SOHBETİN ADI: SORULAR VE CEVAPLAR
TARİH: 28.05.2000
El Fâtiha meassalâvât.
Esselâmu aleykum ve rahmetullâh ve berekâtuhu.
Eûzubillâhimineşşeytanirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.
Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, Allah'a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bir defa daha bir aradayız. Bir defa daha Allah'ın o eşsiz güzelliklerini yaşamak imkânını Allahû Tealâ bize bahşettiği için O'na sonsuz hamd ve şükrederiz.
Allah'tan bahsetmek; bu bizim için büyük bir zevk sevgili izleyenler ve dinleyenler. Allah hepinizi mutluluğa davet ediyor. Yalnız mutlu olmanızı istiyor. Hepinizden Allahû Tealâ'nın bir tek dileği var; hepinizin sonsuz bir saadeti yaşaması. Dünya saadetinin sizin olması, cennet saadetinin sizin olması, Allah'ın temel dileğidir. Ve bir tek dileğinizle, Allah'a ulaşmayı dilemekle cennet saadetini %100 elde edersiniz. Dünya saadetine gelince, bu sizi biraz meşgul edecek olan bir konudur. Çünkü nefsinizin tezkiyesini, ruhunuzun Allah'a ulaştırılıp teslim edilmesini, sonra fizik vücudunuzun Allah'a teslim edilmesini, sonra da daimî zikirle nefsinizin Allah'a teslimini içerir. Ama şunu unutmayın; Kur'ân-ı Kerim bir mutluluk reçetesidir, bir mutluluk davetiyesidir ve bir mutluluk garantisidir. Allah sizden mutlu olmanızdan başka hiçbir şey istemiyor. Hepinizin Allah'a kul olmanızı istiyor. Kul olmanızsa ruhunuzu Allah'a teslim etmek demek. Cennet saadeti mutlaka sizin olur. Fizik vücudunuzu ve nefsinizi Allah'a teslim etmek; cennet saadeti %100, dünya saadeti de %100 sizin olur.
Öyleyse bunu istediğine göre Allahû Tealâ ve bunları yapanların mutlaka cennet saadetine ve dünya saadetine ulaştırılacağını Kur'ân-ı Kerim'de garanti ettiğine göre, Allahû Tealâ evvelâ sizi bu hedefe ulaşmak istikametinde bir davetiyeyle davet ediyor. Hepiniz Allah'a kul olmalısınız. Neticede mükâfatı garanti ediyor. Mutlaka cennet saadetinin ve dünya saadetinin sahibi olursunuz.
Ve Kur'ân-ı Kerim bir saadet reçetesidir. Bu hedefe ulaşmak için Allah'a ulaşmayı dilemelisiniz, mürşidinize mutlaka ulaşmalısınız, ibadetlerin en önemlisi olan zikri, diğer ibadetleri mutlaka yapmalısınız ama özellikle zikri gerçekleştirmelisiniz. Ve böylece nefsinizi tezkiye ve tasfiye edecek, üç emaneti de onların sahibi olan Allah'a teslim edeceksiniz. Sevgili izleyenler ve dinleyenler ve Allah size gönderdiği Kur'ân isimli davetiyenin sonucunu mutlaka size yaşatacak.
Mutluluk hepiniz için sevgili izleyenler ve dinleyenler. Allahû Tealâ sizden sadece bir tek şey ister; mutlu olmanızı. İbadetler bir vasıtadır. Hedef, mutluluktur. Ve hepiniz mutluluğa ehilsiniz, unutmayın. Hepiniz mutlu olabilirsiniz. Şu anda dünyadaki en mutsuz kişi olduğunu zanneden siz aziz kardeşim, siz de dahil olmak üzere herkes mutlu olabilir. İşte o mutluluğun reçetesini sizlere sunmak üzere bu üniversiteyi Allahû Tealâ bize kurdurdu.
Öyleyse suallere bu akşam da cevap vermeye devam edelim inşaallah.
1. sual. Diyor ki:
SORU: “Ahzâb Suresinin 73. âyetini açıklar mısnız?” Bu sualin hemen bitişiğinde, “Allahû Tealâ hangi şartlar altında yapılan tövbeleri kabul ediyor? Kaç çeşit tövbe vardır?” diye soruyor.
CEVAP: Birinci sualin birinci şıkkı, Ahzâb Suresinin 73. âyet-i kerimesi. Ahzâb Suresinin 72. âyet-i kerimesine bakmamız lâzım 73'e ulaşabilmemiz için. Allahû Tealâ diyor ki:
33/AHZÂB-72: İnnâ aradnâl emânete alâs semâvâti vel ardı vel cibâli fe ebeyne en yahmilnehâ ve eşfakne minhâ ve hamelehal insân(insânu), innehu kâne zalûmen cehûlâ(cehûlen).
Muhakkak ki Biz, emaneti göklere, arza ve dağlara arz ettik (sunduk, teklif ettik). Onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular. Ve insan onu yüklendi. Muhakkak ki o (nefs), çok zalimdir, çok cahildir.
innâ: Muhakkak ki Biz.
aradnâl emânete alâs semâvâti vel ardı: Biz emaneti göklere ve yere teklif ettik.
semâvâti vel ardı vel cibâli: “Ve dağlara da teklif ettik.” diyor. “Göklere, yere ve dağlara teklif ettik.
fe ebeyne en yahmilnehâ: Onlar onu (yani emaneti) yüklenmekten çekindiler.” diyor Allahû Tealâ, “uzak kaldılar, emaneti yüklenmek istemediler.” diyor Allahû Tealâ.
ve eşfakne minhâ: Ondan korktular.
“ve hamelehal insân”
hameleha: Onu yüklendi.
el insân: “İnsan onu yüklendi.” diyor Allahû Tealâ.
innehu kâne zalûmen cehûlâ: innehu: Muhakkak ki o (yani insan), zâlimdir ve cahildir.
Olay buradan başlıyor sevgili izleyenler ve dinleyenler. Allahû Tealâ: “Biz emaneti yere, göklere ve dağlara teklif ettik. Ama onlar emaneti yüklenmekten kaçındılar, korktular ondan.” diyor. “Ama insan yüklendi emaneti.” diyor, “çünkü insan cahildir ve zâlimdir.”
Şimdi sevgili izleyenler ve dinleyenler, elimdeki Kur'ân-ı Kerim'in Türkçesini de sizlere ibret olsun diye okumak istiyorum: “Biz emaneti” Parantez içinde: “Allah'a itaat ve ibadeti.” Yani emanet, Allah'a itaat ve ibadet etmekmiş. Emanet buymuş. “Göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, ondan korktular. Onu insan yüklendi.” Gene parantez içinde: “Bununla beraber onun hakkını tam olarak yerine getiremedi.” Yani insan yüklenmiş ama onun hakkını tam olarak yerine getirememiş. Bu da bir mülâhaza gene parantez içinde. Yüklenmişler, bunu ifade ediyor. “Çünkü o çok zulümkâr ve cahildir.” Yani insanın zalim ve cahil olduğunun muhtevasını kendilerine göre bir açıklamayla getirmişler: “Onun hakkını tam olarak yerine getiremedi.” Cahil olduğu için ve zâlim olduğu için, bu açıklamayı yapmak gereğinde kalmışlar.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, emanet; ibadetler değildir. Zaten gördüğünüz gibi kelime tekildir, çoğul değildir. “Emanetler” demiyor Allahû Tealâ! Namaz kılmak bir ibadettir, zikir yapmak bir ibadettir, zekât vermek bir ibadettir, hacca gitmek bir ibadettir. İbadetler, çeşitler alır ve “ibadetler” olarak geçer hep, çoğul olarak kullanılır. Ama burada Allahû Tealâ “emanet” diyor.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, Muddessir Suresinin 38, 39, 40. âyet-i kerimeleri şunları söylüyor:
74/MUDDESSİR-38: Kullu nefsin bimâ kesebet rehînetun.
Bütün nefsler, iktisap ettikleri (kazandıkları) dereceler sebebiyle (karşılığı olarak) rehinedirler (bağlıdırlar).
74/MUDDESSİR-39: İllâ ashâbel yemîn(yemîni).
Yemin sahipleri (yeminlerini yerine getiren nefsler) hariç.
74/MUDDESSİR-40: Fî cennâtin, yetesâelûn(yetesâelûne).
Onlar cennetlerdedir. (Diğerlerine) sorarlar.
“kullu nefsin bimâ kesebet rehînetun: Bütün nefsler (şu fizik vücudunuzun içindeki nefsiniz var ya, o nefsten bahsediyor Allahû Tealâ) “bütün nefsler rehindedirler.” diyor, “iktisap ettikleri derecelerin karşılığı olarak.”
“illâ ashâbel yemîn, fî cennât: Ama yemin sahipleri, yeminlerini yerine getirenler cennette olacaklardır.” diyor Allahû Tealâ.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, buradaki yemin kelimesiyle, sağ anlamına gelen yemin kelimesi, Arap harfleri itibariyle aynı şekilde yazılıyor. Ve bizim sevgili Diyanet İşleri Başkanlığı, bu âyetteki yemin kelimesini “kitapları sağdan verilenler” olarak algılıyor. Hadi tercümesine beraberce bakalım sevgili izleyenler ve dinleyenler. Bu konuyla yakından alâkadar olduğu için oraya da atıf yapmak mecburiyetini duyuyorum.
Şimdi Allahû Tealâ nefsten bahsediyor 38. âyet-i kerimesinde:
“kullu nefsin bimâ kesebet rehînetun.”
“Bütün nefsler.” Fizik vücutlar demiyor: “Bütün nefsler.” diyor.
bimâ kesebet: Kazandıkları itibariyle.
rehînetun: Rehinedirler (kazandıkları dereceler itibariyle.)
Biliyorsunuz Kiramen Kâtibîn melekleri devamlı hayat filmimizde her saniyeyi değerlendirirler. Her saniye ya derecat kazanırız ya da kaybederiz. Ve bundan sonraki ifadeye ulaşmak için Allahû Tealâ'nın buradaki ifadesi; “rehinedirler.” Çünkü Allah'a ulaşmayı dilemeyen bir insan mutlaka rehine olarak kalmak mecburiyetindedir. Hiçbir zaman rehinelikten kurtulamaz.
Ve şimdi burada, ‘nefs’ yerine ‘herkes’ kelimesini kullanmışlar. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da tercümesi böyle: “Herkes yaptığı amellerine karşılık rehinedir, bir rehindir.” Oysaki burada yaptığı amellerden bahsetmiyor Allahû Tealâ. Burada iktisap ettiklerinden bahsediyor. İnsanın davranışlarının karşılığı eğer Allah'ın ibadetlerini yapıyorsa derecat kazanmaktır, eğer yapmıyorsa derecat kaybetmektir. Allahû Tealâ daimî zikri farz kılmıştır. Bir insan her saniye, daimî zikrin sahibi olmadığı sürece devamlı derecat kaybeder. Ve Allah'ın yoluna girmeyecek olanlar, rehineyi kurtarmayacak olanlar, emaneti de yerine ulaştırmayacak olanlar işte bunlardır. Kaybettikleri dereceler yüzünden rehin olarak nefsleri vücutlarında kalmak mecburiyetinde olanlardır, ölene kadar. Öyleyse bu rehinenin kurtarılması söz konusu ve bu rehine emanetle yakîn alâkalıdır.
Şimdi Kur'ân-ı Kerim'den hiç haberdar olmayan insanlar gelip bu tercümeleri yapıyorlar. Ve tercümeye bakın: “Herkes yaptığı amellerine karşılık bir rehindir.” Amel kelimesi yok! İnsan kelimesi yok! Sadece nefsin bir rehine olduğunu söylüyor Allahû Tealâ. Ve insanlar, hangi dilden nasıl anlatacağız bilemiyoruz bu zavallı insanlara sevgili kardeşlerim, Allah'ın söylediklerini ne kadar yanlış yorumlara tâbî tutmuşlar. Olmayan kelimeleri insanlar rahat rahat koyuyorlar. Allahû Tealâ iktisap ettiklerinden bahsediyor kişilerin, kazandıkları veya kaybettikleri derecelerden bahsediyor. Ve bunlar onu bir çırpıda siliyorlar iktisap edilenleri, amellerden bahsedebiliyorlar. Allahû Tealâ nefsten bahsediyor, bunlar herkesten bahsediyor.
Bir insan; nefsten, ruhtan ve fizik vücuttan teşekkül eder:
*Fizik vücut bir örtüdür, fizik vücut bir sığınaktır, mekândır. Ruhun da mekânıdır, nefsin de mekânıdır.
*Fizik vücut içerisindeki ruh, emanettir.
*Fizik vücudun içindeki nefs, rehinedir. Fizik vücudun içinde rehinedir. Ruh da fizik vücudun içinde bir emanettir.
Öyleyse herkes dediğimiz zaman, fizik vücudu kastediyoruz. Fizik vücutları, bu insanlar rehine diye düşünüyorlar. Böyle bir saçmalık olur mu sevgili izleyenler ve dinleyenler? Allah'ın âyetlerinden bu kadar habersiz insanlar Kur'ân-ı Kerim mealleri yazıyorlar ve utanmadan bizim meallerimizin yanlış olduğunu söylemek cesaretini gösteriyorlar.
Biz bugüne kadar 3 tane Kur'ân-ı Kerim cildi tamamlayabildik. Dördüncüsü de şu anda basımda. Bakara Suresi, Âli İmrân Suresi, Nisâ Suresi basıldı hamdolsun, 3 cilt olarak emrinizde. 4. cilt Mâide Suresi de basılmakta. Orada Allah hangi kelimeyi kullanmışsa sadece onu bulursunuz. Böyle uyduruk şeyleri bulamazsınız!
Allahû Tealâ nefsten bahsediyor, bunlar “herkes” diyor nefse. Allahû Tealâ iktisap edilen derecelerden bahsediyor, iktisap edilenlerden bahsediyor, bunlar amellerden bahsediyor. Hiç Kur'ân-ı Kerim'de geçmeyen, insanların muhayyilelerinden uydurduğu şeylerle Kur'ân-ı Kerim mealleri hazırlanmış. Asırlar boyunca da bunlar adım adım değiştirilerek, insanları içinden çıkılmaz bir cehennemin içine atmış.
Sevgili izleyenler, sonraki âyetlere bakalım. 39. âyet:
74/MUDDESSİR-39: İllâ ashâbel yemîn(yemîni).
Yemin sahipleri (yeminlerini yerine getiren nefsler) hariç.
illâ ashâbel yemîn: Ama yemin sahipleri hariç”
Allahû Tealâ böyle söylüyor:
illâ: Hariç.
ashâbel yemîn: Yemin sahipleri (hariç).
Şimdi verilen tercümeye bakalım beraberce: “Ancak amel defteri sağ eline verilenler, rehine olmaktan kurtulur.”
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, görebiliyor musunuz durumu? Ne el kelimesi geçiyor ne kurtuluş kelimesi geçiyor ne amel defteri geçiyor.
Yemin kelimesi hem ‘sağ taraf’ anlamına geliyor hem de Türkçemizde kullanılan, Arapçadan gelen yemin kelimesi. Hepiniz yemin kelimesini bilirsiniz, mânâsını da çok iyi bilirsiniz. Bu kelimenin Arapça yazılışıyla sağ anlamına gelen yemin kelimesinin Arapça yazılışı birbirinden hiçbir farklılık göstermez. Burada da o kelime geçiyor; yemin kelimesi. Aslında buradaki yemin kelimesi; “Yeminlerini yerine getirenler hariç. Onlar rehine olmazlar. Neticede mutlaka rehinelikten kurtulur.” diyor o nefs, Allahû Tealâ buradaki ifadesinde.
illâ ashâbel yemîn: Yemin sahipleri hariç.
“Yemin sahibi olan nefs, rehinelikten kurtulur.” demek bunun mânâsı. Ama Kur'ân-ı Kerim'lerinde bunları yazıyor adamlar. Bundan bir utanç falan da duymuyorlar sevgili izleyenler ve dinleyenler. Ve Allahû Tealâ'nın doğrularıyla, bu iblisin insanlara öğrettiği yanlışlar bakın birbirini nasıl reddediyor.
Allahû Tealâ “illâ” diyor; “hariç.” “ashâbel yemîn: Yemin sahipleri.”
ashab; sahibi demek, el yemin de yemin demek. Şimdi bu yemini, bizim anladığımız Arapçadan Türkçeye geçen yemin anlamında kullanmayan bir insan ne diyecek? “illâ ashâbel yemîn: illâ, sağın sahipleri hariç.” “Sağın sahipleri: ashâbel yemîn.” El yemin, burada sağ anlamına kullanılıyorsa, “Sağın sahipleri hariç.” diyor Allahû Tealâ. Ama bunun bizim anladığımız anlamda, hepinizin Türkçe'ye geçmiş olan anladığınız anlamda tam bir yemin kelimesi olarak Kur'ân-ı Kerim'de yer aldığını görüyoruz.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, bu âyetin mânâsı: “Yemin sahipleri hariç.” Yani: “Yemin sahipleri, Allah'a verdiği yemini yerine getiren nefsler, onlar rehine olarak kalmazlar. O nefsler mutlaka rehinelikten kurtulur.” demek.
Birinci âyette iktisap edilenleri ameller olarak, “amel defteri, herkes yaptığı amellerine karşılık” diye tercüme edenler, iktisap edilenlerle ameller aynı şey değildir. Amel bir işlemdir, iktisap edilen derece ise o amelin neticesinde elde edilen veya amelin yapılmaması neticesinde kaybedilen, iktisap edilen bir derecedir. Pozitif olarak iktisap edilir, zait olarak iktisap edilir; kazanılır. Nakıs olarak iktisap edilir, negatif olarak iktisap edilir; kaybedilir. İktisap mânâsı budur.
Öyleyse insanlar Allah'ın âyetlerini diledikleri gibi yoruma tâbî tutuyorlar ve bu yanlışların üzerine de kuyruğu dik tutarak diyorlar ki: “Hayır, bizim yaptığımız değil, senin yaptığın yanlış.”
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, şimdi bu Muddessir Suresinin 38, 39. âyetlerinin bir yansımasına bakalım. Allahû Tealâ Şems Suresinin 9. âyet-i kerimesinde diyor ki:
91/ŞEMS-9: Kad efleha men zekkâhâ.
Kim onu (nefsini) tezkiye etmişse felâha (kurtuluşa) ermiştir.
kad efleha men zekkâhâ: Andolsun ki o nefsler felâha erer.
Oradaki “hâ” daha evvelki âyet-i kerime, iki âyet-i kerimede geçen nefsi ifade ediyor.
“Ancak o nefsler felâha erer, o nefsler cennet saadetine ulaşırlar.” Neyler, kimler, hangi nefsler? “Tezkiye olan nefsler.” diyor.
İşte Allahû Tealâ'ya verdiğimiz, ezelde verdiğimiz bir yemin var. Bu yeminin gerçekleştirilmesi söz konusu. Bir misak var, ruhumuzun Allah'a verdiği misak; ruhumuzun Allah'a ulaşması. Bunun gerçekleştirilmesi söz konusu. Fizik vücudumuzun Allah'a verdiği bir ahd var; şeytana kul olmaktan kurtulup Allah'a kul olmak. O ahdin gerçekleştirilmesi söz konusu. Bütün bunlar Kur'ân-ı Kerim meallerinde yok edilmiş.
İşte sevgili kardeşlerim, sevgili izleyenler ve dinleyenler, Allahû Tealâ Kur'ân-ı Kerim'de bunları söylüyor. Şimdi geliyorum 72. âyetteki, yani Sebe Suresinin, Ahzâb Suresinin affedersiniz, 72. âyet-i kerimesindeki ifadeye geliyorum:
33/AHZÂB-72: İnnâ aradnâl emânete alâs semâvâti vel ardı vel cibâli fe ebeyne en yahmilnehâ ve eşfakne minhâ ve hamelehal insân(insânu), innehu kâne zalûmen cehûlâ(cehûlen).
Muhakkak ki Biz, emaneti göklere, arza ve dağlara arz ettik (sunduk, teklif ettik). Onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular. Ve insan onu yüklendi. Muhakkak ki o (nefs), çok zalimdir, çok cahildir.
“Biz, emaneti göklere, yerlere ve dağlara teklif ettik de onlar emaneti kabul etmediler.”
“Kendilerine bir ruh verilmesini istedik onların da, sizin de bir ruhunuz olsun dedik ama yerler, gökler bunu kabul etmediler, korktular.” diyor, ‘emaneti ya Sahibine iade edemezsek diye.”
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, Allahû Tealâ Nisâ Suresinin 58. âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:
4/NİSÂ-58: İnnallâhe ye’murukum en tueddûl emânâti ilâ ehlihâ ve izâ hakemtum beynen nâsi en tahkumû bil adl(adli). İnnallâhe niımmâ yeızukum bihî. İnnallâhe kâne semîan basîrâ(basîran).
Muhakkak ki Allah, emanetleri sahibine teslim etmenizi ve insanlar arasında hakemlik yaptığınız zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Muhakkak ki Allah, onunla (bununla) size ne güzel öğüt veriyor. Ve muhakkak ki Allah, en iyi işiten ve en iyi görendir.
“Allah, emanetleri…” Arapça'sını söyleyelim evvelâ:
“innallâhe ye’murukum en tueddûl emânâti ilâ ehlihâ: Allah, emanetleri Sahibine iade etmenizi, teslim etmenizi emreder.” diyor.
Gördüğünüz gibi burada Allahû Tealâ “emanetler” diyor. Gerçekten fizik vücudumuzun içinde bir emanet olan ruh, Allah'a geri dönüp Allah'ın Zat'ında ifnâ olmak mecburiyetindedir. Nefsimizse ruhumuz olan emaneti ve fizik vücudumuz olan emaneti Allah'a teslim etmedikçe, kendisi rehinelikten kurtulup emanet hüviyetine giremez. Bu iki emaneti Allah'a teslim ettikten sonra nefsimiz emanet hüviyetine girer. Rehinelikten kurtulur, emanet hüviyetine girer. Bütün nefsler başlangıçta rehindir. O emanetin de Allah'a teslimi; 3 teslimin tamamlanması ve kişinin İslâm olmak şerefine ermesidir.
Şimdi bu Kur'ân-ı Kerim meali yazanlar, İslâm olmanın ne olduğundan da haberdar değiller. Allah'a insan ruhunun, insan fizik vücudunun ve insanın nefsinin teslim olması gereğini hiç bilmiyorlar. Allah'ın insanlara verdiği muhtevadan haberleri yok. Şimdi Allahû Tealâ, “Allah, emanetleri Sahibine iade edin.” emrini, “Teslim edin.” emrini verdiği zaman sevgili izleyenler ve dinleyenler, teslimin sahibinin tekil olarak kullanılması söz konusu, emanetlerin çoğul olarak kullanılması söz konusu. Bir tek sahibi var emanetlerin: Allah. Ve insan, Allah'a ruhunu, Allah'a fizik vücudunu, Allah'a nefsini teslim etmedikçe İslâm olmak şerefine eremez.
Şimdi bizim saflar; “İslâm” diyorlar, “5 şarttan ibarettir. Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek ve kelime-i şahadet getirmek. E İslâm'ın mânâsı da teslim olmaktır, öyleyse teslim olmanın 5 tane şartı vardır. Biz evvelallah bu şartları yerine getiriyoruz. Namaz da kılıyoruz, oruç da tutuyoruz. Hacca da gittik, paramız var çok şükür. Zekât da veriyoruz, e sık sık da 'Lâ ilâhe illâllah muhammedun resûlullah.' diyoruz, “Tamam işte!” diyorlar, “Biz İslâm'ın 5 tane şartını yerine getirenleriz. İslâm da teslim olmak demek olduğuna göre biz Allah'a teslim olanlarız.” Sevgili izleyenler ve dinleyenler, bu insanların hepsi ikinci basamakta. Allah'a teslim olanlar, 28 basamağın 27.’sine ulaşabilmiş olanlar; sahâbe. Bu büyük macerayı hepiniz öğrenmek mecburiyetindesiniz, ol cahiller öğrenmese de.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, Kur'ân bir bütündür, öğretilir. Ve ancak âyetlerin arasındaki illiyet rabıtasının altın zincirini görebilenler, onlar âyetler arasındaki illiyet rabıtasını kurabilirler. Onlar, Kur'ân'ın bütünü öğretilmiş olanlardır. Onlar Fıkıh âlimlerinin sorunlarıyla uğraşmazlar. Onlar, Kur'ân'ın bütünüyle ilişkilidirler. Görevleri, insanları sıfırdan alıp 27. basamağa ulaştırmaktır. Ve 2. basamakta kalanlar, mutlaka cehenneme gidecekler, kendilerini Kur'ân'ın hükümlerini bilmiş kabul ediyorlar. Sevgili izleyenler ve dinleyenler, bu insanlar Allah'a ulaşmayı dilemezler. Yûnus Suresinin 7 ve 8. âyetlerine göre gidecekleri yer cehennem.
10/YÛNUS-7: İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatmeennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).
Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah’a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.
10/YÛNUS-8: Ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).
İşte onların kazandıkları (dereceler) gereğince varacakları yer ateştir (cehennemdir).
Bu insanlar mürşidlerine ulaşmazlar. Ne mü'min olmaları mümkündür ne dalâletten kurtulmaları mümkündür, hem dalâlettedirler hem de kalplerinde küfür yazmaktadırlar. Dalâlette olan bütün insanların da kalplerinde küfür yazdıkları cihetle Nisâ Suresinin 167. âyet-i kerimesinde isimleri “kâfir” olarak geçiyor.
4/NİSÂ-167: İnnellezîne keferû ve saddû an sebîlillâhi kad dallû dalâlen baîdâ(baîden).
Muhakkak ki inkâr edenler ve Allah’ın yolundan alıkoyanlar (saptırmış olanlar), (mürşidlerine ulaşmadıkları için) uzak bir dalâletle sapmışlardır.
Bu insanlar, kalplerinde küfür yazılı olanlar. 2. basamakta kalmışlar. Hiçbir zaman mürşide ulaşmayı düşünemezler, kabul de edemezler. Kibirleri, gururları buna mânidir. Ama iyi Arapça bilmektedirler. Ama Arapça'nın gramerini bilmektedirler. Ama kitaplardan İslâm dînini öğrendiklerini zannetmektedirler.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, bu üniversite, özellikle onlara dînlerini öğretecek olan üniversitedir. Bir insan ruhunu da (22. basamak), fizik vücudunu da vechini de (25. basamak), nefsini de (27. basamak) Allah'a teslim etmedikçe o kişi İslâm olmak şerefine eremez.
Öyleyse konumuza geliyoruz. Ahzâb Suresinin şimdi 72. âyet-i kerimesinin açıklamasını yaptık.
“Emaneti göklere, yerlere teklif ettik, dağlara teklif ettik ama onlar kabul etmediler. İnsana teklif ettik, o kabul etti. Çünkü insan cahildir ve zâlimdir.” diyor. Nefsin de fizik vücutla beraber olduğu bir standartta bu teklif yapılıyor Allahû Tealâ tarafından. İnsanın cahilliği ve zulmü, zâlimliği, nefsin 2 tane afetini ihata eder. Öyleyse bu noktada Allahû Tealâ'nın teklif yaptığı insan, nefsiyle beraberdir yani rehineyle beraberdir. Rehine ve fizik vücut, rehinenin mekânı olan fizik vücut bir teklife muhatap. O teklif, bir emanetin kendisine verilmesi. Ve insanoğlu bunu kabul ediyor. Bu emanet; ruhtur. Allah'tan gelir, Allah'a tekrar geri döner. İstesek de geri döner, istemesek de geri döner. Biz istersek ve onu geri döndürürsek, Allah'ın evliyası oluruz. İstemezsek, geri döndürmezsek kurtuluşumuz söz konusu olmaz. Başlangıç noktası, ruhumuzun vücudumuzdan ayrılması ise Nebe Suresinin 38, 39 âyetlerinde ifade buyuruluyor. Mürşidinize ulaştığınız takdirde, tâbî olduğunuz takdirde bu yolculuk başlar sevgili izleyenler ve dinleyenler.
78/NEBE-38: Yevme yekûmur rûhu vel melâiketu saffâ(saffen), lâ yetekellemûne illâ men ezine lehur rahmânu ve kâle sevâbâ(sevâben).
O gün, ruh (devrin imamının ruhu) ve (arşı tutan) melekler, saf saf hazır bulunurlar. Rahmân’ın kendisine izin verdiği kişiden başka kimse konuşamaz. Ve (izin verilen) sadece sevap söylemiştir.
78/NEBE-39: Zâlikel yevmul hakku, fe men şâettehaze ilâ rabbihî meâbâ(meâben).
İşte o gün (mürşidin eli Hakk'a ulaşmak üzere öpüldüğü ve ona tâbî olunduğu gün), Hakk günüdür. Dileyen (Allah'a ulaşmayı dileyen) kişi, kendisine Rabbine ulaştıran (yolu, Sıratı Mustakîm'i) yol ittihaz eder. (Allah'a ulaşan kişiye Allah) meab (sığınak, melce) olur.
Furkân Suresinin 70 ve 71. âyetlerinde de aynı şey ifade ediliyor. Mürşide tâbî olup da mü'min olduğumuz zaman, nefs tezkiyesine başladığımız zaman ruhumuz bizden ayrılır, Allah'a doğru yola çıkar.
25/FURKÂN-70: İllâ men tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât(hasenâtin), ve kânallâhu gafûran rahîmâ(rahîmen).
Ancak kim (mürşidi önünde) tövbe eder (böylece kalbine îmân yazılıp, îmânı artan) mü’min olur ve salih amel (nefs tezkiyesi) yaparsa, o taktirde işte onların, Allah seyyiatlerini (günahlarını) hasenata (sevaba) çevirir. Ve Allah, Gafur’dur (günahları sevaba çevirendir), Rahîm’dir (rahmet nuru gönderendir).
25/FURKÂN-71: Ve men tâbe ve amile sâlihan fe innehu yetûbu ilâllâhi metâbâ(metâben).
Ve kim (mürşidi önünde) tövbe eder ve salih amel (nefs tezkiyesi) işlerse, o taktirde muhakkak ki o, tövbesi kabul edilmiş olarak Allah’a ulaşır (hayattayken ruhu Allah’a ulaşır).
Şimdi 72. âyet-i kerimede, Allah, emanetin yani ruhun teklif edildiğini, insanın (nefsin ve insanın fizik vücudunun) bu emaneti kabul ettiğini buyuruyor. Yoksa burada söylendiği gibi Allah'a itaat ve ibadet bir emanet değildir. Emanet olmak bir vasıftır. Bir şeyin, bir varlığın size verilmesi ve sizin yedinizde kalması gerekir emanet olmak için. Dünya üzerinde birisine bir şey verirsiniz; bir otomobil, bir bisiklet, bir ev emanet olarak, o onu, sizin ona müsaade ettiğiniz sürece kullanmak yetkisinin sahibidir. Vakti gelince emaneti size iade etmekle mükelleftir. Bu sebeple Allahû Tealâ, emanetlerin Allah'a iadesini, teslim edilmesini emrediyor. Ve rehine de diğer iki emanetin tesliminden sonra; birinci emanet, gerçek emanet, ruhtur, teslim edilince fizik vücut emanet hükmüne girer, teslim edilince nefs rehinelikten kurtulur, o da emanet hükmüne girer. Ve böylece üç varlığınız da; ruhunuz da fizik vücudunuz da nefsiniz de Allah'a teslim edilir.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, şu sevgili dostlarımız, şu bizim kitaplarımıza bir göz atsa da şu 28 basamağı bir öğrenseler çok iyi olacak gibi geliyor bana. Lüzumsuz tartışmalara da hiç gerek kalmayacak. Sevgili izleyenler ve dinleyenler, öğrenirler mi dersiniz? Allah razı olsun.
Şimdi 73. âyete geliyoruz:
33/AHZÂB-73: Li yuazziballâhul munâfikîne vel munâfikâti vel muşrikîne vel muşrikâti ve yetûballâhu alel mu’minîne vel mu’minât(mu’minâti), ve kânallâhu gafûren rahîmâ(rahîmen).
(Bu), Allah’ın münafık erkekleri ve münafık kadınları, müşrik erkekleri ve müşrik kadınları azaplandırması ve mü’min erkeklerin ve mü’min kadınların tövbelerini kabul etmesi içindir. Allah Gafûr’dur (mağfiret eden, günahları sevaba çeviren), Rahîm’dir (Rahîm esması ile tecelli eden).
li yuazziballâhul munâfikîne vel munâfikâti: Allah münafık erkeklerle münafık kadınlara azap edecektir.
vel muşrikîne vel muşrikâti: Ve müşrik erkeklerle müşrik kadınlara.
ve yetûballâhu: Ve Allahû Tealâ. alel mu’minîne vel mu’minât: Mü'min erkeklerle mü'min kadınların tövbelerini kabul edecektir.
ve kânallâhu gafûren rahîmâ: Allah Gafûr'dur. Yani insanlara, mürşidin önünde tövbe ettikleri zaman mağfiret eder, Furkân Suresinin 70. âyet-i kerimesine göre, onların günahlarını sevaba çevirir.
25/FURKÂN-69: Yudâaf lehul azâbu yevmel kıyâmeti ve yahlud fîhî muhânâ(muhânen).
Kıyâmet günü onun azabı kat kat artar. Ve orada alçaltılmış olarak ebediyyen kalır.
25/FURKÂN-70: İllâ men tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât(hasenâtin), ve kânallâhu gafûran rahîmâ(rahîmen).
Ancak kim (mürşidi önünde) tövbe eder (böylece kalbine îmân yazılıp, îmânı artan) mü’min olur ve salih amel (nefs tezkiyesi) yaparsa, o taktirde işte onların, Allah seyyiatlerini (günahlarını) hasenata (sevaba) çevirir. Ve Allah, Gafur’dur (günahları sevaba çevirendir), Rahîm’dir (rahmet nuru gönderendir).
Furkân-69'da Allahû Tealâ buyuruyor ki: “Şunlar şunlar cehenneme girecekler.”
Furkân-70: “Ama tövbe edenler hariç.” diyor.
Bu tövbe, mürşidin önünde yapılan bir tövbedir. “Tövbe edip de mü'min olanlar, onlar” diyor, “nefs tezkiyesine başlarlar, amilüssalihat yaparlar.” diyor. “Allah onların bütün günahlarını sevaba çevirir.” diyor.
“Ve onların ruhu, tövbeleri kabul edilmiş olarak Allah'a döner.” diyor.
25/FURKÂN-71: Ve men tâbe ve amile sâlihan fe innehu yetûbu ilâllâhi metâbâ(metâben).
Ve kim (mürşidi önünde) tövbe eder ve salih amel (nefs tezkiyesi) işlerse, o taktirde muhakkak ki o, tövbesi kabul edilmiş olarak Allah’a ulaşır (hayattayken ruhu Allah’a ulaşır).
İşte bu “yetûballâhi” ifadesi orada kullanılıyor Allahû Tealâ tarafından, Furkân-71'de.
Öyleyse sevgili izleyenler ve dinleyenler, Allahû Tealâ'nın söylediklerini yerli yerine oturttuğumuz zaman, bu emanetin Allah'a gönderilmemesi hâlinde nelerin olacağını söylüyor. Kimdir emaneti Allah'a göndermeyenler? Müşriklerdir. Onlar zaten Allah'tan başka Allahları kabul etmişler. Allah'tan başka putlar yapmışlar kendilerine, onları da Allah hüviyetinde saymışlar. Birden fazla Allah'a inanmışlar, Allah'a şirk koşmuşlar. Bu, açık şirk sevgili izleyenler ve dinleyenler. Gizli şirki de Allahû Tealâ anlatıyor Kur'ân-ı Kerim'inde. Allahû Tealâ Câsiye Suresinin 23. âyet-i kerimesinde diyor ki:
45/CÂSİYE-23: E fe raeyte menittehaze ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin ve hateme alâ sem’ihî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveten, fe men yehdîhi min ba’dillâhi, e fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).
Hevasını kendisine ilâh edinen kişiyi gördün mü? Ve Allah, onu ilim (onun faydasız ilmi) üzere dalâlette bıraktı. Ve onun işitme hassasını ve kalbini mühürledi. Ve onun basar (görme) hassasının üzerine gışavet (perde) çekti. Bu durumda Allah’tan sonra onu kim hidayete erdirir? Hâlâ tezekkür etmez misiniz?
“Habîbim! O hevalarını (nefslerinin afetlerini) kendilerine ilâh edinenleri görüyorsun.” diyor.
Kim bu hevalarına tâbî olanlar? Bunun cevabını veriyor Allahû Tealâ. Diyor ki:
“Habîbim! Eğer senin davetine icabet etmezlerse, bil ki onlar hevalarına tâbî olmuşlardır. Kim Allah'ın davetçisine değil de nefsinin hevasına tâbî olursa, onlardan daha çok dalâlette olan kim vardır?” diyor.
Demek ki bir insanın nefsinin hevasına tâbî olması, mürşidine tâbî olmamasıyla geçerli. Ve Allahû Tealâ'nın bu muhteva içerisindeki sözleri Câsiye Suresinin 23. âyet-i kerimesinde şekilleniyor. Mürşidine tâbî olmadığı cihetle hevasına tâbî olan, hevasını kendisine ilâh edinen. Ne demek bu, burada ne demek istiyor Allahû Tealâ? Allahû Tealâ emirler vermiş. Ruhunuzu Allah'a teslim edeceksiniz, fizik vücudunuzu teslim edeceksiniz, nefsinizi teslim edeceksiniz. “Bunlar” diyor “hedefiniz.” “Bunlar amaçlarınız. Bu hedeflere ulaşmak mecburiyetindesiniz. Bunlara bedava ulaşamazsınız.” diyor. “Birtakım vazifeleriniz var, o vasıtaları kullanarak bu hedeflere ulaşacaksınız.” diyor. “Namaz kılacaksınız,” diyor, “oruç tutacaksınız,” diyor, “zekât vereceksiniz,” diyor, “paranız varsa hacca gideceksiniz,” diyor, “kelime-i şahadet getireceksiniz.” diyor. Ama bu 5 tane şartın arasında geçmeyen, onların hepsinin toplamından daha Allah'ın indinde kıymetli olan en büyük ibadeti emrediyor Allahû Tealâ: Zikir. Namaz kılmaktan da Kur'ân-ı Kerim tilâvetinden de daha büyük olan en büyük ibadet. Zikir yapacaksınız sevgili izleyenler ve dinleyenler, sevgili öğrenciler ve hedeflerinize gideceksiniz. Bu vasıta emirlerin arasında en büyüğü zikirdir. İşte bu vasıta emirlerle hedeflere gideceksiniz.
*Birinci menzil; ruhunuzun Allah'a teslimi.
*İkinci menzil; fizik vücudunuzun Allah'a teslimi.
*Üçüncü menzil; nefsinizin Allah'a teslimi.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, bugün onların çoğu daha bu büyük hakikatlerden haberdar değil. Ama şu önümüzdeki 2-3 sene içinde bu konu tamamlanacaktır. Hepiniz bilmiş olun. Hepsi, Allah'ın hakikatlerinin ne olduğunu, onların öğrenemedikleri, henüz bilmedikleri şeyleri de kapsadığını o zaman öğrenecekler. Adım adım sevgili izleyenler ve dinleyenler, Allah'ın Üniversitesi onlara da Allah'ın hakikatlerini bire bir olarak, dört dörtlük olarak mutlaka öğretecektir.
Öyleyse bir sonuca gidiyoruz. Allahû Tealâ burada Ahzâb Suresinin 73. âyet-i kerimesinde müşriklerden bahsediyor. O müşrikler, mürşidlerine tâbî olmayanlar, bu sebeple Allah'a gizli şirk içinde olanlar, açık açık put yaparak putlara tapanlar ve açık şirkin içinde olanlar.
Unutmayın Peygamber Efendimiz (S.A.V)'in hadîsini. Diyor ki:
“Benim ümmetim için açık şirk artık bundan sonra gerçekleşmez. Böyle bir tehlike söz konusu yoktur, söz konusu değildir. Ama gizli şirk oluşacaktır.” diyor.
Gizli şirkin oluşmasının da Allahû Tealâ sebebini söylüyor. Kasas-50'de söylediği şeyle, yani “Sana tâbî olmazlarsa bil ki onlar hevalarına tâbîdirler, nefslerinin hevasına tâbîdirler. Kim Allah'ın davetçisine değil de nefsinin hevasına tâbî olursa, onlardan daha çok dalâlette olan kim vardır?” diyor.
28/KASAS-50: Fe in lem yestecîbû leke fa’lem ennemâ yettebiûne ehvâehum, ve men edallu mimmenittebea hevâhu bi gayri huden minallâh(minallâhi), innallâhe lâ yehdil kavmez zâlimîn(zâlimîne).
Bundan sonra eğer sana icabet etmezlerse (senin hidayete erdirme davetine uymazlarsa), bil ki onlar heveslerine tâbîdirler. Allah’tan bir hidayetçi olmaksızın (hidayetçiye değil de) kendi heveslerine tâbî olandan daha çok dalâlette kim vardır? Muhakkak ki Allah, zalimler kavmini hidayete erdirmez.
Açıkça, nefsinin hevasına tâbî olan insanın, mürşidine tâbî olmayan olduğu kesinlik kazanıyor, Allah'ın davetçisine tâbî olmayanlar olduğu kesinlik kazanıyor. Burada, şirk sahiplerine Allah'ın azap edeceğini söylüyor Allahû Tealâ. Şirkin içinde olanlar; mürşidlerine tâbî olmayanlar. Bir insan mürşidine tâbî olmadıkça, ruhu vücudundan ayrılamaz. Nebe-38'de mürşide tâbiiyeti, Mu'min-15'te, bunun üzerine devrin imamının ruhunun o kişinin başının üzerine ulaşmasını ve Nebe-39'da da bunun arkasından ruhun vücudu terk ederek Allah'a doğru yola çıkacağını ve Allah'a ulaşacağını ifade buyuruyor Allahû Tealâ.
78/NEBE-38: Yevme yekûmur rûhu vel melâiketu saffâ(saffen), lâ yetekellemûne illâ men ezine lehur rahmânu ve kâle sevâbâ(sevâben).
O gün, ruh (devrin imamının ruhu) ve (arşı tutan) melekler, saf saf hazır bulunurlar. Rahmân’ın kendisine izin verdiği kişiden başka kimse konuşamaz. Ve (izin verilen) sadece sevap söylemiştir.
40/MU'MİN-15: Rafîud deracâti zul arş(arşi), yulkır rûha min emrihî alâ men yeşâu min ıbâdihî li yunzira yevmet telâk(telâkı).
Dereceleri yükselten ve arşın sahibi olan Allah, kullarından (Kendisine ulaştırmayı) dilediği kişinin (Allah’a ulaşmayı dilediği için Allah’ın da Kendisine ulaştırmak istediği kişinin) üzerine (başının üzerine) Allah’a ulaşma gününün geldiğini (o kişinin ruhuna) ihtar etmek için, emrinden (Allah’ın emrini tebliğ edecek) bir ruh (devrin imamının ruhunu) ulaştırır.
78/NEBE-39: Zâlikel yevmul hakku, fe men şâettehaze ilâ rabbihî meâbâ(meâben).
İşte o gün (mürşidin eli Hakk'a ulaşmak üzere öpüldüğü ve ona tâbî olunduğu gün), Hakk günüdür. Dileyen (Allah'a ulaşmayı dileyen) kişi, kendisine Rabbine ulaştıran (yolu, Sıratı Mustakîm'i) yol ittihaz eder. (Allah'a ulaşan kişiye Allah) meab (sığınak, melce) olur.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, emanetin Allah'a ulaşması, şirkten (gizli şirkten) insanların kurtulması yani mürşidlerine tâbî olmasıyla gerçekleşebiliyor. Sadece bu standart içinde geçerli. Bunlar, bu hedeflere ulaşmayanlar, mürşide hiçbir zaman ulaşmayacak olanlar, hep gizli şirkin içinde kalmak …..de olanlar, Allah'ın verdiği emirleri, ibadet emirlerini de bütün emirleri hiçe sayanlar, Allah neyi emretmişse o emrin muhtevasını ifa etmek yerine nefslerinin talebini yerine getirenler. Namazın vakti girmiş, adam namaz kılmıyor. Mânâsı ne? Mânâsı; Rab mevkiinden Allahû Tealâ'yı indiriyor, emir ve kumanda mevkiinden, O'nun emrini gerçekleştirmiyor, şeytanın ve nefsinin istediğini gerçekleştiriyor, emre itaat etmiyor. Allah'ın yasak ettiği bir fiili işliyor; gene Allah'ı Rab mevkiinden indiriyor, nefsinin talebini yerine getiriyor, o emri gerçekleştiriyor.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, öyleyse müşrikler, gizli şirkin sahipleridir ve bu sebeple Allahû Tealâ onlara azap edecektir. Emaneti yerine asla teslim etmeyeceklerdir. Hiçbir zaman mürşidlerine ulaşamayacaklarına göre, hiçbir zaman ruhları vücutlarını terk edip Allah'a doğru yola çıkmayacak, Allah'a ulaşmayacak, o kişiyi evliya rütbesine hiçbir zaman ulaştıramayacaktır.
Şimdi gelelim münafıklara. Bizim aramızda da münafıklar var sevgili izleyenler ve dinleyenler. O münafıklar, bize tâbî olmuş görünürler. Aslında tâbî olmuş değillerdir. Bizim aramızda kalabilmek için, bizden haberler götürebilmek için bizim aramızda kalan, hiçbir zaman ruhları vücuttan ayrılmayacak olan, emaneti Allah'a hiçbir zaman teslim etmeyecek olan insanlar münafıktırlar. Bundan 14 asır evvel sahâbe nasıl Peygamber Efendimiz (S.A.V)'e tâbî olmuşsa onlar da aynı şekilde tâbî olmuş göründüler. El öptüler, tövbe ettiler, “Lâ ilâhe illâllah muhammedun resûlullah” dediler ama tâbî olmadılar. Çünkü Allah'a ulaşmayı, emaneti o emanetin Sahibine teslim etmeyi hiçbir zaman hedef almadılar.
Sevgili izleyenler, dinleyenler, sevgili öğrenciler, işte emaneti Allah'a hiçbir zaman teslim etmeyecek olan iki grup insan: Münafıklarla müşrikler. Bu insanlar, emaneti hiçbir zaman Allah'a teslim etmeyecekleri cihetle, bu azaba, cehennem azabına Allahû Tealâ tarafından mutlaka tâbî tutulacaklardır. Bu âyet de onu ifade ediyor:
28/KASAS-50: Fe in lem yestecîbû leke fa’lem ennemâ yettebiûne ehvâehum, ve men edallu mimmenittebea hevâhu bi gayri huden minallâh(minallâhi), innallâhe lâ yehdil kavmez zâlimîn(zâlimîne).
Bundan sonra eğer sana icabet etmezlerse (senin hidayete erdirme davetine uymazlarsa), bil ki onlar heveslerine tâbîdirler. Allah’tan bir hidayetçi olmaksızın (hidayetçiye değil de) kendi heveslerine tâbî olandan daha çok dalâlette kim vardır? Muhakkak ki Allah, zalimler kavmini hidayete erdirmez.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, emaneti, ibadetler olarak kabul eden bu zavallı insanlar, ibadet ediyorlar bunların büyük kısmı. Namaz kılıyorlar, oruç tutuyorlar, zekât veriyorlar, hacca gidiyorlar, kelime-i şahadet getiriyorlar kendi kendilerine ve kurtulacaklarını zannediyorlar, cennete gireceklerini zannediyorlar. Allahû Tealâ, ruhu Allah'a ulaştırmayı 11 defa üzerimize farz kılmış; emaneti sahibine teslim etmeyi. Bu farzlar o insanların umurlarında bile değil. “İslâm'ın 5 tane şartını yerine getiriyoruz, mutlaka cennete gideceğiz.” düşüncesindeler. Ama kurtuluşları ne yazık ki mümkün değil. 1- Allah'a ulaşmayı dilemedikleri için.
Allahû Tealâ Yûnus Suresinin 7 ve 8. Âyetlerinde: “Allah'a ulaşmayı dilemeyenlerin gideceği yer cehennemdir.” diyor. “Bizim âyetlerimizden haberdar değildirler, dünya hayatıyla mutmain olurlar. Onların gidecekleri yer cehennemdir.” diyor Allahû Tealâ.
10/YÛNUS-7: İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatmeennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).
Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah’a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.
10/YÛNUS-8: Ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).
İşte onların kazandıkları (dereceler) gereğince varacakları yer ateştir (cehennemdir).
Allah'a ulaşmayı dileyenlerin mutlaka kurtuluşa ulaşacağını söylüyor, mutlaka Allah'ın cennetine girececğini söylüyor. Bu insanlar Allah'a ulaşmayı dilemiyorlar. Bundan 14 asır evvel bütün sahâbe Allah'a ulaşmayı dilemişler. Bunlar dilemiyorlar; devrimizin sâdatları, dîn konusundaki ileri gelenleri. Bunlar hiçbir zaman bir mürşide ulaşıp, önünde diz çöküp, tövbe edip onun elini öpmeyi kibirlerine yediremezler. Hiçbir zaman böyle bir hedefe yaklaşmayacaklar. Yaklaşmadıkları sürece de kurtuluşları mümkün değil. Çünkü Allahû Tealâ onların dalâlette olduklarını söylüyor. Mürşidlerine tâbî olmayanların, 10 âyet-i kerimede dalâlette olduğunu söylüyor. 7 grup âyet-i kerime, dalâlette olanların gideceği yerin cehennem olduğunu söylüyor.
İslâm'ın ne birinci safhasını ne ikinci safhasını gerçekleştirmeyecekler. Peki daha ötesi? Ruhlarını Allah'a hiçbir zaman teslim edemeyecekler. Çünkü mürşidlerine ulaşmadıkları sürece ruhları vücutlarını terk edip Allah'a doğru yola çıkamaz ve Allah'a hiçbir zaman ulaşamaz. Allah'a ulaşmak, nefsin tezkiyesine bağımlı. Yani rehinenin görev yapıp tezkiye olmasına bağımlı, rehinenin 7 kademede aklanmasına bağlı. Her kademede sadece bir gök katının anahtarını ele geçirebilir rehine ve sadece bir gök katının kapısı emanete açılır. Ve böylece emanet, Allah'ın muhtevasına tâbî olur. Emanet Allah'a ulaşır. 7 defa nefsin tesliminde, emanet hedefine ulaşır. Sevgili izleyenler ve dinleyenler, işte böyle bir dizayn söz konusu.
Burada Allahû Tealâ bir şeyden daha bahsediyor; Allahû Tealâ, mü'minlerin tövbelerini kabul ederek onları Allah'a ulaştırır. Mü'minlerin tövbeleri de mürşidin önünde yapılan tövbedir. Sevgili izleyenler ve dinleyenler, Furkân Suresinin 71. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ bu ifadeyi aynen kullanıyor. Burada kullanınlan, “yetûballâhu: Allah tövbelerini kabul edecektir.” diyor. alel mu’minîne vel mu’minât: Mü'minlerin ve mü'minelerin (kadın ve erkek mü'minlerin tövbelerini). Ayrıca Allahû Tealâ'nın onlara mağfiret edeceği de; Allahû Tealâ: “gafûren rahîmâ” diyor; hem rahmet göndereceğini söylüyor “rahîma” esmasıyla, hem de “gafûren” diyerek Allah'ın mağfiret sahibi olduğunu ifade ediyor.
Bakınız, Furkân Suresinin 70 ve 71. âyet-i kerimelerine beraberce bakalım sevgili izleyenler ve dinleyenler. Furkân-69'da Allahû Tealâ diyor ki:
25/FURKÂN-69: Yudâaf lehul azâbu yevmel kıyâmeti ve yahlud fîhî muhânâ(muhânen).
Kıyâmet günü onun azabı kat kat artar. Ve orada alçaltılmış olarak ebediyyen kalır.
yudâaf lehul azâbu: Onların azapları artacaktır.
yevmel kıyâmeti: Kıyâmet günü.
ve yahlud fîhî muhânâ: Ve orada alçaltılarak ebediyyen kalır.” diyor Allahû Tealâ.
Şimdi Furkân-70'e geliyoruz.
25/FURKÂN-70: İllâ men tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât(hasenâtin), ve kânallâhu gafûran rahîmâ(rahîmen).
Ancak kim (mürşidi önünde) tövbe eder (böylece kalbine îmân yazılıp, îmânı artan) mü’min olur ve salih amel (nefs tezkiyesi) yaparsa, o taktirde işte onların, Allah seyyiatlerini (günahlarını) hasenata (sevaba) çevirir. Ve Allah, Gafur’dur (günahları sevaba çevirendir), Rahîm’dir (rahmet nuru gönderendir).
“illâ men tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan: Ama tövbe eden (bu tövbe, mürşidin önünde yapılan bir tövbe) ve böylece âmene: Mü'min olan, ve amile amelen sâlihan: Salih ameller ile amel eden kişiler hariç.” diyor.
Ne olmuş şimdi? Kişi tövbe ediyor mürşidin önünde ve mü'min oluyor, kalbine îmân yazıldığı için. Bugünkü dersimizde epeyce bu konuyu anlattık. Mürşide tâbî olan kişinin, Allah göğsünün kalbindeki mührü açıyor, kalbin içindeki küfür kelimesini dışarıya alıyor, kalbinin içine îmânı yazıyor. Böylece kişi bu tövbenin sonunda mü'min oluyor. Ve aynı zamanda nefsinin kalbindeki îmân kelimesi o kişi zikir yaptıkça kalbine Allah'ın nurlarını davet ettiği için, o nurlar kalbin içinde toparlandığı için nefs tezkiyesine başlar. İşte bu “amelen sâlihan”dır. Salih ameller, nefsi ıslâh edici amellerin işletmesini tevhid eder.
Ondan sonra ne diyor Allahû Tealâ?
“fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât: Onların bütün günahları hasenata (sevaba) çevrilir.” diyor, “Bütün negatif dereceleri pozitif derecelere çevrilir.” diyor Allahû Tealâ.
ve kânallâhu gafûran rahîmâ: Ve Allah (bakınız, aynı ifadeyi kullanıyor) “Gafûr'dur; onların günahlarını sevaba çevirendir, mağfiret edendir. Ve Rahîm'dir; Rahîm esmasıyla tecelli ederek bu sonuçlara onları ulaştırır.” diyor.
Şimdi buradaki, görüyorsunuz ki Allahû Tealâ'nın söylediği “gafûran rahîmen” aynen burada da var.
Ve 71:
25/FURKÂN-71: Ve men tâbe ve amile sâlihan fe innehu yetûbu ilâllâhi metâbâ(metâben).
Ve kim (mürşidi önünde) tövbe eder ve salih amel (nefs tezkiyesi) işlerse, o taktirde muhakkak ki o, tövbesi kabul edilmiş olarak Allah’a ulaşır (hayattayken ruhu Allah’a ulaşır).
ve men tâbe ve amile sâlihan fe innehu yetûbu ilâllâhi metâbâ: Kim ki böyle bir tövbeyi yapar ve salih ameller işlemeye, nefsi ıslâh edici ameller işlemeye başlar, muhakkak ki onlar, tövbeleri kabul edilmiş olarak Allah'a geri dönerler, Allah'a ulaşırlar, ruhları Allah'a ulaşır.
Şimdi burada Allahû Tealâ'nın “amile sâlihan” ifadesini; “Yararlı işler işleyen kimse müstesnadır.” diyor. Yani tövbeyi, “Ancak tövbe eden, îmân edip yararlı işler işleyen kimse müstesnadır.” Sevgili izleyenler ve dinleyenler, öylesine Allah'ın hakikatlerinden uzak mülâhazalarla yazılar yazılıyor ki, Türkçe'ye çeviriliyor ki Kur'ân-ı Kerim, bu tövbeyi alelâde bir tövbe olarak kabul ediyor kişi, bunu yazan kişi. Allah'ın, mürşidin önünde tövbe edilmesini 11 defa insanların üzerine farz kıldığından haberdar olmayan, o tövbeyi hiçbir zaman gerçekleştirmeyen insanlar bunları yazıyor işte: “Tövbe eden, yani ‘Ya Rabbi, benim günahımı affet.’ diyen insan, yararlı işler işleyen kimse müstesnadır.” Bazı iyiliklerde bulunan, bir de ara sıra namaz falan kılan insan yararlı işler işlemiş oluyor, onlar müstesnaymış. “Çünkü Allah bunların kötülüğünü iyiliğe çevirir.” İnsan yararlı işler yapıyorsa, her neyse o yararlı işler, o yararlı işler yaptıkları için Allah onların günahlarını sevaba çevirirmiş. Tabiî bu kardeşlerimiz de bunları yazanlar da herhâlde yararlı işler yaptıklarını düşünüyorlardır. Öyleyse onların da günahları sevaba çevirilecektir. Sevgili izleyenler, böyle bir saçmalığı düşünebiliyor musunuz? Allah'ın mağfiretini, bağışlamak olarak değerlendiriyorlar.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, Allahû Tealâ 3 çeşit tövbeden bahsediyor:
1- Bir insanın, bunların zannettikleri gibi, kendi kendine Allah'a bir günah işledikten sonra tövbe etmesi ve günahının affını Allahû Tealâ'dan talep etmesi. Bu, kişinin Allah'a günahları sebebiyle normal tövbesi.
Tövbenin kaç çeşit olduğundan haberdar olmayan insanlar, aynı tövbeyi burada da geçerli zannediyorlar. Mürşidin önünde yapılan tövbeyle kişinin kendi kendine yaptığı tövbeyi aynı zannediyorlar. Öyle bir tövbe yapıyor ki kişi, tövbe ediyor, bir de yararlı iş işliyor, birkaç kişiye iyilik ediyor, ara sıra da namaz kılıyor, tamam, onların günahlarını Allahû Tealâ sevaba çevirecek. Olacak iş mi sevgili izleyenler ve dinleyenler? Bu, 300'den fazla kasette anlattıklarımızı, bütün Kur'ân-ı Kerim'i bu insanlar hiçe sayıyorlar.
Tövbenin birincisi kişinin kendi kendine Allah'tan günahını affetmesini dilemesidir. Allahû Tealâ dilerse affeder, dilemezse affetmez. Bir garantisi hiçbir zaman yoktur.
2- Ama eğer bir insan hacet namazını kılmışsa, Allahû Tealâ onu 13. basamakta mürşidini göstermişse ve bu kişi 14. basamakta mürşidine ulaşmışsa (bunun da bir sürü şartı var sevgili izleyenler ve dinleyenler, bu sualin cevapları arasında söyleyecek kadar kısa bir şey değil) bu şartları gerçekleştiren bir insan, mürşidinin önünde tövbe ederse o zaman Allahû Tealâ onun bütün günahlarını sevaba çevireceğini söylüyor.
İşte Allahû Tealâ, “Büyük günahları işleyenler bile affımdan ümitlerini kesmesinler.” diyor.
39/ZUMER-53: Kul yâ ıbâdiyellezîne esrefû alâ enfusihim lâ taknetû min rahmetillâh(rahmetillâhi), innallâhe yagfiruz zunûbe cemîâ(cemîan), innehu huvel gafûrur rahîm(rahîmu).
De ki: "Ey nefsleri üzerine israf yüklemiş (haddi aşmış) kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Muhakkak ki Allah, günahların hepsini mağfiret eder (sevaba çevirir). O, muhakkak ki O; Gafûr’dur (mağfiret eden), Rahîm’dir (rahmet nuru gönderen)."
Bunun için öyle söylüyor. En büyük günahı işlemiş olsa adam ne yazar? Gidip de Allah'a ulaşmayı dilerse, Allah'ın yardımıyla mürşidine ulaşırsa, önünde diz çöküp tövbe ettiği zaman bu insan ki daha evvel Allahû Tealâ onun kalbindeki ekinneti alacaktır, hicab-ı mestureyi alacaktır, kulaklarındaki vakrayı alacaktır, kişinin kalbinin nur kapısını Allah'a çevirecektir, göğsünden kalbine nur yolunu açacaktır, kişiyi huşûya ulaştıracaktır, ondan sonra ona mürşidini gösterecektir. Bu standartlar içinde mürşidine ulaşan kişi, Allah'tan tam 10 tane yardım almış olur. Mürşidine ulaştığı an kalbinin mührü açılır, kalbinin içindeki küfür kelimesi alınır, kalbinin içine îmân yazılır. İşte bu kişinin Allah bütün günahlarını, Allah bu kişiye bu 10 tane yardımı gerçekleştirdikten sonra, onun bütün günahlarını sevaba çevirir. Çünkü o kişi Allah'a ulaşmayı dileyen bir kişidir, kurtulmayı hak etmiştir. Sevgili izleyenler ve dinleyenler, mürşidin önünde yapılan bir tövbe, o kişinin bütün günahlarını sevaba çevirir.
3- Bir de üçüncü bir tövbe var: Tövbe-i Nasuh. Kişi ne zaman ihlâs makamına ulaşır da ihlâs makamının neticesi olarak 7 tane gök katını ve 7. gök katının da 7 tane âlemini ta Sideretül Münteha'ya kadar Allah ona gösterirse, Sidretül Münteha'yı gördüğü anda Allah onu Tövbe-i Nasuh'a davet eder. Nefsinin kalbinde hiç afet kalmamış olan bu kişi, Allahû Tealâ tarafından Tövbe-i Nasuh'a davet edilir ve başının üzerinde salâh nuru oluşur.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, 3 çeşit tövbe ve sonuçları. Bütün bu tövbelerden haberdar olmayan insanlar, Kur'ân-ı Kerim mealleri vermişler ve bu hâle getirmişler. Türkçeye öyle bir Kurân-ı Kerim ulaştırmışlar ki; hiç kimsenin oradan öğrendikleriyle bir hedefe ulaşması, kurtuluşa ulaşması mümkün değil. Görünmeyen eller, bütün kurtuluş kapılarını kapatmış sevgili izleyenler ve dinleyenler. Artık hiç kimse Allah'a ulaşmayı dilemekten bahsetmez olmuş. Hiç kimse mürşide ulaşmaktan bahsetmez olmuş. Mü'min olmanın ne olduğu tamamen unutulmuş. Dalâletten nasıl kurtulacağını kimse bilmiyor. Ve tövbelerin arasındaki farkın da kimse farkında değil. Farkın farkında olmamak sevgili izleyenler ve dinleyenler. Günümüz dîn öğreticileri için Allah'tan mağfiret dileriz.
Allah razı olsun.
2. suali:
SORU: “Herkes ‘Allah'ı seviyorum’ diyor. İnsan Allah'ı seviyorsa bunu nasıl ispat etmelidir, açıklar mısınız?” diyor.
CEVAP: Allah'ı seviyorsanız bilin ki sevgi fedakârlıktır. Ne kadar seviyorsunuz? Eğer günde iki buçuk saat zikir yapıyorsanız Allah'ı %10 seviyorsunuz demektir. Çünkü 24 saat zikri Allahû Tealâ size emretmiş. Allah için zikrediyor musunuz? Bu aynı zamanda kendiniz için zikirdir. Ne kadar zikredebiliyorsanız o kadar seviyorsunuz Allahû Tealâ'yı. Ne kadar uykusuz kalabiliyorsunuz Allah için? Allah'ı o kadar seviyorsunuz.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, Allah'ı sevmek “Ben Allah'ı seviyorum.” demekle olmaz. Allah yolunda fedakârlık etmekle Allah'ı sevmek mümkündür. Bu fedakârlığa dikkatle bakın, Allah yolunda fedakârlık etmek. Bütün sahâbe Allah yolunda büyük fedakârlıklar ederek o büyük hedeflere ulaştılar. Hepsi daimî zikrin sahibi oldu, ihlâs makamının ve salâh makamının sahipleri oldular, mürşid olmak şerefine erdiler.
Öyleyse Allah'ı ne kadar zikrediyorsanız, 24 saati %100 kabul edin, bu 24 saat içinde ne kadar zikrediyorsunuz? Rahatınızdan ne kadar fedakârlık edebiliyorsunuz Allah için? Namazlarınızı kılıyor musunuz? Ne kadar kılıyorsunuz? Oruçlarınızı tutuyor musunuz? Ne kadar tutuyorsunuz? Allah için başka insanlara yardım ediyor musunuz? Ne kadar ediyorsunuz? Hepsi için ayrı ayrı bir puanlama getirin. Her 24 saatlik zaman parçasının bütününü kalp zikriyle geçirmeniz Allah'ı %100 sevdiğinizi ifade eder. Siz böyle bir süre içerisinde kendinizi zaten başkalarının yardımına adamış olursunuz. Ve her açıdan Allah için değerli bir insan olursunuz. Allah razı olsun.
3. suali:
SORU: “Bugün Türkiye'nin dîninin İslâm olduğu söyleniyor. Herkesin nüfusunda da İslâm yazıyor.” diyor. “İslâm nedir?” diyor.
CEVAP: İslâm kelimesi, Allah'a teslim olan demektir. Müslüman kelimesi de Allah'a teslimi gerçekleştirmiş olan demek. Müslim kelimesi de aynı anlama geliyor. “Slm” kökünden gelen bu kelimelerin en önemlisi teslim kelimesidir. Kim ruhunu (22. basamak), fizik vücudunu (25. basamak) ve nefsini (27. basamak) Allah'a teslim ederse, bu teslim keyfiyetinin sonucunda ancak o zaman kişi İslâm olur. İslâm olmak şerefine ancak o zaman erer. Bilin ki, kâinatta Allah'a teslim olmaktan başka bir dîn hiç olmamıştır. Ve adı teslim olmak, Allah'a teslim olmak demek olan İslâm dînini yaşadıklarını zannedenlerin, teslimi, bırakınız teslim olmayı Allah'a, Allah'a teslim olmanın ne olduğundan haberleri yok insanların. Allah razı olsun.
İzmir'den S. K. kardeşimiz diyor ki:
SORU: “Allahû Tealâ; onlar âyetlerimden gâfil olanlardır diyor.” diyor. “Bu gâfil olanlar kimlerdir? Gâfil olmamamız için ne yapmamız lâzım?” diyor kardeşimiz.
CEVAP: Gâfil olmamanız için Allah'a teslim olmanız lâzım. Sevgili izleyenler ve dinleyenler, bir insan Allah'ın âyetlerinden gâfilse ne olur? Allah'a ulaşmayı dilemez. Allah'ın onlara “Allah'a ulaşmayı dileyeceksiniz.” diye emretmesi, onların umurunda bile değildir. Çünkü o âyeti, Allah'ın “Allah'a ulaşmayı dileyin.” âyetini değerli kabul etmiyorlar. Bir farz emir olarak düşünmüyorlar. Ama Allahû Tealâ da hükmünü koyuyor. Hadi gelin beraber bakalım. Ne diyor Allahû Tealâ? Yûnus-7 ve 8:
10/YÛNUS-7: İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatmeennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).
Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah’a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.
10/YÛNUS-8: Ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).
İşte onların kazandıkları (dereceler) gereğince varacakları yer ateştir (cehennemdir).
“innellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatmeennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn, ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn.”
Allahû Tealâ diyor ki:
innellezîne lâ yercûne likâenâ: Onlar Bize mülâki olmayı dilemezler. Yani ruhlarını şu dünya hayatını yaşarken Bize ulaştırmayı dilemezler.
ve radû bil hayâtid dunyâ: Dünya hayatından razıdırlar.
vatmeennû bihâ: Onunla, dünya hayatını yaşamakla mutmain olurlar, doyuma ulaşırlar. “Onlar için doyum, dünya hayatı doyumudur sadece.” diyor.
Ve konumuza geldik:
vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn: Onlar Bizim âyetlerimizden gâfil olanlardır.
Yani Allahû Tealâ diyor ki: “Bizim âyetlerimizin arasında, ruhunuzu Allah'a ulaştırmanız üzerinize tam 11 defa farz kılınmıştır. Ve bunun için başlangıçta Allah'a ulaşmayı dilemek mecburiyetindesiniz. Dilemiyorsanız, Bizim âyetlerimizden gâfilsiniz, âyetlerimizi bilmiyorsunuz demek.”
Şimdi bütün bu Kur'ân meallerini yazanlara soruyorum: Allah'a ulaşmayı diliyor musunuz? Dilemiyorsunuz. Dilemiyorsanız, Allah'ın âyetlerinden gâfilsiniz. Ve Allah'ın âyetlerinden gâfil olmaktan kurtulmak son derece basit bir şey: Allah'a ulaşmayı dileyeceksiniz. Bu noktadan itibaren adım adım adım önünüzde ufuklar açılacak. Evvelâ Allahû Tealâ'nın 11 defa ruhunuzu Allah'a ulaştırmayı üzerinize 9 tane direkt emirle, 2 tane 3 yemininizi birden emreden emirle 11 defa üzerinize farz kıldığını öğreneceksiniz. Allah'ın âyetlerinden gâfil olmak. Allah'a ulaşmayı dilemeyen herkes için “Onlar Allah'ın âyetlerinden gâfildir.” diyor Allahû Tealâ.
Devam ediyor, ötesi de daha korkunç: “Onların gidecekleri yer ateştir, cehennemdir.” diyor Allahû Tealâ.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, burada sizlere masal anlatmıyoruz. Burada sizlere Kur'ân-ı Kerim'i şerh ediyoruz, Kur'ân-ı Kerim'in bütününü göz önüne alarak, bütününe göre hüküm vererek. Âli İmrân Suresinin 119. âyetini hatırlayın. Ne diyordu Allahû Tealâ sahâbe için?
3/ÂLİ İMRÂN-119: Hâ entum ulâi tuhıbbûnehum ve lâ yuhıbbûnekum ve tu’minûne bil kitâbi kullihi, ve izâ lekûkum kâlû âmennâ, ve izâ halev addû aleykumul enâmile minel gayz(gayzi), kul mûtû bi gayzikum, innallâhe alîmun bi zâtis sudûr(sudûri).
İşte siz (mü'minler) böylesiniz, siz onları seversiniz ve onlar sizi sevmezler ve siz kitabın tamamına îmân edersiniz. Ve sizinle karşılaşınca “Biz îmân ettik.” dediler, yalnız kaldıkları zaman, size karşı öfkelerinden parmak uçlarını ısırdılar. De ki: “Öfkenizden ölün.” Muhakkak ki Allah, sinelerde olanı en iyi bilendir.
“Ey sahâbe! Onlar size buğz ettikleri hâlde, siz onlara karşı gene de muhabbet beslersiniz. Çünkü siz Kitab'ın bütününe, küllüne, tamamına îmân edersiniz.” Yani: “Oradaki bütün farzları gerçekleştirirsiniz. Siz bütün hükümlerinizi Kur'ân'ın bütününe göre verirsiniz. Yaşantınız Kur'ân'ın bütününü tahakkuk ettirmek üzeredir.” diyor Allahû Tealâ.
İşte İslâm'ın 5 tane şartıyla hareket etmeyi kendinize amaç edindiğiniz zaman, bütünü tamamen devre dışı bıraktınız, Allah'ın âyetlerinden gâfil oldunuz. Çünkü Allahû Tealâ'nın hidayetini inkâr ediyorsunuz. Allahû Tealâ, hidayetini inkâr edenlerin, saklayanların mutlaka cehenneme gideceğini ve Allah'ın lânetine muhatap olacağını söylüyor.
“Onlar ki Allah'ın âyetlerini ve özellikle hidayeti ketmederler.” diyor. Bakara-159. “Allah da onlara lânet eder, lânet edenlerin hepsi de onlara lânet eder.” diyor Allahû Tealâ.
2/BAKARA-159: İnnellezîne yektumûne mâ enzelnâ minel beyyinâti vel hudâ min ba’di mâ beyyennâhu lin nâsi fîl kitâbi, ulâike yel’anuhumullâhu ve yel’anuhumul lâinûn(lâinûne).
Muhakkak ki, beyyinelerden indirdiğimiz şeyleri ve hidayeti (ölmeden evvel ruhun Allah'a ulaştırılmasını) Kitap'ta insanlara açıklamamızdan sonra gizleyenlere, işte onlara, Allah lânet eder ve lânet ediciler de onlara lânet eder.
Öyleyse sevgili izleyenler ve dinleyenler, başka nerede geçiyor bu acaba, Allah'ın âyetlerinden gâfil olma keyfiyeti? A'râf-146'da geçiyor. Ne diyor Allahû Tealâ?
7/A'RÂF-146: Se asrifu an âyâtiyellezîne yetekebberûne fîl ardı bi gayril hakkı ve in yerev kulle âyetin lâ yu’minu bihâ ve in yerev sebîler ruşdi lâ yettehızûhu sebîlen ve in yerev sebilel gayyi yettehızûhu sebîlâ(sebîlen), zâlike bi ennehum kezzebû bi âyâtinâ ve kânû anhâ gâfilîn(gâfilîne).
Yeryüzünde haksız yere kibirlenen kimseleri, âyetlerimizden çevireceğim. Bütün âyetleri görseler, ona inanmazlar. Eğer rüşd yolunu görseler, onu yol edinmezler. Ve gayy yolunu görseler, onu yol edinirler. Bu; onların, âyetlerimizi yalanlamaları ve ondan gâfil olmaları sebebiyledir.
“se asrifu an âyâtiyellezîne yetekebberûne fîl ardı bi gayril hakkı: Haksız yere yeryüzünde kibirle dolaşanlar var ya” diyor Allahû Tealâ, “Allah onlara âyetlerinin gerçek anlamını açıklamaktan sarf-ı nazar eder.”
ve in yerev kulle âyetin lâ yu’minu bihâ: Onlar bütün âyetlerini görseler Kur'ân-ı Kerim'in, inanmazlar, onlara inanmazlar.
ve in yerev sebîler ruşdi lâ yettehızûhu sebîlen: Onlar irşad yolunu, o yolun başındaki mürşidi gördükleri zaman irşad yolunu kendilerine yol olarak kabul etmezler.
ve in yerev sebilel gayyi: Eğer gayy yolunu görürlerse.
yettehızûhu sebîlâ: O yolu kendilerine yol ittihaz ederler.
Görüyor musunuz sevgili izleyenler ve dinleyenler, ne kadar açıkça diyor Kur'ân-ı Kerim.
“zâlike bi ennehum kezzebû bi âyâtinâ ve kânû anhâ gâfilîn: “Bunun sebebi” diyor Allahû Tealâ, “onların irşad yoluna girememelerinin, mürşide tâbî olamamalarının, gayy yolunu (“tâbî olamamışlarsa, olamayan herkes gayy yolundadır.” diyor Allahû Tealâ, “cehenneme gidecektir.”) “Gayy yolunu tercih edenlerin, bunu tercih etme sebebi, bunun sebebi” diyor Allahû Tealâ, “Allah'ın âyetlerinden gâfil olmalarıdır.”
kânû anhâ gâfilîn: Onlardan, Allah'ın âyetlerinden gâfil olmalarıdır.
Ve ondan evvel de Allah'ın âyetlerini tekzip etmeleri, yalanlamaları.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, bugün ne yazık ki dîn âlimlerimizin çoğu insan ruhunun Allah'a ölmeden evvel ulaşmasını inkâr ediyorlar. Kur'ân-ı Kerim'de 11 defa üzerlerine farz kılınan bir hususu inkâr etmek büyük yanlışlığının içindeler. Gerçekten acınacak bir durum sevgili izleyenler ve dinleyenler.
Bunun müdafaasını yapan, soyadı Ateş olan kardeşimiz, yazdığı Kur'ân-ı Kerim mealinde diyor ki: “Ruh, insana hayat veren vücuttur. Ruh insana hayat verir. Azrâil (A.S) gelir, ruhumuzu alır. Ruh hayat verdiği için, artık hayat verecek bir varlık kalmamıştır, ölmüşüzdür. Ondan sonra, bu ruhumuzu alarak bizi öldürdükten sonra, Azrâil (A.S) ruhumuzu Allah'a ulaştırır. Hiç kimsenin ruhu ölmeden evvel Allah'a ulaşamaz.” diyor.
Ruhun insana hayat verdiğini iddia ediyor. Sevgili izleyenler ve dinleyenler. Bu zat bir profesör. Hayatı veren Allah'tır. Ruh da bir mahlûktur. Ruhun hayat vermekle uzaktan yakından bir alâkası yoktur. Nereden, hangi bilgiye istinaden bunları söylüyorlar, inanılır gibi değil sevgili izleyenler ve dinleyenler, sevgili öğrenciler.
Yolumuz çetin. Çünkü hepsine yeni baştan bir dîn öğretimi mutlaka gerekiyor. Asırlardan beri yazılan kitapların ışığı değil, karanlığı altında, insanlar Kur'ân-ı Kerim'i unutmuşlar. Dînlerinin temel kaynağını unutmuşlar ve kitapların yazdıklarını doğru zannediyorlar. Böyle bir dizaynda elbette Allah'ın âyetlerinden gâfil olur insanlar.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, âyet-i kerime orada bitmiyor. Devam ediyor Allahû Tealâ. Son sözü neydi, son söylediğimiz şey?
“Onların Allah'ın âyetlerinden gâfil olmaları, onların Allah'ın âyetlerini tekzip etmeleri, yalanlamaları, doğruları yanlış göstermeleri ve Allah'ın âyetlerinden gâfil olmaları sebebiyledir.”
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, son derece açık bir sonuçla karşı karşıyayız. İrşad yolu, bir insanın mutlaka mürşidine tâbî olmasını gerektirir. Kim tâbî değilse o irşad yolunda değildir. Yani Kur'ân-ı Kerim tabiriyle gayy yolundadır. “Gayy yolunda olanların da hepsi Allah'ın âyetlerinden gâfil olanlardır.” diyor Allahû Tealâ. Ondan sonra diyor ki:
7/A'RÂF-147: Vellezîne kezzebû bi âyâtinâ ve likâil âhirati habitat a’mâluhum, hel yuczevne illâ mâ kânû ya’melûn(ya’melûne).
Ve onlar ki; âyetlerimizi ve ahirete ulaşmayı (hayatta iken ruhun Allah’a ulaşmasını) tekzip ettiler (yalanladılar) ve onların amelleri, heba oldu (boşa gitti). Onlar, yaptıklarından başka bir şeyle mi cezalandırılır?
“vellezîne kezzebû bi âyâtinâ ve likâil âhirati habitat a’mâluhum: Onlar ki âyetlerimizi tekzip ederler ve 'likâil âhirati: Sonrakini (yani insan ruhunun vücudundan ayrıldıktan sonraki hedefini, Allah'a ulaşmayı) inkâr ederler. Onların bütün amelleri boşa gitmiştir.”
Aynı ifade asıl şekliyle Kehf Suresinin 105. âyet-i kerimesinde yer alıyor. Allahû Tealâ diyor ki:
18/KEHF-105: Ulâikellezîne keferû bi âyâti rabbihim ve likâihî fe habitat a’mâluhum fe lâ nukîmu lehum yevmel kıyameti veznâ(veznen).
İşte onlar, Rab’lerinin âyetlerini ve O’na mülâki olmayı (ölmeden evvel ruhun Allah’a ulaşmasını) inkâr ettiler. Böylece onların amelleri heba oldu (boşa gitti). Artık onlar için kıyâmet günü mizan tutmayız.
“Onlar ki Allah'a ulaşmayı, hidayeti, Allah'a ulaşmayı inkâr ederler. Allah'ın âyetlerini nakzederler, yalanlarlar ve Allah'a ulaşmayı (hidayeti) inkâr ederler. Onların amelleri boşa gitmiştir.” diyor, “habitat a’mâluhum” diyor.
Öyleyse Kehf Suresinin 103. âyet-i kerimesine gelin beraberce bakalım sevgili izleyenler. Allahû Tealâ ne diyor?
18/KEHF-103: Kul hel nunebbiukum bil ahserîne a’mâlâ(a’mâlen).
De ki: “Ameller açısından en çok hüsrana uğrayanları size haber vereyim mi?”
18/KEHF-104: Ellezîne dalle sa’yuhum fîl hayâtid dunyâ ve hum yahsebûne ennehum yuhsinûne sun’â(sun’an).
Onlar, dünya hayatında amelleri (çalışmaları) sapmış (kaybettikleri dereceler, kazandıkları derecelerden daha fazla) olanlardır. Ve onlar, güzel ameller işlediklerini zannediyorlar.
Allahû Tealâ Kehf-104'te şöyle diyor:
ellezîne dalle sa’yuhum: Onlar mesailerini (çalışmalarını) dalâlete düşürmüşlerdir.
fîl hayâtid dunyâ: Dünya hayatında.
ve hum yahsebûne ennehum yuhsinûne sun’â: “En güzelini yaptıklarını zannediyorlardı.” diyor, onlar.
Tıpkı bizim sevgili âlimlerimiz gibi.
105. âyet-i kerimesinde diyor ki:
18/KEHF-105: Ulâikellezîne keferû bi âyâti rabbihim ve likâihî fe habitat a’mâluhum fe lâ nukîmu lehum yevmel kıyameti veznâ(veznen).
İşte onlar, Rab’lerinin âyetlerini ve O’na mülâki olmayı (ölmeden evvel ruhun Allah’a ulaşmasını) inkâr ettiler. Böylece onların amelleri heba oldu (boşa gitti). Artık onlar için kıyâmet günü mizan tutmayız.
“ulâikellezîne keferû bi âyâti rabbihim: Onlar Rab'lerinin âyetlerini küfrederler, örterler.” diyor.
“ve likâihî: Ve O'na (Allah'a) ulaşmayı.
İnsan ruhunun ölmeden evvel Allah'a ulaşması; Allah'a mülâki olmak. “likâe” fiilini kullanıyor Allahû Tealâ burada.
“fe habitat a’mâluhum.”
Gördünüz mü? Gene “habitat a’mâluhum” diyor. Ne yapıyorlar bu insanlar? Allah'ın âyetlerini tekzip ediyorlar, örtüyorlar ve O'na ulaşmayı da tekzip ediyorlar.
“Onların amelleri” gene “boşa gitmiştir.” diyor Allahû Tealâ; “habitat a’mâluhum”
Ötekinde ne diyordu Allahû Tealâ?
7/A'RÂF-147: Vellezîne kezzebû bi âyâtinâ ve likâil âhirati habitat a’mâluhum, hel yuczevne illâ mâ kânû ya’melûn(ya’melûne).
Ve onlar ki; âyetlerimizi ve ahirete ulaşmayı (hayatta iken ruhun Allah’a ulaşmasını) tekzip ettiler (yalanladılar) ve onların amelleri, heba oldu (boşa gitti). Onlar, yaptıklarından başka bir şeyle mi cezalandırılır?
“vellezîne kezzebû bi âyâtinâ ve likâil âhirati.”
İşte âyetin birinci tarafı eşit; kezzebû bi âyâtinâ; Allah'ın âyetlerini tekzip edenler, Allah'ın âyetlerini örtenler. Ve Allah'a ulaşmayı; likâihî. İkincisinde de “likâil âhirati” diyor. Ahiret burada cennet-cehennem değil. Buradaki ahiret kelimesi, Â'raf-147'daki ahiret, Allahû Tealâ'nın ahireti, ahiret kelimesinden oradaki muradı; insan ruhunun Allah'a mülâki olması.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, Allah'ın âyetlerinden gâfil olanların kimler olduğunu gördünüz. Şimdi bu gâfil olanlar, çıkıyorlar karşımıza, diyorlar ki: “Sen âyetleri yanlış yorumluyorsun.” İyi mi sevgili izleyenler ve dinleyenler? Allah'ın ilminden biraz haberdar olmak gerekmez mi acaba bize bunları söyleyebilmek için? Allah razı olsun.
Denizli'den F. Ç. kardeşimiz:
SORU: “Halk arasında bilinen iki kelime var; ahiret ve kıyâmet.”
CEVAP: Sevgili izleyenler ve dinleyenler, kıyâmeti hepiniz biliyorsunuz. Kıyâmet günü Allah'ın bir son günüdür. Ne demek istiyoruz? Allahû Tealâ Enbiyâ Suresinin 30. âyet-i kerimesinde, zamanı nasıl başlattığını söylüyor.
21/ENBİYÂ-30: E ve lem yerallezîne keferû ennes semâvâti vel arda kânetâ ratkan fe fetaknâhuma, ve cealnâ minel mâi kulle şey’in hayy(hayyin), e fe lâ yu’minûn(yu’minûne).
İnkâr edenler (kâfirler), semaların ve arzın bitişik olduğunu görmediler mi? Sonra Biz, o ikisini (birbirinden) ayırdık. Ve her canlı şeyi sudan yarattık. Hâlâ inanmazlar mı?
“Evvelce gökler ve yerler bir idi. Sonra Biz onları fetk ettik; mekânlarından koparttık ve dağıttık.” diyor.
Bir idi, yani bir tek noktadaydı. Uzayları alınmış bir kâinat, sıfır noktasında. Ve Allahû Tealâ uzayları koymaya başlıyor. Bir anda fetk ediyor, koparıyor onları bulundukları yerlerden. Bütün partikülleri, kâinatı vücuda getirmek üzere harekete geçiriyor. Sonsuz hızla harekete geçiyorlar. Bir tek noktadan uzaklaşmaya başlayan hareketle zaman başlıyor. Allah'ın bütün o partiküllere verdiği kinetik enerji, itiş enerjisi bir gün sona eriyor. İşte o gün kıyâmet günü. Artık kâinat büyümüyor. Duruyor. Durduktan sonra da ters hareket başlıyor. Yani büyük kütleler küçük kütleleri kendisine çekmeye başlıyor. Böylece kâinat giderek küçülüyor. Yani bir noktadan uzaklaşma yerine, aynı noktaya yaklaşma başlıyor. Bu, zamanın gelecekten geçmişe dönüşünü ifade eder.
Kıyâmet günü, Sûr'a birinci üflenmesinde, kâinatın büyümesi duruyor. Ve arkasından gravitasyon başlıyor. Zaman tersine dönüyor. Taa zaman başa gidene kadar, birinci sûr devam ediyor ki çok kısa bir zamanda tahakkuk ediyor olay. Zaman, kendi hayatta bulunduğu devreye ulaştığı zaman, her insan mezarından evvelki noktaya gelecek, ölmeden evvelki güne. Allahû Tealâ'nın zamanı geri döndüğünde o insan hayatta. Hayatta olan insan Allah'a doğru yola çıkıyor, yerçekimi kuvveti olmayacağı için. İndi İlâhî'den evvelki birinci bölüme, mahşer meydanına ulaşıyor bütün insanlar. Orada Allahû Tealâ onları, sûr'a ikinci defa üfürterek öldürüyor. Dünya üzerinde birinci defa herkes ölmüş. Kıyâmet günü yaşayanlar, kıyâmet günü ölmüş. Herkesin birinci ölümü tamam. Kıyâmette ikinci defa insanlar öldürülüyor, diriltiliyor zaman geri döndüğü için, sonra da tekrar öldürülüyor; ikinci ölüm. Sonra Allahû Tealâ üçüncü defa sûr'a üfürtüyor; bütün insanları aynı yaşta yeniden canlandırıyor. Ve nefsler berzah âleminden gelerek fizik vücutların içine tekrar giriyorlar. Ve İndi İlâhî'ye ulaşılıyor. Orada, hayat filmlerinin önünde, hayat filmlerini herkes seyrediyor. Buradaki 1000 yıl, oradaki 1 güne eşit olduğu için 100 sene yaşayan bir insanın hayat filmi 2,5 saat içerisinde tamamlanıyor. Allah hesabı çabucak görüyor Mahkeme-i Kübra'da. Kitabınız sağ tarafınızdan veriliyorsa Allah'ın cenneti için ehilsiniz, sol tarafınızdan veriliyorsa cehennem için. Ve herkes önce cehenneme gidiyor. Cehennem görülüyor, cehennemde kalanlar kalıyor. Cennete gidecek olanlar cehennemden ayrılıyorlar aynı gün (kıyâmet günü) ve cennete ulaşıyorlar. İşte kıyâmet dediğimiz olay bundan ibaret sevgili izleyenler ve dinleyenler.
Ahiret kelimesi ise, çok güzel bir sual bu sevgili izleyenler, çünkü bir evvelki sualle de alâkalı konu. Ahiret kelimesi de aslında kıyâmeti ifade ediyor. Bir mânâsı yevm'il âhir; sonraki gün, ahiret günü, cehennem günü veya kıyâmet günü, ikisi de aynı gün gerçekleşecek. Cennet veya cehennem, kıyâmet günü gerçekleşecek olan iki olay. Önce cehenneme gidecekler, cehennemde kalanlar kalacaklar, cennete gidecekler de oradan ayrılıp Allah'ın cennetine gidecekler sevgili izleyenler ve dinleyenler. İşte böyle bir dizayn söz konusu. Ve ahiret kelimesinin bir mânâsı cennet, bir başka mânâsı kıyâmet, bir üçüncü mânâsı da ruhun Allah'a ulaşması.
Evvel ve âhir, Arapçada birisi önce, öteki sonra mânâsına gelen iki kelime. Eğer mürşidinize ulaştığınız günü evvel kabul ederseniz, yevm'il evvel kabul ederseniz, Allah'a ruhunuzun ulaştığı gün yevm'il âhirdir. Kâinatın yaratılmasını evvel kabul ederseniz, kıyâmet günü yevm'il âhirdir. Eğer doğuşunuzu yevm'il evvel kabul ederseniz, öldüğünüz gün yevm'il âhirdir.
Öyleyse ahiret; insan ruhunun Allah'a ulaşması. Bu durumda dîn günü nedir? Bir insanın ruhunun vücudundan ayrıldığı gün. Hakk günü, ruhunun vücudundan ayrılıp Allah'a doğru yola çıktığı gün. Eğer Hakk gününü, Hakk'a ulaşmak için yola çıkma gününü yevm'il evvel kabul ederseniz, ruhunuzun Allah'a ulaşması ahirettir, sonrakidir, sonraki gündür, yevm'il âhirdir veya ahirettir.
Öyleyse ahiret, cenneti ifade eder, ahiret kelimesi cehennemi ifade eder, ahiret kelimesi kıyâmeti ifade eder, ahiret kelimesi ruhunuzun Allah'a ulaşmasını ifade eder. Bu, evvelkiyle sonuç arasındaki dizaynı gösterir sevgili izleyenler ve dinleyenler. Öyleyse bütün güzellikler sizin için. Ve böyle bir dizaynda, kelimeler bu yapıyı ifade ediyor sevgili izleyenler ve dinleyenler.
Bu arada, burada ikindi ezanı okunmaya başlandı. Eğer uygun görürseniz ikindi namazımızı inşaallah kılmak istiyoruz. Siz de iştirak edebilirsiniz. Ama biz ikindiyi kılarken belki siz yatsıyı kılacaksınız. Önemli olan aynı anda kılmak. Tâbî olmak diye bir durumunuz yok. Ama beraber kılabiliriz.
Allah razı olsun.
İmam İskender Ali M İ H R