}
Sorular ve Cevaplar 16.02.2002
Mp4 Mp3 Link

Sohbet Kodu: 103395

 


SOHBETİN ADI: SORULAR VE CEVAPLAR
TARİHİ: 16.02.2002

Eûzubillâhimineşşeytânirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.

Sevgili öğrenciler, izleyenler, can dostlarım, gönül dostlarım, sevgili kardeşlerim. Allahû Tealâ’ya sonsuz hamd ve şükrederiz ki bir defa daha bir tasavvuf sohbetinde, bir Kur’ân sohbetinde ve suallerinize cevap vermek üzere Allahû Tealâ bizleri bir araya getirdi. O’na sonsuz hamd ve şükrederiz.

Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, böyle bir dizaynda Allah’a şükredecek çok şeylerimizin olduğu bir vakıa olarak çıkıyor karşımıza. O her şeye kaadirdir. Ve dizaynı mutlaka en güzel şekilde vücuda getirir. Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, Allah ile olan ilişkilerinizde Allah’ın sizin üzerinizdeki temel hedefinin sadece sizin mutluluğunuz olduğunu hiçbir zaman unutmamanız gerekir. Allah sizlerden, hepinizden sadece mutlu olmanızı ister. Onun ötesinde bir hedefi söz konusu değildir. Ve zaten Allahû Tealâ’nın sizlere verdiği: “Allah’a kul olun, Allah’a teslim olun, hidayete erin” tarzındaki bütün emirler, sizin ruhunuzu da vechinizi de nefsinizi de iradenizi de Allah’a teslim etmenizi hedef gösterir ki bu, mutluluğunuzun giderek artışı mânâsına gelir.

Öyleyse bu muhtevalar içinde bizim görevimiz; size Allah’ın hepiniz için hedef kıldığı o mutluluklara sizleri ulaştırabilmektir. Evvelâ haberdar etmektir, sonra sizlerin üzerinize düşeni yaparak; Allah’a ulaşmayı dileyerek, tâbiiyetinizi gerçekleştirerek ruhunuzu, vechinizi, nefsinizi ve iradenizi Allah’a teslim etmenizi temin etmektir.

Öyleyse sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, Kur’ân bir bütündür. Bu bütün sizi sıfır noktasından hatta sıfırın çok daha altında bir noktadan alır. Önce sıfıra ulaştırır, sonra da sıfırın üzerinde size muhteşem bir bina inşa eder; bir mutluluk binası. Hem cennet saadeti (cennet mutluluğu) hem dünya saadeti (dünya mutluluğu) sizlerin olur. İşte böyle bir dizayn söz konusu.


Ve ilk sual, Dr. Abdulcabbar Boran’dan geliyor. Bakalım ne diyor Cabbar?

SORU: “Dünya hayatında ruhen Allah’a ulaşmayı dileyenlerin bir hak olarak Allah’tan cenneti kazandıklarını, bu Allah’a ulaşmayı dileyenlerin Allah’tan 10 ihsan aldıklarını, 10. ihsanın Allah’ın kendilerine gösterdiği mürşid olduğunu hamdolsun ki sizden öğrendik.” diyor Cabbar. Günümüzde: “Mürşide tâbî olmadan da insanlar cennete gidebilir.” diyerek Kur’ân’daki İslâm’ı, tasavvufu reddedenler Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerdir diyebilir miyiz?” diyor.

CEVAP: Şimdi Kur’ân’ın muhtevasına baktığımız zaman bir bütün görürüz. Bu bütünün 7 tane safhadan oluştuğunu görüyoruz. Bu 7 safhanın birincisi ise Allah’a ulaşmayı dilemektir. Allah’a ulaşmayı dilemek, cennetin anahtarına sahip olmak demektir, cehennemin de kilidine sahip olmak demektir. Yani o kişi için artık cehennem kilitlidir. O kişi için, cennetin anahtarı o kişiye verilmiştir. Şimdi Allah’a ulaşmayı dileyen bir insana Allah’ın yaptığı yardımlara bir göz atalım. Ne yapıyor?

* Rahîm esmasıyla tecelliye başlıyor: 1.
* Gözlerimizdeki hicab-ı mestureyi alıyor: 2.
* Kulaklarımızdaki vakrayı alıyor: 3.
* Kalbimizdeki ekinneti alıyor: 4.
* Yerine ihbat koyuyor: 5.
* Kalbimize ulaşıyor: 6.
* Kalbimizin nur kapısını Allah’a çeviriyor: 7.
* Göğsümüzden kalbimize, göğsümüzü şerh ederek (yararak) bir nur yolu açıyor: 8.
* Nefsimizin kalbine rahmet ulaştırarak huşû sahibi kılıyor bizi: 9.
* Ve 10. ihsanı: Mürşidimizi gösteriyor, hacet namazı kılıyoruz biz. O noktada artık irşad makamına ulaşmayı dileyen biriyiz. Ve Allahû Tealâ bizi irşad makamına ulaştırmak için, kıldığımız hacet namazında bize mutlaka mürşidimizi gösteriyor. İşte 10 safhalık bir dizayn. Mürşide ulaştığımız zaman, 2. kat cennetin sahibi oluyoruz (tâbiiyetimizi gerçekleştirdiğimiz zaman). 10 tane ihsan alıyoruz ki, 10 tane ni’met alıyoruz ki; bu ni’metlerden bir tanesi bizim nefsimizin kalbini küfür kelimesinden temizleyen Allahû Tealâ, kalbimizin içine îmânı yazıyor. Ve kalp şartlarımız tamamlanıyor; mü’min oluyoruz. Nefs tezkiyesine başlıyoruz. Ruhumuz Allah’a doğru yola çıkıyor. Fizik vücudumuz şeytana kul olduktan kurtulmaya, Allah’a kul olmaya başlıyor. Hepsi bu noktada başlayan özellikler.

Öyleyse sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, bu noktada bir muhtevadan bahsediyoruz. 10 ihsanı alan kişi, Allah’ın kendisine gösterdiği mürşide ulaştığı zaman, onun önünde tâbiiyetini gerçekleştirdiği zaman, tövbe ederek tâbî olduğu zaman, devrin imamının ruhu onların başının üzerine getirilip yerleştirilir. Kalplerinin mührünü açar Allahû Tealâ; 2. işlem. Kalplerindeki küfür kelimesini alır; 3. işlem. Kalplerinin içine îmânı yazar; 4. işlem. Kişi mü’min olur. Günahları sevaba çevrilir; 5. işlem. Ruhu Allah’a doğru yola çıkar. Nefs tezkiye olmaya başlar. Fizik vücut Allah’a kul olmaya başlar. Burası (bu nokta), cennetin 2. katıdır. Henüz o kişinin dünya saadeti konusunda, tasavvufun dışında olan yani İslâm’ı yaşamayan insanlardan bir farklılığı yoktur. Dünya saadeti, onun için başkalarından farklı değildir. Çünkü nefs tezkiyesi daha yeni başlıyor. Nefs tezkiyesi arttıkça kişinin dünya saadeti ona paralel olarak adım adım artacaktır.

Öyleyse eğer tâbiiyet yoksa kişi, mü’min olamaz. Tâbiiyet yoksa ruhun Allah’a teslim olmak üzere yola çıkması mümkün değildir. Ruh teslimi gerçekleştirilemez. Onu takip edecek olan fizik vücudun teslimi hiçbir zaman mümkün olmaz. Onu takip eden nefsin teslimi hiçbir zaman mümkün olmaz. Ve kişiler bırakınız mürşidi inkâr etmeyi; Allah’a ulaşmayı dilememekle zaten kendilerine cehennemin anahtarını satın almışlardır. Ve bu nokta, Allah’a ulaşmayı dilemedikçe cennetin kapılarının onlara kilitli olduğunun da bir işaretini taşır.

Öyleyse 1. safhada, Allah’a ulaşmayı dilememek var. Kim Allah’a ulaşmayı dilemiyorsa o kişi, cehenneme kendisini mahkûm etmiştir. Tabiatıyla mürşide ulaşmamanın, tâbî olmamanın 2. safha olduğunu görüyoruz. 10 tane ihsana karşılık kişinin ulaştığı yer orasıdır. Bu 10 tane ihsanın muhtevası içinde kişi mürşidine ulaşır. Bu açıdan Cabbar’ın önerisine baktığımız zaman, meselenin sadece mürşide ulaşmak olmadığını görüyoruz. Çünkü bu istikamette bir ifade kullanırsak; mürşide ulaşanlar kurtulur, ulaşmayanlar kurtulmaz gibi bir sonuç çıkaracaklardır bundan. Ve 10 tane ihsanla mürşide ulaşmanın ne olduğunu bilmedikleri için de gene bizleri suçlayacaklardır. “Herkesin kendilerine tâbî olmasını istedikleri için böyle yapıyorlar.” diyeceklerdir.

Sevgili kardeşlerim, öyleyse konunun esasına baktığımız zaman ne görüyoruz? Esasına baktığımız zaman, bir insan Allahû Tealâ’ya eğer ulaşmayı dilemese, gitse bir mürşide tâbî olsa o kişi kurtulamaz. Cennete girmesi hiçbir zaman mümkün değildir. Öyleyse mürşide tâbî olmayı bu vetirenin de devreye sokularak değerlendirmek gerekir. Sadece Allah’a ulaşmayı dileyen ve 10 ihsanla, 10. ihsanla mürşidine, kendisine mürşidi gösterilen kişinin mürşidine ulaşması halinde onun kurtuluşu mümkündür. Yoksa bir kişi Allah’a ulaşmayı dilememiş, Allah’tan 10 tane ihsan almamış, gitmiş herhangi bir mürşide tâbî olmuş. Bırakınız herhangi bir mürşidi, devrin imamına da tâbî olsa netice değişmez sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler. Netice değişmez, o kişi kurtulamaz.

Öyleyse: “Mürşide tâbî olmadan da insanlar cennete gidebilir.” diyenlere, “Mürşide tâbî olursanız cennete girebilirsiniz.” demek, yeterli değil. “Allah’a ulaşmayı dilemek kaydıyla mürşide tâbî olursanız, o zaman kurtuluş sizindir,” dememiz lâzım. Ancak o takdirde geçerli olur.

Allah razı olsun.

İkinci suali Cabbar’ın:

SORU: “Bizim aklımız var. Allah’ın Kitab’ı da elimizde. O zaman mürşide ne gerek var?” diyorlar. Mulk-9, 10’a göre akledebilmenin ancak mürşidle olabileceğini söyleyebilir miyiz?

CEVAP: Mulk-8, 9, 10’a baktığımız zaman şunu görüyoruz:

67/MULK-8: Tekâdu temeyyezu minel gayz(gayzi), kullemâ ulkıye fîhâ fevcun seelehum hazenetuhâ e lem ye’tikum nezîr(nezîrun).

(Cehennem) nerede ise öfkesinden çatlayacak gibi olur. Oraya herbir grup atılışında onun (cehennemin) bekçileri onlara: “Size nezir (uyarıcı) gelmedi mi?” diye sordu.


tekâdu temeyyezu minel gayz: Cehennem neredeyse öfkesinden çatlayacak gibi olur.
kullemâ ulkıye fîhâ fevcun: Her bir grup cehenneme atıldığında.
seelehum hazenetuhâ: Cehennem bekçileri onlara sual eder.
e lem ye’tikum nezîr: “Size nezir (ikaz edici, uyarıcı) gelmedi mi?” derler.

67/MULK-9: Kâlû belâ kad câenâ nezîrun fe kezzebnâ ve kulnâ mâ nezzelallâhu min şey'in entum illâ fî dalâlin kebîr(kebîrin).

Onlar (cehenneme atılanlar) dediler ki: “Evet, bize nezir gelmişti. Fakat biz onu yalanladık ve Allah hiçbir şey indirmemiştir, siz ancak büyük bir dalâlet içindesiniz, dedik.”


kâlû belâ: Derler ki.

kâlû: Derler ki, dediler ki.
belâ: Evet.

kad câenâ nezîrun: Bize nezir (nezirler) geldiler.
fe kezzebnâ: Ve biz, onları tekzip ettik (yalanladık).
ve kulnâ: Ve dedik ki.
mâ nezzelallâhu min şey’in: Allah, hiçbir şey indirmemiştir.
entum illâ fî dalâlin kebîr: Ve siz, sadece büyük bir sapıklık içindesiniz.
dalâlin kebîr: Dalâletin de büyüğündesiniz (büyük bir dalâlet içindesiniz), dedik.

Mulk-10’da da diyor ki:

67/MULK-10: Ve kâlû lev kunnâ nesmeu ev na'kılu mâ kunnâ fî ashâbis saîr(saîri).

Ve: “Eğer biz işitmiş veya akıl etmiş olsaydık, alevli ateş halkı arasında olmazdık.” dediler.


“Ve derler ki: Eğer biz işitmiş ve akletmiş olsaydık, burada ateş ehlinin içinde mi olurduk?”

İşitmiş ve akletmiş. Yani: “Kulaklarımızdaki vakra alınmış olsaydı ki; daha evvel gözlerimizdeki hicab-ı mesture alınacaktı. İrşad makamına baktığımız zaman neziri nezir olarak görecektik. O yok. Gözlerimiz perdeli. Gözlerimizde hicab-ı mesture var. İrşad makamını (neziri), irşad makamı olarak göremiyoruz. Onu irşad makamı olarak görmek yerine tam aksine onun dalâlette olduğunu iddia edebilecek kadar dalâletteyiz.”

Öyleyse gözlerde hicab-ı mesture var. İrşad makamını irşad makamı olarak görmüyor kişi. Kendisinin hidayette, irşad makamının dalâlette olduğunu zannediyor birincisi. İkincisi kulaklarında vakra var. İrşad makamının söylediklerini kulakları duyuyor; ama o işitmiyor; mânâsına varamıyor. Kalbinde ekinnet var. Mânâsına varamamaktan başka kalbine indirse de idrak etmesi mümkün değil. Çünkü kalbinde ekinnet var. Ne oluyor? İrşad makamına, “Seni bir dalâlet içinde görüyorum.” diyor kişi. Ancak cehenneme gittikleri zaman akılları başlarına geliyor. Ve diyorlar ki: “Eğer biz işitmiş ve akıl etmiş olsaydık (idrak etmiş olsaydık).” Yani: “Kalbimizdeki ekinnet alınmış olsaydı, kulaklarımızdaki vakra alınmış olsaydı, işitmiş olsaydık ve idrak etmiş olsaydık; burada ateş ehlinin içinde mi olurduk?” diyorlar.

Öyleyse bu muhteva içerisinde şunu görüyoruz: Ateş ehlinin içinde olmak; gözlerdeki hicab-ı mesturenin var olmasına, kulaklardaki vakranın var olmasına, nefsin kalbinde ekinnetin var olmasına bağlı.

Şimdi akıl etme işleminin mürşidle var olabileceği geçerli değil. Mürşid her zaman vardır. Kişinin mürşidi işitebilmesi, görebilmesi ve idrak edebilmesi; Allah’a ulaşmayı dilemesine bağlıdır.

Öyleyse şimdi sual: “Akledebilmenin ancak mürşidle olabileceğini söyleyebilir miyiz?” diyor. “Bir mürşid var olduğu takdirde onu akıl edebilir kişi,” mânâsı da çıkıyor. Mürşide tâbî olmakla akledebilmenin mümkün olduğunu söylüyor gibi de görünüyor. Tabiatıyla akledebilmek, mürşide ulaşıp tâbî olmaktan çok evvelki bir olay. Ama mürşid var olmalı ki; onun söylediklerini kişi işitsin, ona baktığı zaman onu görsün. Ve kalbiyle de söylediklerini idrak edebilsin. Konu dönüp dolaşıp gene Allah’a ulaşmayı dilemeye geliyor. Çünkü akıl edebilen kişiler, sadece Allah’a ulaşmayı dileyenlerdir. Onların akıl edebilmeleri, onların idrak edebilmeleri için de kendilerinin tâbî olmadığı, henüz tâbî olmadığı mürşidin mutlaka gerekliliği söz konusu. Ama buradaki ifade: “Akledebilmenin ancak mürşidle olabileceğini söyleyebilir miyiz?” diyor Cabbar. Mürşidle; akledebilmenin mürşidle olması, şöyle bir anlam çıkartıyor buradan: “Akledebilmenin ancak mürşide tâbî olmakla mümkün olduğunu söyleyebilir miyiz?” mânâsı çıkıyor. Aslında öyle değil tabiî. Mürşide tâbî olmakla akledebilmek söz konusu değil.

Akledebilmek, mürşide tâbî olmaktan çok daha önceki bir olay. Akledebilmek, 7. basamaktaki bir olgu. Mürşide tâbî olmak, 14. basamaktaki bir olgu. Ama bir mürşidin var olmasıyla o mürşide herhangi bir şekilde bakarak onu görmek, onun sözlerini işitebilmek, sonra da kalbe indirerek idrak edebilmek bir mürşidin var olmasına bağlıdır diyebiliriz. Bir mürşid var olmalı ki; o konuşmuş olsun, biz de kulaklarımızla onu duymuş olalım. Başlangıçta işitmeyiz. Ama Allahû Tealâ kulaklarımızdaki vakrayı aldığı zaman işitiriz. Ona tâbî olmadık ama onu işittik. Mânâsına vardık sözlerinin. Sonra onu kalbimize indirdik. Allahû Tealâ kalbinizdeki ekinneti aldı. Yerine ihbat koydu. Ve o zaman mânâsına da vardık. İdrak ettik; kalbinizdeki ihbatla idrak ettik. Evvelâ işittik, mânâya vardık. Kalbimize indirdik ve idrak ettik. “Ama mürşidle mümkündür.” ifadesi geçerli değil. Yani biz mürşide tâbî olduğumuz zaman ancak işitiriz, idrak ederiz gibi bir sonuç çıkıyor buradan. “Bir mürşidin; kulaklarımıza sözleri ulaşan, kendisini görebildiğimiz ve kalbimize indirdiğimiz zaman idrak edebildiğimiz bir mürşidin varlığı ile mümkündür.” tarzında ifade edilirse o zaman geçerli olur. Ancak o zaman akledebilmemiz söz konusu olur. Akletmek, mürşide tâbiiyetten 7 basamak evvelki bir olgudur.

Allah razı olsun.

Üçüncü suali Cabbar’ın:

SORU: “Mürşide tâbî olmadan Kur’ân’daki İslâm’ın omurgası olan ruhun, vechin, nefsin ve iradenin hidayetinin gerçekleşmesinin mümkün olmadığını, hamdolsun ki sizden öğrendik. “Kul ile Allah arasına kimse giremez.” diyenler, bilerek veya bilmeyerek Secde-24’ü inkâr ederek Allah’ın dînini reddediyorlar diyebilir miyiz?” diyor Cabbar. Ve Secde-24’ü söylüyor.

CEVAP: Secde-24:

32/SECDE-24: Ve cealnâ minhum eimmeten yehdûne bi emrinâ lemmâ saberû ve kânû bi âyâtinâ yûkınûn(yûkınûne).

Ve onlardan, emrimizle hidayete erdiren imamlar kıldık, sabır sahibi oldukları ve âyetlerimize (Hakk’ul yakîn seviyesinde) yakîn hasıl etmiş oldukları için.


“Biz, onlardan imamlar kıldık; emrimizle hidayete erdirsinler diye (insanları emrimizle hidayete erdirsinler diye); sabırlarından dolayı ve âyetlerimize yakîn hâsıl etmelerinden dolayı.”

Öyleyse: “Allah’la kul arasına kimse giremez.” diyen insanlar, Secde Suresinin 24. âyet-i kerimesini inkâr etmiş oluyorlar. Bilseler de bilmeseler de inkâr etmiş oluyorlar. Onlar: “Kul ile Allah arasına kimse giremez.” diyor. Allah da tam aksine: “İnsanlardan Ben tayin ederim.” diyor, “İmamlar.”

Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, görüyoruz ki Allahû Tealâ imamlar tayin ediyor, huzur namazının imamlarını tayin ediyor; insanları hidayete erdirsinler diye.

Öyleyse: “Allah’la kul arasına kimse giremez.” sözü, hiçbir şekilde geçerli değildir.

Allah razı olsun.

İmam İskender Ali M İ H R