksınız.

İşte, onlar 14 asır evvel bütün bu güzellikleri yaşadılar. Sahâbe öylesine cezbeliydi ki mescidin duvarları, mescidin tavanı sahâbenin cezbesinden titrerdi.
Öyleyse sahâbe Allah’ın sevgilisi ise sevgilileri ise sahâbeyi Allah’a sevgili kılan Peygamber Efendimiz (S.A.V)’dir. Onu örnek almaları kesin şekilde emrediliyor. Ahzâb Suresinin 21. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:

33/AHZÂB-21: Lekad kâne lekum fî resûlillâhi usvetun hasenetun limen kâne yercûllâhe vel yevmel âhıre ve zekerallâhe kesîrâ(kesîren).

Andolsun ki, sizin için ve Allah’a ve ahiret gününe (Allah’a ulaşma gününe) ulaşmayı dileyen ve Allah’ı çok zikredenler için, Allah’ın Resûl’ünde güzel bir örnek vardır.


“Allah’ı çok sevenler ve Allah’a varmayı dileyenlerle Allah'ı çok zikredenler var ya onlar için Peygamberinizde, Hazreti Muhammed Mustafa (S.A.V)’de muhteşem bir örnek (misal, ahsen bir örnek) vardır.” Yani “O, Kur’ân’da farz olan her şeyi mutlaka gerçekleştirir. Onun ötesinde bizim farz kılmadığımız ama O’nun devam etmenizde fayda gördüğü şeyler olabilir. İşte bu sizin için mutlak bir örnek olmalıdır.”
 
Öyleyse Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in Allah’ı çok sevenlere, Allah’a varmayı dileyenlere ve Allahû Tealâ’yı çok zikredenlere açık bir müjdesi, açık bir uyarısı var: “Onun sünnetine iştirak edin. O’nda ahsen bir örnek vardır yani o örneğin muhtevasını siz de tatbik edin.” buyuruyor Allahû Tealâ.
 
İşte 14 asır evvel böyle bir dizayn söz konusu olmuş. Onlara dikkatle baktığımız zaman hepsinin salâha erdiğini, hepsinin irşad makamının sahibi olduğunu görüyoruz. Peygamber Efendimiz (S.A.V) buyuruyor ki: “Benim sahâbem yıldızlar gibidir. Kim onlara tâbî olursa onların hepsi hidayete mutlaka ererler.” Allahû Tealâ da aynı şeyi söylüyor. Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesinde: “O sabikûn-el evvelîn var ya onların bir kısmı ensardandı, bir kısmı da muhacirîndendi. Bir de ensara ve muhacirîne ihsanla tâbî olanlardandı.” diyor.

Öyleyse tâbiiyet müessesesinin ihsanla oluşu veya olmayışı neticeyi bütünüyle değiştiriyor. Sahâbe ve sahâbenin de arasında yaşayan münafıklar. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e, sahâbe de tâbî olmuş, münafıklar da tâbî olmuş. Bir küçücük farklılık; sahâbe ihsanla tâbî olmuş, münafıklar sadece görünüşe göre tâbî olmuşlar. Aslında tâbî de olmamışlar.
 
1- Sahâbe Allah’a ulaşmayı diliyordu.
2- Münafıklar Allah’a ulaşmayı dilemiyordu.

1- Sahâbe ihsanla tâbî oldu.
2- Münafıklar ihsanla tâbî olmadı. Tâbî olur göründüler.

Ve tabiatıyla sahâbe mü’min oldu ama münafıklar olamadı. Sahâbenin kalbine îmân yazıldı ama münafıkların kalbine îmân yazılmadı.

İşte Allahû Tealâ’nın Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesinde bahsettiği ihsanla tâbî olmak, bu olaydır ki kişinin kalbine Allahû Tealâ mutlaka îmânı yazar; ama münafıkların kalbine Allah îmânı yazmadı. Hucurât Suresinin 14. âyet-i kerimesine göre onlara şöyle cevap vermesini istedi: “Habibim! O Araplar ki: ‘Biz de mü’min olduk.’ dediler. Onlara de ki: Hayır, siz mü’min olmadınız. Mü’min olduk demeyin; sadece İslâm dairesine girdik deyin. Yani siz öldüğünüz zaman İslâm âdetleri üzerine defnedileceksiniz. Çünkü sizin gerçekten mü’min olup olmadığınızı incelemeye kimsenin hakkı yok. Herkes; ‘lâ ilâhe illallah muhammeden resûlullah’ diyerek el öptüğünüz için sizi mü’min kabul edecektir. Mü’minlere kılınan namazla cenaze namazınız kılınacaktır. İslâm âdetlerine göre defnedileceksiniz. Tamam ama mü’min olduk demeyin. Siz mü’min olmadınız. Çünkü kalbinizin içine îmân yazılmadı.” diyor.

49/HUCURÂT-14: Kâletil a’râbu âmennâ, kul lem tu’minû ve lâkin kûlû eslemnâ ve lemmâ yedhulil îmânu fî kulûbikum, ve in tutîullâhe ve resûlehu lâ yelitkum min a’mâlikum şey’â(şey’en), innallâhe gafûrun rahîm(rahîmun).

Araplar: “Biz âmenû olduk.” dediler. (Onlara) de ki: “Siz âmenû olmadınız (Allah’a ulaşmayı dilemediniz). Fakat: "Teslim olduk." deyin. Kalplerinize (içine) îmân girmedi. Ve eğer Allah’a ve O’nun Resûl'üne itaat ederseniz (Allah’a ulaşmayı dilerseniz), amellerinizden bir şey eksiltmez. Muhakkak ki Allah, Gafur’dur, Rahîm’dir.”


İhsanla tâbî olanlar, sahâbeydi yani ensar ve muhacirîn. İhsanla tâbî olanlar, ensar ve muhacirîne tâbî olan tâbiîn.

Öyleyse bu dizayna dikkatle bakın. Onlar tâbî oluyorlar ve gerçek anlamda ihsanla tâbî oluyorlar. İşte onlar, mü’minlerdir. Bütün sahâbe ihsanla tâbî olanları ifade ediyordu. O sahâbe her alanda bir güzellik sergiledi ve Allahû Tealâ’nın insanlara uygun gördüğü dînin adı İslâm dîni, bir tek dîn. Ve diyor ki: “Sadece İslâm’ı kabul edenlerden razı olurum. Sadece İslâm’ı gerçekleştirenlerden razı olurum.” Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesi, Allah’ın sahâbeden razı olduğunu söylüyor.

Öyleyse rıza müessesesi, Peygamber Efendimiz (S.A.V) devrinde O’na tâbî olan, gerçek anlamda tâbî olan, ihsanla tâbî olan herkes için geçerliydi. Hepsi tâbî olmayı başarmışlardı. Allah’ın kâinatta en çok değer verdiği kişi ve O’nun yetiştirdikleri; bir kenetlenme içerisinde düşmanlarına karşı tam bir cephe oluşturdular. Ama kendi aralarında en büyük dostlukları kurdular. Hepsinin indinde, arkadaşlarının hayatı kendi hayatlarından daha kıymetliydi. Hendek Savaşı’ndan sonra, şehit olmak üzere olanlar arasında Hz. Ömer elindeki su kabıyla dolaşıyor. Şehit olmak üzere olan birisini bulup hemen suyu verecek, son nefesinde ona su içirecek. Birisi:

- Ya Ömer, su, diyor.

Hz. Ömer koşuyor, su kabını uzatıyor. Tam sahâbe içecekken bir başkası:

- Ya Ömer, su, diyor.

O kendisine kap uzatılan 1. kişi diyor ki:

- Ya Ömer! Suyu ona ver. Onun benden daha fazla ihtiyacı var.

Hz. Ömer son nefesinde söylendiği için bunu emir telâkki ediyor. Koşarak 2.’ye ulaşıyor, uzatıyor. Tam uzattığı zaman bir 3. kişi daha:

- Ya Ömer, su, diyor.

İkinci kişi de hiç düşünmeden aynı şeyi söylüyor:

- Ya Ömer, onun benden daha fazla o suya ihtiyacı var.

Hz. Ömer 3. kişiye ulaşıyor, ulaştığı an o kişi şehit olmuş, suyu içemeden şehit oluyor. Hz. Ömer gözünde yaşlarla 2.’ye koşuyor, o da şehit olmuş. 1.’ye ulaşıyor, o da şehit olmuş.
 
Allah’ın en çok sevdiği kişinin; âlemlere rahmet olarak yarattığı kişinin terbiyesi ile yetişmiş olanlara bakın. Âdabın mükemmeliyetini inceleyen muhteşem misaller bunlar. Ve sahâbe hakkında Allah’ın söylediğini bir defa daha söyleyelim: “Ey sahâbe! Siz birbirinizin can düşmanları idiniz. Allah kalplerinizi sonra telif etti de birbirinizin can dostu oldunuz.”

3/ÂLİ İMRÂN-103: Va’tasımû bihablillâhi cemîân ve lâ teferrakû, vezkurû ni’metallâhi aleykum iz kuntum a’dâen fe ellefe beyne kulûbikum fe asbahtum bi ni’metihî ihvânâ(ihvânen), ve kuntum alâ şefâ hufratin minen nâri fe enkazekum minhâ, kezâlike yubeyyinullâhu lekum âyâtihî leallekum tehtedûn(tehtedûne).

Ve hepiniz, Allah’ın ipine sımsıkı tutunun, fırkalara ayrılmayın! Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki ni’metini hatırlayın; siz (birbirinize) düşman olmuştunuz. Sonra sizin kalplerinizin arasını birleştirdi, böylece O’nun (Allah’ın) nimeti ile kardeşler oldunuz. Ve siz ateşten bir çukurun kenarında iken sizi ondan kurtardı. İşte Allah, âyetlerini size böyle açıklıyor. Umulur ki böylece siz hidayete erersiniz.


Tıpkı Fussilet Suresinin 33, 34, 35. âyetlerindeki olaylar gibi. “Hiç kötülükle iyilik (seyyiatla hasenat) bir olur mu? Siz kötülüğü hasenatla (seyyiatı hasenatla) söndürün, yok edin.” Allahû Tealâ böyle söylüyor. “Seyyiatı, hasenatla söndürün, yok edin. Böyle yaptığınız zaman size can düşmanı olanların, can dostu olduklarını göreceksiniz.”

41/FUSSİLET-33: Ve men ahsenu kavlen mimmen deâ ilâllâhi ve amile sâlihan ve kâle innenî minel muslimîn(muslimîne).

Allah’a davet eden ve salih amel (nefs tasfiyesi) yapan ve: “Muhakkak ki ben teslim olanlardanım.” diyenden daha güzel sözlü kim vardır?

41/FUSSİLET-34: Ve lâ testevîl hasenetu ve lâs seyyieh(seyyietu), idfa’ billetî hiye ahsenu fe izâllezî beyneke ve beynehu adâvetun ke ennehu veliyyun hamîm(hamîmun).

Hasene (iyilik) ve seyyie (kötülük), müsavi (eşit) değildir. (Kötülüğü) en güzel şekilde karşıla. O zaman seninle arasında düşmanlık olan kişi, samimi bir dost gibi olur.

41/FUSSİLET-35: Ve mâ yulakkâhâ illâllezîne saberû, ve mâ yulakkâhâ illâ zû hazzın azîm(azîmin).

Ona (kötülüğü iyilikle karşılama hasletine), sabredenlerden ve hazzul azîm (en büyük haz) sahiplerinden başkası ulaştırılmaz.


Ve gördük ki bütün sahâbe,  seyyiate sâlihâtla mukabele edenler. O devir, bir başka devirdi. Orada Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in hayatı bir değerdi ve sahâbenin gözünde kendi hayatlarının şu kadar kıymeti yoktu.
 
 Öyleyse Allahû Tealâ’nın Kur'ân-ı Kerim’de kendisine hitap ettiği Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e bakalım. Tasarruf altında olan bir kişinin bütün standartlarını veriyor Allahû Tealâ:
“Habibim! O kumu attığın zaman, sen atmadın biz attık.” diyor.

8/ENFÂL-17: Fe lem taktulûhum ve lâkinnallâhe katelehum, ve mâ rameyte iz rameyte ve lâkinnallâhe ramâ, ve li yubliyel mu’minîne minhu belâen hasenâ(hasenen), innallâhe semîun alîm(alîmun).

Onları siz öldürmediniz ama onları Allah öldürdü. Ve attığın zaman da sen atmadın ama Allah attı. Ve Allah, mü’minleri Kendisinden ahsen belâ ile imtihan eder. Muhakkak ki Allah, işitendir ve bilendir.


O kumu Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in attığını herkes görmüş. O atmış; ama Allahû Tealâ diyor ki: ”Sen atmadın, biz attık. Yani o sırada sana tasarruf etmekteydik. Sen kendi düşüncelerinin tesiri ile o işi yapmadın. Sana onu biz yaptırdık.”

Ve böylece görüyoruz ki Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in indinde, Allahû Tealâ’nın açıklaması Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in tasarrufta olduğunu gösteriyor. Ne diyor Allahû Tealâ? “Bizim resûllerimiz, yaptıklarından sorumlu değillerdir.” Neden değillermiş? “Çünkü seçim hakkı yoktur onların, dilediklerini diledikleri gibi yapmalarına müsaade etmiyoruz. Onlar bizim tasarrufumuz altındadır.” diyor Allahû Tealâ.
 
Öyleyse Allah’ın güzelliklerini yaşayan insanlar, bütün güzelliklerde O’nunla beraber o güzelliklerin sahibi hepsi. İşte Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e baktığımız zaman tarihin en meşgul kişisi olduğunu görüyoruz. Her an bir şeylerle, birileri ile meşgul. Hayatını başkalarına adamış. Hayatını sahâbesi için tüketiyor ve onun için kendi hayatının hiçbir değeri yok. Allah için her şeyi yapar.
 
İşte son günleri. Öylesine acı çekiyor ki ayağa kalktığı zaman, buna rağmen Hz. Ömer’e,  Hz. Ebû Bekir’e sık sık da Hz. Ali’ye diyor ki: “Beni kaldırın, seccademe götürün.” Büyük acılar içerisinde seccadesine ulaşıyor ve Hz. Ali bir gün dayanamıyor: “Ey Allah’ın Resûl’ü! Sen bize demiyor musun yatarak da namaz kılınabilir, oturarak da namaz kılınabilir diye? Bu kadar çok acı çekmene ben dayanamıyorum.” diyor. Peygamber Efendimiz (S.A.V) O’na diyor ki: “Beni bu büyük zevkten mahrum etmeyiniz.” Namaz kılmak onun için doyulmaz bir zevkti.

Böylece görüyoruz ki Allah ile olan ilişkilerinde Peygamber Efendimiz (S.A.V) muhteşem bir örnekti. Ahzâb Suresinin 21. âyet-i kerimesinde Allah’ın söylediği gibi; “Peygamberinizde ahsen bir örnek vardır.” diyor.

O, bir örnekti. O, her açıdan örnekti ve sahâbe için, hayatlarını seve seve feda edecekleri kâinattaki en güzel misali, en sağlam kişiyi temsil ediyordu. Öyleyse Peygamber Efendimiz (S.A.V) tarihte gelmiş geçmiş, kim olursa olsun peygamberler de olsa onların da hepsinden üstün bir boyutta. Sadece Allahû Tealâ söylemiyor bunu, kompüter sistemleri de böyle söylüyor.
 
İşte böyle bir dizayn içerisinde ona, Hazreti Muhammed Mustafa (S.A.V)’e baktığımız zaman onun son nebî olarak görevini lâyıkıyla yaptığını ve tarihe mâl olduğunu, kâinatta yaratılmış olan en üstün insan olarak, o sıfatla tarihe mâl olduğunu görmenin, o bizim Peygamberimiz olduğu için, onun izinde olduğumuz için huzurunu yaşıyoruz, mutluluğunu yaşıyoruz ve Mihr Vakfı’nın muhterem mensupları, sizler 14 asır evvel Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve sahâbe ne yapmışsa onların aynını, dünya ne kadar farklı yaparsa yapsın, siz onların yaptıklarının aynını yapanlarsınız. Siz, Allahû Tealâ’nın 2. asr-ı saadetinin sahipleri olacaksınız. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in şahsiyeti önünde hürmetle eğiliriz, elini öperiz ve hepinize Allahû Tealâ’dan hem cennet saadetini hem de dünya saadetini dileyerek sözlerimizi inşaallah burada tamamlarız.

Allah hepinizden razı olsun.

İmam İskender Ali  M İ H R