SOHBETİN ADI: EKONOMİ VE AKTÜEL BİLİM KONULU SUALLER-1
TARİHİ: 02.02.2000
Allah razı olsun. Hepinizin gözlerinden öperek programa başlamak istiyoruz. Es selâmu aleykum ve rahmetullâh ve berekâtuhu. Allah razı olsun.
İstanbul’dan N. Aslan beyin sorusu:
SORU: Sevgili Efendimiz, şu günlerde Avrupa Birliğine (AB) giriş için birtakım çalışmalar yürütülüyor ve gerçekten pembe bir tablo var gibi gözüküyor. Amerika’nın bize büyük destek vermesi, gerçekten hatırı sayılır bir gelişme olarak karşımıza çıkıyor. Öğrenmek istediğimse bütün bu gelişmelere rağmen ekonomik krizden hâlâ silkelenebilmiş değiliz. Yatırımcılar, yatırım yapmak bir yana, bazen işletmelerinden yüzlerce ölçülerde seyreden eleman çıkartmak durumunda kalıyorlar. Tabii ülkemizde var olan birkaç sanayi devini bunların dışında tutuyorum. Acaba diğer yönden diğer ülkelerle doğu-batı arası çatı konumunda lider olmaya oynayan ülkemizin, içerisinde yaşamakta olduğumuz pek de iyi olmayan ekonomik boyut, bir düzeltme trendine girebilir mi? Girerse nasıl girer, buna neler etken olur? Bu konuda değerli açıklamalarınızı bekler, hürmetle ellerinizden öperiz.
CEVAP: Allah razı olsun. El Fâtiha meas salâvât.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, sözlerimize Fâtiha ile başlıyoruz. Osmanlı tarihi boyunca bütün üniversitelerde yapılan bütün konuşmalar, hep Fâtiha ile başlamıştır, Fâtiha ile sona ermiştir. Bu geleneksel statüye uygun olarak biz de hep Fâtiha ile başlarız ve Fâtiha ile bitiririz. “Böyle bir ilmî konuşmada Fâtiha’nın yeri mi olur?” diye düşünenlere ithaf olunur.
Biz, tarihimizle iftihar ederiz. Bu böyle biline! Kim, Osmanlı’nın karşısındaysa, biz onların yanında değiliz. Kimsenin karşısında olmayız ama onların yanında da olmayız.
Öyleyse sevgili izleyenler ve dinleyenler, bugün bilim günümüz. Sizlere her zaman çağın ulaşamadığı standartları, ilmin insanların ulaşabildiği noktasının daha ötesini anlatmakla görevliyiz.
Öyleyse bunca zamandır, Türkiye kriz içinde çalkalanıyor. Çözüm yok mu? Elbette var, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Mesele, çözümün tatbikata konulması. Bu aşama. “Nasıl çözüme ulaşılır?” sualinin klasik iktisatta bir sürü cevabı var. Ama sevgili izleyenler, eğer teorileri bir tarafa bırakırsanız, pratik; bu konunun çözümünün sadece ve sadece, yatırımdan geçtiğini söylüyor.
Öyleyse Napolyon’a soruyorlar: “Savaşı nasıl kazanır kumandanlar? Bunun çözümü ne ile sağlanır? Ne yapılması lâzım?”
“Üç şey.” diyor.
“1- Para.
2- Para.
3- Para.”
O, Napolyon, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Bize o zaman tarihin o devresinde onun söylediği, artık bugün gene bir büyük hakikatin habercisi. Zengin olan ülkeler, en büyük yatırımlarını yapıyorlar, bütün dünyada muhteva oluşturuyorlar. İşte bugün Osmanlı’nın tarihî rolünü, Amerika Birleşik Devletleri üstlenmiş durumda. Okyanuslarda, hülasa dünyanın her tarafında filolar dolaşıyor; Amerikan filoları, uçak gemileri. Bir uçak gemisi denildiği zaman bir şehir düşünün, sevgili izleyenler ve dinleyenler. İçinde 3000 kişiden fazla insan var; bir tek geminin.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, kardeşimizin sorduğu sualin cevabı üç tane:
1- Yatırım.
2- Yatırım ve
3-Yatırım.
Neden Napolyon’u misal verdiğimi şimdi anladınız. Başka bir çözüm yok, sevgili izleyenler ve dinleyenler! Kardeşimiz en büyük yaraya parmak basmış yazısında; bilinçli bir yazı. Bırakınız yatırım yapılmasını, yatırımların devamlı devre dışı kaldığını görmenin hüznünü yaşıyoruz.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, ülkemiz aslında küçüldüğü zannedilen ama giderek büyüyen bir olumsuzlukla karşı karşıya: İstihdam dışındaki kişilerin sayısı yani işsizler ordusu, giderek büyüyor.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, bu tehlikeli gidişe dikkatle bakmanızı istiyorum. İşten ayrılan kişinin, ayırtılan kişinin, işinden atılan kişinin -ki failin böyle olması yerli yerine oturuyor- kardeşimizin söylediği gibi, 100’leri bulan sayıda elemanların fabrikalardan çıkartıldığı, fabrikaların üretim mekanizmalarının, yatırımların kapılarına kilit vurulduğu bir devrede, yeni yatırımların oluşması. Eğer kapatılanlar kadar çalışanı alabilecek olan bir büyüklükte yeni yatırımlar olsaydı, en azından işsizler ordusunun sayısı artmazdı. Ve işinden ayrılanlar da başka işlerde iş bulabilecekleri cihetle büyük bir problemi olmazdı ülkenin. Ama konu öyle değil, sevgili izleyenler ve dinleyenler. İşten ayrılan insanların, yeni bir iş bulabilmeleri, büyük bir problem. Çünkü kapanan iş yerlerinin karşılığı olarak yeni iş yerlerinin açılması olayı, mevcut değil. Sadece iş yerleri kapanıyor. Kendi kendimizin hayat damarlarını kesiyoruz birer birer, sevgili izleyenler ve dinleyenler.
Her çalışan yatırım, her üretim tesisi, sevgili izleyenler ve dinleyenler, bir muhteva içerir; üretim. Bu, ekonomi için katma değerdir. Bu, insanlar için gelirler seviyesi demektir. Her yeni yatırımla, yeni üretim tesisiyle, orada çalışan işçiler mutlaka devreye gireceği için yeni bir dizayn oluşur, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Bu dizayna dikkatle bakın.
Öyleyse böyle bir dizaynı muhtevaya alın, sevgili izleyenler ve dinleyenler ve bakın dikkatle. Yeni yatırım, yeni katma değerse, Gayri Safi Millî Hasıla’yı arttıran bir etkendir. Yani piyasadaki paranın toplamının karşısına, onun satın alabileceği değerlerin miktarını arttıran bir tabloyla karşı karşıyayız. Bunun mânâsı, eğer orta devrede bir enflasyon probleminin çözümüne gideceksek, enflasyonun yenilmesi konusunda, ona galip gelinmesi konusunda bir gayretin sahibi olacaksak, o zaman dikkat edin, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Burada muhteva, her şeyi en güzel şekilde dizayn edecekken, en kötü şekilde dizayn ediyor.
Üretim arttığı sürece, enflasyonun önlenmesindeki en büyük faktör devrededir. Artan üretim (değişmeyen bir toplam para hacmi düşünün), enflasyonist bir ortamda, diyelim ki; 100 ünite mala karşılık 200 ünite para olmuş bir yılda, %50 enflasyon olayı tahakkuk etmiş. Böyle bir devrede, para boyutuna dokunmayın ama üretim boyutunu devamlı arttırın. Üretim boyutu arttıkça yani 200’e karşı 100’den 150’ye çıkacak, 190’a çıkacak, 200’e çıkacak. 200’e çıktığı zaman enflasyon meselesi bitmiştir o ülkede, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Ama ekonominin ihtiyaçları devamlı büyüdüğü için yatırılacak para miktarının devamlı artması, ne yazık ki eşyanın tabiatına uygun bir zorlayıcı faktördür.
Öyleyse böyle bir dizaynda yükselen üretim, daha evvel yükselmiş olan parayı yakalamaya çalışır. Aradaki ekar, aradaki farklılık kısaldıkça, köprünün iki ucu birbirine yaklaştıkça, enflasyon da o ölçüde azalacaktır. Onun için üretimin en üst boyutlarda arttırılması, çözümün temelini teşkil eder. Bu ise atıl kapasitelerin, mevcut işyerlerindeki kullanılmayan kapasitelerin devreye girmesinin ötesinde -ki bu devreye girme, hiçbir zaman gerçek anlamda sonuç sağlayamaz- onun ötesinde mutlaka yeni yatırımlara ihtiyaç gösterir. Her yeni yatırım, yeni bir üretim demektir, yeni bir üretimi devreye alacak, demektir.
Öyleyse her yeni üretim, toplam arzı arttıracak olan bir özelliği mutlaka sergiler. Bu, 1. faktör. Üretimin artışı, para hacmi değişmediği takdirde, para miktarıyla üretimdeki toplam arzı birbirine yaklaştırdığı sürece, toplam arzı arttırarak değişmeyen bir para hacminin var olduğunu kabul ediyorum. Toplam üretimi arttırarak oraya yaklaşırsanız, o zaman ülkedeki enflasyonu adım adım orta vadede, mutlaka durdurursunuz.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, polis tedbirlerle ekonomi canlandırılmaz, ekonomi darboğazları aşamaz. Eğer, “Türkiye Dar Boğazdan Nasıl Kurtulur?” isimli, o küçücük kitapta ne yazdığımızı okursanız, enflasyonun nasıl önleneceği konusunda, onun kaynakları konusunda, üniversitelerin size öğretmediği pek çok çözümü göreceksiniz.
Sevgili izleyenler ve dileyenler, her yeni yatırım, evvelâ yeni üretim demektir. Bu yeni üretimin 1. cephesi, enflasyonu orta devrede önleyici bir faktördür. 2.’si; yeni üretim, Gayri Safi Millî Hasıla’yı yükselten, fert başına düşen Millî Geliri hep arttıran bir özellik taşır.
Gayri Safi Millî Hasıla’nın arz kanadında artışı demek, bütçeye pozitif değerlerin kazandırılması demek.
Öbür taraftan para konusundaki artışına beraberce bakalım. Her yeni yatırımın istihdama aldığı iş gücü, bu işe başlama standardının hemen ötesinde, ücret almaya başlar. Bu, toplam gelirler seviyesinin artışı demektir. Toplam gelirler seviyesinin artışı ise sevgili izleyenler ve dinleyenler, toplam efektif talebin yükselmesi demektir. Bunun mânâsı da aslında çok önemli. Eğer ekonomiye bir yıl içinde normal seviyenin ötesinde yeni mallar üreterek, o yeni malları ekonomiye sokmak istiyorsanız, bu yeni malları, yeniden üretilen, eski seviyenin üzerinde üretilen malları mat edecek olan, çekecek olan, satın alabilecek olan bir gücün var olması lâzım. İşte bu gücün, mevcut seviyenin ötesine çıkması, aslında stok birikimine mâni olan, en kuvvetli çözümdür.
Bugün piyasada para hacminin değişmezliğini düşünün. Aynı miktarda insan çalışsın, aynı miktarda da üretim yapsın. Mutlaka bir paranın mevcut olduğunu düşünüyoruz. Daha büyük para mevcut. Sevgili izleyenler ve dinleyenler, böyle bir dizaynda, ülkenin üretim seviyesi, gelirler seviyesi özelliğini koruyacak, istikrar içinde bir büyüme değil, aynı seviyenin devam ettirilmesi sağlanacaktır.
Şimdi bu seviyenin, yeni yatırımlarla yükseltildiğini düşünün; üretim seviyesinin. Eğer bu yeniden devreye giren, mevcut üretim seviyesinin ötesinde gelişen üretim artışı, onu mat edebilecek olan, onu satın alabilecek olan bir talep piyasada yoksa ambarlara girer ve orada sadece stok birikimi olarak bekler; onları satın alacak olan paranın onları karşılaması için.
Ekonominin toplam talebinin ötesinde üretilen her mal, ihraç edilemediği takdirde, o ülkenin ambarlarının stoklarında bekleyecek olan bir değerdir. Eğer o insanlar bu malları krediyle oluşturmamışsa, onlar için büyük bir problem yok demektir. Ama ya krediyle oluşturdularsa? Satılamayan mallar, stoklarda beklediği sürece, onların devamlı yükselen bir maliyeti söz konusu olacaktır. Çünkü onlar için faiz ödüyor işletme. O zaman işletmenin zarar etmesinin sebeplerinden birisi, stoklarda bekleyen malların boyutudur.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, yatırım neden önemlidir? Çünkü üretimi arttırdığı gibi her yeni yatırım, bir yeni katma değer oluşturacaktır; Gayri Safi Millî Hasıla’yı büyütecektir, üretimi büyütecektir. Ama aynı zamanda gelirler seviyesini de yükselteceği için o fazladan üretilen malı talep edebilecek yeni bir para seviyesi, satın alma gücü ekonomiye girmiş olacaktır.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, dikkat edin. Bu ilâve üretimi mat edebilecek olan para (enflasyonist bir ortamın varlığından bahsediyoruz), eğer yeniden basılan bir para değilse, artan üretim değerlerinin devam ettiği sürece, yeniden para basılmıyorsa, o zaman toplam gelirler seviyesinin büyümesi, üretimle at başı giden bir faktördür. Ama para miktarı artmadığı için enflasyon aynı seviyede büyüyemez. Enflasyon mutlaka aşağı doğru çekilecektir. Çünkü üretim artışı, kesin olarak tahakkuk etmiştir. Onu satın alabilecek olan bir seviye de oluşmuştur ama makro açıdan meseleye baktığınız zaman piyasadaki para miktarında artış yoktur. Eğer yoksa enflasyonun artması değil, hareket halindeki bir piyasada, üretim değerlerinin yükselmesi ve yavaş yavaş arzın, talebe yaklaşmaya başlaması söz konusudur.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, aslında buradaki inceliği fark etmenizi istiyorum. Arz ile talep arasındaki ilişkiler, para miktarıyla üretim arasındaki ilişkilere eşit değildir. Enflasyonun çözümü, para miktarı ile üretim arasındaki ilişkilerdedir. Ekonominin işlerlik kazanması, akıcılığını koruyabilmesi, likiditenin korunabilmesi; toplam üretilen değerlerin, yükselen ücretlerle karşılık taleplerinin oluşmasıyla mümkündür. İkisinin birbirinden ayrı şeyler olduğunu anlatmaya çalışıyorum.
Misali daha açık vermeye çalışayım. Böyle bir enflasyon ortamındasınız. %80 enflasyon var ülkede. Böyle bir seviyede orta vadede enflasyonu çözmek isteyen bir idare ne yapar, yapması lâzım gelen nedir? Yatırımları süratle arttırmak. Bunun sonucu ne olacaktır? Üretimin süratle artması. Piyasadaki para miktarının (%80’lik bir enflasyon devresinde) ne kadar para varsa ülkede, tedavüldeki para hacminin, sirkülasyondaki paranın değişmediğini düşünüyorum. Bu, enflasyonun orta devrede kapatılmasının, sıfırlanmasının en akılcı yoludur.
Değişmeyen bir para hacmiyle devreye girdiniz; ülkede %80 enflasyon var. Ama siz yeni yatırımlarla hem üretimi arttırıyorsunuz hem de onun stoklarda bekleyip de işletmeciye zararlı olmasını önleyecek olan tedbiri de beraberinde getirmiş oluyorsunuz. Çünkü her yeni üretim, yeni istihdam demektir. Yeni istihdamsa gelirler seviyesinin mutlaka yükselmesini ifade eder. Yani toplam efektif talep seviyesi.
Bu büyüme, stoklardaki malın stoklarda kalmasına mâni olacak, ekonominin içine hareket getirecek ve ekonomiyi hareketli tutacaktır. Her yeni üretilen malı satın alabilecek olan bir parasal güç, onun karşısında hazır bekleyecektir. Ama bu, paranın miktarının arttırılmasıyla tahakkuk etmeyecektir. Paranın miktarı aynı kaldığı için üretim seviyesi yükseldikçe, piyasadaki kendisini satın alacak paraya yaklaştıkça, enflasyonun kısıldığını, önlendiğini göreceksiniz, sevgili izleyenler ve dinleyenler.
Öyleyse iki tane faktörü, birbirinden ayırın. Üretim seviyesiyle yani toplam arzla para arasındaki ilişkiler, üretim seviyesiyle onun karşılığındaki gelirler seviyesi ile ilişkilerle eşit değildir. Belki birçok ekonomist, bunun arasındaki farkı anlayamaz. Ama sevgili izleyiciler ve dinleyiciler, biz size teorilerden bahsetmiyoruz. Biz size pratikten bahsediyoruz. Bunu yaşamış birisi olarak konuşuyoruz.
Her zaman çözüm vardır. Bunu hiç unutmayın. Bizim kalbimizde yatan, kafamızda yatan, bize ait olan metot bu değil. Biz enflasyonu bir anda çözmek isteriz. İki aylık bir süre de bizim için yeterlidir. İki ay içerisinde, bütün paranın demoralize edilmesi, yok edilmesi, ifna edilmesi, onun yerine altın karşılıklı bir paranın piyasaya girmesiyle enflasyon, bıçakla kesilmiş gibi durur.
Konumuz bu değil, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Kardeşimiz çok enteresan bir sual sormuş. Bu devrede Ortak Pazara ya da Avrupa Birliğine demek daha doğru hakiki bir deyişle; Türkiye’nin girmesi… Böyle bir dizaynda daha güçlü bir ekonomiyi ayakta tutabilecek olan (hayatta tutabilecek olan daha doğru) bir dizayna ulaşmak mecburiyetinde Türkiye.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, kulvara girmişseniz, bu tarafa doğru koşmanız lâzım. Bitiş, finiş bu tarafta. Ama Türkiye, bu tarafa doğru koşuyor. Bu tarafa, finişe nasıl gidilir, gerçeği gördükten sonra? Finişteki bayrağa doğru, bitişe doğru, kurdeleye doğru koşarak. Türkiye de koşuyor ama ters istikamete.
Ne demek istediğimi anlıyorsunuz, değil mi? Eğer kulvardaysanız, enflasyonu önlemek, üretimi arttırmak, gelirler seviyesini yükseltmek istikametinde bir gayretiniz varsa, bunun tek yolu yatırımdır. Yatırımları ne kadar mümkün olursa, o kadar kısa sürede arttırmak. Halbuki Türkiye bugün, yatırımların devamlı budandığı, yatırımların, işletmelerin kapılarına zincir vurarak yani kilit vurularak işletmelerin kapatıldığı bir devri yaşıyor.
Hükümet mi kapatıyor? Hayır. Hükümeti bu konuda idare edenlerin, bu konuda bir zorlayıcı hükmü hiçbir zaman oluşmamıştır. Ama ekonominin şartları oraya ulaşmıştır, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Her geçen gün yeni işletmelerin kapandığı, her geçen gün yüzlerce işçinin kapı dışarı edildiği, işsiz kaldığı bir ortamda yaşıyor Türkiye. Bu, hükümet tarafından vücuda getirilen, onun zoruyla kapatılan işletmeler. Hayır, öyle bir şey asla yok.
Ama sevgili izleyiciler ve dinleyiciler, gözümüzün önünde bu olaylar cereyan ederken hükümete hiç mi iş düşmüyor? Problemin idarecilerimiz tarafından anlaşılamayan yönü, sevgili izleyenler ve dinleyenler, enflasyonun çevrilmesi için gerekli adımların atılmasını yeterli saymaları. Hayır, sevgili izleyenler ve dinleyenler, düşmanımız sadece enflasyon değil. Düşmanımız, aynı zamanda istihdam; istihdam yetersizliği. Aynı zamanda Gayri Safi Millî Hasıla’daki düşme. Onun yükselmesi gerek, sevgili izleyenler ve dinleyenler.
Öyleyse her ne kadar güreş uzmanları, “Eğer birkaç kişi ile karşılaşırsanız, birer birer savaşmaya çalışın.” derler. Ama hepsine birden çözüm varsa o zaman onu desteklemek mecburiyetindeyiz. Niçin dedik demin? Yarış bu tarafa doğru devam ederken, bizimkiler bu tarafa doğru koşuyor. Bitiş çizgisine değil de anlamsız bir tarafa doğru. Çünkü çok açık olay: Ülkede üretimin düşmesine sebebiyet verecek olan, istihdamın azalmasına sebebiyet verecek olan, vermekte olan ve bunu had safhada görüntülemekte olan bir dizaynı yaşıyor ülke.
Büyük handikapların içinde bir Türkiye görülüyor buradan. O handikapları aşabilecek olan sonuç, kesin olarak palyatif tedbirlerle halledilemez. Ortada zaten tedbir de göremiyoruz. Gördüğümüz şey sadece, enflasyonun azalması konusunda gerçekten bir gayretin sarf edildiği.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, buradaki objektivlere dikkat edin. Hedefler dizisinde asıl hastalığı iyi edecek olan faktör, piyasada görünmüyor.
Enflasyonun önlenebilmesi; sevgili izleyenler ve dinleyenler, para hacmiyle, ekonominin üretim seviyesini dengeye getirmektir. Her safhada olgunlaşabilen bir meyvedir bu. En alt boyutta, en az para ile en az malı karşılaştırırsınız. Fert başına düşen Gayri Safi Millî Hasıla, en az değerdedir ama enflasyonu önlersiniz. En üst boyutta, en çok üretimle, en çok parayı eşit hale getirirsiniz. Gene enflasyonu önlersiniz ama fertlerin refahı artmıştır, fert başına düşen Millî Gelir yükselmiştir; reel parayla. Bu da bir çözümdür.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, Türkiye için giderek düşen bir üretim dizaynı içerisinde, enflasyonların önlenmesi metodu uygulanmaya çalışılıyor. Burda, enflasyonda bir aşama kaydedildiği de bir vakıa. Bir başarının varlığı kesin. Ama sevgili izleyenler ve dinleyenler, artmayan, aşağı inen bir üretim yetersizliği içinde, istihdamdaki kişilerin sayısının artması yerine, o kadarlık bir istihdamdaki kişinin her yıl artması gerekirken (%2,5 seviyesinde), büyük ölçüde azalma görüyoruz ve bu azalma hızlanıyor. Yokuş aşağı giden bir trend izliyoruz.
Öyleyse sevgili izleyenler ve dinleyenler, ne yapılması lâzım? Yapılması lâzımgelen şey, hiç kimsenin gözünün yaşına bakmadan, muhalifler ne söylerse söylesinler, süratle üretimleri arttırmak.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, hep; “Her şeyi devletten beklemeyin.” diye bir söz söylenir, bizim ülkemizde. Doğru bir sözdür. Ama devletin elini ayağını her şeyden çekmesi ve ne olursa olsun “Ben müdahale etmem.” demesi, bize sadece başlangıçtaki Fransız liberalizmini hatırlatıyor. “Laissez faire laissez passer: Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.”
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, o devrelerin çağı çoktan geçti. Şimdi realite devrindeyiz. Bu devre dikkatle bakın. Hiç mi iktidarın, hiç mi hükümette olanların ekonomiye bir faydası olmayacak? Sadece enflasyonu önleme konusunda gayretlerle mi bu gemi yürüyecek? Hani hırsızı hatırlatıyor bize. Nasrettin Hoca’nın evine hırsız girmiş, birçok şeyleri çalmış, götürmüş. Hocanın bağırması, çağırması üzerine bütün komşular toplanmış. Herkes Hoca’yı suçluyor: “Kapıyı neden açık bıraktın? Sen neden lambanı yakmıyorsun, hırsızları beklemiyorsun? Neden şöyle yapmadın, neden böyle yapmadın?” Hoca, yarım saat dinlemiş adamları. En sonunda patlamış: “Ya hu!” demiş. “Meğer bütün suç bizdeymiş!” demiş. “Bu hırsızın” demiş “bu evin mallarını çalan hırsızın hiç mi kabahati yok?”
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, öyleyse çok şeyler yapılabilir mi? Yapılabilir. Demokrasinin işleyen kuralları içerisinde. Ama çok şeyler yapılabilir. Evvelâ şu klasik teorilerin omuzlarımızdaki yükünden kurtulmak mecburiyetindeyiz. Türkiye’de Keynesyen Teori geçerli değildir, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Önce tasarruf oluşur. Tasarruf, aynen yatırıma intikal eder. Gayri Safi Millî Hasıla da harcamalarla, harcanmayan kesimin
yatırıma gitmesi sebebiyle yatırımdan oluşur. Bu, geçerli değildir.
Keynesyen Teorinin sonu, şöyle biter her zaman: “Gelişmekte olan ülkeler, Gayri Safi Millî Hasıla’sı az olan ülkeler, ana paralarını halkın genellikle mülzem ihtiyaçlarına sarf ettikleri ve yatırım için sermaye kalmayan ülkelerdir. Türkiye de bu ülkelerden biridir.” denir. Yani daha açık ifadeyle: “Türkiye, sermaye yetersizliği olan bir ülkedir. Bunun için yatırımlarını yapamaz.” denir.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, bizim yaptığımız araştırmalar ki Devlet Planlama Teşkilatı’nın kütüphanesinde onların hepsi. Eğer bir kısmını imha etmedilerse tabii. Sevgili izleyenler ve dinleyenler, orada bu konuya açıklık getirmiştik. Demiştik ki: “Türkiye’de sermaye yetersizliği diye bir olay, kesinlikle mevcut değildir. Türkiye’de bankalar sistemi ve ekonomi arasında hareket halindeki fonlar geçerlidir. Ve bu fonları yatırımlara sevk edemediğiniz sürece, Türkiye hep böyle, büyük varlıkların sahibi olduğu halde açlıktan kıvranan bir insan manzarası gösterecektir.”
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, bu para nehirleri, ekonomi ile bankalar arasında işleyen para nehirleri, her gün bankalardan ekonomiye akarken, aynı gün ekonomiden de bankalara, aynı miktarda para akar. İster bu parayı yatırımlarda kullanın ister harcamalarda kullanın, netice hiç değişmez. “Değişmezse ne olur mu?” diyeceksiniz. Son derece önemli bir farklılık var, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Herkes zanneder ki bu para, yatırıma girdiği zaman o para gitmiştir, o para bir daha kullanılamaz. Halbuki o yatırımda kullanılan para, aynı gün tekrar bankaya geri döner. Yeni bir yatırımda kullanırsınız, gene aynı gün tekrar bankaya döner, yeni bir yatırımda kullanırsınız, tekrar aynı gün bankaya döner. Tekrar kullanmak üzere daima aynı miktardaki para, hazırdır sevgili izleyenler ve dinleyenler. İşte bu bitip tükenmek bilmeyen hazine, Türkiye’nin elindedir. Emme basma bir tulumba çalışıyor. Önemli olan, hareket halindeki bu fonları, yatırımlarda kullanabilmek. İşte devletin görevi, hükümetin görevi burada başlar.
Öyle bir politika izlenmelidir ki, bu para nehrinden yatırımlara akan kesim, giderek artsın. Türkiye bir sanayi devi olabilir. Türkiye, doğu ile batı arasındaki köprü olmasının, liderliğe oynamasının arkasında, bu büyük hakikati yakalayıp tatbikatına sokabilirse (ki böyle şu anda uygulanan tedbirlerle, bu işin gerçekleşmesi mümkün değildir), yapabilirse o zaman artan Gayri Safi Millî Hasıla, artan fert başına düşen Millî Gelir, katma değer, gelirler seviyesinin yükselmesi, ülkeyi büyük bir refah düzeyine götürebilir.
Onun için devletin şoven tedbirlere başvurması gerekmiyor sevgili izleyenler ve dinleyenler. Özendirmek yeterlidir. İşte burada devlete vazifeler düşüyor; özendirmek. Neyi özendirmek, sevgili izleyenler ve dinleyenler? Yatırımları özendirmek. Ekonomiden birazcık anlayanlar, eğer kafalarında bütünü oluşturabilirlerse, ne demek istediğimizi çok iyi değerlendireceklerdir.
Biliyor musunuz, sevgili izleyeler ve dinleyenler? Türkiye’de bankalarla ekonomi arasındaki bu iki nehrin, bir tanesini sadece %5’ini yatırımlarda kullanabilmek, ülkenin yatırım hacmini %250 arttırıyor. Yani 100 iken 250’ye çıkartıyor; sadece %5’i. Üstelik de özel sektör ve kamu sektörü toplamının.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, hiç dikkat ettiniz mi, biliyor musunuz ki devlet yatırımlarını ne ile yapar? Aldığı vergilerle. Aldığı vergilerden yatırıma ayırdığı miktar, kullanılır ve biter. Yatırım da tamamlanmıştır, o kadar. Yapabileceği o kadardır. Bir atımlık barut var elinde. O barutu her yıl kullanır ve belli bir miktar yatırım yapar. Kaldı ki, son günlere baktığımız zaman korkunç bir tablo görüyoruz; yatırım yok, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Yatırımlar, ülkenin ihtiyacıyla mukayese edilemez bir fukaralık içerisinde.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, yatırımın olmaması, ülkenin en büyük ekonomik problemi, handikapıdır. Süratle yatırımları yükselten bir hedefe yönelmek mecburiyetindeyiz. Kim bilir, ne zaman söylediklerimizin gerçek değeri anlaşılacak? Kim bilir ne zaman, sevgili izleyenler ve dinleyenler, insanlar bir gün Devlet Planlama Teşkilatı’nın kütüphanesine gidecekler? Oradaki yüzdeleri, ülke için uygulanabilirlik alana sokacaklar ve o zaman sonuçlar alınacak. Biz olur muyuz, olmaz mıyız; orasını tabiatıyla Allah bilir. O zaman ancak o araştırmaların kıymeti anlaşılacak. Tıpkı diğer konularda söylediklerimiz gibi, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Şimdilik ülkenin idarecileri, klasik iktisat teorileri ile ya da şu kemerleri kısma politikası dediğimiz modern iktisat teorileriyle ülkeyi idare etmeye çalışıyorlar. Oysaki gelişen çağda sevgili izleyenler ve dinleyenler, ülkenin nabzını, karar merciinde olanlar ellerinde tutuyorlar. Ama böyle bir şeyden genellikle haberleri olmuyor, sevgili izleyenler ve dinleyenler.
Ne demek istiyorum? Ülkenin bütün harekâtı, bilgisayarlardan, bırakınız bir ay süreyle, iki ay süreyle, dört ay süreyle bir açıklığı takiben bilginin karar mercilerine ulaşması söz konusu olurken, aynı günün akşamı bütün bilgiler karar mercilerine ulaşabilir. Artık bilgisayarlar var, sevgili izleyenler ve dinleyenler, internet ağı var. Aynı gün ta dünyanın öbür ucunda alınan da bir sonuç, dünyanın beriki ucuna birkaç saniyede; (Hadi dakikada diyelim. 30 saniyelik bir farklılık oluyor, bildiğiniz gibi bu noktaya ulaşmamızda.) ulaşıyor, habere ihtiyacı olana.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, öyleyse neden bahsediyoruz? Muhtevaya dikkatle bakın. Ne söylüyoruz? Her zaman söylüyoruz ki, çözüm her zaman vardır. Önemli olan, çözümün ne olduğunu anlayan ve o çözüme yaklaşmak isteyen ciddi, sabırlı ve sonucun alınacağından emin insanların, o konunun başında olmaları, sevgili izleyenler ve dinleyenler.
Öyleyse muhtevaya dikkatle bakın. Para nehirleri, özellikle gelişmekte olan ülkelerin, kendilerini toparlayabilmeleri için, gelişmiş ülkeler seviyesine çıkabilmeleri için, belki de onları aşabilmeleri için mutlaka kullanmaları lâzımgelen, bitmez tükenmez bir hazinedir. Bu ekonominin içindeki para, bu hazine rolünü aralıksız oynar. Yeter ki hareket halindeki paradan bir miktarı; meselâ %5’i yatırımlara, yatırım uzmanları tarafından kanalize edilebilsin.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, bunun için Türkiye’de bankaların vazifelerini yapmaları gerekiyor. Bu vazife, bankaların anladıkları klasik vazife değildir. Bankalar, para nehirlerinin sahipleridir. Bu para nehirlerinin bir kısmının yatırımlarda kullanılmasını, gönüllü gönderme talebi sahipleriyle sağlayabilirler. Demokratik bir ülkede, her şey kişisel taleplere bağımlı olmalıdır. Kişinin hür iradesi hiçbir şekilde zedelenmemelidir. Öyleyse diyelim ki, herkese dediniz ki: “Bu ülkenin kalkınmasında çorbada tuzun, senin de tuzunun bulunmasını ister miydin?”
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, bugünkü dizayn içinde bunu söylüyorum. Yani gene bankalar, adına faiz dedikleri bir şeyi vererek mevduat toplayan bankalar olsun, gene bu bankalar aynı standartlarda kredi versinler. Ama paranın bir kısmı da %5’i de, ki şu anda kredi olarak verilen para %10’un ötesindedir, %10 çevresindedir; mevduatın %10’u çevresindedir. Bunun yarısının gönüllü olarak yatırımlara verilmesi için ne yapması lâzım bankaların, bu statü içerisinde?
“Ülkenin kalkınmasına yardımda bulunmak istiyor musunuz? İşte bizim yatırım uzmanlarımız şu, şu, şu alanları tespit ettiler. Bu yatırımlara, siz sadece bugün bizden alacağınız paranın %5’ini bankada bırakmakla, iştirak etmiş olacaksınız ve size bunun hemen sertifikasını bugün teslim edeceğiz.”
Ve böylece bunun gerçekleştiğini düşünelim. Bu herkes alacağı paranın, %5 fazlasını alarak, ihtiyacını %95’ini teşkil eden, aslında %100’ü ifade eden bölümü ile karşılamış olsun. Ama her gün çekilen paranın %5’i yatırımlara gidecek demektir, bunun mânâsı. Ve sevgili izleyenler ve dinleyenler, böyle bir şeyin gerçekleştiğini düşünün:
- Bu, yeni yatırımın süratle devreye girmesi demektir.
- Mânâsı; birçok yeni istihdamın devreye girmesi demektir.
- Mânâsı; katma değerin devreye girmesi demektir.
- Gelirler seviyesinin yükselmesi demektir.
- Ekonominin durgunluktan kurtulup işlemeye başlaması demektir.
- Ve çalışan bir ekonomik dizaynda, piyasada güven unsurunun yeniden yerleşebilmesi için gerekli zeminin hazırlanması demektir.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, ama asıl olgu, en güzel standartlarda nasıl gerçekleşir, mi diyorsunuz? O iş, farklı sevgili izleyiciler ve dinleyiciler; biraz. Orada bankalar sistemi şimdiki gibi çalışmayacak. Orada bankalar sistemi, insanlardan topladığı paranın karşılığını, onlara faiz olarak ödemeyecek. Aldıkları paraları, insanlardan aldıkları paraları, fizibilite ekiplerinin ışığı altında, en transparan şirketlere sermaye olarak verecekler ve oradan aldıkları kâr payını, onun küçük bir bölümünü kendilerine alarak geri kalanını mevduatın sahiplerine dağıtacaklar.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler;
1- Bankanın eline geçen para artacak.
2- Mevduat sahiplerinin eline geçen para artacak.
3- Enflasyon devrelerinde de yatırımlar büyük ölçüde kurulabilecek, hiç aksamadan kuruluş devam edecek.
4- Ülke, çok hızlı bir kalkınma yüzdesi içerisinde Gayri Safi Millî Hasıla’yı büyük ölçülerde yükselterek sonuca gidecek.
İşte makro açıdan ulaşılması gereken yer burası, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Öyleyse böyle bir dizaynda Türkiye bu potansiyelin sahibi midir? Kesinlikle sahibidir, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Böyle bir dizaynı Türkiye gerçekleştirebilir mi? Kesin. Ve bütün dünyaya örnek bir davranış biçimi sergilenmiş olur. Bu gözünüzün önünde akan nehirlerimizin, nasıl sadece %4’nü elektrik enerjisine çevirebiliyorsak, geri kalan suyun akışına sadece bakıyorsak, ülkemizdeki bankalarla ekonomi arasındaki para nehirlerine de sadece bakıyoruz, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Birçok ekonomist de söylediklerimi, hepsi yıllar süren araştırmaların rakamlı delillerine dayalı olmasına rağmen, sadece akıllarına çok mantıklı gelmeyen, onların klasik iktisat modellerine uygun kafa yapılarında makes bulamayan bir özenti olduğunu zannediyorlar.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, bir gün her şey değiştiği zaman belki gene konuşuruz bu konuları. Her şeyin en güzele oluştuğu noktada. Allah razı olsun.
Bir dinleyicimizin sorusu:
SORU: Türkiye’de enerji açığı, hangi kaynaklarla ve nasıl bir çalışma ile giderilebilir? Değerli açıklamalarınızı bekler, hürmetle ellerinizden öperim.
CEVAP: Allah razı olsun. Sevgili izleyenler ve dinleyenler, Türkiye Allahû Tealâ’nın gerçekten bol ni’met ihsan ettiği bir ülkedir. Şu nehirlerimize dikkatle bakın, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Nehirlerimizden devamlı enerji akmaktadır. “Hidrolik enerji” diyoruz adına. Bu hidrolik enerji, sadece %4’ünü -hadi bugün %5 olsun- %5’ini kullandığımız bir büyük enerji kaybının, bize gönül yarası verdiği bir dramatik olgudur.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, bunun ötesinde rüzgâr enerjisi. Belki binde bir kullanılabiliyor. Bunun ötesinde güneş enerjisi. Belki o kadarı da kullanılamıyor. Ve bunun ötesinde nükleer enerji. Dünyanın en büyük toryum madenlerine sahip olan ülke, nükleer enerjiyi hiç kullanamıyor.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, bu tablo size nasıl görünüyor? Biz bunun yürekler acısı bir durum olduğunu düşünüyoruz; kim bilir, kaç yıldan beri. 70 yılında planlamayı iptal etmiştik. 1970’in mart ayında. Sevgili izleyenler ve dinleyenler, 80, 90, 2000. Demek ki 30 yıl.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, yıllar ne kadar çabuk geçiyor. Bu 30 yıl içinde, Türkiye çok şeyleri değiştirebilirdi. Belki rahmetli Özal’la, rahmetli Adnan Kahveci, o devrede aramızdan ayrılmasalardı, ülkenin çok değişik sonuçlara ulaşması mümkün olabilirdi. Ama nasip böyleymiş. Allahû Tealâ böyle olmasını uygun gördü. Ve enflasyon önlenemedi, yatırımlar istenen boyutta yükselemedi. Yoksa bunların hepsi mümkündü, sevgili izleyenler ve dinleyenler.
Enerji, Türkiye’nin gerçekten üzerinde durulması lâzımgelen, kullanamadığı kaynaklar açısından en büyük problemimizdir. Sevgili izleyenler ve dinleyenler, Türkiye’de ne nükleer santrallerin ne termik santrallerin ne türbin üniteleri ne de jeneratör üniteleri imal edilememektedir. Bunların hepsi, hepsi dışarıdan ithal edilir.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, ulaşılması çok büyük problem istemeyen bir yatırım alanı. Çok büyük iktisada ihtiyaç göstermeyen bir yatırım alanı. Nasıl bir zihniyetin sahibiyiz ki, her şeyimizi dışarıdan almak “Armut piş, ağzıma düş!” gibi her şeyin dışarıdan getirilmesini hedef ittihaz etmek, bizim için vazgeçilmez olmuş. Kim bilir, kaç yıldan beri, hep onun tartışmasını yaparız, müdafaasını yaparız ki; jeneratör grupları da türbin grupları da bu ülkenin bugünkü teknolojik aşamasında, son derece rahat bir şekilde yapılabilir. Ama yapılmıyor, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Oluk gibi dövizi, dışarıya akıtıyoruz. Önemli mi? Eğer bir gün, altın karşılıklı bir parayı devreye sokmak Türkiye için mümkün olursa, o zaman hiç önemli değil. Çünkü bizim paramız konvertbl olacak. Çünkü Türk Lirası, dünya üzerindeki en kıymetli para hüviyetine dönüşecek. Hiç enflasyonu olmayan, sıfır enflasyonlu bir para. O zaman döviz zaten bizim paramız, sevgili izleyenler ve dinleyenler. O zaman bunun hiçbir negatif cephesi olmayacak; döviz açısından tabii.
Ama sevgili izleyenler ve dinleyenler, bugün öyle değil durumumuz. Biz, ithalat yapabilmek için dövize muhtacız. Ve döviz girdisinin karşılıksız kalemleri, devamlı olarak döviz borcumuzu arttırıyor. Ödemeler dengesinde zaman zaman bir gelişme dengesizliği, sıfıra yaklaşması gibi birtakım görüntüler görüyorsunuz. Bunları sağlıklı bir metot olarak kabul ediyorsanız, yanılıyorsunuz. Bunlar görülmeyen kalemlerden gelen dövizlerle dengenin sağlandığı, büyük bir hatalı davranış biçimleri dizisidir. Ne olması lâzım? İhracattan gelen, direkt olarak ihracattan gelen gelirlerle ödemeler dengesi sağlanmalıdır.
Proje kredilerinin döviz girdileri, başka açılardan ülkemize açılan kredilerin döviz girdileri, eğer ithalatımızın ödemeler dengesini sağlıyorsak, giderek büyüyen bir açıkla karşı karşıya demektir Türkiye. Ve bu açık, her gün tesirini net olarak göstermektedir. Türkiye’nin borçları, ülkenin en büyük sorunu olmaya devam ediyor, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Ve böyle bir ortamda, biz yatırımlarımızın yani enerji konusundaki yatırımlarımızın, hemen tamamını dövizle karşılamak durumundayız. Çünkü bütün ekipman, bütün yatırım malzemeleri dışarıdan ithal ediliyor, sevgili izleyenler ve dinleyenler.
Şimdi meselemize biraz daha yakından bakalım. Neden acaba Türkiye, toplam hidrolik potansiyel enerjisinin %4’ünün, 5’inin ötesine geçemiyor kullanım sahasında? Çünkü ekipler yetmiyor, ekonomik ekipler sevgili izleyenler ve dinleyenler bunlar. Öyle bir ekonomik denge kuruyorlar ki, “Falanca nehrin üzerinde, nehrin şu noktasından başka yerinde yatırım yapılamaz.” diye hükümlerini veriyor bu konunun yetkilileri. Bitti! Orada bir tane yatırım yapacaksınız. Geri kalan kilometreler boyunca uzayan nehirlerin o kollarında, hiçbir yerde baraj yatırımı yok. Böyle bir saçmalığa daha ne kadar müsaade edilecek? Gözümüzün önünde, Allah’ın ayağımıza kadar getirdiği enerjiyi, %95 israf eder durumdayız.
Bu enerjiye dikkatle bakın, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Hidrolik enerji demek, termik enerjiden 137 kat daha ucuz bir enerji demek. Böyle bir enerjiyi, göz göre göre, Allah’ın ayağımıza gönderdiği böyle bir enerjiyi, göz göre göre elimizin tersiyle itiyoruz. O kadar mı, zengin bir ülkeyiz? Elektrik kesintilerinden geçilmiyor. Çözüm yok mu? Var, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Ve sanıyoruz ki bu konuda bize en çok düşman olanların başında, bu söylediğimiz sözleri dinleyip de bunlardan ders alamayanlar geliyor.
Bize kızıyorlar, sevgili izleyenler ve dinleyenler; idarecilerimiz. Hem görevlerini yapamıyorlar hem de kızıyorlar. Ama hamd olsun ki biz bunları, bugün söylemiyoruz. 1970 yılından beri, bunları hep söyleriz, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Her biri de mutlaka bir araştırmaya, senelerce süren bir gözlemin sonunda, senelerin ortaya koyduğu gözlemlerin rakamlarına dayalıdır. Ve birçok kişi, hâlâ Devlet Planlama Teşkilatında, bizim gibi düşünür.
Diyeceksiniz ki: “Devleti idare etmek başka şeydir, uzmanlık başka şeydir.” Aynen iştirak ediyoruz sözlerinize, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Uzmanın görevi, yol göstermektir. Bu sebeple Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bir kısım milletvekilleriyle çok iyi ilişkilerin içindeydik. Onlara bütün bu güzellikleri göstermek imkânının sahibiydik. Onlar da bundan büyük bir mutluluk duyuyorlardı. Bir kısmı ise bize düşmandılar. Bizi Büyük Millet Meclisi’ne yol göstermek küstahlığında bulunan birisi olarak vasıflandırıyorlardı. Bunu açıkça da KİT toplantısında, bir milletvekili dile getirdi. Cevap hakkı istedik. Ve o zamanki başkan Şükrü, söz verdiğinde dedik ki: “Biz uzmanız. Burada Büyük Millet Meclisi’ne yol göstermek gibi bir görevimiz, zaten var. Onun için Devlet Planlama Teşkilatı’nı burada temsil ediyoruz.” Sevgili izleyenler ve dinleyenler, bizim görevimiz bu. Ama o kadar çok milletvekili bizden, bu büyük hakikatleri öğrendiler ki, onlar böyle olmasını istiyorlardı.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, biz 1986 yılının 29 Kasım’ında tutuklanmıştık. Tutuklandıktan sonra bir ay süreyle manşette hep biz vardık. Ve bizim hakkımızda milletvekillerine yapılan soru sormaların arkasından, alınan cevaplar, o günlerde Günaydın Gazetesi’nde yayınlanmıştır. Tekrar ediyorum: 1986 yılı Kasım ayının 29. gecesi tutuklandık. Bu tarihten sonraki gazetelere, özellikle her şeyi açık açık yazmaktan çekinmeyen, o günün Günaydın Gazetesi’ne dikkatle bakın. Bizim hakkımızda neler yazıldığını, o zamanki Büyük Millet Meclisi’ne hangi açıdan nasıl yol gösterdiğimizi, orada okuyacaksınız sevgili izleyenler ve dinleyenler.
Evvelâ size şunu söylemek istiyoruz; biz hiçbir zaman havadan konuşmak diye bir konuşmanın sahibi olmadık. Her sözümüz mutlaka bir araştırmaya, bir pratik sonuca kesin olarak bağlıdır. Biz, Türkiye’deki pratiği temsil ederiz. Pratisyenlerin de hatırı sayılır birisiyiz. Teorisyenler, asırlardan beri aldıkları teorik bilgilerin ışığında, bize başka bir gözlükle bakabilirler, bu konuda da onları haklı buluruz. Ama sevgili izleyenler ve dinleyenler, çözüm getirecek olan, hiçbir zaman teori olmamıştır. Çözüm getirecek olan, daima pratiktir. Ve bu pratisyene dikkatle bakın, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Gelecekte onu bu işleri başarmış olarak göreceksiniz.
Öyleyse dikkat edin, nelerle karşı karşıyayız? Her sorunun cevabı vardır. Şu %4, %5 oranında kullanabildiğimiz hidrolik enerjiyi, %60’lara 70’lere çıkarmak mecburiyetindeyiz. Bunun çözümü, 2 ayrı aşama gösterir:
Birinci aşamada, büyük santralleri bir tarafa bırakıp binlerce küçük santral kurmak mecburiyetindeyiz. Ve bu aşama devam ederken ikinci aşamayı mutlaka başlatmalıyız; bütün türbin ve jeneratör grupları, bu ülkede yapılmalıdır. On binlerce işçiye iş temin edeceğimiz ve bütün malzemesinin yurt içinden temin edilebildiği bir yeni sanayi, ülkenin kalkınmasında önemli bir rol oynayacaktır.
Hidrolik enerjinin yanı başında, rüzgâr enerjisinden faydalanabileceğimiz pek çok rüzgârlı alan var ülkemizde. Bunun ötesinde, güneş enerjisinden faydalanabileceğimiz birçok saha, gene boş duruyor.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, bütün bu dizaynı ait olduğu yere oturduğunuz zaman bir muhteşem sonuçla karşılaşacaksınız. Ülkenin Allah tarafından verilmiş olan kaynaklarının, lâzımgelen boyutta kullanıldığı yeni bir dizaynı yerli yerine oturtacaksınız.
Öyleyse Türkiye’de elektrik enerjisi, hidrolik sahada çok büyük boyutlarda kullanılmalıdır. Bunun için de şu ekonomik boyut olayı, bütünüyle ortadan kaldırılmalıdır. Nehirlerin her 100 metresine, bir tane küçük santral kurulabilir. Hatta yüzer santral kurulabilir. Ve bu santrallere dikkatle bakın, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Birkaç tanesi, bir köyün hem ısınma ihtiyacını hem de aydınlatma ihtiyacını bütünüyle sağlar; hatta bir tanesi.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, böyle bir şey Türkiye’de başarıyla uygulanmıştır. Nehrin belki de 20’de 1’ini geçerken ayırmış birisi ve ayırdığı kesime, bir küçücük santral kurmuş; elektrik santrali. Buradan elde ettiği enerjiyle bir değirmen çalıştırıyor. Bir de o değirmenin ısıtmasını, bir de caminin bedava ısıtmasını temin ediyor, aydınlanmasını temin ediyor.
Öyleyse nehrin bütününün devreye alındığı, sadece bir metrelik kot farkından bahsediyoruz sevgili izleyenler ve dinleyenler. O santrali yakından gezmiş birisi olarak konuşuyorum. Zannediyorum Avusturya yapısı, 1920’li yıllardan kalma veya 30’lu yıllardan kalma bir jeneratör ve türbin grubu çalıştırıyordu. Bu son derece küçücük bir şey, sistem ama sonuç buydu.
Öyleyse yapılabilir, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Her tarafta binlerce santral kurulabilir. Ve bu santrallerle ülkemizin bugünkü korkunç durumu, devamlı elektriklerin kesildiği, Cumhurbaşkanlığı köşkünde bile elektriklerin kesildiği bir dizaynı, yok etmek mecburiyetindeyiz. Bunun yegâne yolu, en ucuz yatırımları yapabilmektir. Bu ülkede üretilen makine ve teçhizatla yapabilmek demektir. Ve bu, yapılamayacak olan bir şey değildir, sevgili izleyenler ve dinleyenler.
O devirlerde, Türkiye Elektromekanik Sanayi’ni kurmuştuk, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Ve ümit ediyorduk ki, bununla nehirlerin üzerinde yüzlerce küçük santralin yapılması konusunda faaliyete geçilecek ve Türkiye’de yeterli boyutta, türbin ve jeneratör grubu, bu firma tarafından yürütülecek. Ne yazık ki bu firma, gerekli ihaleleri, hiçbir zaman yeterli boyutta alamadı. Şimdi de personelinin ücretlerini ödemek için devletten yardım almak mecburiyetinde kalan, bir şirket hüviyetinde.
Böyle mi olmalıydı, sevgili izleyenler ve dinleyenler? Her zaman ülkemizin menfaatleri, böylesine zedelenecek mi? Bunu, gelecek günler gösterecek.
Nükleer enerjiye gelince, belki 20 yıldan beri, eski Türkiye Elektrik Kurumu’nun bünyesinde bulunan, bugün de TEAŞ’ın bünyesinde bulunan Nükleer Santraller Dairesi; o tarihten bu tarafa, hiçbir nükleer santral kurulmasına, pozitif bir katkıda bulunamamıştır. Böyle mi olması gerekirdi?
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, neler, niçin yapılmadı? Bunları bir kenara bırakalım. Biz geleceğe dönük sözler söylüyoruz. Bu olaya bakalım.
Türkiye, dünyadaki en büyük toryum madeninin sahibidir. Uludağ’da, bir muhteşem toryum madeni stokumuz var; dünyanın en büyük toryum madeni stokları. Bu bir hazinedir, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Ve bu hazineyi kullanamıyoruz. Allah’ın bize verdiği bu hazineyi, yalnız candu tipi nükleer santrallerle kullanabiliriz. Bırakınız candu tipi santralleri, hiçbir tip nükleer santral, düne kadar bu ülkede, adı bile edilmeyen bir hüviyette. Hiçbir zaman kuvveden fiile çıkamadı. Bugünlerde bir şeyler dolaşıyor ortalıkta; çok sevindiğimiz bir şeyler. Bir nükleer santral kurulması konusunda, ciddi sayılabilecek olan faaliyetlerin oluştuğunu, memnuniyetle izliyoruz. Çok güzel bir olay sevgili izleyenler ve dinleyenler. Ümit ederiz ki, toryum madenlerimizin on binde birini falan kullanabilecek olan bir alan, inşaallah oluşur.
Öyleyse demek ki enerji dediğimiz müessesede, 2 tane handikapımız var:
1.’si: Bütün makine ve teçhizatı dışarıdan getirmek ve bunun için döviz harcamak mecburiyetinde olan bir ülke Türkiye.
2.’si: Her konuda bol imkânı olan ama bunu, bilinmeyen sebeplerle bir türlü gerçekleştiremeyen bir ülke, sevgili izleyenler ve dinleyenler.
Akıl için yol birdir. Türkiye, süratle Allah’ın kendisine verdiği bu hazineleri değerlendirilmeli ve elektrik enerjisi üretimini, çok katlı olarak katlamalıdır. Unutmayın ki, enerjinin maliyette çok büyük oranlı olduğu konularda, nehir kıyısında kurulacak olan bir fabrika ve aynı fabrikaya ait olan bir elektrik santrali, dünyadaki en ucuz üretimi, bizim ülkemize yaptırılabilir. Alüminyum tesislerinde olduğu gibi.
Alüminyum üretim, arıtım tesislerinde faaliyetteki öncü payı, %25 ve onun ötesinde, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Böyle bir fabrikanın nehir boyunda kurulduğunu, aynı zamanda bir elektrik üretim tesisinin de onunla birlikte kurulduğunu, barajın hemen orada kurulduğunu düşünün. Maliyet masrafları arasında, yatırım maliyetinde baraj, bir yatırım unsuru olarak devreye girecektir. Ama bundan sonra bedava denecek kadar çok ucuz bir maliyetle elektrik enerjisi üretecektir, firma. Ve bu ürettiği bedava elektrikle dünyadaki en ucuz maliyeti, alüminyumu ortaya koyacaktır.
Tıpkı bunun gibi sevgili izleyenler ve dinleyenler, başka konularda da aynı şeyleri yapabilecek olan yüksek debili nehirlerin sahibiyiz. Ne yazık ki 10 seneler, 20 seneler hep boşa gitti sevgili izleyenler ve dinleyenler. Ama bundan sonra daha güzele ulaşabiliriz diye ümit ediyorum.
Görüyorsunuz ki, elektrik enerjisi üretiminde çok şeyler yapabilmek, Türkiye’nin potansiyel enerjisi açısından rahatlıkla mümkündür. Problem; bunları düşünce platformundan tatbikat platformuna çıkarmaktadır. Allah razı olsun.
İstanbul’dan M. Erol beyin sorusu:
SORU: “Sevgili Efendimiz, ülkemizde üretim ve kaliteyi arttırmak için firmaların nasıl bir yönetim politikası uygulaması gerekir?” demişler.
CEVAP: Allah razı olsun. Sevgili izleyenler ve dinleyenler, üretim ve kalite, birbirinden ayrılmayan bir ikili. Üretimi istediğiniz kadar artırın, eğer kaliteyi sağlayamazsınız, malınızı satamazsınız. Malınız, bir atık unsuru olarak bir kenarda beklemek, satılamamak tehdidiyle karşı karşıyadır. Öyleyse üretim dediğiniz zaman onun yanı başındaki en uygun pozisyon, mutlaka kalitedir. Kalite yoksa üretim, bir değer ifade etmez, sevgili izleyenler ve dinleyenler.
İşte böyle bir dizaynı, ait olduğu yerlere oturttuğunuz zaman, üretimin hangi standartlarda artabileceğini, birçok defa anlattık. Üretimin artışı, mutlaka yeni yatırımlara vabestedir. Ancak yeni yatırım varsa, yeni üretim var demektir, yeni katma değer var demektir, yeni istihdam var demektir, gelirler seviyesinin yükselmesi var demektir. Ve yatırımlar, bu açıdan büyük bir önem taşır. Özellikle bizim ülkemiz gibi gelişmekte olan ülkelerde, sevgili izleyenler ve dinleyenler.
Öyleyse bu gelişmekte olan ülkelere dikkatle bakın. Her biri gelecek için bir ümittir, eğer kendilerine düşeni yapabilirlerse. Türkiye, bu ümitlerin aslında en başında olması lâzımgelen ümit. Neden? Çünkü Türkiye, Osmanlı’nın mirasçısıdır. Nizam-ı Âlem için yaşayan Osmanlı’nın bugünkü torunları. Öyleyse hâlâ, çok büyük potansiyelin üzerinde yaşayan bir ülkedir; Türkiye. Bu potansiyelin lâyık olduğu boyutlarda değerlendirilmesi söz konusudur. Yer altı kaynaklarımızı, bütün madenlerimizi, yeraltından çıkarmak, işlemek ve makine ve teçhizat haline getirmek, makine yapan makine fabrikalarını yapmak; bu, Türkiye’nin temel hedefi olmalıdır sevgili izleyenler ve dinleyenler. Böyle bir şeyi yaparken de kalite, mutlak olarak kendisini gösterir.
İşte seçim yapacak olan dışardaki ülkeler, iki ülkeden teklif getiriyorlar; birisi çok ucuz ama kalitesiz, öteki çok pahalı ama kaliteli. Bir de ikisinin ortasında, daha ucuz ama kaliteli olan bir başkası var, sevgili izleyenler ve dinleyenler. İşte Türkiye burada olmalıdır, dünya pazarlarında. Kaliteli ama başka kalitelilerden daha ucuz olan, kaliteli bir üretim. İşte Türkiye’nin amacı bu olmalıdır. Böyle bir şeyi sağlayabilecek olan ucuz işçilik, bizim ülkemizde halen mevcuttur. Böyle bir şeyi sağlayabilecek olan teknolojiye de tamamen değil ama büyük ölçüde sahip bir ülkede yaşıyorsunuz. Öyleyse geriye kalan, mevcut imkânları değerlendirip dünya pazarlarına açılabilmek, sevgili izleyenler ve dinleyenler.
İhracat, neden önemli bir kalkınma boyutudur? Çünkü ihracat varsa, ülkenizin toplam efektif talebinin ötesinde, bir talebe göre daha çok üretim yapmanız mümkündür. Sevgili izleyenler ve dinleyenler, eğer ihracat yoksa sadece ülkenizin vücuda getirdiği toplam talebi karşılamakla hudutlu olursunuz. Ve o talebi aştığınız her noktada, stok birikimi başlar. Ama ihracat varsa bu, sonsuz bir potansiyeldir. Herhangi bir ülke için ihracat, sonsuz bir potansiyeldir, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Çünkü hangi ülkeden ithalatçı kazanabilirseniz, o ülkeye de siz satış yapabileceksiniz demektir. Kendi ülkenizin nüfusunun çok ötesinde bir nüfusa, üretim yapabilecek olan tesislere sahip olmanız, bize zarar değil ancak fayda sağlar.
Öyleyse sevgili izleyenler ve dinleyenler, muhtevaya baktığımız zaman her şeyden evvel, ekonomik kalkınmanın yolu, üretimden geçiyor. Öyleyse üretimi artırmak mı diyoruz? Bunun yolu, yatırımdan geçer.
Her saha, kendi uygulamalarının kontrolü altında, en iyiye yürümek mecburiyetindedir. Meselâ ihracatçılar (ülkemiz ihracatını artırmak için) hem dünya kalitesinde üretim yapan hem de bu ürettiğini, dünyanın ortalama fiyatından daha aşağıda satabilen, üretebilen bir yatırımcılar grubunun üretimini almak ister.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, o zaman enflasyonun ihracatçı için önemli bir faktör olmadığını göreceksiniz. Bütün ihracatçılar, ülkelerinde enflasyonun var olmasını isterler. Çünkü enflasyon varsa, dış talep süratle yükselir. Çünkü belli zaman aralıklarında, sizden mal alacak olan ülkeler, enflasyon sebebiyle aynı miktardaki parayla, daha çok malı alabilmek imkânının sahibi olacaklarını düşünürler. Ama aynı kalitedeki malı, zaten sizin ülkenizdeki üreticiler, daha az fiyatla başarabiliyorlarsa, kaliteli olan mallardan bahsediyorum. O kaliteli olan mallarla aynı kalitedeki bir malı, daha daha ucuz fiyatla üretebilen üreticileriniz var ise o zaman siz, dünyaya ihracat yapabilirsiniz.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, işte böyle bir dizaynla karşı karşıyasınız. Öyleyse üretimin arttırılabilmesi için ne yapılması lâzım? Yatırım yapılması lâzım, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Ve şu anda ülkemizde, bunun tam tersi oluyor. Yatırım yapmayı bir tarafa bırakın, yatırımlar devamlı, mevcut üretim tesisleri devamlı kapatılıyor. Ülkenin menfaatleri, bu kapatılan fabrikalardan daha fazlasının açılmasını sağlayacak olan özellikler taşımalıdır. Devlet, kapatılan fabrikalara seyirci kalmamalıdır. Onların kapatılmaması için yatırımcıya yardımcı olmalıdır.
Birçok insan için teşvik tedbirleri, geçersiz ve değersiz tedbirler olarak mânâ kazanır. Biz onlar gibi düşünmüyoruz, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Teşvik, ülkenin kalkınmasında, gelişmekte olan ülkelerin kalkınmasında, önemli bir faktördür. Devlet, ülkesinin kalkınmasına seyirci olamaz. O da sahnede yerini, üretimleri artırıcı bir perspektif içerisinde almalıdır.
Öyleyse geleceğe dönük bir bakış açısı, ülkede yatırımların artışına ne kadar hizmet edilebilirse, o kadar büyük avantajları, ülkenin sağlaması söz konusu olacaktır. Ülkede hamd olsun ki tecrübeli bir yatırımcılar grubu, yeterli boyutta oluşmuştur. Bunlar, faydalı sonuçları ortaya çıkardıkça, çevredekilerden de yatırımcı olmaya heveslenenler oluşacaktır. Böyle olabilmesi ise yatırımların teşvikine, büyük ölçüde bağımlıdır.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, “Biz devlet eliyle fert zengin etmeyiz.” diyen zihniyet, artık hükmünü icra edememelidir. Ama kilit noktalarına baktığımız zaman hep onlardan oluşan insanlar görüyoruz, sevgili izleyenler ve dinleyenler. İktidarların değişmesi, bunları etkilemiyor. Hukukun birçok yerlerinde, idarî mekanizmanın pek çok yerinde, onları görüyoruz; özel sektöre sıcak bakmayan insanlar. Oysaki sevgili izleyenler ve dinleyenler, potansiyel açıdan devlet ve özel sektörün, hiçbir standart altında karşılaştırılması mümkün değildir. Devlet, hep geride kalanlardandır. Orada kişisellik yoktur. Orada devlette, testiyi kıranla, dolduran fark edilmez; ikisi de aynı ücreti alırlar. Ama özel sektör öyle değildir. Eğer özel sektörden biriyseniz, testiyi doldurmak mecburiyetindesiniz. Yoksa geride kalanlardan olursunuz, ezilirsiniz, yok olursunuz.
Öyleyse başarılı iş adamlarına dikkatle bakın. Onların büyümesi, birçok insanı kaygılandırıyor, birçok insana; “Böylesine büyük haksızlık olur mu?” diye yanlış imajlar kazandırıyor.
Bu bir haksızlık değildir, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Ekonomik büyüme, yeni yatırımlarla gelişme olayı, Allah’ın emridir. Her kazanan insan, başkalarının çalışabileceği alanları, iş alanlarını açmak mecburiyetindedir. Bu, temel emirdir. Ve böyle bir şey tahakkuk ettiği zaman, ülke ekonomik gelişmenin sürecini yaşar. Büyük boyutlarda bir başarının sahibi olur, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Orada olmak veya olmamak, devletin onlara yardım elini uzatmasının, teşvikçi olmasının veya köstek olmasının arasında bir tercihin, devlet tarafından ele alınmasıyla sonucu ortaya koyar. Teşvik varsa, özel sektör gelişecektir. Teşvik yoksa özel sektör gelişmeyecektir. Gelişmezse, ülke için yükselme değil gerileme söz konusu olacaktır, sevgili izleyenler ve dinleyenler.
Dünyanın başarı kazanmış ülkelerine dikkatle bakın. Oralarda komünizm uygulanmıyor. Oralarda sosyalizm uygulanmıyor. Sosyalizmi, geri kalmış ülkelerin kurtuluş vasıtası zannedenler, büyük bir aldanışın içindedir, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Bu, hiçbir zaman aşılabilmiş bir safha değildir. Her ona dayalı ülkenin, sonunda sıfırlanmasına sebebiyet vermiştir.
Öyleyse sevgili izleyenler ve dinleyenler, üretimin gelişmesi, yatırımların gelişmesine bağlıdır. Yatırımların gelişmesi, teşvik tedbirlerine bağlıdır. Özel sektöre, onun için açılması lâzımgelen kapıları, açmak durumundasınız. Onu yapabilirseniz, çözüme ulaşabileceksiniz. Böyle bir şeyi gerçekleştirdiğiniz zaman, kaliteyi ihmal edemezsiniz.
Doğu bloku ile batı blokunu, demir perde gerisi ülkeler ile demir perdenin dışındaki ülkeleri birbirinden ayıran en sağlam ayıraç, kalite farkıdır. Kaliteye dikkatle bakın, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Karşılaştırın; aradaki büyük farkı hemen yakalarsınız. Onun için her zaman kalite üzerinde durmalısınız. Kalite temeldir, sevgili izleyenler ve dinleyenler.
İşte böyle bir dizaynı yaşamak söz konusu. Üretim, kalite standardını iyi bilenler tarafından devamlı bir tetkik süzgecinden geçirilmeli, titiz bir incelemenin sonucu olarak, ortaya üretim metaları konmalıdır. Ve bu sadece ülkemiz için değil, bütün dünyada kabul görmüş kalite standartlarına dayalı olmalıdır.
Öyleyse tekrar ediyoruz, sevgili izleyenler ve dinleyenler: Kaliteli olmak kaydıyla yatırım, yatırım, yatırım; ekonomik kalkınmanın yegâne anahtarıdır. Allah razı olsun.
Ankara’dan bir dinleyicinin sorusu:
SORU: Sevgili Efendimiz, önce ellerinizden hürmetle öpüyorum. Ekonomi dalının diğer ilimlerle kıyaslaması ve ilişkilerini bizlere anlatır mısınız? Ekonominin alması gereken yerin neresi olması lâzımdır? Ekonominin değerini bizlere anlatır mısınız?
CEVAP: Allah razı olsun. Sevgili izleyenler ve dinleyenler, ekonomi ilmi, bir ülkenin hayat damarıdır. Makro planda ekonomi, bir yol gösterici temel faktördür. Onun dizaynı içinde her şeyin en güzele döneceğini düşünmelisiniz.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, ülkenin refah seviyesinin ölçümlenmesi, ekonomi ilmiyle tahakkuk eder. Yol gösterici faktör, daima ekonomidir. Öyleyse ekonomiye, onun lâyık olduğu değeri verdiğiniz zaman hedeflere yürüyebilirsiniz. İşte böyle bir dizayn söz konusu.
Makro ekonomi ve mikro ekonomi, birbirinden ayrı iki dizayn gibi görünmesine rağmen aslında birbirinin sadece tamamlayıcısıdır. Yön veren unsur, makro ekonomidir. Muhteva unsuru ise mikro ekonomi.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, olayları dizayn etmek, onları şekillendirmek ve ülkenin menfaati istikametinde yönlendirebilmek, makro ekonomiyle mümkündür. Burada yol gösterici, hedef tayin edici bir strateji, geçmişin geleceğe taşıdığı, istatistik rakamlardan sonuca gitmekle sağlanabilir.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, ilk defa yatırım projesi yaptığınız zaman bu sadece bir görüntüdür. Ama o yatırım projesinde, bir skala üzerinde yaptığınız “timing’in,” “zaman planlamasının” gerçekle karşılaştırılması, size yaptığınız hataların nerede ve ne kadar olduğunu gösterecektir.
Diyelim ki, bir fabrika yatırım projesi tayin ettiniz. Bir dokuma fabrikası. Hesaplarınızı yaptınız. Projelerin hazırlanması, 3 aylık bir zamanı gerektiriyor. Ve critical science (eleştirel düşünce)’ye göre ayrı ayrı line’ları çizdiniz.
1. Line: Yatırım projelerinin hazırlanması.
2. Line: İnşaat projelerinin hazırlanması.
3. Line: Siparişlerin verilmesi, makine siparişlerinin ve makinaların üretilmesi.
4. Line: Makinaların ithali.
5. Line: Layout; makinaların yerleştirilme planı.
6.’sı: İnşaatın oluşma süreci.
7.’si: İşletmeye alma.
Böyle bir dizayn içerisinde makinaların gelmesi, gümrüklerde beklemesi, ayrı bir line’ı gerektirebilir.
Böyle bir neticeyi aldınız, fabrikayı kurdunuz, işletmeye açtınız. İşte işletmeye açtığınız güne kadar, devrelerin her birini realite olarak yaşadınız. Yapmanız lâzımgelen şey, hemen sizin ölçülerinizle realitenin karşılaştırılması. Nerelerde farklılıklar gördüyseniz, oraya dikkatle bakacaksınız, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Onları sıfırlamak için ikinci projenizde bütün gayretinizi sarf edeceksiniz. Çoğu zaman bir tarafa doğru sarkan yanlışınız, büyük gayretinizle doğruyu aşmış, bu sefer de öbür tarafa doğru yönlenmiştir. Yani zaman ölçülerinde hatayı, zamanı genişleterek yaptığınızı düşünelim: 3 aylık olan bir inşaat projesi hazırlama sistemini, 4 aya hazırlamışsınız ve gördünüz ki 3 ayda hazırlanmış. Siz bunun üzerine 2,5 aylık bir süreyi devreye sokarsanız, bu sefer de karşı istikamette bir yanlışın içine düşeceksiniz. Ayrıca piyasadaki her etüdünüz, sizin kimlerin hangi işi başkalarından daha iyi yaptığını, daha kısa zaman süresinde daha rantabl, daha az ücretle yaptığını, adım adım öğretecektir. Ve adım adım her projede, yanlışlıklarınızı düzeltmek suretiyle öyle bir gün gelecektir ki; birkaç yıl sonra hazırladığınız yatırım projelerinde, fizibilite etütlerinde artık zamanla sizin tahmini zamanlarınız arasında büyük farklılıklar, izale edilmiş olacaktır.
İşte iktisadın yol gösterici unsuru, böyle teşekkül eder. Geçmişten geleceğe uzanan perspektif içerisinde, hatalarınızı her geçen gün düzelterek daha güzele gitmeniz gerekir. Bunun için gözlemlemeleriniz reel olmalıdır. Kendinizden bir şeyler ilâve etmekten, daima kaçınmalısınız. Ne iyimser olacaksınız ne de kötümser olacaksınız. Realiteden yana olacaksınız, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Ülkenin doğruya ulaşması, bu statü altında gerçekleşir.
Öyleyse nasıl bir tek fabrikada bu dizaynı yapmışsanız, maliyet unsurlarının hesaplanmasında döviz üzerinden veya altın üzerinden yapmış olduğunuz hesaplamalarda, yanlışınızın giderek azaldığını sonunda doğruya çok yakın olduğunuzu göreceksiniz. Hiçbir zaman %100 tutturmanız söz konusu değildir. Böyle bir şey akılcı da değildir, mümkün de değildir. Ama %90’ların ötesinde adım adım %100’e doğru yaklaşacaksınız. Bazen onu aşacak, bazen daha altına düşeceksiniz. Ama sevgili izleyenler ve dinleyenler, dikkat edin! Teoriler, hakikat trendinin altındaki ve üstündeki noktalardır; grafiğin geçtiği noktalardır. Hakikat ise onların trendidir.
Öyleyse sizler hakikatin peşinde olacaksınız. Yakalayacağınız bütün güzellikler, sizin gayretinize bağımlıdır. İstiyorsanız yaparsınız. Böyle bir şeye istekli olmamanız halinde, istemediğiniz bir işin meyve vermesi, zevk almanız ondan, mümkün değildir sevgili izleyenler ve dinleyenler.
Biliyor musunuz? Gerek bu ekonomi konusunda olsun, nükleer kimya ve fizik konusunda olsun veya ilmin diğer safhalarında olsun, sizlerle konuşmak, benim için büyük bir zevk, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Gerekse Allah ile ilişkili konularda konuşmak olsun, gene doyulmaz bir zevk. Bana bu zevki Allahû Tealâ nasip kıldığı için, yaşattığı için O’na sonsuz hamd ve şükrediyorum, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Allah’ın bir büyük ihsanını almaktayım. Bunun bilincinde ve O’na olan şükran borcumun ne kadar üst seviyede olduğunu biliyorum, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Öyleyse bu doyumsuz zevki beraberce yaşayalım.
Ekonomi, bir zevktir. Ölçümlemeleri doğru yaparsanız, hakikate giderek yaklaşırsanız, bir gün onun çok yakınına kadar ulaşabilirseniz, bu büyük zevki siz de yaşarsınız, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Aslında ölçüler elinizdedir. Çünkü yaptığınız projenin tahmini değerleri, başlangıçta projenizde yer alır. Ama her proje gerçekleşirken, onun hangi zaman standartlarında, hangi bölümünün gerçekleştiğini, line’da işaret etmeniz, hiçbir zaman problem değildir. Ayrı bir renkle aynı skalanın üzerinde bütün değerleri, gerçek ölçülerde değerlendirebildiğiniz zaman nerelerde, ne kadar hata yaptığınızı, her projede yakalarsınız. İşte asıl olan, bu projedeki hataların, bütün line’lerdeki, hataların adım adım güzele gitmesi, doğruya ulaşması konusunda gayretleriniz.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, ikindi namazının burada ezanı okunmaya başlandı.
Öyleyse yapmanız lâzımgelen şey, son derece açık. Ekonomi dalı, bütün dalların ötesinde bir önem taşır. Çünkü hepsi, ona bağımlı bir dizayn gösterir. İnsanların mutluluğu, onların dünya üzerindeki geçim vasıtalarının, refah seviyelerinin yükselmesiyle genel ölçüde artacaktır. En çok refah seviyesinin sahibi olan bir ülke olmak, Türkiye’nin bu potansiyeliyle her zaman mümkün olduğu halde, Türkiye bir ifrat sofrasını yaşıyorsa, burada düşünülmesi lâzımgelen çok şey vardır. Ve ekonomiye gene çok şeyler düşmektedir. Öyleyse her şey ekonomi için. Ekonominin, bir yol gösterici sistem olması asıldır. Ekonomi, geçmişten alınan tecrübelerin yansıtıldığı değil, geleceğe dayalı büyük ümitlerin sinesinde toplandığı bir ilim dalıdır ve böyle kalacaktır kıyâmete kadar.
Öyleyse ekonominin yön gösterici boyutunu, ona lâyık olduğu değeri vererek, yerli yerine oturtmak mecburiyetindesiniz. Bu konuda hepinizin sonsuz mutluluklara ulaşmasını dileriz. Ekonomi ilminin içinde olanlar, bunun her geçen gün daha büyük zevklerle dolu bir ilim olduğunu, adım adım anlayacaklardır. Tabii bu zevki yaşamak isteyenler için sözlerimiz.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, ezanımız bitmek üzere. Ve inşaallah ikindi namazının kılınması konusunda, sizlerden müsaade istiyoruz. Allah hepinizden razı olsun.
İstanbul’dan A. Genç’in sorusu:
SORU: Sevgili Efendimiz, nasıl oluyor da enflasyon, ülkemizde alınan pek çok tedbire rağmen en aşağıya çekilemiyor. Bu enflasyonu körükleyen temel unsurları da açıklamanızı bekleyerek ellerinizden hürmetle öperiz. Allah razı olsun.
CEVAP: Allah razı olsun.
Eûzubillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, enflasyon bir ülke için birçok hastalıklara sebebiyet veren, mutlaka sermaye kanamasına sebebiyet veren, önemli bir ekonomik düşmandır. Bu enflasyon belasını mutlaka yok etmek gerekiyor. İşte klasik politikalar, enflasyonun orta devrede ortadan kaldırılmasını hedef alırlar. Nitekim bizim ülkemizde de 2004 yılına kadar enflasyonun üstesinden gelineceğini, enflasyonu tek rakamlara yani %1’e, %9’a kadar olan bir asgarî standarda indirebileceklerini ifade ediyorlar. Ve bu konuda da kararlılıklarını belirtiyorlar.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, enflasyonun neden aşağıya çekilemediği, yok edilemediği sualinin cevabı, o kadar basit değil. Çünkü dizayn burada söz konusu. Enflasyon, dinamik bir mekanizmadır. Bu mekanizma, dinamik tedbirlerle çözüme ulaştırılır. Eğer orta devre çözüm hedef alınırsa, bunun yolu; adım adım enflasyonu aşağı doğru çekmek.
İnsanların elinde bu hedeflere yönelecek olan birçok mekanizma var. Faiz hadleri, bunlardan bir tanesi. Tabii geçen süre içerisinde enflasyonun farklı sonuçları giderek küçülecek ama hep devam edecektir; enflasyon sıfırlanana kadar.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, birçok ülke, enflasyona faydalı bir unsur olarak bakar. Neden, sevgili izleyenler ve dinleyenler? Çünkü devletin elindeki imkânlar; halktan aldıkları vergilerle, başka kaynaklardan sağladıkları, toptan aldıkları direkt vergilerle, başka kaynaklardan sağladıkları dolaylı vergiler. Yani birtakım tüketim vergilerine devletin koyduğu ilâveler; vergi ilâveleri, katma değer vergisi. Bunlar dolaylı vergiler, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Direkt olarak alınan gelir vergisi ve kurumlar vergisi de direkt vergiler.
Öyleyse böyle bir dizayna dikkatle bakın, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Bu dizayn, ülke için önemli bir faktörü vurguluyor. Enflasyonun oluşmasındaki unsurlara baktığımız zaman enflasyonun içinde, enflasyonu oluşturan faktörler, birer birer tespit edilebilir. Enflasyon, enflasyonun devamı için bir zaruretler sistemi oluşturur. Yani enflasyon, bizatihi içinde yaşanılan standartlarda, enflasyonu körükleyen şartları beraberinde getirir.
Ne demek istiyoruz? Sevgili izleyenler ve dinleyenler, bir ülkede enflasyon varsa devletin masrafları, enflasyona paralel olarak artacaktır. Yani enflasyon varsa, devlet personelini, enflasyona ezdirmemek için onlara zam yapmak mecburiyetindedir. Personel masrafını, enflasyon miktarınca gelecek bütçe devresinde artışa sebebiyet verecektir. Hatta tahmini enflasyon daha yükselecekse onu da ihtiva eden bir bileşim olması lâzım, bütçedeki personel harcamalarının. Sadece personel harcamaları değil, bütçe bütün muhtevayı içeren bir bütündür. Bunun içinde yapılacak olan yatırımlar, ödenecek olan kiralar, her türlü masraf, personel masrafının içindeki her türlü masraf, muhtevanın içine girer. Her bir kalem, enflasyonun tahmini miktarınca mutlaka artacaktır.
Öyleyse sevgili izleyenler ve dinleyenler, bu artış miktarı kadar zam söz konusudur. Bir evvelki bütçeye, bu artış miktarı kadar zam söz konusudur. Tabiatıyla böyle bir zammın gerçekleşmesinin, hepsinin vergilerden gelmesi söz konusu değil. Mutlaka devlet, yeniden para basmak suretiyle ona ilâveler yapacaktır.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, böyle bir dizaynda muhtevanın nasıl oluştuğuna bakıyoruz. Burada bir dizayn görüyoruz, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Bütçelerin büyümesini icap ettiren bir olay var. Devletin masrafları artıyorsa, bir evvelki yıla göre daha büyük rakamlarda devlet masraf alacaksa, bu enflasyonun, bu ölçüde artacağının kesin işaretini taşır.
Bu noktada, burada bir işaret var, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Her şeyi en güzel standartlarda Allahû Tealâ nasip eder. İnsanlarsa ona kendilerinden ilâveler yaparlar. İşte, bütçe kalemlerinin her birisi, tahmin edilen gelecek enflasyona göre kalem kalem ayarlanır ve artar. Bunun mânâsı, devletin mevcut para rejimiyle ulaşacağı harcama rakamının çok daha ötesinde bir başka hedefi yakalar.
Öyleyse devletin harcamaları, mevcut para sistemine kıyasla büyük ölçüde artacaksa, bunun için çok açık bir şekilde devletin aynı hizmeti görmek üzere çok daha fazla para harcaması gerekecektir. Bu ise enflasyonun ta kendisidir. Aynı hizmetin, geçen yıla nazaran çok daha büyük bir parayla görülmesi. Bütçenin bütün kalemlerinde artış var. Bu, enflasyonu otomatik olarak arttıran faktörlerden bir tanesidir, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Bütün devlet bütçeleri, enflasyonist ortamlarda enflasyon dinamiğini içinde taşırlar.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, yetmez. Enflasyonun var olduğu bütün devrelerde, bankalarda tatbik sahasında olan hem kredi faizlerini hem de mevduat faizlerini yükseltmek mecburiyetinde kalır, o faizleri dizayn edenler. Neden? Eğer enflasyon artıyorsa, faiz haddinde bir değişiklik yoksa o zaman mevduat sahibi, enflasyona yendirilmiş olur. Enflasyon, mevduat sahiplerini ezer geçer. Ve haksız bir muamele karşısında kalır, mevduat sahipleri.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, bir defa daha söyleyelim ki, bankalara mevduat olarak para yatıran insanların, verdikleri paranın karşısında aldıkları, adına faiz denilen para, enflasyonun değer kaybını karşılayabilecek seviyeye kadar faiz değildir. Kişi, enflasyonun kaybettirdiği bir değeri, bankadan alıyorsa bu bir haksızlık değildir. Tam aksine, hakkın yerine getirilmesidir. Yani bankaya 10 altınlık bir para yatırmış olan kişi, bir yıl sonra bu parasını geri alırken, aynı miktarda Türk Lirasını alıyorsa, ama aldığı aynı miktardaki Türk Lirası, ona sadece 4 altın aldırabiliyorsa, 6 altınlık bir farkı banka, kanunun kendisine verdiği haklar muvacehesinde cebine atmıştır. Yani kişi, bankaya faiz vermiştir. Öyleyse bu bir haksızlıktır. Bankanın mamelekinde 10’da 6 artış olmuştur. Parasını bankaya yatıran kişinin mamelekinde, 10’da 6 eksilme olmuştur.
Allahû Tealâ faizi tarif ederken, taraflardan birinin mamelekinde artış, ötekinin mamelekinde eksilme olmasının gerektiğini söylüyor; faiz olması için o verilen nesnenin.
Öyleyse eğer bir emanet alıyorsa birisi, emaneti aynen iade etmek mecburiyetindedir. Mevduat da bir emanettir. Bu emanet, 10 tane altın alabilecek olan bir paraysa, bankaya yatırıldığı yıl, ertesi yıl o para geri verilirken, gene 10 tane altını alabilecek olan bir paranın, mevduat sahibine teslim edilmesi gerekir. Ödenecek para, 11 tane altın alabilecek olan bir paraysa, bankadan kişi bir altınlık, bir altın değerinde bir faiz almış demektir. Eğer başka bir alternatif; banka o kişiye, o kişiden bir evvelki yıl 10 altınlık bir para alıp da Türk lirası, ertesi yıl 8 altınlık bir parayı iade ederse (faizi ile beraber, her şeyiyle birlikte), o zaman o kişi bankaya 10’da 2 faiz vermiş demektir. Öyleyse sevgili izleyenler ve dinleyenler, faizin ne olduğuna ne olmadığına, dikkatle bakın.
Şimdi bu sistemin muhtevası içerisinde, faiz hadlerini enflasyon kadar yükseltmek mecburiyetinde, bankalar ve devlet. O zaman adalet müessesesi tahakkuk eder. Ama mevcut para rejimine göre, mevcut para değerine göre, piyasada sirküle eden o ülkenin parası, enflasyon altındaki para değerine göre, paranın ödenecek miktarı büyüme gösterecektir. Büyüme gösterdiğine göre bu büyümeyi de bankalar ödemek mecburiyetinde olduğuna göre. Öyleyse faiz politikası, enflasyonun önlenemeyecek olan bir artış göstermesine, mutlaka sebebiyet verir. Adaletin tahakkuku, %100 buna bağımlıdır.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, şimdi düşünün; bu, mevduat cephesindeki olay. Krediler cephesinden meseleye bakalım. Tüccarlar var, krediyle mal alıyorlar. Onu satıyorlar, kârlarından bir kısmını da bankaya, aldıkları kredinin ana parası ve faizi olarak ödüyorlar. Öyleyse enflasyonist bir ülke söz konusuysa, bu ülkenin tacirleri, bankadan kredi alarak iş yapıyorlarsa, o zaman kredilere ödenen faizler, maliyetin bir unsurunu teşkil edecektir tüccar için. Sattığı zaman ona verdiği, krediye verdiği faizi de maliyetin içine koyacak, kârını onun üzerinden hesaba katacaktır. Bu da adalet kaidelerine ters düşmez, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Çünkü o kişi, eski fiyattan malını satsa, o malı yerine koyamaz. O malı yerine koyamaması ise onun üzerine bir adaletsizliğin kesin olarak tahakkuk ettiğini gösterir.
Öyleyse mademki maliyete artan faiz hadleri, değer arttırıcı bir faktör olarak giriyor. Öyleyse tüccar daha çok parayla mal almak ve daha çok kredi faizi ödemek mecburiyetinde kalacaktır. Böyle bir durumda da malın alımında da satımında da, enflasyonu arttırıcı olan bir etken söz konusudur. Malın alımında maliyete etken olan faktör, malın satımında, satanın kârını oluşturacak, satın alanın maliyetini oluşturacaktır. Böyle bir dizaynda malı satan kişi, satın alma fiyatına, malın o miktarına ödediği faizi de ilâve edecek. Bunun baz teşkil ettiği bir rakam üzerinden kâr marjı hesaplayacaktır.
Şimdi ödeme devresinin peşin olmadığını, ödemenin bir devreye doğru olduğunu düşünelim. 1 ay, 2 ay, 3 ay vadeli mal satan bir tüccar düşünün. Enflasyonist bir ülkede, fiyatına vade farkı adı altında arada geçecek bir ayın, 2 ayın, 3 ayın enflasyondan kaybettiği bedelini biraz da kâr katarak eklemek mecburiyetindedir. Bu da adalet kaidelerine aykırı düşmez. Söylediğimiz gibi böyle yapmazsa, 3 ay sonra o malını yeniden almak isterse, eski fiyatından o malı alması hiçbir şekilde mümkün olmayacaktır. Çünkü bütün dizaynlarda bu artışlar, mutlak olarak tesir sahası bulacaktır.
Öyleyse sevgili izleyenler ve dinleyenler, enflasyonun içinde, enflasyonist tazyikin tatbik sahasına koyduğu bir seri tedbir devreye giriyor. Bu tedbirlerin her biri, enflasyon dinamiğini arttıran fonksiyonları içerir. Devamlı enflasyonun artışına, enflasyon oluştuğu anda vücuda giren faktörler söz konusu. Bu faktörler hâkim olur. Ve bunlar hedefe yönlendirir insanları. Ve enflasyonun mutlaka artışını oluşturur.
Eğer bir ülkede enflasyon sebebiyle maliyetler yükseliyorsa, gelecek devrede mal daha yüksek maliyetlere satın alınacaktır. Yani enflasyonun oluşmasına, alınan kredinin faizleri neden olmaktadır. Bütün işletmelerde personel çalışır. O personele ödenen ücretlerin artması, asıldır. Daha fazla para ödenecekse, enflasyonun devamına bir göstergedir bu, parametredir. Devamını mutlaka muhtevasında tutan bir gelişme süreci gösterir. Olayın içinde her şey, birbirine bağımlı olan enflasyon dinamiğini hızlandıran etkenleri oluşturur.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, bir yıl içinde %60 enflasyonun oluştuğu bir ülke düşünün. Yani her ay ortalama %5 enflasyon var demektir. Böyle bir dizaynda insanlara mal satan bir tüccar, her ay için %5’lik bir rakam değil, ondan daha fazla bir rakam koyacaktır, kâr marjını da hesaba katıp. %6, belki daha fazla.
Öyleyse her ayın sonunda ödenecek olan taksitler, bir farklılığı beraberinde getiriyor. Bütün bir piyasada bunun yapıldığını gördüğümüz zaman aynı mal için ödenen bedelin, parasal değer olarak yükseldiğini müşahede ediyoruz. Bu parasal değerin yükselmesi söz konusu oluyor, sevgili izleyenler ve dinleyenler.
Öyleyse bu dizayna dikkatle bakın. Bu artış, enflasyonu temelde körükleyen faktördür. Bütün maliyetlerde işçi ücretlerinin artışı, bütün maliyetlerde ham madde fiyatlarının artışı, bütün maliyetlerde malzeme, ilâve yardımcı malzeme bedellerinin artışı, satın alma bedelinin maliyetinin yükselmesini intaç eder. Yükselen maliyet, daha yüksek bir kârla, parasal değer olarak (oran aynı olsa da) baz büyüdüğü için daha yüksek fiyatlı bir satışı gerektirir. Böyle bir satış ise enflasyonun önceden habercisidir. Öyleyse bütün enflasyonist ülkelerde, geleceğe dönük hesaplar yapar, bütün üreticiler. Ve tahmini enflasyon modellerine göre mallarının değerlerini o standartlarda arttırırlar ki, enflasyon onlara bir zarar veremesin.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, hiçbir şey gördüğünüz gibi boşuna dizayn edilmiyor. Her konunun arkasında, enflasyonun harekete geçirici bir özelliği var. Öyleyse personel masrafları açısından ve diğer masraflar açısından artan bütçeler, daha çok parayı gerektirdiği için enflasyonun devam etmesinin bir sebebidir. Ve bunun arkasından, halkın reel seviyede fiyat artışlarına ayak uyduramaması söz konusuysa, devletin beklediği vergiler, enflasyon oranından daha aşağıda teşekkül edecektir. Ve bütçe, o yıl da açık verecektir.
İşte bütçe açıklarının varlığı, devletin bu masrafları yapmasına ne yazık ki engel olamıyor. Devlet, o masrafı yapmak mecburiyetinde. Devlet o masrafı yaptığı zaman o kadar parayı ekonomide kullanacaktır. Masrafı yaptığı zaman eğer o masrafı ödemeyecek durumdaysa, vergi gelirleri bunu karşılamıyorsa, devlet için yapılacak şey; yeniden para basmaktır, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Veya borç almaktır. Para basmama eğilimine, borç yapma eğilimini mukayese eden, kıyaslayan devletler, eğer borçlanma tekniğini kullanıyorlarsa, o zaman Gayri Safi Millî Hasıla’nın belli bir ölçüsünden sonra, bunun tahakkuk etmemesi gerekir. Eğer gazetelerin verdiği rakamlar doğruysa %50’nin ötesinde Gayri Safi Millî Hasıla’ya göre borçlu bir devlet var; bizim ülkemiz.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, %1, 2, 5, 6 oranında (ki %4 normaldir) bunun bu kadar olması lâzım gelen, bunun ötesine geçmemesi lâzım gelen devletin borçları, devleti çok zor durumlara sokabilir. Öyleyse bütçe açığı varsa, o enflasyonun kesin olarak teşvikçisidir. Bütün bütçe açıkları, enflasyonu körükleyen faktörlerdir. Devlet borç alarak da masraflarını yapsa ekonomi yüküne o kadar para, masraf karşılığı olarak girecektir; ki böyle yaptığı takdirde de borçları ödemek için devletin yeniden para basmak mecburiyetinde kalacağını biliyoruz, ikinci aşamada.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, öyleyse enflasyon dinamiğinin temel unsurları, biliyorsunuz ki enflasyonun içinde. Bir taraftan enflasyon; personel masraflarını, ham madde masraflarını, yardımcı madde masraflarını ve diğer masrafları arttırıyor. Bu artış ise bizatihi enflasyonu oluşturuyor. Artan masrafların karşılanabilmesi için daha fazla paranın piyasaya girmesi, gerekli oluyor. Ama bu daha fazla para piyasaya girdiğinde, belli bir trendde oluşan enflasyon, geleceğe müteallik olan bütün hesaplamalarda, aynı artış trendini mutlaka devreye almanıza sebebiyet veriyor. Yani enflasyonun var olduğu bir ülkede, fiyatların yükseldiğini, maliyetlerin yükseldiğini, faizlerin yükseldiğini görüyoruz. Böyle bir dizayn varsa, bir yükselme söz konusuysa sevgili izleyenler ve dinleyenler, bu yükselen fiyatlar, bizatihi enflasyonu oluşturuyor. Enflasyonun karşılanması istikametindeki bütün tedbirler, enflasyonun devamının bir vasıtası oluyor.
Öyleyse enflasyonun dinamikleri, bizatihi enflasyonun içindedir. Başlamaya görsün, onu yok edene kadar devletler çok uğraşır. Ve bu uğraşı, onlara büyük zararlar verdirir, özellikle sermaye kanaması, bunlardan belli başlı bir tanesidir. Bizim ülkemizde her yıl, sevgili izleyenler ve dinleyenler, tedavüldeki paradan daha fazla bir sermaye kanaması, bütün enflasyon devrelerinde mutlak olarak oluşmuştur. Öyleyse bu bir kayıptır. Ülkede yirmi milyon insan çalışıyorsa, hesaplayamadığımız kadar bir sermaye hareket halindeyse, o da çalışıyorsa, bunun karşılığında insanlar kâr ettiklerini zannediyorlarsa ama aslında sermaye kanaması sebebi ile bütün kârlar yok oluyorsa, sermaye kanaması ülkenin kanını, iliğini kurutuyor demektir, sevgili izleyenler ve dinleyenler.
Öyleyse görüyorsunuz ki, enflasyonun içindeki dinamikler, enflasyonu aşağıya çekmenize müsaade etmiyor. Daha da yükselmesine sebebiyet veriyor. İşte burada alınması lâzımgelen tedbirleri, almak gerekiyor. Mesela faiz hadlerini, adım adım aşağıya çekmek gerekiyor. Ve devlet bunu başarabilmiş durumda. En azından hazine bonolarının %140’lara varan faizlerinin, artık bankaların normal faiz haddi seviyesine ulaştığını, en azından çok yaklaştığını görüyoruz. Bu da bir başarıdır.
Öyleyse orta devrede enflasyonu önlemek hedef alınmış ise bunun metotları ülkemizde kullanılmaktadır. Belki ağır giden bir müessese söz konusudur ama %80’lerden, %60’lara hatta %50’li rakamlara düşüldüğü de bir vakıadır.
Öyleyse 2 tane yol var, sevgili izleyenler ve dinleyenler: Ya altın karşılıklı bir para rejimini koyarsınız, bir anda enflasyonu yok edersiniz. Enflasyonun bir daha yaşamasını da imkânsız hale getirirsiniz. Yani enflasyonu katledersiniz, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Altın karşılıklı para rejiminde enflasyonun belirmesi, mümkün değildir. Altının karatında oynamamak kaydıyla. Çünkü sevgili izleyenler ve dinleyenler, altın para rejimlerinin var olduğu devrelerde de enflasyon görülmüştür. Nasıl görülmüştür? Altın parayı basan hükümet, 22 karatlık bir altın paraya, başka madenler ilâve ederek onu 20 karata düşürdüğü zaman aradaki %2 fark piyasa derhal enflasyon istilası olarak yansır. Halk ve piyasa uyumaz. Hemen anında olayları görür, teşhisini koyar.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, öyleyse altın para dediğimiz zaman onun da bir rajonu var. Allahû Tealâ’nın İndinde adalet müessesesi, her zaman ait olduğu yerde, orada durmalı sevgili izleyenler ve dinleyenler. O müesseseye dikkatli bakın. Her güzelliğin bütün boyutlarıyla yaşandığı bir güzellik, enflasyonun dışında kalan bir ekonomik nizamla yaşanır. Olay bunu ifade ve ihata eder.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, her geçen gün, enflasyonun düzeltilmesi konusunda ciddi sayılabilecek olan tedbirlerin alındığını görüyoruz. Ve rakamlar da gerçek anlamda, enflasyonun aşağıya doğru çekilmekte olduğunun habercisi. Öyleyse enflasyonun orta devrede önlenmesi konusundaki politika meyvelerini veriyor, adım adım hedefe doğru yürünüyor. Orta vadede enflasyonu önlemeye çalışan bir hükümet için onu bir anda ortadan kaldırmak, elbette söz konusu olmaz. Bu bir yanlış politika değildir. Hükümetin tercihi böyledir ve başarılı bir yolda da ilerlemektedir. Düşünce yapılarımız arasında fark olması da neticeyi değiştirmez. Ve olaylar yürüyor, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Allah razı olsun.
Aydın’dan A. Taşan’ın sorusu:
SORU: Sevgili Efendimiz, hep merak ettiğim bir konu var. Bu konuyu size sormak istiyorum. Ülkemizde Gayri Safi Millî Hasıla’yı bir türlü gelişmiş ülkelerin standardına çıkartamadık. Çok şeyler söylenmiş olmasına rağmen, ülkemizde geçim derdini yaşayan binlerce insan var. Kişi başına düşen Millî Hasıla nasıl artabilir? Bunun artırılmasına en öncelikli etken konular nelerdir? Değerli açıklamalarınızı bekliyorum.
CEVAP: Allah razı olsun. Sevgili izleyenler ve dinleyenler, Türkiye ile Almanya arasında bir mukayese yaptığınız zaman; diyelim ki şöyle bir rakamla karşılaştınız.
Her iki ülkede aynı miktarda insan yaşadığını düşünelim, bir an için. Böyle bir şeyi vakıa olarak kabul edelim. Aynı miktarda da işçi olsun. Ama bir ülke, diğerinin 10 katı kadar üretim yapsın. Eğer işçilik payı, her iki ülkede de eşitse; diyelim ki işçilik payı %25. O zaman 10 kat üretim yapan ülkedeki işçilerin eline, 10’da 1 üretim yapan işçilerin eline geçen reel paradan, müstakar paradan, aynı satın alma gücünü gösteren paradan 10 katı geçecektir. Öyleyse 10 kat üretim yapan ülke… Dikkat edin. Misali Türkiye ve Almanya için kullandım; iki tane ülke düşünün. Bu iki ülkenin nüfusları eşit olsun. Ve istihdamda olan kişilerin de sayısı birbirine eşit olsun. Ama ülkelerden biri, diğerinin 10 katı üretim yapmayı başarsın. Koyduğu çok sermayeyle ve usta işçilerle bunu başardığını düşünelim. İşçilik payı da maliyet de eşit olsun. Misal verdik; %25. O zaman 10 kat üretim yapan ülkedeki her işçinin eline, ortalama diğer ülkenin 10 katı kadar para geçecektir. Öyleyse bu ülkedeki insanların refah seviyesi, diğerinin 10 katıdır. Misal çarpıcı.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, demek ki, Gayri Safi Millî Hasıla’yı artırmak, daha çok üretimle mümkün. Gayri Safi Millî Hasıla’dan fert başına düşen Millî Geliri hesaplamak, kolay. Ülkenin nüfus sayısına, Gayri Safi Millî Hasıla’yı böldüğünüz zaman fert başına Millî Gelir çıkar ortaya.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, öyleyse sosyal refahın ve ekonomik refahın temelinde, müstakar para itibariyle bir mukayese yapıyorsanız, daha çok para getirmek; işte bu söz konusu olan şeydir. Ve bunun temelinde de sevgili izleyenler ve dinleyenler, kaliteli üretim yatar. Türkiye kendi ülkesine yetecek kadar değil, bir o kadar da ihracat yapacak kadar bir dizaynı, üretim dizaynını ve ülke içinde ve dışında satışı hedef almalıdır.
Türkiye’nin hedefi, çağdaş medeniyetlerin seviyesini yakalamak olmamalıdır; onun ötesine geçmek olmalıdır. Osmanlı’nın ait olduğu yeri, tekrar Türkiye almalıdır, diye düşünüyoruz. Bunun için rasyonel yollara başvurmak gerekiyor. Bu rasyonel yollar, rasyonalizasyon açısından mutlaka ama mutlaka daha çok üretimi devreye alır. Başka bir yol yok, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Sosyal refahı ve ekonomik refahı bir ülkede sağlamak istiyorsanız, bunun getirdiği yegâne yol, üretimi arttırmaktır. Hizmet üretimini, maddî üretimi, manevî üretimi artırmak mecburiyetindesiniz.
Öyleyse, sosyal refahın ölçüsü, fert başına düşen Millî Gelir’dir. O da Gayri Safi Millî Hasıla’nın nüfus sayısına bölünmesiyle bulunur. Demek ki hedef, Gayri Safi Millî Hasıla’yı, fert başına düşen geliri arttıracak bir ölçüde yükseltmektir. Diyelim ki üretim artışı sağlıyorsunuz, %2 ama nüfus artışınız %2,4. Siz, sosyal refahı arttıramadınız. Hatta aşağı düşürdünüz. Çünkü artan nüfus, Gayri Safi Millî Hasıla’nın artışına rağmen, fert başına düşen geliri arttırmadı; aşağı düşürdü.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, 1989 yılında verdiğimiz bir konferansta, Türkiye’nin 10 yıllık geleceği içinde, eğer mevcut tavsiyelerden onlara riayetten bahsetmek söz konusuysa, hareketle kesin bir yere varmak mümkün oluyordu. 1989’dan 1999’a kadar geçecek olan 10 yıllık bir zaman zarfında, 2,4’lük (iki onda dörtlük) bir kalkınma 2,4’lük bir nüfus artış hızına rağmen reel parayla, Türkiye’deki fert başına düşen geliri, reel parayla iki katına çıkarmak mümkün müydü? Evet, mümkündü. Bunun ölçümlemeleri bizim tarafımızdan yapıldı. %9,4’lük bir kalkınma hızı gerekiyordu bunun için. Eğer, “Türkiye’de Enflasyon Probleminin Çözümü ve Kalkınma” isimli kitabımızı okursanız, sevgili izleyenler ve dinleyenler (bütün dergâhlarda var), o zaman bunun hangi standartlarda, nasıl gerçekleştiğini hepiniz göreceksiniz. Öyleyse “Türkiye Ekonomik Darboğazdan Nasıl Kurtulur?” diye çok küçücük bir kitabımız var. Orada da şu enflasyon probleminin nasıl çözüleceği, detaylarıyla açıklanıyor.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, her söylediğimiz, mutlaka gözlemlere, eldeki kesin rakamlara dayalıdır. O rakamların ışığı altında, pratiğin şaşmaz bir hedefi ortaya çıkar. Eğer sağlam verilerden hareket ediyorsanız, sağlam sonuçlara ulaşırsınız. Her zaman çözüm vardır, sevgili izleyenler ve dinleyenler.
Öyleyse kardeşimizin dediği gibi geçim derdini yaşayan binlerce insan yok. O, “binlerce insan” diyor ama milyonlarca insan geçim derdi yaşıyor bizim ülkemizde, sevgili izleyenler. Yüzbinler değil, milyonlarca insan geçim derdini yaşıyor ve her geçen gün de bu geçim derdi, çalışanların omuzlarına -insanlar istihdamdan atıldıkça, devre dışı kaldıkça, çalışan kişilerin omuzlarına- düşen, çalışmayan kişilerin yükü giderek daha da büyüyor.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, üretimi arttıramazsanız, sosyal refahı ve ekonomik refahı yükseltemezsiniz. Bir çözüm yok. Çözüm sadece bir tane, sevgili izleyenler ve dinleyenler; kaliteli üretim artışı. Bu üretimi arttırmak için de ülkemizin bulunduğu bu kısır döngüyü mutlaka durdurmak ve onu ana hedeflerine ulaştırmak üzere harekete geçmek söz konusu olacaktır.
Öyleyse ne yapılmalıdır? Devletin de teşvik tedbirleriyle ön ayak olduğu bir kalkınma seferberliği başlatılmalıdır. Krediler yoluyla değil sevgili izleyenler ve dinleyenler; bankaların kendi hedef seçtikleri konularda yapılacak olan, tecrübeli iş adamlarının nezaretinde, güven duyulan, bugüne kadar en güzele ulaşmış olan iş adamlarının liderliğinde, önderliğinde yeni yatırımlar. Hamdolsun ki, bugün bankaların elinde, gerçekten ciddi ekipler mevcut. Fizibilite raporlarını yapabilecek olan ekipler, en iyi değerlendirmeleri yapabilecek olan ekipler, piyasa etüdünü en iyi standartlarda yapabilecek olan ekipler; bunlar mevcut. Böyle bir şey mevcutsa, o zaman yatırımların rasyonel alanlarda bankaların ortaklığıyla kurulması, bütün bu problemleri kökünden halledebilir ve fert başına düşen Millî Gelir, gerçekten gelecek bir 10 yıl içerisinde iki katına çıkabilir, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Hareketli fonların, sadece %5’inin, yalnız %5’inin harekete geçirilmesi; bu %9,4’lük kalkınmayı sağlayabiliyor, sevgili izleyenler ve dinleyenler.
Öyleyse ümitsiz olmak için sebep yok. Çözüm daima vardır. Sakın ümitsiz olmayın, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Allah razı olsun.
Denizli’den S. Atmaca beyin sorusu:
SORU: Sevgili Efendimiz, ülkemiz toplumunun birer vatandaş olarak ekonomide, sanayide yerimizi almak ve kendimizi ülke kalkınmasında vazife almış bir birey olarak görmek istiyoruz. Bu anlamda hem birey olarak bizlere tavsiyelerinizi bekliyoruz hem de topluluk adına insanlar birlik olarak neleri harekete geçirebilir, ne yapabilirler?
CEVAP: Allah razı olsun. Sevgili izleyenler ve dinleyenler, ülkemiz gerçek anlamda bir bocalamanın içerisinde. Davranış biçimleri, insanlar için giderek bozuluyor. Daha az güven duyulan bir ortamda yaşıyorsunuz. Piyasadaki iflasların, fabrika kapatmalarının arkasında yatan sebebe baktığınız zaman sevgili izleyenler ve dinleyenler, onun arkasında güvensizlik yattığını görüyorsunuz. Onun arkasında, taahhütlerine sadık olmayan bir insanlar topluluğu görüyorsunuz. Bu, acı bir işarettir.
Ne demek istiyorum? Hepiniz biliyorsunuz ki, iflasların, fabrika kapanmalarının arkasında, zamanında ödenmeyen çekler ve bonolar yatıyor sevgili izleyenler ve dinleyenler. Kurunun yanında yaş da yanıyor. Diyelim ki dürüst bir insan, senedini vermiş, vadesinde mutlaka ödeyecek; kararı o. Ama bunu yapabilmek için alacaklarını tahsil edebilmesi lâzım. Eğer edemiyorsa, borçlarını ödememek konusunda gayret sarf eden insanların ödemedikleri borçların, dürüst insanları da etkilediğini, onları da borçlarını ödeyemez duruma getirdiğini görüyoruz, sevgili izleyenler ve dinleyenler.
Öyleyse tüm güzelliklerin adım adım kaybolduğu, aldatmanın usul haline gelmeye başladığı bir ahlâk nizamı, bir çürüme görülüyor, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Bu sosyal çürümeye, dikkatinizi çekmek istiyorum. İflasları başlatan bu olgudur, sevgili izleyenler ve dinleyenler; insanların taahhütlerine sadık olmamaları. Ve bu yaygınlaşmış bir durum olunca, piyasa çöker. Çünkü doğrular da yanlışlarla beraber, aynı sonuçları yaşamak mecburiyetindedir.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, ülkemizde çekler ve senetler ödenmiyor. Büyük ölçüde bir ödememe skandalı, fabrikaların ve başka işyerlerinin kapanmasına sebebiyet veriyor. Öyleyse moral açıdan, manevî değerler açısından, bu muhtevaya dikkat etmek mecburiyetindeyiz, sevgili izleyenler ve dinleyenler.
Neyi görüyoruz? En güzele doğru bir davranış biçimini. Sevgili izleyenler ve dinleyenler, bu söylediğimiz şey bir hedeftir. En güzele doğru bir davranış biçimi. Öyle bir toplum oluşturmalıyız ki, o toplum Osmanlı gibi olmalı, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Sözüne sadık, her ne pahasına olursa olsun, borcunu mutlaka ödeyen bir cemaat oluşturmalıyız. Böyle bir şey, manevî değerlere kıymet vererek gerçekleşebilir.
Toplumun çürümüş olan ahlâk nizamını, tekrar ait olduğu yüksek mihraplara ulaştırmak, bütün düşünenlerin vazifesi olmalıdır. Herkes, böyle bir dizaynı en iyi gerçekleştirmek üzere harekete geçmelidir, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Bu devam ederse, insanların borçlarına olan sadakatsizliği, insanların borçlarını ödememe konusundaki gayretleri, böyle bir dizaynı sağlamaları, sevgili izleyenler ve dinleyenler, bütün insanlar için en güzele yönelik bir dizaynı yok etmektedir. Öyleyse herkesin borcunu ödememeye değil, mutlaka ödemeye yönelik bir tutum içerisinde hareket etmesi asıldır.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, bu çürümüşlükten insanımızı kurtarmak mecburiyetindeyiz. Çöküntüye mâni olacak olan bir tedbirler dizisi, manevî cihazlanmayı gerektiriyor, sevgili izleyenler ve dinleyenler.
Öyleyse ekonominin değerli tüm bireyleri, kendilerine verilen emaneti en güzeli oluşturmak istikametinde bir dizaynı anlatıyorsa, sevgili izleyenler ve dinleyenler, o zaman bütün insanlar için bir muhteva tayini gerekiyor. Hepimiz borçlarımıza sadık olsaydık, fabrikalarımız kapanmazdı, sevgili izleyenler ve dinleyenler.
Aldatmanın herkesi kontrolü altına aldığı bir bozulmuş ahlâk dizaynı, yanlışların doğru diye kabul edildiği bir ortamı oluşturuyor. Böyle bir ortamda çözüm, ahlâkî değerlerin yerli yerine oturtulmasıyla mümkün ve geçerlidir. Öyleyse herkes için söz konusu olan budur.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, öyleyse toplumun iki bölümü var: Çalışanlar ve çalıştıranlar.
Özellikle çalıştıranlar kesimine dikkatinizi çekmek istiyorum. Onlar yani müteşebbisler, onlar bu istikamette en güzele sahip olmak durumundadır. Eğer öyle olurlarsa, geri kalan için hareket noktası buradan başlayacağı cihetle konuya hâkim olmak, çözüme ulaşmak kolaylaşır. Toplumun bireyleri, bu noktada kendilerine düşeni bihakkın yapmak durumundadır. Eğer üzerlerindeki vicdan borcunu yerine getirmemek insanları rahatsız etmiyorsa, borçlarını ödememekten bir rahatsızlık duymuyorlarsa, o zaman o ülkede çok şeyler kaybolmuştur, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Ve toplum, bu çöküntünün içerisinde.
Böyle bir başlangıcın, çok vahim neticeleri olabilir. İşten çıkan insan, bir süre işsizliğe dayanır. Ama çocuklarına ekmek götüremeyen insanların öfkeleri, bir yerde galip gelebilir. Ve toplumun düzeninin bu açıdan farklı bir bozulmayla karşı karşıya kaldığını görürüz o zaman. Ahlâkın bozulması, insan haklarının yara almasını değil, çok büyük ölçüde yok edilmesini ortaya koyabilir, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Tehlikeli bir gelişim, söz konusu olan.
Çözüm; ahlâkî değerleri, insan adlı Allah’ın bu mahlûkuna aşılamak, yerleştirmek ve onlara değer vermeyi sağlamak. Hedefimiz bu olmalıdır.
Ekonomi neyi içerir? Bütün bireylerin, bütün fertlerin üretken olmasını. Bu ekonominin içine, ne kadar çok üretim değeri katılırsa, katma değerlerin toplamı, toplam üretimi vücuda getirecektir. Herkes üretimin bir parçası olmalıdır. İş üretimi veya hizmet üretimi. Ama hep üretim söz konusudur. Tabiatıyla fizikî üretim, kalite itibariyle uygun neticelere ulaşmış olan bir fizik üretim, parça üretimi, mal üretimi, her istikametteki üretim; ekonomiyi, kendi ayakları üzerinde canlı tutabilecek olan özellikleri sergiler.
Ama sevgili izleyenler ve dinleyenler, ekonomi; senetlere ve çeklere dayalı bir alışveriş ortamına dökülmüş durumda. Ve çekler bu sebeple ödenmiyor. Buradan başlayan bir bozulma, bir çürüme, toplumumuzu kemiriyor, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Güven unsurunun kaybolduğu bir ortam, ülkeyi yaşanması güç bir pozisyona ulaştırmış durumda.
Öyleyse moral değerleri, manevî değerleri yerli yerine yerleştirmek; bu, hepimizin vazifesi olmalıdır. O zaman daha sağlam bir zeminde üretimin arttığını, ekonominin düzeldiğini inşaallah hep birlikte yaşarız. Allah razı olsun.
Bursa’dan S. Bağdat’ın suali:
SORU: Sevgili Efendimiz, “Rızkın 10’da 9’u ticarettedir.” şeklinde bir hadîs-i şerif söyleniyor. Ve buna binaen, halkımız arasında bu inanç çok yaygın. Gerçek böyle midir? Eğer böyleyse, bizlere ticaretin nasıl yapılacağını ve bu konudaki genel ahlâkın, ticarî ahlâkın boyutlarını anlatır mısınız?
CEVAP: Allah razı olsun. Bir ticaret ortamı, Osmanlı’da da yaygındı. Tabiatıyla bizim ülkemizde de yaygın. Yaygın olmaması zaten söz konusu olamaz. Çünkü ticaret olmazsa, yani toplumun ayağına getirilmeyen bir üretim, bir değer ifade etmez. Üretim, satışa sunulduğu zaman halka açık bir alım imkânı doğurur. Öyleyse bunu sağlayan şey de ticarettir. Tabiatıyla sevgili izleyenler ve dinleyenler, eski devirlerde iyi şeyler bir yerlerde yapılır, kervanlarla oralardan alınıp, bütün dünyaya yayılırdı. Tabiatıyla o zaman üretimden daha ötede, üretilen malların dünyanın her tarafına ulaştırılması, kervanlarla ulaştırılması, aylarca süren yolculuklardan sonra ulaştırılması söz konusu olurdu, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Şimdi ulaştırma mekanizması, artık çok büyük boyutlarda hedefine ulaşmış durumda. Ve üretim değerini büyük ölçüde arttırmış durumda. Öyleyse ticaretin ötesinde bir üretim faaliyeti, sosyal refahı ve ekonomik refahı sağlayabilecek olan asıl şey, artık budur.
Kardeşlerimiz, “ticaret yapanların, nasıl bir yapıda olması gerektiğini” sormuş oluyorlar. Zaten bizim de anlattığımız, birkaç sual boyunca hep bu idi, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Ahlâkî değerlerin tam yerine oturduğu bir tüccarlar grubu, bir sanayiciler grubu; üretim ve ticareti at başı, ülkenin kalkınma hedeflerine paralel bir hüviyette götürecektedir.
Ama sevgili izleyenler ve dinleyenler, bunun arkasında ahlâkî değerlerin mutlak olarak yerli yerine oturması var. Ve Osmanlı olmaktan çok şeyler kaybetmişiz, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Bizim bir şey söylememize gerek yok. Ödenmeyen çekler, ödenmeyen senetler, ahlâk açısından nereden nerelere düştüğümüzü, çok açık bir şekilde gösteriyor.
Biz Osmanlı’nın mirasçılarıyız. Öyleyse Osmanlı’ya yakışır bir adalet müessesesinin, Osmanlı’ya yakışır bir hak müessesesinin yeniden yapılanması, bu yapılanmayı bizim hedef edinmemizle mümkündür. Bizim gördüğümüz kadarıyla toplumumuzda ahlakî değerlerin yeniden yapılanması konusunda, kültür açısından bir gelişme ve bu gelişmeyi başlatan bir hareket başlangıcı da göremiyoruz. Bu konuda, dinamizmi sıfır noktasında görmek, gerçekten çok üzücü.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, ahlâk, insanlara zorla yerleştirilemez. Manevî değerler, moral değerler insanlara, onların mantığına uygun bir dizayn içerisinde kabul ettirmeye çalışılarak hedefe ulaşılır. Osmanlı, böyle bir dizaynın sahibiydi. Bütün dünyaya, 400 yıl boyunca adalet getiren Osmanlı, bu moral değerlerin mutlak sahibiydi.
Öyleyse eğer bir ticaret yapacaksak, sevgili izleyiciler ve dinleyiciler, bir üretim yapacaksak, arkasında mutlaka aldatmama eğilimi esas olmalıdır. Lonca sistemine baktığımız zaman Ahi Evran Teşkilatı’nın temelinde, tasavvufun yattığını görürüz, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Bir ustanın veya bir tüccarın yanına, esnafın yanına, çırak olarak girecek olan kişinin, bir mürşide mutlaka tâbî olması gerekirdi, Ahi Evran teşkilatında. Hiç kimse, Allah’ın evliyası olmadan kalfa olamazdı. Hiç kimse daimî zikre ulaşmadan usta olamazdı.
Öyleyse moral değerleri, tartışmasız bir şekilde üzerinde taşıyan insanların hâkimiyetindeki bir üretim faaliyeti; esnaf, zanaat erbabı tarafından bir satış faaliyeti, esnaf tarafından yapılırdı. Hepsi de doğruluğun gerçek temsilcileriydi. Bir kişinin borcunu ödeyememesi, en büyük ayıp sayılırdı, esnaf ve zanaatkâr arasında. Ve böyle bir şey bilinirdi ki, o kişinin isteğiyle, ahlâkî değerlerinin eksikliği yüzünden tahakkuk etmemiştir. Mutlaka arkasında, bir beklenmeyen felaket, beklenmeyen bir yangın veya başka bir şey, o kişiyi borcunu ödeyemez duruma düşürmüştür. Gönlü borcunu ödemek istediği halde bunu gerçekleştiremeyen, o zanaat erbabına ve esnafa, mutlaka yardım edilirdi.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, herkesin borcuna sahip olduğu, herkesin kendi esnaf arkadaşlarını kendisinden daha üstün gördüğü bir nizam. Gene II. Murat devrindeki o küçücük olayı verelim size, sevgili izleyenler, misal olarak:
Osmanlı’da sabah ezanından sonra namaz kılınır, ondan sonra da bir daha uyunmazdı. İşte sabah namazını kılmış olan bir kişi dükkâna gidiyor ve “Şunu istiyorum.” diye bir mal gösteriyor, rafın üzerinden. Dükkân sahibi diyor ki: “Satılık değil.” Gelen müşteri de diyor ki: “Burası bir ticarethane ve sen onları, oraya koymuşsun. Ben de müşteriyim, onu istiyorum. Neden satılık değil?” Dükkân sahibi gülümsüyor, diyor ki: “Anlıyorum ki, bu malı mutlaka almak istiyorsun. Bak, karşıki dükkânda da var. Oradan alman acaba mümkün olabilir mi?”
Bu sefer malı alacak olan kişi merak ediyor: “Neden” diyor “senden değil de karşıdan almak zorunluluğum var?” O da diyor ki: “Ben bugün siftah yaptım. Biz, esnaf arasında siftah yapmak, önemli bir olgudur. Her şey siftaha göre şekillenir. Ama o arkadaşım, henüz siftah etmedi. Eğer bu malı ondan alırsan, çok büyük bir mutluluk duyarım.”
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, düşünebiliyor musunuz? Biz başkalarına mal satalım diye, “Aman! Başkaları satmasın da biz satalım.” diye, her türlü davranış biçimini uygulayan bir toplum olduk. Onlarsa arkadaşlarını kendilerinden daha önde görüyorlardı.
Osmanlı’nın kök boyalarının, kumaş boyamakta kullandıkları kök boyalarının esrarı, hâlâ çözülememiştir. 500 senelik, 600 senelik kumaşların boyalarının, hâlâ ilk günkü gibi durduğunu görürsünüz müzelerde. Bunun arkasında Osmanlı esnafının dürüstlüğü, Osmanlı esnafının Allah’tan nasıl yardım aldığı, bir vakıa olarak çıkar karşımıza.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, böyle bir dizayn, Ahi Evran Teşkilatı tarafından gerçekleştirilmiş. Hiç kimsenin, hiç kimseyi aldatmadığı, şan için yaşandığı, “En güzeli üreteyim ki, bunun üretiminin şerefi bana ait olsun, Allah’ın dostlarına ait olsun.” diyen bir zihniyet, ticarete hâkimdi. Üretime de hâkimdi, sevgili izleyenler ve dinleyenler; zanaatkârlar eliyle üretime, esnaf eliyle de ticarete.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, yıllarca evvel Bursa’daki bir Ahi Evran Teşkilatı konusundaki konferansa davet edilmiştim. Ve orada yaptığım açıklamada şunu söylemiştim: “Siz Ahi Evran Teşkilatı’nı canlandırmak istiyorsunuz. Amma eğer Allah’ın yolunda olmazsanız, bu teşkilatı hiçbir zaman gerçekleştiremezsiniz. Sadece bir gösteride bulunursunuz.” Ve onlara uzun uzun tasavvufu anlatmıştım, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Ahi Evran Teşkilatı’nın onların göremediği ama Ahi Evran Teşkilatı’nı, Ahi Evran Teşkilatı yapan temelleri öğretmiştim.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, biz de artık aklımızı başımıza toplamalıyız. Bütün dünyada esnafımızın güzel bir adı yok, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Aldatmanın muteber olduğu bir ortamdan bahsediyor, buradaki tüccarlar. Öyleyse bu kanaati bütün dünyadan silmeliyiz. Bunu yapmak mecburiyetindeyiz. Bunun bir açıkgözlülük olduğunu zannedenler, ülkemize ne kadar büyük bir zarar verdiklerini fark etmiyorlar, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Bir sürü uluslararası mahkeme, hâlâ esnafımızla başka ülkeler arasında devam edip gidiyor.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, artık aklımızı başımıza toplamak zamanı gelmiştir, diye düşünüyorum. İnsanımızı moral değerlerin en üst noktasına doğru adım adım taşımalıyız. Onlara Allah’ın güzelliklerini, dürüstlüğün Osmanlı’daki dünyaya yansımış olan sonuçlarını anlatmalıyız. Niçin değerli olduğunu anlatmalıyız. Aynı değeri, onların torunlarının yaşaması mümkün değil, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Öyle olmalıyız. Bütün dürüstlükler, Osmanlı’dan dünyaya yayılmıştır. Ve yeniden bu noktaya ulaşmak konusunda bir büyük gayretin sahibi olmalıyız, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Allah razı olsun.
Ankara’dan H. Ahmet beyin sorusu:
SORU: Sevgili Efendimiz, ülkemiz otomotiv sanayi, oldum olası bir gelişme içerisinde olamıyor. Kendi ürününü çıkaran, dış piyasaya bunu pazarlayabilen yatırımcılara çok ihtiyacımız var. Ama görüyoruz ki, bu sektörde yine yabancı sermaye, başı ele almış. Yerli sermaye ise maalesef kendi ayakları üzerinde durup, yabancı sermaye ile rekabet içerisinde bulunamıyor. Yabancı sermayeyle yeterli seviyede rekabet edebilmek ve ülkemiz otomotiv sanayiinde kaliteli yerli malı damgasını hakkıyla vurabilmek için neler önerirsiniz? Değerli açıklamalarınızı bekler, hürmetle ellerinizden öperim.
CEVAP: Allah razı olsun. Sevgili izleyenler ve dinleyenler, otomotiv sanayi gerçekten bu konunun yaygın bir örneği. Bir “İsveç” dediğiniz zaman aklımıza hemen Volvo markası geliyor. “Almanya” dediğiniz zaman bir Mercedes, bir Volkswagen Almanya’yı temsil ediyor dünya üzerinde. Kore’yi temsil eden bir KİA markası var. Japonya’yı temsil eden birçok otomobil markası.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, birçok ülkeye baktığımız zaman o ülkenin kendisine has bir tanıtım vasıtası, onun ürettiği otomobiller. İşte “Fransa” diyorsunuz, Renault’la Peugeot’suyla sahnede. Amerika’nın Chrysler’i, Chevrolet’i, Cadillac’ı, daha pek çok markası. Ürünleri, dünya pazarlarında rekabet unsuru olarak ortaya çıkarmışlar. Bu rekabetçi piyasanın içerisine birçok ülkelerden, birçok ülke kendi markalarıyla girmiş, dünyada da tutunmayı başarmışlar.
Öyleyse sevgili izleyenler ve dinleyenler, neden biz onların arasında yokuz? Olmalıyız. Bizim de bir arabamız, dünyada adı sanı sayılan bir araba olmalı. Biz de uçak üretebilmeliyiz. Ve bir uçağımız, dünya üzerinde bir titri olmalı. Ama böyle bir şey yok, sevgili izleyenler ve dinleyenler. İlk defa Legâri Hasan Çelebi tarafından tatbik sahasına konulan bir füze, 1900’lü yıllarda Von Braun tarafından geliştiriliyor. Ve 400 yıl sonra Von Braun, füzenin babası sayılıyor.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, ilk defa kanat takarak Galata Kulesinden Üsküdar’a uçabilen kişi, Hazerfen Ahmet Çelebi’dir. Öyleyse bu dizaynı hiç unutmayın. Bütün insanlar için örnek teşkil eden bir tarihin sahibiyiz. Ve ceddimize lâyık olmalıyız diye düşünüyorum, sevgili izleyenler ve dinleyenler.
Öyleyse, ne yapmalıyız? En güzele ulaşmak için daimî bir gayretin sahibi olmalıyız, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Bu gayrete dikkatle bakın. Onun üzerine her şey bina edilecektir. Bu ülke, sağlam bir geçmişin mirasına sahiptir. Buna lâyık olmak, hem vazifesidir hem de hakkıdır.
İşte otomotiv sanayi deyince, bu sanayinin devamlı gelişmeleri söz konusu, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Belki bugün değil, belki yarın. Yer çekimi kuvvetini ortadan kaldıran bir araç tekniği ile belki Türkiye ortada olacaktır, en önde olacaktır. Belki ilk uçan daireyi yapabilen ülke olarak Türkiye, önde olacaktır.
Öyleyse geleceğe dikkatle bakın, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Sakın ümidinizi kaybetmeyin. Sakın bugünkü bu yozlaşan nizamı, Osmanlı’nın mirasçılarına lâyık bir nizam zannetmeyin. Bu, devrimizin başka ülkelerinden bizim ülkemize sıçrayan ve bizi dejenere eden bir sisteminin kalıntısıdır. Bu kalıntıyı yok edebilecek olan aslî unsurun, o kanın, hepiniz sahiplerisiniz, sevgili izleyenler ve dinleyenler.
Öyleyse geleceğe doğru dikkatle bakın, orada Türkiye var. Orada bizler varız, sevgili izleyenler ve dinleyenler, odak noktasında. Öyleyse gelecekten sakın umutsuz olmayın. Bu ortam, bu dejenere olmuş pozisyon, bugünkü bu durum, sakın sizi ümitsizliğe sevk etmesin. En güzele ulaşmak için kalbinizde hep tertemiz şeyleri düşünün. Ve oraya, onu yerleştirin. Yeni bir ahlâkî değerler dizisi ile geleceğe el ele, kol kola, gönül gönüle yürüyelim, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Allah razı olsun.
İzmir’den T. Talan hanımın sorusu:
SORU: Allah razı olsun. Değerli Efendimiz, öncelikle hürmetle ellerinizden öpüyor, saygılarımı sunuyorum. Sevgili Efendimiz, günümüzde hâlâ bir takım enerji eksikliğinden doğan meselelerde, yetkililer yeterli tasarrufun yapılmadığından bahsediyorlar. “Eğer yeterli tasarruf yapılmış olsaydı bu eksiklikler olmazdı.” diyorlar. Acaba tasarruf edinimi, enerji kesintilerinin bir çözümü müdür? Daha başka yollar mevcut mudur? Değerli açıklamalarınızı bekler, hürmetle ellerinizden öperim.
CEVAP: Sevgili izleyenler ve dinleyenler, gördünüz mü çözümü? Harika! Tasarrufa riayet etseymişiz, enerji kesikliği olmayacakmışmış!
Nasrettin Hocanın oğluna patlıcan gösteriyorlar ve soruyorlar. “Bu nedir?” diyorlar. Diyor ki: “Gözleri açılmadık sığırcık yavrusudur.” Nasrettin Hoca da orada. “Vallahi” demiş “ben söylemedim” demiş “arkadaş! Kendiliğinden bildi.”
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, işte bunun gibi. Nelerle aldanıyoruz. Ne kadar sudan bahanelerle, insanlar sorumluluklarını yok edebiliyorlar, yok ettiklerini zannediyorlar.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, bu sualin cevabı bu mu olmalıydı? Bu ülke, o devirde başka ülkelere elektrik enerjisi satabilmiş olan bir ülkedir. Demek ki oluyormuş. Kendi ülkemizde elektrik enerjimiz yettikten başka, başka ülkelere de elektrik enerjisi satabilecek olan bir dizaynı gerçekleştirmenin şerefini, bu ülke yaşadı.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, her devirde bu yapılabilir. Eğer yapılamıyorsa, arkasında, “Enerji tasarrufu yapamadığımız için böyleyiz.” demek acizliği yatmamalıdır. Adam gibi sorumluluklarımızı kabul edelim ve daha güzelini yapmak üzere harekete geçelim.
Bütün problemlerin çözümü vardır, sevgili izleyenler ve dinleyenler; enerjinin de. Uzun uzun anlattık ki; enerji konusu, özel sektörün bir yarış sahası haline getirilmelidir. Elektrik enerjisi üretimi, satın alınıp interkonnektif şebekeye her noktada bağlanabilen bir özellik taşımalıdır. Nehirlerin markabları üzerinde yüzlerce, binlerce küçük santral, devamlı o nehrin her litre suyunu mutlaka elektrik enerjisine çevirebilecek olan bir özelliği taşımalıdır. Her 100 metrede, 200 metrede, baraj kurulabilecek olan her yerde, düz akan nehirlerin de her 20 metrelik markabında en az 1 metrelik bir kot farkı elde edilebilir. Bu kot farkı, o köyü aydınlatabilecek, ısıtabilecek olan bir enerjinin sahibi olabilir, sevgili izleyenler ve dinleyenler.
Devamlı, nehirlerin enerjisini ondan alacak olan binlerce tesisi, Türkiye kendi üretimiyle mutlaka gerçekleştirmelidir. Şu ülkedeki, şu %4’lük kullanılan potansiyel (%5 diyelim, içinde bulunduğumuz devrede) bu rakam sevgili izleyenler ve dinleyenler, ülke elektriğinin yarısını oluşturuyor. Bu %5’i, 10 yaptığınız zaman mevcut elektrik enerjisi kadar, bir enerjiyi elde etmiş olursunuz. Bunu 20’ye, 30’a, 40’a çıkardığınız zaman ülkenin elektrik ihtiyacının ötesine geçersiniz. Bu demektir ki, ülke elektrik enerjisi ihraç edebilecektir. Daha nükleer santralleri, daha rüzgâr enerjisini, daha güneş enerjisini devreye katmadık. Sadece hidrolik enerji yani gözümüzün önünde akan ve enerjisinin yalnız %5’ini kullanabildiğimiz şu nehirlerin, Allahû Tealâ tarafından bize sunulmuş olan bu hazinenin kullanılamamasının aczini yaşarken, “Enerji tasarrufu sağlanamadığı için bu kesiklikler oluyor.” müdafaası, gerçekten bizi çok yaralıyor, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Bu problemin sahibi olan ve bunu hayatının neferi yapmış bir insan için bu, çok ağır bir olay.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, süratle bir elektrik enerjisi üretim seferberliği yapmalıyız. Bütün sahalarda, özel sektöre hudutsuz bir imkân tanımak söz konusu olmalıdır. Bütün nehirlerde, müteşebbislerin yüzlerce santral kurmasıyla, konuya hemen girmek mümkün. Bu üretimi satın alabilecek olan bir dizayn varsa ve kullanabilecek olan yerleri oluşturmuşsak, hemen üretime başlayabiliriz.
Birinci aşamada üretimin, elektrik enerjisi üretiminin, talep sahiplerine yeterli hale gelmesi var. Bunun için pek çok alan, kilometreler boyunca üzerinde hiçbir elektrik santrali olmayan birçok nehrimiz, gözümüzün önünde akıyor. Enerjisinin, söylediğimiz gibi sadece %5’ini kullanabiliyoruz, sevgili izleyenler ve dinleyenler.
Öyleyse Türkiye, başka ülkeleri örnek alan bir ülke olmamalıdır. Nev’i şahsına münhasır, ötekilerden daha önde bir ülke olmalıdır. Gelecekte bu ülke, bunu yaşayacaktır sevgili izleyenler ve dinleyenler. Öyleyse enerji seferberliği derhal başlamalıdır. Nehir boyları, bütün müteşebbislere açılmalı ve yatırım yapmak isteyenler, dışarıdan getirecekleri malzeme ile değil, bu ülkede oluşturulacak olan malzeme ile yatırımlarını yapmalıdırlar. Bunun için de lüks barajlar kurmak mecburiyetinde değiliz, sevgili izleyenler ve dinleyenler. En ucuz standartlarda, en ucuz şekilde, en çok elektrik enerjisi üretecek olan bir dizaynı, derhal başlatmalıyız. Bunun adı, enerji seferberliği olmalı. Ve elektrik enerjisi, bir hayat akımıdır. Çünkü fabrikaların çalışması, elektrik enerjisine bağlıdır. Öyleyse sevgili izleyenler ve dinleyenler, bunu gerçekleştirmek, insanlara bu konunun imkânları teslim edilmekle tahakkuk eder.
Sevgili izleyeneler ve dinleyenler, burada sözlerimizi inşaallah tamamlıyoruz. Aslında cevap vermemiz gereken birkaç sual daha var. Ama sevgili izleyenler ve dinleyenler, düşünüyorum ki şu anda orada saat yarım olmalı, burada beş buçuk olduğuna göre. Söylemek istediğim çok şeyler var. Ama bizim yemek yeme zamanımızı, gece uykunuzdan çalarak size bu suallerin hepsinin cevabını vermek istemek doğrultusunda bir şeyler ulaştırmak, bizim için bir problem değil.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, hayatımızın en güzel dakikaları sizlerle beraberken geçiyor. Allah’ın o kadar güzellikleri var ki, onları size anlatabildikçe, aktarabildikçe huzur duyuyorum, mutluluk duyuyorum. Ve “Ülkemizin kalkınması mümkün değildir.” zannedenlere söylenecek o kadar çok söylenecek şey var ki! Bu güzellikleri hepinizin yaşamasını isterim.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, bütün suallerin cevabını gene veremedik ama bu sualin cevabını burada bitirip ezandan sonra da biraz devam etmek ve bütün soruları cevaplandırmak istiyorum. Bundan sonraki suallerin cevapları, özet olarak devam edecek inşaallah, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Allah razı olsun.
Suallere devam edelim inşallah.
İzmir’den H. Ergin beyin sorusu:
SORU: Sevgili Efendimiz, dünyamız yavaş yavaş bir nükleer yapılanma içerisinde. Ülkemiz de bundan pay almakta ve nükleer santraller, ülkemizde de konuşulmaya başlandı. Ancak bu nükleer gücün oluşturduğu bir sorun var gibi: Nükleer silahlar. Rusya’nın bu konuda hiç de küçümsenemeyecek açıklamaları da mevcut. “Eğer bir tehdit görürsek, savunma için nükleer silahlarımızı kullanmaktan çekinmeyiz.” diyorlar, açıkça. Hatta şu anda Çeçenistan’la yaptıkları savaşta, biyolojik silah bulgularına da rastlanıyor. Öğrenmek istediğim, bu nükleer gücün oluşturabileceği güç, ne derece tehlikeli? Eğer ülkeler nükleer gücü kalkınma sanayiinde kullanacakları yerde, savaşlarda kullanmaya kalkarlarsa bunun sonu ne olur? Değerli açıklamalarınızı bekliyoruz.
CEVAP: Allah razı olsun. Sevgili izleyenler ve dinleyenler, bu nükleer güçler, eninde sonunda ne yazık ki, kullanılacaktır. Bugün değil ama yakın gelecekte, böyle bir tehlikenin varlığını biliyoruz. Bunun sonu nereye ulaşır? Bunun sonu, insanlardan çok büyük kitlelerin yok olmasına ulaşır. Ama bu savaşın sonucunda bir asr-ı saadetin yaşanacağını bilmenizi istiyorum.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, nükleer tehditler, sadece bir tarafın elinde olan bir silah gücüne dayalı değil, iki taraf da bu silahların sahibi. Ne yazık ki 3. Cihan Savaşı, bu silahların kullanacağı bir olay olarak karşımıza geliyor.
Ama sevgili izleyenler ve dinleyenler, insanlık Allah’ı bir tarafa bırakmış, kendi açılarından değerlendirme yapıyorlar. Biliyorsunuz ki Rusya, yakın geçmişe kadar, özellikle manevî değerleri bir afyon olarak değerlendiriliyordu. Sonra Rusya’nın çöküşü olayıyla karşılaştık.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, özet olarak söylemek gerekirse gelecek savaş, nükleer güçlerin kullanılabileceği bir savaş olacak. Bundan, inananlar için bir kayıp söz konusu değil. Ya şehit olacaklar; kurtuluşa ulaşacaklar veya gazi olacaklar, o zaman da asr-ı saadeti yaşayacaklar, gene kurtuluşa ulaşacaklar. Allah razı olsun.
Bursa’dan Y. Turna beyin sorusu:
SORU: Bilindiği üzere dünyamızda öyle bir haberleşme sistemi kuruldu ki, uydular vasıtasıyla artık her şeyden haberdar olmamız mümkün. Hele internet gibi bir olay, dünya haberleşme ağında tamamen dev bir kurum haline geldi. Gelişmeler hem sevindirici hem ürkütücü boyutlarda. Hemen “Nereye gidiyoruz?” sorusunu aklımıza getiriyor. Sualim, Sevgili Efendimiz: Bu gelişmenin meydana getireceği özellikler, haberleşme ağında olan son durum ve bu alanda söz sahibi olan iki dünya devinin, firmaların birleşerek hareket etme kararı almaları hakkında değerli açıklamalarınızı bekliyoruz. Allah razı olsun.
CEVAP: Allah razı olsun. Sevgili izleyenler ve dinleyenler, bu haberleşme ağının, bizlere sunduğu bir imkânla şu anda karşı karşıyayız. Öyleyse muhtevaya dikkatle bakın. Eğer bu imkânımız bizde olmasaydı, şu anda dünyanın her tarafında bulunan, bütün kıtalarda bulunan kardeşlerimizle, böyle bir beraberliği kurmamız, henüz mümkün olmayacaktı. Ama internet, bize bu büyük avantajı sağlamış durumda.
Öyleyse tekniğin getirdikleri, daima götürdüklerinden ötede olacaktır, haberleşme alanında. Yeni neslin yeni doğan çocukları, bizim neslimizden çok farklı imkânların sahibi. Onlar daha küçücükken odalarında, bütün dünyaya ait olan her olayı görmek imkânının sahipleri. Öyleyse çok çabuk bir gelişme çağı içerisinde, insanlar daha küçük yaşlarda internetle kucak kucağa bir yeni dünyanın dizaynında rol alacaklar.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, devler bir araya gelse de fiyatlar değişkenli olsa da bu teknik, geleceğin sembolüdür. Bilgisayar, computer sistemi, İlâhi Computer Sisteminin dünya üzerindeki bir benzetimiyle tahakkuk etmiştir. Ve gelişecektir. Geliştikçe, insanlara daha yararlı olacaktır. Harp teknolojisinde kullanıldığı zaman da kitleleri yok edebilecek olan standartların gelip geçtiği ağ olacaktır. Ama o güne kadar bilgisayara çok şeyler borçlu olacağız, sevgili izleyenler ve dinleyenler.
Ben Rabbimize, bizleri bir araya getirmekte böylesine etken olan bu bilgisayarı, bu dizaynı bizlere ihsan ettiği için sonsuz hamd ve şükrediyorum. Bu elimizdeki imkânı, dünya birleşerek sulh için kullanabilseydi, dünyanın ve kâinatın haberleşmesindeki sistemin, insanlara ne kadar büyük müjdeler getirdiğini hepimiz görecektik. Ne yazık ki insanların nefsleri, bütün güzelliklere başka insanları ulaştırma yerine, onların yollarını tıkayarak savaşlara açılan bir kapıdan geçecek.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, gelecek; bilgisayarın daha çok kullanma alanına girdiği yeni güzellikleri beraberinde getirecektir. Öyleyse buradan hareket edelim. “Daha güzele nasıl ulaşırız?” diye düşünelim. Şu anda bu konuşmayı yapabiliyorsak, ben sizlere bunları söyleyebiliyorsam, sizler beni dinleyebiliyorsanız, bu Allah’ın bir lütfudur, diye düşünüyorum. Gelecek için de insanlar, o bindikleri dalı kesmeye başladıkları güne kadar, daha güzel günlerden geçeceklerdir. Allah razı olsun.
Bir dinleyicimizin sorusu:
SORU: Sevgili Efendimiz, dînimizin açıkladığı bilimsel gerçeği, sizin açıklamalarınızdan öğrenmek istiyoruz. Bu konuda birçok sözler yazılıyor, kitaplar oluşturuluyor. Ama acaba bunlar gerekli etkiyi insanlarda oluşturuyor mu? Bir kere bilim gerçeğini Allah’ın bizlere hediye etmiş olduğu Kur'ân-ı Kerim’deki temel gerçeklerle açıklar mısınız? Bilim nedir? Bazı kesimler bilimin, Kur'ân’ın önünde olduğu düşüncesini söyleseler de bunlar pek inandırıcı gelmiyor. Bizlere geniş açıklamalar yapar mısınız?
CEVAP: Allah razı olsun. Sevgili izleyenler ve dinleyenler, insanlar bir yaratık olduklarını, bir mahlûk olduklarını, birazcık bilimden nasiplerini aldıkları zaman unutuveriyorlar. Kendilerini, olduklarından çok ötede bir zannın sahibi olarak temsil ettikleri ilmin, Allah’ın ilminin ötesinde olduğunu iddia edebiliyorlar.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, şu insanlar bir kendilerine baksalar, aynaya baktıkları zaman bir tane kendilerini görüyorlar. Oysaki 200 trilyon hücreden müteşekkil bu insanlar. Her bir hücrelerinde 23 çift kromozom var. Her kromozomun bir insanı baştan ayağa yeniden inşa edebilecek olan bütün özelliklerin sahibi olduğunu, bir düşünün sevgili izleyenler ve dinleyenler. 4.9 katrilyon siz varsınız, aynaya baktığınız zaman. Siz böyle yaratıldınız.
Bu âlimler, bir mahlûk olduklarını ne çabuk unuttular, sevgili izleyenler ve dinleyenler? Biliyor musunuz? İnsanların her yeni öğrendikleri ilim dalı, onu öğrendikleri zaman bilmedikleri, öğrendiklerinden daha büyük bir sahayı beraberinde getiriyor.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, bir elektrik enerjisinin artı kutuptan (+), eksi (-) kutba doğru hareket ettiği zaman, aynı zamanda bu dünyadan hissetmeyle, 5 duyuyla hissedilmesi mümkün olmayan ikinci bir enerji akımının, bu ülkeye göre, bu dünyaya göre eksi kutuptan artı kutba hissedilmeyen bir ikinci enerji akımının, hareket halinde olduğunu biliyor muydunuz? Acaba bu âlimler biliyorlar mı?
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, bir insanın fizik vücudundan bahsettik sadece. Bu fizik vücuda, Allah’ın hayat verdiğini düşünün. Gözlerinizin gördüğünü zannedersiniz. Hayır, gözleriniz görmez, sadece bakar. Gören, aklınızdır. Allah’ın size verdiği o hediye. Bu zavallı bilim adamları, akıllarını kendileri mi yarattı zannediyorlar? O akıllarıyla görebildiklerini, düşünebildiklerini bir düşünün.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, bu mekanizmaya Allah’ın verdiği aklı düşünün. O aklın, bu fizik vücuda beyni kullanarak nasıl kumanda ettiğini düşünün. Böyle bir dizaynda bir de nefsinizin var olduğunu düşünün; berzah âleminin varlığı olan, malı olan. Bir de ruhunuzun var olduğunu düşünün. Allah’tan gelen, sizde emanet olarak bulunan, Allah’a gönderdiyseniz O’na ulaşmış olan, göndermediyseniz, gönderdiğiniz zaman ulaşacak olan veya öldüğünüz zaman ulaşacak olan bir başka varlığın da sahibi olduğunuzu düşünün.
İnsanlar, Allah’ın genetik ilmini bilmeden, insanın maymundan geldiğini iddia ediyorlardı. Artık iddia edemiyorlar, sevgili izleyenler ve dinleyenler. İlmi öğrendiler. Genetik kodlamayla bunun imkânsız olduğunu yakaladılar. Sevgili izleyenler ve dinleyenler, genetik kodlama bütün şifreleri çözülebilmiş değil. Bir lazer ışınının birtakım parçaları attıktan sonra hedefledikleri yerde tesirini göstermelerinin sırrı, hâlâ insanlar tarafından çözülebilmiş değil. Bir uçan daire, hâlâ dünya üzerinde yapılamıyor. Oysaki ruhunuz ve nefsiniz sonsuz hızı, düşünce hızını, her zaman yaşıyor.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, bilim; Allah’ın ilmi yanında kocaman bir sıfırdır, sevgili izleyenler ve dinleyenler. İlim bir geometrik dizi olarak her gün bir evvelkinin iki katı olsaydı, sonsuz bir zaman devresinde de artsaydı, gene Allah’ın ilmine ulaşması mümkün değildi. Çünkü her ulaştığı alanda, o öğrendikleri kesimin, bilinmeyen daha büyük bir boyutunu devreye almak mecburiyetinde kalacak insanlık. Sonsuza kadar da böyle devam edecek, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Yani insanların son noktasına, kıyâmet gününe kadar. Allah razı olsun.
Son soru, Ankara’dan M. Şengül’ün sorusu:
SORU: Sayın Efendimiz, dünyanın bu günlerde ulaştığı sıralarda bilim adamları, dünya ısısının 1-2 derece arttığını söylüyorlar. Merak ettiğim, acaba bu genel ısınmanın dünya üzerinde henüz tahmin edilemeyen etkileri olabilir mi? Ve bu etkiler, dünyada büyük felaketlere sebep olabilir mi? Böyle bir olasılıktan bahsetmek mümkün olabilir mi? Değerli açıklamalarınızı bekliyoruz. Allah razı olsun.
CEVAP: Allah razı olsun. Sevgili izleyenler ve dinleyenler, bu gecenin son suali, bu gecenin son cevabı.
Isının artması, neyi ifade eder, nasıl bir tehlike oluşturabilir? Büyük bir tehlike, buzulların erimesi tehlikesi, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Bütün denizlerde suların yükselmelerine sebebiyet verebilir. Böyle bir yükselme ne ölçüde geçerlidir? Zaten bütün buzullar, eğer boşluktaysalar yani suyun üzerindeyseler, bütün buzulların 10’da 9’u zaten suyun altında. Öyleyse kapsadıkları alan kadar bir yer kaplarlar. Daha fazla bir sonuçları olmaz.
Birtakım tehlikelerin vücuda geleceğini söyleyenler, bu konuda hangi ölçüde gerçeklerden hareket ediyorlar; bu, ölçümlenebilmiş değil. Ama sevgili izleyenler ve dinleyenler, Allahû Tealâ dünya üzerinde hayatın devamını istiyorsa, bu tehlikeyi dilediği kadar geciktirir. Ama bir gün kıyâmet kopacaktır. O gün, bir buzul tehlikesi olsa da olmasa da, insanların hepsi mutlak olarak ölecektir. Öyleyse öyle bir günün olacağını bildiğimize göre, buzulların erimesiyle, dünyayı işgal etmesiyle doğacak olan tehlike, eğer gerçekten bütün insanları öldürebilecek olsaydı, o zaman kıyâmet günü yaşayan insanların, Allah’ın kanunu gereğince sur’a 1. üfürülmesinde ölmesi söz konusu olmayacaktı.
Öyleyse endişelenmeye gerek yok, sevgili izleyenler ve dinleyenler. Bizi bu hüviyetle yaratan Allahû Tealâ, nasıl sona ereceğimizi de en iyi bilendir. Eğer ölümü yaşamış olsaydınız, bu sizi hiçbir zaman korkutmayacaktı sevgili izleyenler ve dinleyenler. Kim bilir, belki bir gün yaşarsınız. İlk tayy-i mekânınızda bu olay gerçekleşir. İnşaallah nasip olur.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, endişe edilecek bir şey yok. Her şey merkezinde. Öyleyse bu akşamki sözlerimizi, inşaallah burada tamamlıyoruz. Allah hepinizden razı olsun sevgili izleyenler ve dinleyenler.
İmam İskender Ali M İ H R



