}
İhlâs Makamına Ulaşma Kademeleri 26.07.1998
Mp4 Mp3 Link

Sohbet Kodu: 100307



SOHBETİN ADI: İHLÂS MAKAMINA ULAŞMA KADEMELERİ
TARİHİ: 26.07.1998

Yüce Rabbimize sonsuz hamd ve şükrederiz ki bizleri bir defa daha Allah’ın zikir sohbetini yapmak üzere bir araya getirdi. Konumuz: İhlâs.

İhlâs müessesesini hepiniz biliyorsunuz aslında. İhlâs kelimesi, hâlis kelimesi, muhlis kelimesi hep aynı kökten geliyor. Ve hâlis olmak demek; muhtevayı bozan bütün faktörlerden temizlenmek ve arınmak demek.

Ne zaman hâlis olmaktan bahsediyorsak bunun mânâsı; muhtevayı bozan bütün afetler, bütün faktörler, negatif faktörler yok olmuş, geriye saf olan kalmış. Hâlis zeytinyağı dediğimiz zaman onun içinde çiçek yağı yok, onun içinde gres yağı yok, onun içinde Hint yağı yok, yalnız zeytinyağı var. Burada hâlis kelimesinin muhtevası var. Hâlis demek; onun muhtevasının aslının dışında olan her şeyin devreden çıkması hali, kül olmak, saf olmak.

İşte nefsimizin ihlâs makamındaki muhtevası, gece ve gündüzün birbirinden ayrıldığı kadar kesin bir ayrılık ifade ediyor. İhlâs noktası, gecenin tamamen gündüze dönüşmesi halidir. Neden böyle bahsediyoruz? Çünkü başlangıçta nefsimizin kalbi afetlerle dolu ve afetler karanlıklarla temsil olunuyor. İşte bu karanlıklar, afetlerin karanlıkları tam bir geceyi ifade eder. Başlangıçta nefsimizin kalbi ışıktan yana hiç nasibini alamamış, kapkaranlık bir mağara gibidir. Bütün afetler karanlıkları temsil ederler ve karanlıklardan ibarettirler. Ama daimî zikrin sonunda ihlâsa ulaştığımız zaman bütün bu muhtevanın değiştiğini ve bir yere ulaştığını görüyoruz. Nereye ulaştığını görüyoruz? Gecenin gündüze ulaştığını görüyoruz.

İhlâs makamının başlangıç noktasında nefsimiz, 19 afeti bütün boyutlarıyla kapsıyor. Nefsimizin kalbinde yalnız afetler var, sadece afetler. İşte böyle bir muhtevada afetlerin dizaynının ötesine geçmek, afetleri tamamen yok etmek, afetlerin yerini tamamen ruhun hasletlerine bırakmak, terk etmek; bu ihlâsa ulaşmak demektir, hâlis olmaya ulaşmak demektir. Muhtevayı bozan faktör, nefsin afetleri; hepsi yok olmuş. Sadece ruhun hasletleri kalmış, hâlis olmuş nefsimiz. Ruhun bütün özelliklerine sahip olmuş. Bir başka ifadeyle ahsen olmuş. Allah’ın bütün emirlerini yerine getiren, yasak ettiği hiçbir fiili işlemeyen bir özelliğin sahibi olmuş nefsimiz, ruhumuzun aynı olmuş.

Öyleyse ihlâs noktasına nasıl gelindiğini her basamaktan sadece birer cümleyle bahsedip geçerek, yürüyerek gidelim.

1. basamakta olayları yaşıyoruz.
2. basamakta olayları değerlendiriyoruz. Eğer bu değerlendirmemiz Allah’a ulaşma dileğiyle noktalandıysa 3. basamağa geçiyoruz yoksa geçemiyoruz.
3. basamak, Allah’a ulaşmayı dilediğinizin kesin işaretidir. Böyle bir şeyi Allahû Tealâ işitiyor, biliyor ve görüyor nefsimizin kalbinde ve üzerimize Rahîm esmasıyla tecelliye başlıyor; 4. basamaktayız. Bu tecelli, 5. basamakta irşad makamıyla aramızda bulunan hicab-ı mestureyi yok ediyor, gizli perdeyi yok ediyor. İrşad makamına sevgi duymaya başlıyoruz.
6. basamakta kulaklarımızdaki vakrayı yok ediyor. Mânâya varmayı engelleyen faktörü yok ediyor.
7. basamakta ise nefsimizin kalbinde idraki önleyen ekinnet isimli bir kompüter sistemi var; sünnetullahın bir kompüter sistemi. Bunu alıyor Allahû Tealâ. Sünnetullah nefsimizin kalbine yeni bir kompüter sistemi yüklüyor. Bu, idraki engelleyen değil idraki sağlayan bir müessese. Böylece âmenû oluyoruz. Allah’a ulaşmayı dileyen bir îmân sahibi oluyoruz.

Farklılığımız ne başkalarından?

1- Allah’a inanıyoruz.
2- Allah’a ulaşmaya da inanıyoruz. Ruhumuzun ölmeden önce Allah’a ulaşmasına da inanıyoruz. Konu zaten tamamen bununla alâkalı.
3- Bu basamakta, hanif fıtratıyla yaratıldığımız için bu yetkinin, bu vasıfların bizde mevcut olduğuna inanıyoruz. Hem Allah’a ulaşmaya yani ruhumuzu teslim etmeye hem fizik vücudumuzu hem nefsimizi Allah’a teslim etmeye ehil olarak yaratıldığımızın idraki içindeyiz.
4- Allahû Tealâ’nın bunu üzerimize farz kıldığını idrak ediyoruz. Ruhumuzun ölmeden evvel Allah’a ulaşmasını Allahû Tealâ’nın farz kıldığını idrak ediyoruz. Burası âmenû olma basamağıdır. Allah’a ulaşmayı dileyen herkes bu basamaktadır. Allahû Tealâ, bunların hepsinin kurtuluşa ulaştığını söylüyor.

8. basamakta nefsimizin kalbine sünnetullah yeniden ulaşıyor, yeni bir maksatla. 9. basamakta maksat hâsıl oluyor. Nefsimizin kalbi şeytana dönük konumdayken nefsimizin kalbindeki nur kapısı Allah’a dönüyor. 10. basamakta Allah, göğsümüzden nefsimizin kalbine bir nur yolu açıyor.

10. basamakta Allahû Tealâ’nın açtığı bu nur yolundan sonra zikir yapmaya başlıyoruz. Ve bu zikri yaparken Allah’ın katından gelen rahmetle fazl göğsümüze geliyor, göğsümüzden nefsimizin kalbine ulaşıyor ama nefsimizin kalbi mühürlü. İçeri girmesi mümkün değil. Mümkün olmadığı için sızmak için rahmetle salâvat fırsat bekliyor. Bunlardan yalnız rahmet nefsimizin kalbine sızabiliyor. Bu sızıntı, 11. basamakta başlamış oluyor. Ne zaman sızıntı %2’yi bulursa nefsimizin kalbinde huşû müessesi oluşuyor. Huşû sahibi oluyoruz ve huşû sahibi olduğumuz için bir hak doğuyor bize. Hacet namazını kılınca Allahû Tealâ mutlaka verdiği sözü tutuyor ve bir gece rüyamızda bize mürşidimizi gösteriyor; basamak 13. 14. basamakta mürşidimize ulaşıyoruz. Önünde diz çöküyoruz, tövbe ediyoruz, el öpüyoruz, “lâ ilâhe illâllah Muhammeden Resûlullah” diyoruz. Burası, 14. basamaktır. Burası, mü’min olduğumuz yerdir. Burası, dalâletten kurtulduğumuz yerdir. Burası, hidayete adım attığımız yerdir. Burası, cenneti bir defa daha hak ettiğimiz yerdir. Burada nefsimizin kalbine Allahû Tealâ îmânı yazıyor. Nasıl yazıyor? 5 tane kalp şartı oluşmuştur. 6. kalp şartı, nefsimizin kalbinin mührünü açmak, 7. si de kalbimizin içine îmânı yazmak.

Kalp şartlarına bir defa daha bakalım;
1.’si, nefsimizin kalbinden Allah’ın ekinneti kaldırması.
2.’si, ihbatı yerleştirmesi.
3.’sü, nefsimizin kalbindeki nur kapısını şeytana dönük durumdan Allah’a dönük duruma getirmesi.
4.’sü, kalbimizin içine göğsümüzden bir yol açılması.
5.’si, huşûya ulaşmamız.
6.’sı, Allah’ın kalbimizin mührünü açması.
7.’si, kalbimizin içine îmânı yazması.

6 ve 7. şartlara dikkatle bakın; mürşide ulaşmadan böyle bir şeyin gerçekleşmesi mümkün değil. Ne zaman mürşide ulaşırsak o zaman tahakkuk ediyor. Burası dalâletten kurtulduğumuz yer. Çünkü mürşidine ulaşmayan kişinin dalâlette olduğunu söylüyor Allahû Tealâ. Burası, 3 sebepten dolayı mü’min olduğumuz yer.

* Nefs tezkiyesine burada başlıyoruz, 1.
* Ruhumuz vücudumuzdan ayrılıp Allah’a doğru yola çıkıyor, 2.
* Ve kalbimizin içine (asıl önemlisi bu) îmân yazılıyor. Bu sebeple mü’miniz, 3.

Mü’min olduğumuz için de kurtuluşumuz garanti. Çünkü Mu’minûn Suresinin 40. âyet-i kerimesi bunu garanti ediyor: “Kim mü’min ise onların gideceği yer mutlaka cennettir.” diyor Allahû Tealâ.

40/MU'MİN-40: Men amile seyyieten fe lâ yuczâ illâ mislehâ, ve men amile sâlihan min zekerin ev unsâ ve huve mu'minun fe ulâike yedhulûnel cennete yurzekûne fîhâ bi gayri hisâb(hisâbin).

Kim seyyiat (şer, derecat düşürücü ameller) işlerse mislinden daha fazla cezalandırılmaz. Kadınlardan veya erkeklerden kim amilüssalihat (nefsi ıslâh edici ameller, nefs tezkiyesi) yaparsa işte onlar, (îmânı artan) mü’minlerdir. Onlar, cennete konulacak ve hesapsız rızıklandırılacaktır.


Şimdi bundan sonra ne olduğuna bakalım, nefs tezkiyesi başlıyor. Nefsimizin kalbinde Allah’ın nurları birikmeye başlıyor. Ruhumuz da vücudumuzdan ayrılmış Allah’a doğru yola çıkmış. %7 nur birikimiyle nefsimizin kalbinde nasıl birikiyor nurlar? Nefsimizin kalbindeki îmân kelimesi, Allah’tan gelen 3 tane nurdan rahmet, fazl ve salâvattan fazlı çekiyor, etrafında toplamaya başlıyor. Bu toplanma devam ettiği sürece nefsimizin kalbinden o kadar karanlık yani afet dışarıya atılıyor.

%7 nur birikimi Nefs-i Emmare yani tamamen kötülüğü emreden nefsimiz, %100 kötülüğü emrederken artık %93’ü kötülüğü emrediyor. %7’si hayrı emrediyor. Ruhumuz mu? Bizden ayrılan ruhumuz, Allah’a doğru seyr-i sülûk isimli yolculuğun 1. katına ulaşıyor.

Sonra bir daha %7 nur birikimi Nefs-i Levvame; nefsimizi kınadığımız, yaptıklarımızdan büyük pişmanlık duyduğumuz bir merhalede ikinci bir %7 nur birikimi oluşuyor. Ruhumuz da 2. gök katına kadar yükseliyor.

3. defa %7 nur birikimi Nefs-i Mülhime; Allah’tan ilham almaya başlıyoruz. Ruhumuz, 3. kata ulaşıyor.

Sonra 4. Birikim; dördüncü %7; Nefs-i Mutmainne; doyuma ulaşıyoruz. Ve bu doyuma ulaştığımız zaman Allahû Tealâ’nın indinde bizim için söz konusu olan şey, Allah’ın verdiklerinin yeterli olduğunun kesin idrakine varmamız. Ruhumuz mu? O, 4. kata ulaşıyor.

Bir daha %7 nur birikimi, Nefs-i Radiye; Allah’tan razı oluyoruz. Ruhumuz, 5. kata ulaşıyor.

Bir daha %7 nur birikimi, Nefs-i Mardiyye; Allah da bizden razı oluyor. Ve Mevlâ’mız oluyor. Ruhumuz 6. kata kadar yükseliyor.

Ve nihayet tezkiye kademesi, yedinci %7 nur birikimi, tezkiyeyi tamamlıyoruz. Ruhumuz da 7. gök katına çıkıyor, 7 tane âlemi aşıyor ve ondan sonra Allah’ın Zat’ına ulaşıyor yoklukta. Allah’ın Zat’ı ruhumuza meâb oluyor, sığınak oluyor. Burası ruhumuzun Allah’a ulaştığı, Allah’a teslim olduğu, İslâm olmanın ilk şartını; ilk safhasını gerçekleştirdiğimiz yer.

Sonra ne oluyor? Allah’ın Zat’ına ruhumuz ulaştı ve Allah’ın Zat’ında ifna oldu, yok oldu. Böyle bir dizaynı tamamladığınız zaman Allahû Tealâ’nın indinde ruhumuzun Allah’a ulaşmasıyla 21. basamağa varan biz, ruhumuzun Allah’ın Zat’ında ifna olmasıyla, Allah’a teslim olmasıyla velâyetin ilk makamı olan fenâ makamına ulaşıyoruz. 22. basamaktayız. 21. basamaktan sonraki ilk velâyet makamı; fenâ makamı. Neden fenâ makamı? Kötü olduğu için mi? Kötü mânâsında değil; ifna olmak, Allah’ın Zat’ında ruhumuzun yok olması, Allah’ın Zat’ının ruhumuza meâb olması dolayısıyla bu isim veriliyor.

Sonra 2. velâyet makamı; beka makamı. Allahû Tealâ ruhumuza bir taht ihsan ediyor. Ruhumuz, artık o tahtın üzerinde. Ve orada sonsuza kadar baki olacağı için bu makama beka makamı deniyor. 21. basamaktan sonraki 2. velâyet makamı. 1.’si, fenâ makamı. 2.si, beka makamı.

3. makam; zühd makamı. İşareti; Zikrimizin günün yarısını aşması hali. Ne zaman zikrimiz günün yarısını aşarsa bu noktada bizim için söz konusu olan şey, 3. velâyet makamına; zühd makamına ulaşmak.

Sonra, 4. velâyet makamında fizik vücudumuz da Allahû Tealâ’ya teslim oluyor; muhsinler makamı.

5. velâyet makamı, ulûl elbâb makamı; daimî zikre ulaşıyoruz. İşte daimî zikre ulaştıktan sonra neler olduğu, bundan sonraki konumuz.

Daimî zikre ulaşan, ulûl elbâb makamına ulaşan herkes hikmet makamının 1. aşamasına ulaşır. Kalp gözü açılır, kalp kulağı açılır. Allah, ona zemin katı; zemin katın sırlarını birer birer göstermeye başlar. Bunların arasında tabiatıyla ana dergâhın sırları da var. Ve ana dergâhta insan ruhları sırasının nasıl olduğu, önlerinde rahlelerin hangi şekilde yerleştirildiği, altın para kümesinin nerede olduğu, o kümenin hangi standartlarda oluştuğu, Allah’a ulaştıran Sıratı Mustakîm’in başlangıç kapısı olan altın kapı, onun özellikleri, secdenin nasıl yapılacağı, Allah’a ulaşma secdesinin nasıl yapılacağı, secdeden sonra seyr-i sülûkun nasıl gerçekleştiği birer birer gösterilir.

Yetmez, 6. kata kadar yükselebilenlerin ötesinde biraz üst tarafta zamanın halifesinin öğretmenlik yaptığı 2. kademe, 7. kata kadar çıkabilenler fethi tamamlamış olanlar ve böylece zemin katın esas sırlarının tamamlanması. Bu iş tamam olduktan sonra Allahû Tealâ o kişiye 1. gök katını göstermeye başlar.

Ulûl’elbâb makamına başladığımız anda nefsimizin kalbinde %9 karanlık vardır. Ama daha ulûl’elbâb olduğumuz anda daimî zikrin sahibi olduğumuz için Allahû Tealâ’dan gelen nurlar kesintisiz olarak gelir. Artık ölene kadar kesintisi mümkün değildir. Bu sebeple rahmetin, fazlın ve salâvatın, Allah’tan gelen bu üç nurun nefsimizin kalbindeki mühür üzerine baskısı onu zülmanî kapıya götürmüş ve zülmanî kapıyı bir daha açılmamak üzere kapatmıştır. Neden bir daha açılmamak üzere diyoruz? Çünkü daimî zikrin sahibiyiz o noktada. Ve nefsimizin kalbine ulaşan rahmet, fazl ve salâvât; mührün üzerine üç tane enerji grubunun baskısı olarak geliyor. Aşağıdan da karanlıklar zorluyor ama karanlıklar sadece bir grup enerji, 3 grup enerji mutlaka galip geleceği için hiçbir zaman zülmanî kapının açılması söz konusu değil, çünkü kişi artık daimî zikrin sahibi olmuş, sünnetullah hükmünü icra etmiş, daimî zikir o kişide oluşmuş.

Karanlıkların bir daha o kişinin nefsinin kalbine girmesi mümkün olmadığı için tekrar kalbin kararması hiçbir zaman söz konusu değildir. Mânâsı? Aslında mânâsı, ulûl’elbâb olur olmaz %9 karanlık yok olmuştur; aslında zaten ihlâsa adım atmışızdır. Ama Allahû Tealâ ihlâsın temel şartlarından 1. katı göstermeyi hemen tahakkuk ettirmiyor. Zemin kattaki bütün sırları o kişiye gösterinceye kadar bir zaman parçası mutlaka geçiyor. Ondan sonra Allahû Tealâ o kişinin kalp gözüne 1. gök katını gösteriyor evvelâ. Sonra 2. gök katını gösteriyor.

İşte burada Allahû Tealâ’nın ihlâs makamının standartları başlıyor. İhlâs makamı, hâlis olma makamıdır. Beyyine Suresinin 5. âyet-i kerimesi bu makamı işaret ediyor.

98/BEYYİNE-5: Ve mâ umirû illâ li ya’budûllâhe muhlisîne lehud dîne hunefâe ve yukîmûs salâte ve yu’tûz zekâte ve zâlike dînul kayyimeh(kayyimeti).

Ve onlar, Allah için hanifler olarak dînde halis kullar olmaktan (nefslerini halis kılmaktan) ve namazı ikame etmekten ve zekâtı vermekten başka bir şeyle emrolunmadılar. İşte kayyum dîn (kıyâmete kadar devam edecek dîn) budur.


ve mâ umirû illâ li ya’budûllâhe muhlisîne lehud dîne hunefâe: Onlar emrolunmadılar; nefslerinin kalbini dinde hâlis kılmış muhlisler olmakla emrolundular, nefslerini Allah’a teslim etmiş olan muhlisler olmakla emrolundular. Ve bunu hanif fıtratıyla yapmakla emrolundular.

Öyleyse hâlis olmak neyi ifade ediyor? İşte başlangıçta söylediğimiz nefsimizin kalbindeki o kapkaranlık geceyi, sadece Allah’ın nurlarından oluşan ruhumuzun aynını nefsimizin kalbinde de vücuda getirerek geceyi gündüze çevirmek. İşte ulûl’elbab makamının tayin ve tespitinde Allah’ın kullandığı ifade: “Onlar gece ile gündüzün nasıl oluştuğu hakkında hep tezekkür ederler.” diyor Allahû Tealâ.

3/ÂLİ İMRÂN-190: İnne fî halkıs semâvâti vel ardı vahtilâfil leyli ven nehâri le âyâtin li ulîl elbâb(ulîl elbâbı).

Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde, ulûl elbab için elbette âyetler (deliller) vardır.


Gece ile gündüzün oluşması statüsü. Gecenin; yalnız karanlıklardan oluşan nefsimizin kalbinin artık Allah’ın nurlarıyla mücehhez olması hali.

Öyleyse böyle bir dizaynda hâlis olmanın muhtevasına bakalım. Öfke mi? Artık yok. Nefret mi? Kin mi? İntikam mı? Düşmanlık mı? Hiç birisi yok. 19 tane afetin hepsi, onların yerinde yeller esiyor. O karanlık yarasaların barındığı kapkaranlık nefsimizin kalbi, artık bir aydınlık noktaya ulaşmış. Tam bir aydınlık içerisinde geceyi gündüz yapmış. İşte ihlâs makamı kişiye Allahû Tealâ’nın hikmet makamının 2.’si ve sonuncusu olarak bir ihsanıdır.

Hikmet makamı, muhteva olarak 3 ana duvardan oluşur:
1- Tezekkür duvarı.
2- Hayır duvarı.
3- Hüküm duvarı.

Hikmet kelimesi, hüküm kelimesi aynı kökten geliyor. Hikmet; hükmün sahibi olmak demektir. Özelliklerinden bir tanesi kalp gözünün açık olması, bir tanesi kalp kulağının açık olması, bir tanesi nefsin bütün afetlerinin yok olup yerlerini ruhun hasletlerine bırakması ama hepsinin ötesinde hüküm sahibi olmak var.

Kur’ân hakkında hüküm sahibi olmak, Allah hakkında hüküm sahibi olmak, Allah’ın sırları hakkında hüküm sahibi olmak, bunlar ihlâs makamının temel verileridir. Neden öyledir? Çünkü Allahû Tealâ Kendi Zat’ı hariç, 7 gök katının bütün sırrını ihlâs makamındaki kişiye mutlaka gösterir. Zemin katta nasıl bir ortam içinde secde edildiğini gösterir. 1. katta nasıl bir ortam içinde secde edildiğini gösterir. 2. katta nasıl suvarıldığını, nasıl secde edildiğini gösterir. 7. kata çıkabilenlerin yaptığı ayrı bir secdeyi gösterir. 3. katta hangi şartlar içinde secde edildiğini gösterir. 5. kata kadar her katta mutlaka secde vardır. Secdenin tamamlandığı yer 5. kattır. Allahû Tealâ o hikmet makamının, bu 2. ve son hikmet makamının yani ihlâs makamının sahibine 4. katta Beyt-ül Makdes’in, Mescid-i Aksa’nın aslını gösterir. Orada nasıl secde edildiğini gösterir. Sonra 3. kattan bu kata nasıl çıkıldığını gösterir. Burası mihenk menfezi denilen bir sonsuz silindirdir. 2. katı sonsuz uzaklıktaki 3. kata bağlayan, yaklaşık 1 metre genişliğinde çok özel bir sistemi ifade eder. Bunu gösterir Allahû Tealâ. 5. katta Beyt-ül Haram’ın yani Kâbe’nin aslı gösterilir. Orada nasıl secde edildiği gösterilir. Nasıl kapıdan uçarak girildiği, secdeden sonra kubbeden nasıl yukarıya doğru çıkıldığı gösterilir. 6. katta da insan vücudunun, kim içeri girerse tam onun boyutlarında şeklini alan bir kapıdan içerideki insanları nuruyla, Allah’ın boyasıyla boyayan bir nurlanma ameliyesi gösterilir. Sonra da 7. katın fetih kapısı. O zaman hayretle bakarsınız ki zemin kattaki halifenin dergâhındaki, zamanın imamının dergâhındaki o altın kapıyla 7. kattaki giriş kapısı, fetih kapısı birbirinin tamamen aynıdır. İkisinin arasında hiçbir fark yoktur. Zemin kattan 7. kata varılmış ve hikmetin bu basamağındaki fetih olayı tamamlanmıştır. Fethin nasıl gerçekleştiği hakkında o kişi, artık görerek îmânın sahibi olmuştur.

Öyleyse bunun ötesinde neler var? 7. katın 7 tane âlemi. Fetih kapısından içeri giriş, geçmişin duvarla örülü oluşu, aynı dakikada oraya ulaşmak. Yani zamanın hangi dakikasında iseniz, hangi saniyesinde iseniz 7. katın fetih kapısına o anda ulaşırsınız. Geçmişiniz bir duvar olarak kapalıdır; sıvasız bir duvar. Sağ tarafa döndüğünüz zaman sonsuza kadar uzanan kader hücrelerini görürsünüz. Her biri 24 saatlik bir zaman parçasını ifade eder. Onu nasıl aştığınızı gösterir Allahû Tealâ. 2. âleme geçersiniz; Ümmülkitap; 10 katlı bir apartman büyüklüğünde boşlukta duran muhteşem bir kitap. Bütün kitapları muhtevasında bulunduruyor. Ve ondan sonra da bu kitabın altında bir kürsü, kürsüde zamanın halifesini göreceksiniz. Tıpkı 2. katta Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le beraber gördüğünüz halife, zamanın halifesi burada 7. katta da gene vazifelidir. 7. katta Ümmülkitab’ın açıklamasını yapar.

Sonra başka âlemler göreceksiniz. En sonra Allahû Tealâ, 7. katın sondan bir evvelki kesimini gösterir. Burası zikir hücreleridir. 2 metre 20 cm yüksekliğindeki küre şeklindeki, denizanalarına çok benzeyen şeffaf kürelerin içinde insan ruhları sonsuz zikirlerini yaparlar. Her sabah namazından sonra huzur namazının imamı ve arkasındaki 2 kişi zikir hücrelerinin bulunduğu yere ulaşırlar. Ve orada zikir hücrelerinden çıkanlar bir hilâl meydana getirirler. Ve zamanın halifesi (huzur namazının imamı) ve diğer 2 kişi; 3’ü tam onun, hilalin birleştiği yerde bir yıldız oluştururlar. Sanki Türk bayrağının ay yıldızı orada tahakkuk etmiştir.

Zikir hücrelerinde sohbet bittiği zaman tekrar toplanma olur, herkes zikir hücresine geri döner. Sadece o gün zikrini tamamlayan varsa o kişinin zikir hücresinden inmesi söz konusu değildir. Zaten zikir hücresine ulaşan insan ruhunun oradan artık aşağı inmesi de söz konusu değildir. Bu âleme kadar 7. katın bütün âlemlerindekiler her yukarı çıktıklarından sonra tekrar aşağıya ineceklerdir, tekrar yukarı çıkacaklardır. Ama zikir hücresine ulaşan kişinin artık ondan sonra aşağıya inmesi söz konusu değildir. Sadece zikrini tamamlaması gerekir. Tamamladıktan sonra gideceği artık Sidretül Münteha’dır. Sidretül Münteha’dan sonra da Allah’ın Zat’ıdır.

İşte ihlâs makamının sahiplerine Allahû Tealâ, Sidretül Münteha’ya kadar bütün 7 katın sırlarını gösterir. Yalnız Kendi Zat’ının sırrı ihlâs makamının muhtevası içinde mevcut değildir. Öyleyse ihlâs makamı hikmet makamının 2.’si ve sonuncusudur. Allahû Tealâ onların, ihlâs makamının sahiplerinin nefslerindeki bütün afetleri temizlemiş olan sabır sahipleri olduklarını söylüyor.

İhlâs makamının sahibi, Allahû Tealâ’nın 3 yakîninin 2 tanesinin mutlaka sahibidir. Birisi; ilm’el yakîn, 2.’si; ayn’el yakîn. İhlâs makamının sahibinde Hakk’ul yakîn müessesesi henüz oluşmamıştır. Bunları tamamladıktan sonra, 7 katın 7 tane âlemini tamamladıktan sonra Allahû Tealâ onları Tövbe-i Nasuh’a davet edecektir. Ve o zaman Hakk’ul yakînin de sahibi olacaktır. O zaman hikmetin sahibi değildir, hikmetin ötesine geçmiştir.

Kim ihlâs makamının sahibi ise Allahû Tealâ onların; ihlâsa ulaşanların hayrın sahibi oldukları ve hikmet makamının sahibi oldukları için buyuruyor ki: “Kime hikmet verildiyse ona büyük hayır verilmiştir.”

2/BAKARA-269: Yu’til hikmete men yeşâu, ve men yu’tel hikmete fe kad ûtiye hayran kesîrâ(kesîren), ve mâ yezzekkeru illâ ulûl elbâb(elbâbi).

(Allah) hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse böylece ona çok hayır verilmiştir. Ve ulûl elbabtan başkası tezekkür edemez.


Muradı ne Allahû Tealâ’nın? Çünkü bu insan sonsuz zikrin sahibidir. Sonsuz zikrin sahibi olduğu için nefsindeki bütün afetler yok olmuştur. Yok olmuşsa ne olur? Nefsinin talebi de ruhunun talebi de sadece hayra dönüktür. Ve aklın 2 tane müşaviri var. Birisi nefs, birisi ruh, ikisi de hayrı işaret ediyorsa aklın yapabileceği şey, sadece ona itaat etmektir. Akıl, nefsin ve ruhun aynı hedefi gösterdikleri bu noktada devamlı olarak hayır işletmek mecburiyetindedir. Başka bir şey işletmesi mümkün değildir. Çünkü şerri talep eden hiçbir faktör yoktur. Nefs de hayrı istemektedir. Ruh da hayrı istemektedir. Bu sebeple fizik vücut sadece hayır işleyen bir mekanizmayı oluşturur.

İşte bunun için hikmetin temel faktörü hayırdır. Kim hikmete ulaşmışsa o kişi, hayrın mutlak sahibidir. Hayır müessesesi biliyorsunuz ki sadece derecat kazanan olayların tahakkuk etmesi halidir. Gene biliyorsunuz ki ne zaman bir olayda biz derecat kaybeden bir noktaya ulaşmışsak, derecatı kaybettiğimiz yer şerr işlediğimiz yerdir. Derecatı kazandığımız yer, hayrı işlediğimiz yerdir. Şerrin ve hayrın oluştuğu sistemlere dikkatle bakınca görüyoruz ki nerede şerr varsa orada nefs vardır, orada şeytan vardır. Kişi, şeytanın hâkimiyetine girmiş, nefsindeki afetin tesirine girmiş hem de kendisine zulmetmiştir. Eğer başka birisine zulmetmişse gene başka birisine zulmetmekle beraber kendisine gene zulmetmiştir. Kim bir başka insana zulmederse o kişi, aynı zamanda kendi nefsine de zulmetmiştir; derecat kaybetmiştir.

Öyleyse zulüm müessesine dikkatle bakın; arkasında şeytan vardır, arkasında nefs vardır. Ama hayır müessesine dikkatle bakın; arkasında Allah vardır, arkasında Allah’ın insan vücudundaki temsilcisi ruh vardır.

İnsan vücudunda başka bir temsilci var mı? Evet; şeytanın temsilcisi nefs. Ve şeytanın temsilcisi, nefsin geceyi temsil eden kesimi tamamlanıyor, nefs de Allah’ın temsilcisi oluyor.
İşte ihlâs sahibi olan kullara şeytanın tesir edememesi bu açıdan geçerli. Neden? Çünkü şeytana Allahû Tealâ’nın verdiği yetki, yalnız karanlıklara tesir edebilecektir. Yalnız nefsimizin afetlerine tesir edebilecektir. Eğer nefsimizde afetler varsa şeytan, o afetlerin hepsine tesir etmek imkânının sahibidir; biz ona o yetkiyi verdiğimiz sürece. Ama ne zaman nefsimizin kalbinde Allah’ın nurları birikmeye başlarsa, ne kadar nur birikirse o biriken nurlara şeytanın tesir etmesi imkânsızdır. Onlar, Allah’ın kontrolü altındaki muhteşem yaratıklardır.

Bu nurlar, nefsimizin kalbini işgal ettikçe şeytanın hâkimiyet alanı azalır, azalır. Başlangıca bakalım; şeytan nefsimizin kalbinin %100’üne tesir etmek imkânının sahibi idi. Allahû Tealâ neden bütün insanların doğuştan itibaren şeytanın kulu olduğunu söylüyor Kur’ân-ı Kerim’de? Bu sebeple söylüyor. Çünkü şeytan, o kişinin nefsinin kalbinin bütününe tesir etmek imkânının sahibi, tesir ediyor ve kişi şeytanın kontrolü altında. Devamlı günah işleyen, hatalar yapan, hem etrafındaki insanlara zulmeden hem de kendisine zulmeden bir insan var karşımızda. Ötesi? Yavaş yavaş olay değişiyor. Başlangıçta şeytan nefsimizin kalbinin %100’üne tesir ederken, tezkiye kademesinde etki alanı %50’den aşağıya düşüyor. İhlâsta ise şeytanın etki alanı sıfır. Nefsimizin hiçbir noktasına artık şeytan, tesir edebilecek olan imkânının sahibi değildir.

Şimdi sahneyi beraber hatırlayalım; Allahû Tealâ, Âdem (A.S)’ı yaratıyor. Ona ruhundan üfürüyor. Ve etrafında bulunan bütün meleklere ve cinlere diyor ki: “Bu Âdem (A.S)’ı Ben yarattım. Onu ben şekillendirdim, ona hayat verdim ve ruhumdan da üfürdüm.”

Bakınız bunu söyleyen Allahû Tealâ, Âdem (A.S)’a secde edilmesi emrini veriyor. Dikkat edin, Âdem (A.S)’ın içinde Allah’ın ona ihsan ettiği ruh var. Allah’ın bir mahlûku olan bir ruh; Allah’ı temsil eden bir müessese. Gene Âdem (A.S)’ın içinde şeytanı temsil eden bir de nefs var. Ama o ruh içinde olduğu için Allahû Tealâ, bütün o meleklerden Âdem (A.S)’a secde etmelerini istiyor. Aslında secde olayı, Âdem (A.S)’a değildir. Onun içinde mevcut bulunan ruhadır. Ama dolaylı olarak onun sahibi hüviyetinde olan Âdem (A.S)’a da secde edilmiş oluyor. Bu, bir üstünlük ifadesidir.

Allahû Tealâ diyor ki: “Kâinatta yarattığım bütün mahlûkatın arasında en üstünü insandır.” Nereden biliyoruz? Çünkü diyor ki:

45/CÂSİYE-13: Ve sahhara lekum mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardı cemîan minhu, inne fî zâlike le âyâtin li kavmin yetefekkerûn(yetefekkerûne).

Ve göklerde ve yerde olanların hepsini kendinden (bir lütuf olarak) size musahhar (emre amade) kıldı. Muhakkak ki bunda, tefekkür eden bir kavim için mutlaka âyetler (ibretler) vardır.


ve sahhare lekum mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardı cemîan minhu: O Allah’tır ki bütün göklerde ve bütün arzlarda yarattığı her şeyi katından insanın emrine musahhar kıldı.

Demek ki Allahû Tealâ göklerde ne yaratmışsa hepsi, yerlerde ne yaratmışsa hepsi insanın emrinde. Hangi insanın? İhlâsa ulaşmış olan insanın. Daha öteye geçmiş, salâha ulaşmış olan insanın. İşte ondan evvel emri alış, adım adım gerçekleşmiştir. Başlangıcı mı? Başlangıçta insanın emrinde hiçbir şey yoktur. Tam aksine insan, şeytanın emrindedir. Ama dikkat edin, ortalık geceyken, nefsinizin kalbi afetlerle doluyken insan, şeytanın emrindedir. Ortalık gündüzken; nefsimizin kalbini Allahû Tealâ tamamen nurlarıyla kapladığı zaman, o zaman şeytan, insanın emrindedir. Şeytan, insana gazoz ağacı olur. Gene insanı karanlıklara çağırır. Gene afetlere tesir etmeye çalışır; ama gayreti boşunadır. Çünkü afet yoktur. Şeytanın yapabileceği hiçbir şey yoktur. Teslim olmak mecburiyetindedir insana. İşte bu sebeple iblis, bir insanın ihlâsa ulaşmaması için her şeyi yapar.

Şimdi sahneye beraberce bakalım. Allahû Tealâ Âdem (A.S)’a secdeye çağırıyor. Bütün melekleri, bütün cinleri, bütün şeytanları Âdem (A.S)’a secde etmek için çağırıyor: “Ona secde edin.” diyor.

Herkes secde ediyor ama iblis adlı şeytan secde etmiyor. Allahû Tealâ diyor ki: “Seni Benim secdemden, Benim sana emrettiğim secdeden men eden nedir ya iblis?”

İblis diyor ki: “Yarabbi! Sen beni dumansız ateşten, enerjiden yarattın. Onu ise çamurdan yarattın. Çamur ateşe nazaran necistir, pistir. Ben ondan üstünüm, ben ona secde etmem.”

Allahû Tealâ diyor ki: “Emrime karşı geldin. Bu sebeple kâfirlerden oldun. Seni bir defa huzurumdan kovuyorum (madde-1). Cehennemde sonsuza kadar azap çekeceksin (madde-2).”

Âdem (A.S)’a nefretle bakan iblis diyor ki: “Yarabbi! Beni kıyâmet gününe kadar yaşat. Eğer bana bu yetkiyi verirsen, beni kıyâmet gününe kadar yaşatırsan o zaman Âdem (A.S) var ya; onun ve onun bütün zürriyetinin iğvaya düşmesine sebebiyet vermeye çalışacağım. Onların hepsini dalâlette bırakmak için Sıratı Mustakîm’in üzerine oturacağım. Atlılarımla, yayalarımla onları Senin yoluna ulaştırmamaya çalışacağım.”

Allahû Tealâ diyor ki: “Sen şimdi Benden müsaade istiyorsun. Sen müsaade verilmişlerdensin. Ama dikkat et sözüme, Benim ihlâs sahibi kullarım hariç.”

İblis diyor ki: “Yarabbi! Senin ihlâs sahibi kulların hariç ötekileri yoldan çıkarmak için elimden gelen her şeyi yapacağım. Ve bana bu yetkiyi verirsen beni kıyâmete kadar yaşatırsan, kıyâmet günü onların çoğunu sana şükreder bulmayacaksın.” diyor. Allahû Tealâ da diyor ki: “Huzurumdan kovuldun. Sonsuza kadar cehennemde azaplanacaksın.”

7/A'RÂF-11: Ve lekad halaknâkum summe savvernâkum summe kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs(iblîse), lem yekun mines sâcidîn(sâcidîne).

Ve andolsun ki; sizi Biz yarattık. Sonra size suret (şekil) verdik. Sonra meleklere: “Âdem (A.S)’a secde edin.” dedik. İblis hariç, secde ettiler. O, secde edenlerden olmadı.

7/A'RÂF-12: Kâle mâ meneake ellâ tescude iz emertuke, kâle ene hayrun minhu, halaktenî min nârin ve halaktehu min tîn(tînin).

(Allahû Tealâ) şöyle buyurdu: “Sana (secde etmeyi) emrettiğim zaman, seni secde etmekten men eden nedir?” İblis: “Ben ondan hayırlıyım,beni ateşten ve onu nemli topraktan (balçıktan) yarattın.” dedi.

7/A'RÂF-13: Kâle fehbit minhâ fe mâ yekûnu leke en tetekebbere fîhâ fahruc inneke mines sâgirîn(sâgirîne).

(Allahû Tealâ): “Öyleyse oradan in! Artık orada senin kibirlenmen olmaz. Hemen oradan çık. Muhakkak ki, sen alçaklardansın.” buyurdu.

7/A'RÂF-14: Kâle enzırnî ilâ yevmi yub'asûn(yub'asûne).

(Şeytan): “Beas gününe (dirileceğimiz güne, kıyâmet gününe) kadar bana izin (mühlet) ver.” dedi.

7/A'RÂF-15: Kâle inneke minel munzarîn(munzarîne).

(Allahû Tealâ): “Muhakkak ki sen izin (mühlet) verilenlerdensin.” buyurdu.

7/A'RÂF-16: Kâle fe bimâ agveytenî le ak'udenne lehum sırâtekel mustekîm(mustekîme).

(İblis): “Bundan sonra, beni azdırman sebebiyle, mutlaka Senin Sıratı Mustakîmin'e onlara karşı (mani olmak için) oturacağım.” dedi.

7/A'RÂF-17: Summe le âtiyennehum min beyni eydîhim ve min halfihim ve an eymânihim ve an şemâilihim, ve lâ tecidu ekserehum şâkirîn(şâkirîne).

Sonra, elbette onlara, önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından geleceğim ve onların çoğunu şükredenlerden bulmayacaksın.


İşte sahneyi gözünüzün önünde canlandırın. Böyle bir sahnede iblis var. İnsana en azılı düşman. İnsan, onun için öyle bir varlık ki onun bütün mutluluğunu elinden almış. Gerçekten söylenenler o ki iblis, o noktada meleklere birçok şey öğreten bir hoca hüviyetinde ama nefsinin bu afeti yüzünden; kibir ve gurur afeti yüzünden Allah’ın emrine itaatsizlik ettiği için Allahû Tealâ onu cehenneme mahkûm ediyor. O da insandan intikam almak için sonsuza kadar geçecek olan bütün devreyi, kıyâmete kadar geçecek olan bütün devreyi insana düşmanlıkla tamamlamak için kararlı. Hedefi mi? Bütün insanları kendisiyle beraber cehenneme götürmek. Hedefi mi? Nasıl kendisi şu dünya hayatında devamlı mutsuzsa, nefsinin emrinde mutluluğu hiçbir zaman yaşayamayan bir mahlûksa insanın da kendisi gibi dünya saadetini asla yaşamaması için her şeyi yapmaya hazır. Ne yapar? Allah’ın bütün güzelliklerini nefsinize çirkin göstermeye çalışır. Ne yapar? Allah neyi yasak etmişse onları da insanlara süslü göstermeye çalışır. Yapabilir mi? Ne yazık ki başlangıçta yapabilir. Çünkü nefsimizin kalbi doğuşumuzdan itibaren sadece afetlerle dolu.

Buradaki farklılığa dikkatinizi çekmek istiyorum. Nefsimizin kalbinde 2 tane kapı var. Birisi Allah’a açılan, Allah’ın nurlarına açılan kapı. Öteki, şeytanın karanlıklarına açılan kapı. İkisi de başlangıçta aşağıya dönük. Allahû Tealâ bu kapıların ne işe yaradığını Bakara Suresinin 257. âyet-i kerimesinde anlatıyor, diyor ki:

2/BAKARA-257: Allâhu velîyyullezîne âmenû, yuhricuhum minez zulumâti ilân nûr(nûri), vellezîne keferû evliyâuhumut tâgûtu yuhricûnehum minen nûri ilâz zulumât(zulumâti), ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).

Allah, âmenû olanların (Allah’a ulaşmayı dileyenlerin) dostudur, onları (onların nefslerinin kalplerini) zulmetten nura çıkarır. Ve kâfirlerin dostları taguttur (onlar, şeytanı dost edinirler, şeytan kimseye dost olmaz), onları (onların nefslerinin kalplerini) nurdan zulmete çıkarırlar. İşte onlar, ateş ehlidir. Onlar, orada ebedî kalacak olanlardır.


“Allah âmenû olanların dostudur. Onların kalplerini zulmetten nura çıkarır.” Neyle? Nur kapısından gönderdiği nurlarla. “Kim de taguta tâbî olursa, tagutu dost edinirse onlar da tagut tarafından yani şeytan ve onun taraftarları tarafından nurdan zulmete götürülürler (yani nefslerinin kalbi biraz aydınlansa da tekrar karanlığa döner).”

Öyleyse burada bir faktör var; nurdan zulmete götürülenlerin anlamı nedir? Kişinin kalbi başlangıçta zaten karanlık. Şeytanın dostlarının hiçbir zaman aydınlanmıyor ki nasıl oluyor da nurdan karanlık? İşte burada bir başka müessese var; fısk müessesesi var. Ne zaman bir insan mürşidine tâbî olursa, Allah’a ulaşmayı dilerse, gerçek anlamda mürşidine tâbî olup mutlaka Allah’a ulaştırır ruhunu. Yani ruhu %50’den daha fazla aydınlığa ulaşır. Ama bu kişi eğer mürşidinden şüpheye düşerse, şüpheye düştüğü anda fısk olayı oluşmuştur. Allahû Tealâ onun kalbindeki îmân kelimesini çeker alır. Alınca ne olur? Nefsin kalbine o güne kadar yerleşmiş olan, %50’yi aşmış olan nurların hepsi, artık kendisini çekecek bir gücün mevcut olmaması sebebiyle kişinin zikrini bırakması anında, bütün karanlıklarla beraber, karanlıkların kalbe hücum etmesiyle -tutunacak bir yer olmadığı için, boşlukta oldukları için- nefsin kalbini terk etmek mecburiyetindeler. Dikkat edin; Allahû Tealâ, fıska düşen bir kişinin kalbinin içine tekrar küfrü yazar. Dikkat edin, bir insan mürşidine ulaştığı gün kalbine îmân yazılır. Ondan evvel kalbi mühürlüdür. Kalbinin de içinde mutlaka küfür yazılıdır. Kim olursa olsun, hiç kimsede farkı bir olay tahakkuk ettirmez. Mürşidine ulaşamayan kişinin kalbi hem mühürlüdür hem de içinde küfür yazılıdır. Ne zaman kişi mürşidine ulaşırsa Allahû Tealâ onu söylüyor: “Kalbinin mührünü açarız, kalbin içine îmânı yazarız.” diyor.

İşte bu îmânın kalbe yazılmasıyla başlayan birikim ki Allah’a ulaşmayı dilemeyen hiç kimsede oluşmaz. Allah’a ulaşmayı dileyen kişinin mürşide ulaşmasıyla tahakkuk başlar. Adım adım gelişir olay. Ve o kişinin ruhu Allah’a ulaştığı zaman nefsin kalbinde %50’den fazla nur birikimi tamamlanmıştır. Bu noktaya kadar fısk zaten mümkün değil. Eğer kişi, nefsinin kalbi aydınlanmaya başlamışsa gerçekten Allahû Tealâ’ya ulaşmayı dileyen biridir. Gerçekten hacet namazını kılmıştır; mürşidini görmüştür. Gerçekten kalbi aydınlanmıştır. Ama şüphe olayı başladığı an fısk olayı oluşmuştur. Ve kişinin nefsinin kalbindeki bütün nurlar Allahû Tealâ îmân kelimesini oradan silip o kalbin içine tekrar küfrü yazdığı için, nurların tutunabileceği bir çekim alanı artık mevcut değildir. Onun için nefs, tekrar aydınlıktan karanlığa döner.

Peki, Allahû Tealâ’nın burada taguttan muradı ne? Şeytan değil, insan şeytanlar. Başka insanların zihinlerine girip de mürşidi kötüleyenler; onları kandıranlar. Kandırılanların da hepsinin sonu ne yazık ki hüsrandır. Herkes aklını kullanmak mecburiyetinde. Herkes Allah’tan mürşidini sormak mecburiyetinde. Eğer sorarsa Allahû Tealâ’nın sözü var; mutlaka gösterecek. Gösterdiği halde o mürşide ulaşan kişi, başka insanların yani tagutun (şeytanın) iğvasına (onun aldatmasına) kanan ve ona o aldanan insanların irşad makamından şüpheye düşmesiyle, o aldanan insanların tesiri altında kim bu noktaya ulaşırsa, irşad makamından şüpheye düşerse o kişi ne yazık ki fıska girer.

Allahû Tealâ, fısk konusunda 3 defa izin veriyor. 1. fısk; sonra kişinin aklı başına geliyor, tekrar mürşidine ulaşıyor. Allahû Tealâ yeniden kalbinin içine îmânı yazıyor. Diyelim ki kişi gene fıska düştü, gene aydınlanan kalbi tekrar karanlık olur. Tekrar kalbine küfür yazılır. Bir 3. defa mürşidine ulaşan bu kişi tekrar hidayete erer, mümkündür. Ama bundan sonra eğer o kişi bir defa daha fıska düşerse o zaman Allahû Tealâ, o kişinin kalbinin içine küfür kelimesini tab ediyor. Özel bir ifade kullanıyor Allahû Tealâ; tab etmek. Bizde basmak anlamına geliyor, hani kitap basılır ya, eski tabirle kitap tab edilir. Ama bunun ötesinde Allahû Tealâ’nın söylediği şey; bir daha değişmemek üzere o kişinin kalbine küfrü Allahû Tealâ’nın kazıması anlamına gelir. O kişinin kalbinde hangi şartlar içinde olursa olsun, bir daha îmân kelimesi yerleşemez. O kişi fıska düşmüş, şeytanın bataklıklarında kaybolmuştur.

Öyleyse burası fısk müessesesi, Bakara Suresinin 257. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ’nın anlattığı son derece tehlikeli bir girdaptır. Ve şeytan bütün insanları buna düşürmek için elinden gelen her şeyi yapar. Neden? Çünkü insanlar tasavvufa girdiği zaman şeytanın hâkimiyet alanı daralıyor, daralıyor, daralıyor. Bir defa %50’nin altına düşüyor. Şeytan bunun büyük öfkesi içinde o kişinin kalbinin tekrar karanlıklara dönmesi için her şeyi yapar. Aldatabildiği noktada da kişiler bu istikamette ne yazık ki yanlış şeyler yaparlar. İrşad makamından şüpheye düşmek, bu yanlışların en büyüğüdür. Böyle bir olay tahakkuk ettiği anda kişi ne yazık ki fıska düşer. İşte kalbin tekrar kararması bu istikamette.

Kimin kalbi kararmaz? Şeytan kime tesir edemez? İhlâs makamına ulaşan kişiye tesir edemez. Neden Allahû Tealâ, ulûl’elbâb makamına ulaşan kişiye tesir edemez demiyor. Demiyor, çünkü bir kişi ulûl’elbab olduğu anda nefsinin kalbinde hâlâ %9 karanlık vardır ama ihlâsın oluştuğu noktada nefsin kalbinde hiç karanlık yoktur. O nefse tekrar karanlıkların girmesi hiçbir şekilde mümkün değildir; kişi daimî zikrin sahibi olduğu için.

Öyleyse bakınız her şey ne kadar akla yakın bir şekilde mantık ölçülerine uygun standartlarda. Her şey ne kadar yerli yerine oturuyor. Allahû Tealâ bütün güzellikleri, insanların mutluluğu için koymuş Kur’ân-ı Kerim’e. Ve o devirde de Peygamber Efendimiz (S.AV) devrinde de fıska düşenler olmuş. Her devirde olması eşyanın tabiatına son derece uygundur. Neden uygundur? Allahû Tealâ işaretini veriyor. Diyor ki Mu’minûn Suresinin 44. âyet-i kerimesinde:

23/MU'MİNÛN-44: Summe erselnâ rusulenâ tetrâ, kullemâ câe ummeten resûluhâ kezzebûhu fe etbâ’nâ ba’dahum ba’dan ve cealnâhum ehâdîs(ehâdîse), fe bu’den li kavmin lâ yu’minûn(yu’minûne).

Sonra Biz, resûllerimizi ardarda (arası kesilmeksizin) gönderdik. Her ümmete resûlü geldiği zaman, her defasında onu yalanladılar. Biz de onları birbiri arkasından (helâk ettik). Ve onları efsane kıldık. Artık mü’min olmayan kavim (Allah’ın rahmetinden) uzak olsun.


“Biz resûllerimizi ardarda göndeririz (madde-1). Bütün kavimlere göndeririz (madde- 2). Hangi kavme resûl gönderdiysek hiç birisi resûlünü kabul etmedi, hepsi inkâr ettiler.” diyor.

Mânâsı ne? Bunlardan bir kısmı tâbî olacaktır, tâbî olmayanlar tagutu teşkil ederler, şeytanın onlara öğrettiği özel metotlarla insanları Allah’ın yolundan çıkartmak için gayrete başlarlar. Şeytan tarafından kendilerine bu telkinlerin yapıldığının farkında değillerdir. Kendileri Allah’ın yolundan saptıkları gibi başkalarının da sapmasına sebebiyet verirler. Ve de onların da fıska düşmesi böylece ne yazık ki mümkün olur.

İşte ihlâs makamı, artık o kişinin fıska düşmesinin mümkün olmadığı bir makamdır. Sebebi de budur. Daimî zikir söz konusudur. Daimî zikir sebebiyle mührün kalbin alt kısmından alınması hiçbir zaman mümkün değildir. Çünkü 3 grup nur, o kişi hayatta olduğu sürece onun nefsinin kalbine devamlı ulaşacaktır ve mührü devamlı orada tutacaktır. Tutarsa o mührün yukarı çıkması söz konusu değil ki nefsin kalbi karanlıklara bürünsün de şeytan o karanlıklara tesir edebilsin. Böyle bir imkânı, ihlâsa ulaşmış kişilerde şeytanın böyle bir imkânı hiçbir zaman yok.

Öyleyse ihlâs müessesesi, bir kurtuluştur. İhlâs müessesesi, hikmetin 2. ve son makamıdır.

Hikmetin bir duvarı hayırdır dedik. Bir diğer duvarı hükümdür dedik. Hayrın ne olduğunu biliyoruz. Hayrın sahibi olan kişi, yalnız hayır işleyen yani devamlı derecat kazanan bir insandır. Nefsinde hiç afet olmadığı için karanlıkları devam ettirmesi söz konusu değildir. Nefsinde hiç afet olmadığı için nefsi de ruhu da yalnız hayrı talep eder. Aklın yapabileceği bir şey vardır, sadece hayrı işletmek. Kendi fiilleri sebebiyle bu kişi, zaten hayır kazanırken başkalarının yanlış fiilleriyle kendisine zulmedildiği zaman onların vasıtasıyla da hayrı kazanır. Ama hep hayır kazanır, şerre ulaşması hiçbir şekilde mümkün değildir. Onun için hikmetin bir, hayır duvarıdır.

Hüküm duvarına bakalım şimdi. Ne demek istiyor Allahû Tealâ? Hikmet kelimesi, hükümden geliyor. Kişi, hüküm sahibidir. Neden hüküm sahibidir?

* Allahû Tealâ, ona kalp gözüyle gösterir; 1.
* Gösterdiklerinin izahatını verir; 2.
* Gösterdiklerinin Kur’ân’da hangi âyetlere dayalı olduğunu bildirir; 3.
* Bunların arasındaki münasebeti, kişi o âyetleri de öğrendikten sonra Allahû Tealâ ona aralarındaki sağlam ilişkiyi öğretir.

Öyleyse o kişi sarsılmaz bir îmânın sahibi olur. İnsanların üçkâğıtçılıkları, artık onu hiçbir zaman o öğrendiği Allah’ın hakikatlarından uzaklaştıramaz. İşte burası hikmetin oluştuğu yerdir. O kişi, takva hakkında hüküm sahibidir. Ne zaman insan 1. takvaya ulaşır? Ne zaman ekber takvaya ulaşır? Ne zaman azîm takvaya ulaşır? Bunların mükâfatları nelerdir? Takva nedir? Allah’tan korku mudur yoksa insanın Allah’a kademe kademe ruhunu, fizik vücudunu ve nefsini teslim etmesi midir? İşte başkalarının bilmediği hikmeti oluşturan hükümlerin sahibi olur kişi. Allah’a kul olmak nedir, onun hükümlerini bilir. Kur’ân’daki bütün kavramların gerçek hükümlerini o, Allah’tan öğrenir ve herkese öğretmekle vazifeli olur.

Öyleyse burada hakîm olan Allah’tır. Allah’ın standartları içinde kişi, bütün Kur’ân kavramları hakkında hüküm sahibi olur.

Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’de diyor ki: “Kanitin olun.” Kanitin olmanın sırrını kimse bilmiyor. Ama yaşayıp da Allahû Tealâ o kişiye öğretirse, o kişi kanitin olmanın, o kişinin kendisinden bir şeylerin ayrılarak Allah’a doğru ulaştığını hissetmesini ifade ediyor Allahû Tealâ.

Öyleyse hikmet makamının 3. duvarına beraberce bakalım; tezekkür duvarı. Kim bu? Daimî zikrin sahibi, ehl-i zikir kişi. Ehl-i zikir olan kişi, tezekkürün sahibidir yani Allahû Tealâ’dan ne zaman düşüncesi dursa, düşüncenin hududuna ulaşsa onun ulaşmadığı yeri Allahû Tealâ ona açarak yeni bir ufuk oluşturacaktır. O ufkun içinde bu kişi, yeni bir ufukta yeni boyutlara ulaşacaktır. Orada da takılsa Allahû Tealâ yeniden açacaktır. Ve sonsuza kadar ulaşan bir ufuk, o ehl-i tezekkür olan kişiyi düşünce platformunda sonsuza ulaştıracaktır. Oysaki ehl-i tefekkür sadece düşünce alanının içinde düşünebilir. Hududa vardığı zaman orada kalmak mecburiyetindedir.

Ehl-i tezekkür kimdir? Daimî zikrin sahibidir; ehl-i zikir olan kişidir. Onun için Allahû Tealâ diyor ki:

21/ENBİYÂ-7: Ve mâ erselnâ kableke illâ ricâlen nûhî ileyhim fes’elû ehlez zikri in kuntum lâ ta’lemûn(ta’lemûne).

Ve senden önce, vahyettiğimiz rical (erkekler)den başkasını göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline (daimî zikrin sahiplerine) sorun.


“Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun.”

Zikir ehli yani ehl-i tezekkür onların hepsini bildiği için mi ehl-i tezekkür oluyor? Hayır, Allah’tan sormak yetkisinin sahibi olduğu için. Veremediği cevabı, Allah’tan soracaktır. Allahû Tealâ da ona bildirecektir. O da Allah’ın izniyle başkalarına bildirecektir.

Öyleyse bütün güzellikleri yaşamak onların hakkıdır. Ama bu kapılar size de açık. Hiç kimseye Allahû Tealâ kapılarını kapatmıyor. Kim isterse hürriyet içinde hem de koruma altında yola girer, yol boyunca salâha kadar ulaşır.

Hepinizin ihlâs makamının sahibi olmasını, cennet saadetine ve dünya saadetine ulaşmasını Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi inşallah burada tamamlamak istiyorum. Hepinizi geleceğin ihlâs makamının sahipleri olarak selâmlamak istiyorum.

Allah hepinizden razı olsun.


İmam İskender Ali M İ H R