TARİHİ: 25.04.2002
Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler! Can dostlarım, gönül dostlarım, sevgili kardeşlerim! Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bir defa daha Allah’ın sohbetini yapmak üzere Yüce Rabbimiz bizleri bir araya getirdi. İşte böyle bir dizayn söz konusu sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler!
Konumuz: Allah’a ulaşmayı dilemek. Kur’ân-ı Kerim’in en önemli kavramı diye düşünüyorum. Cennet ve cehennemi kesinlikle birbirinden ayıran bir ayraç ve insanlar, en kötüsü insanlar bunu bilmiyor.
Sevgili kardeşlerim! Kim Allah’a ulaşmayı dilemezse o kişinin kurtuluşu mümkün değil. Gideceği yer mutlak olarak cehennem. Kim Allah’a ulaşmayı dilemezse gideceği yer mutlak olarak cehennem!
Öyleyse bir insan, Allah’a ulaşmayı dilemeyince yapacağı amellerin onu kurtuluşa ulaştırması ne yazık ki mümkün değil. Ve insanlar bilmiyorlar böyle olduğunu. Allahû Tealâ’nın ortaya koyduğu vakıa şöyle bir dizaynı içeriyor, sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler! Bir insan Allah’a ulaşmayı ya diler ya da dilemez. Ama dilemezse kurtulamaz. Allah’a ulaşmayı dilemeyen bir insanın cehennemden kurtulması mümkün değildir. O kişi Allah’a ulaşmayı dilemenin dışında ne yaparsa yapsın, neticeyi değiştiremez. Allah’a ulaşmayı dilemenin dışında ne yaparsa yapsın sonuç değişmez. Sonuç, cehennemdir!
Dünya saadeti hep sıfırdır. Allah’a ulaşmayı dilemeyen bir insan mutlu olamaz. Manevî platformda hiçbir gelişme gösteremez. Öğrendiğini zanneder fikrî planda ama aslında asıl öğrenmesi lâzımgelen şeyi öğrenmemiştir. Niçin böyle konuşuyoruz? Yûnus Suresinin 7 ve 8. âyetleri sebebiyle böyle konuşuyoruz. Diyor ki Allahû Tealâ:
10/YÛNUS-7: İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatmeennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).
Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah’a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.
10/YÛNUS-8: Ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).
İşte onların kazandıkları (dereceler) gereğince varacakları yer ateştir (cehennemdir).
Allahû Tealâ diyor ki: “Onlar, Bize mülâki olmayı dilemezler. Ruhlarını ölmeden evvel Bize ulaştırmayı dilemezler. Onlar, dünya hayatından razıdırlar. Dünya hayatıyla mutmain olurlar. Onların gidecekleri yer kazandıkları dereceler itibariyle cehennemdir. Dünya hayatıyla doyuma ulaşırlar. Onlar, Bizim âyetlerimizden gâfildirler. Gidecekleri yer, kazandıkları dereceler itibariyle ateştir, cehennemdir.”
Kazandıkları dereceler itibariyle cehenneme giden insanlar. Kim bu insanlar? Bir tek vasıfları var; Allah’a ulaşmayı dilememişler. 12 defa Allah’ın üzerinize farz kıldığı ve 73 âyet-i kerimede Allahû Tealâ’nın bahsettiği ruhu, ölmeden evvel Allah’a ulaştırma müessesesini reddedenler. Ve tabii böyle olunca da hiçbir zaman Allah’a ulaşmayı dilemeyenler. Kurtuluşları mümkün değil bu insanların.
Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler! Bu istikamette acaba ne olması lâzım? Muhtevaya dikkatle bakın. Sevgili kardeşlerim! Allah ile olan ilişkilerinizde Allah’a ulaşmayı dileyenler olduğunuz için hep Allah’a hamd ve şükretmelisiniz ki Allah’a ulaşmayı dilediğiniz anda kurtuluşa ulaşırsınız. Çünkü Allahû Tealâ sizi mutlaka 12 tane ihsanla mürşidinize ulaştıracaktır. Mutlaka hidayete adım attıracak ve hidayete erdirecektir. Ruhunuz, mutlaka Allah’a ölmeden evvel ulaşacaktır.
Kim Allah’a ulaşmayı dilerse, dileyenin ruhu her halükârda, bütün şartlarda mutlaka Allah’ın Zat’ına ulaşır. Bir tek istisnasıyla; eğer o kişinin hayatı 3-4 ay yaşamaya açık değilse, ruhunu Allah’a ulaştırmadan evvel kişinin hayatı Allahû Tealâ tarafından sona erdirilirse, o kişi evliya olamadan ölür. Ama Allah’ın cennetine mutlak olarak gider.
Kim Allah’a ulaşmayı dilemiş ve diledikten sonra Allahû Tealâ onu mutlaka işitmiştir, bilmiştir, görmüştür. Bu noktadan itibaren kim ölürse bu kişinin hiç ibadetinin olmadığını kabul ediyorum, hiç ibadeti yok. Kişi Allah’a ulaşmayı dilemenin onu mutlaka cennete götüreceğini öğrenmiş ve bütün kalbiyle istiyor Allah’a ulaşmayı, ruhunu Allah’a ulaştırıp Allah’ın evliyasından olmayı bir tehalükle. Ama bu isteğini Allah işitmiş, bilmiş ve görmüş, işlemleri hemen yapmış. O kişinin gözlerindeki hicab-ı mestureyi almış. Kulaklarındaki vakrayı almış. Kalbindeki ekinneti almış, yerine ihbat koymuş. Kalbinin nur kapısını Allah’a çevirmiş. Kişinin göğsünden kalbine nur yolunu açmış, o 1-2 dakika içinde hepsi tamamlanmış. Ertesi gün de kişi ölmüş. Bu kişinin gideceği yer mutlak olarak Allah’ın cennetidir. Çünkü Allah’ın âyetleri açık ve net olarak söylüyor.
“Kim Allah’a ulaşmayı diler de âmenû olursa...” Âmenû olmanın en alt kademesi.
En alt kademesi hangi basamak? 3. basamak. Allah’a ulaşmayı dileyen kişi âmenû olur. Dilemezse, âmenû olamaz. Âmenû olan kişi, Allah’a ulaşmayı dileyen kişidir.
Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler! Allah’a ulaşmayı dileyen kişi âmenû olmuştur. Âmenû olmuşsa, mutlaka kurtulacaktır. Vel Asr Suresinde diyor ki Allahû Tealâ:
103/ASR-1: Vel asri.
Asra yemin olsun.
“Asra yemin olsun.”
103/ASR-2: İnnel insâne le fî husr(husrin).
Muhakkak ki insan, gerçekten hüsrandadır.
“İnsanlar muhakkak ki hüsrandadırlar.”
103/ASR-3: İllâllezîne âmenû ve amilûs sâlihâti ve tevâsav bil hakkı ve tevâsav bis sabrı.
Ama âmenû olanlar (ilk 7 basamağı aşanlar), nefs tezkiyesi yapanlar (ikinci 7 basamağı aşanlar), Allah’a ruhu ulaşıp Hakk’ı tavsiye edenler (üçüncü 7 basamağı aşanlar) ve sabrı tavsiye edenler (dördüncü 7 basamağı aşanlar) hariç.
“İllellezîne âmenû: Ama âmenû olanlar hariç. Onlar, hüsranda olmayacaklar.” diyor.
Öyleyse hüsranda olmak nedir acaba? Mu’minûn Suresinin 102. âyet-i kerimesi cevap veriyor suale.
23/MU'MİNÛN-102: Fe men sekulet mevâzînuhu fe ulâike humul muflihûn(muflihûne).
O zaman kimin mizanı (sevap tartıları) ağır gelirse işte onlar, felâha erenlerdir.
“Kıyâmet günü mizanlar kurulur. Kimin sevap tartıları hafif olursa yani sevapları günahlarından az olursa, onların gideceği yer cehennemdir. Ebediyyen orada kalacaklardır. Onlar hüsranda olanlardır.” diyor Allahû Tealâ. “Onlar, hüsranda olanlardır.”
Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler! Can dostlarım, gönül dostlarım! Hüsranda olanlar, günahları sevaplarından fazla olanlar. Peki, Allah’a ulaşmayı dilemeyenler kimler? İktisab ettikleri dereceler itibariyle ateşte kalanlar. Cehennemde olanlar. İktisab ettikleri derecelerin ne olması lâzım? Kişinin kazandığı derecelerin, kaybettiği derecelerden fazla olması lâzım. Böyle olursa Allah’ın cennetine girebilir. Eğer kaybettiği dereceler fazlaysa, o zaman gireceği yer cehennemdir. Ve burada da zaten ateşte olacağını söylüyor, iktisab ettiği dereceler itibariyle. Yani Allah’a ulaşmayı dilemeyen herkesin mutlaka kaybettiği dereceler, kazandığı derecelerden fazla.
İstisna? Hayır, yok! Konunun tevile muhtaç bir tarafı da yok. Tevil götürür tarafı da yok. Son derece açık olarak söylüyor Allahû Tealâ: “Kim Allah’a ulaşmayı dilemezse o kişi Benim âyetlerimden gâfildir. Allah’ın âyetlerini bilmez.” diyor.
Bilseydi ne olurdu? Bilseydi, bunun üzerine 12 defa farz kılındığını bilirdi. Ve Allah’ın farzlarını yerine getirmenin mutlak gerekliliğine inanırdı. Ve mutlaka ruhunu Allah’a ulaştırmak konusunda harekete geçerdi. Ama kişi, Allah’a ulaşmayı dilemeyen bir kişinin cehenneme gideceğini de bilmiyor, cehalet sebebiyle, kendisine öğretilmediği için. Daha açık bir ifadeyle; öğretme mevkiinde olanlar da o konunun cahili oldukları için Allah’ın âyetlerinden haberdar olmadıkları için. Allahû Tealâ açıkça söylüyor: “Kim Bana ulaşmayı dilemezse (Bana mülâki olmayı dilemezse) onlar, Benim âyetlerimden gâfil olanlardır.” diyor.
Öyleyse kişi öğretme mevkiinde de olsa öğreten mevkiinde de olsa, Allah’a ulaşmayı dilemiyorsa o kişi Allah’ın âyetlerini bilmiyor. Allah’ın âyetlerinden gâfil. Öyleyse öğretim kadrolarından her kim Allah’a ulaşmayı dilemiyorsa, Allah’ın onlar hakkındaki hükmü açık ve kesin: “Onlar, Benim âyetlerimden gâfil olanlardır.” diyor.
Gâfil olmasalardı ne olacaktı? Allah’a ulaşmayı kendileri dileyeceklerdi. Yetmez, kime öğretiyorlarsa ilimlerini, onlara da diyeceklerdi ki: “Müfredat programında yok bu ama Kur’ân’da var. Sen, mutlaka Allah’a ulaşmayı dilemek mecburiyetindesin.”
Elbette Allah’a ulaşmak mecburiyetinde kişi aynı zamanda ama konunun bir püf noktası var: Kim Allah’a ulaşmayı dilerse Allah, onu otomatik olarak Allah’a ulaştırıyor. Öyleyse bir taraftan Allahû Tealâ bütün ihsanlarını sunuyor kuluna. Yani ne demek istiyoruz? İhsanlarını ve ni’metlerini… “Ey kulum! Sen, Benden sadece bir talepte bulunacaksın. Diyeceksin ki: ‘Ben, Sana ulaşmak, ruhumu Sana ulaştırmak istiyorum.’ Tamam. Gerisi senin işin değil.” diyor. “Gerisi Benim işim. Çünkü Benim sözüm var. Kim Bana ulaşmayı dilerse mutlaka Ben onu Kendime ulaştırırım.”
42/ŞÛRÂ-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrakû fîhi, kebure alâl muşrikîne mâ ted’ûhum ileyhi, allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).
(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).
Allah’a ulaşmayı dileyen kişi, âmenû olan kişidir. Ve Hûd Suresi 29. âyet-i kerime. Hz Nuh, kavmine diyor ki:
11/HÛD-29: Ve yâ kavmi lâ es’elukum aleyhi mâlâ(mâlen), in ecriye illâ alâllâhi ve mâ ene bi târidillezîne âmenû, innehum mulâkû rabbihim ve lâkinnî erâkum kavmen techelûn(techelûne).
Ve ey kavmim! Buna (tebliğ ettiğim şeylere) karşılık sizden mal olarak (bir şey) istemiyorum. Eğer ücretim (ecrim) varsa ancak Allah’a aittir. Ve ben âmenû olanları (Allah’a ulaşmayı dileyenleri) tardedecek (uzaklaştıracak, kovacak) değilim. Muhakkak ki onlar, Rab’lerine mülâki olacaklar (ulaşacaklar). Ve lâkin ben, sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum.
“Ey kavmim! Ben bu yanımda olanları yanımdan kovamam. Yanımda olan, âmenû olan bu kişileri yanımdan kovamam. Çünkü onlar, muhakkak Allah’ın Zat’ına ulaşacaklardır. Allah’a mülâki olacaklardır, muhakkak.” “İnne” kullanmış Allahû Tealâ.
Öyleyse kim ulaştıracak? Allah ulaştıracak. Kimin ruhunu ulaştıracak? Sadece Allah’a ulaşmayı dileyen kişinin. Dilemezse kişi? Dilemezse gideceği yer kişinin, mutlak olarak cehennem. Peki, dilerse? Dilerse mutlaka Allah’ın Zat’ına ulaşacak. Yetmez, kurtuluşa da ulaşacak. İşte Vel Asr Suresi. Allahû Tealâ buyuruyor:
“Vel asr: Asra yemin olsun.”
“İnnel insâne le fî husr: İnsanlar hüsrandadırlar.”
“İllellezîne âmenû: Ama âmenû olanlar hariç.”
Öyleyse âmenû olanlar, Allah’a ulaşmayı dileyenler, hüsranda olanlar değil. Öyleyse onlar, kaybettikleri dereceler fazla olanlar değil, kazandıklarından fazla olanlar değil. Onlar, hüsranda olanlardan değilse tam tersi geçerli. Kazandıkları dereceler, kaybettikleri derecelerden fazla olanlar.
Bir insanın gözlerindeki hicab-ı mesture, kulaklarındaki vakra, kalbindeki ekinnet Allahû Tealâ tarafından alınmışsa, o kişinin mutlaka cennete gireceğini ifade ediyor Allahû Tealâ. Yani Allah’a ulaşmayı dilemiş kişi. Dilemiş ki; Allahû Tealâ hicab-ı mestureyi almış, vakrayı almış, ekinneti almış, yerine ihbat koymuş. Mulk Suresi 8, 9, 10. âyetler. Allahû Tealâ diyor ki:
67/MULK-8: Tekâdu temeyyezu minel gayz(gayzi), kullemâ ulkıye fîhâ fevcun seelehum hazenetuhâ e lem ye’tikum nezîr(nezîrun).
(Cehennem) nerede ise öfkesinden çatlayacak gibi olur. Oraya herbir grup atılışında onun (cehennemin) bekçileri onlara: “Size nezir (uyarıcı) gelmedi mi?” diye sordu.
“Cehenneme girenler bölük bölük orada toplanırlar. Ve cehennem bekçileri onlara der ki: ‘Size, sizden olan nezirler gelmedi mi? Size, buraya (cehenneme) geleceğinizi, siz, Allah’a ulaşmayı dilemiyorsunuz. Gideceğiniz yer cehennemdir’ demediler mi?” diyor.
Aslında söyledikleri: “Size, Allah’ın nezirleri gelip de sizi uyarmadılar mı? Buraya, cehenneme geleceğinizi söyleyerek sizi uyarmadılar mı?”
Ne söylediğini âyet-i kerime almamış. Ama arkadan gelen sözlerden anlıyoruz ki; neden cehenneme geleceksiniz? Çünkü siz Allah’a ulaşmayı dilemediniz. Onun için cehenneme geleceksiniz.
Dileselerdi ne olacaktı? Gözlerindeki hicab-ı mesture alınacaktı. Kulaklarındaki vakra, kalplerindeki ekinnet alınacaktı. Âyet-i kerimenin gelişinden bunların alınmadığını, nezirin uyarısını yaptığını ama onların baş gözlerindeki hicab-ı mesture sebebiyle onu irşad makamı olarak kabul etmediklerini, kulaklarındaki vakra sebebiyle söylediklerini işitmediklerini, kalplerindeki ekinnet sebebiyle idrak edemediklerini ve baş gözlerindeki hicab-ı mesture sebebiyle onu irşad makamı olarak görmediklerini, reddettiklerini görüyoruz.
Öyleyse âyet-i kerimenin devamına bakalım:
67/MULK-9: Kâlû belâ kad câenâ nezîrun fe kezzebnâ ve kulnâ mâ nezzelallâhu min şey'in entum illâ fî dalâlin kebîr(kebîrin).
Onlar (cehenneme atılanlar) dediler ki: “Evet, bize nezir gelmişti. Fakat biz onu yalanladık ve Allah hiçbir şey indirmemiştir, siz ancak büyük bir dalâlet içindesiniz, dedik.”
“Size nezirler gelmedi mi? Buraya, cehenneme geleceğinizi söylemediler mi? Bu konuda sizi, cehenneme geleceğiniz istikametinde uyarmadılar mı?” sözü üzerine “Onlar derler ki.” diyor Allahû Tealâ; “Evet, geldiler. Ama biz onlara inanmadık (nezirlere inanmadık). Allah, hiçbir şey indirmemiştir, dedik.”
Ne demek bu? Yani nezir onlara diyor ki: “Bak! Kur’ân-ı Kerim’deki bu Yûnus Suresinin 7 ve 8. âyetleri gereğince buraya (cehenneme) geleceğinizi, o nezir size söyledi mi, söylemedi mi? Gelip de söylemediler mi?”
Hepsine hitap ediyor. Herkese ayrı ayrı nezirler geldiğine göre, her milletten olana, her zaman parçasında ayrı ayrı nezirler geldiğine göre -bütün nezirler resûldür- herkes, cehennemde olan herkes bundan nasibini alıyor. Cehennemde olan kişiler: Allah’a ulaşmayı dilemeyenler.
Öyleyse böyle bir dizaynda Allahû Tealâ’nın söylediği muhteva; o kişinin Allah’a ulaşmayı dilemediği ki bu sebeple cehenneme gelmiş. Ama dilemediğinin kesin belirtilerini arkadan görüyoruz:
67/MULK-10: Ve kâlû lev kunnâ nesmeu ev na'kılu mâ kunnâ fî ashâbis saîr(saîri).
Ve: “Eğer biz işitmiş veya akıl etmiş olsaydık, alevli ateş halkı arasında olmazdık.” dediler.
“O, bize geldi. Ve sizin söylediklerinizi söyledi. Bizi uyardı. Cehenneme gideceğimizi söyleyerek uyardı. Ama biz ona dedik ki: Allah, hiçbir şey indirmemiştir. Yani senin söylediğin gibi Kur’ân-ı Kerim’i falan Allah indirmemiştir.”
O zaman Yûnus Suresinin 7-8. âyetleri de bu insanlar tarafından zaten yok farz ediliyor. Daha ötesi de var:
“Biz, seni dalâlet içinde görüyoruz.”
Her devirde bu olay olmuştur, sevgili kardeşlerim! Hidayetin sahibi olarak gelen resûlü, hidayetin temsilcisini dalâlette görürler, insanlar. Çünkü hidayet ve dalâlet kavramlarını bilmezler. Dalâlet kelimesi, sapıklık demek. “Bu adam bizim söylediğimizden farklı şeyler söylediğine göre bu adam bir sapık” diye düşünürler.
Ne söylüyor? “Ruhunuzu Allah’a ulaştıracaksınız.”
Peki, bugünün insanları ne diyor? “İslâm’ın 5 tane şartı vardır. Bu şartları yerine getiren mutlaka Allah’ın cennetine girer.” Yani diyorlar ki: “Senin söylediklerin bizi hiç alâkadar etmez. Biz işimizi biliriz. Mutlaka kurtuluruz. Kaç sebepten birden kurtuluruz. Birincisi, Biz Allah’a inanıyoruz; mü’miniz. Allahû Tealâ da diyor ki: Biz bütün mü’minleri cennetimize alacağız. Hesapsız rızıklandıracağız.”
Sonra? “Kıyâmet günü, biz mü’min olduğumuza göre Peygamber Efendimiz (S.A.V) zaten bize şefaat edecek. Öyleyse korkacak neyimiz var ki? Birincisinde olmazsa, ikincisi. Mutlaka biz Allah’ın cennetine gireriz. Eğer tabii namaz kılmadığımıza ve oruç tutmadığımıza göre, görevlerimizi yapmadığımıza göre Allahû Tealâ bizi elbette başlangıçta cehennemine atacak. Biraz hafif tertip kavuracak bizi ve sonra da oradan alıp cennetine atacak. Sonsuza kadar cennette kalacağız.”
İşte bunu söylerler. Şimdi âyet-i kerimenin devamına bakalım. Ne demişler?
“Allah hiçbir şey indirmemiştir.” demişler.
Başka ne demişler?
“Muhakkak ki biz seni dalâlette görüyoruz.” demişler.
Öyleyse burada muhtevaya baktığımız zaman o adamların gözlerinde hicab-ı mesture olduğu kesin. Çünkü irşad makamını, irşad makamı olarak görmüyor. İrşad makamını dalâlette olarak görüyor. Kulaklarında vakra olduğu kesin. O, Kur’ân’dan âyetlerle söylüyor ve karşısındaki kişi de diyor ki: “Hayır. Allah hiçbir şey indirmemiştir.” Yani: “Ne Tevrat’ı ne Zebur’u ne İncil’i ne Kur’ân-ı Kerim’i, Allah hiç birini indirmemiştir.”
Yani âyetlere de söylediği âyetlere de inanmıyor. Anlamıyor. İdrak etmiyor. Kulaklarında vakra var ve kalbinde de ekinnet olduğu için idrak etmesi de mümkün değil, irşad makamının söylediklerini. Burada Mulk Suresinin muhtevasına bir defa daha bakmakta fayda var. Diyor ki Allahû Tealâ:
Mulk-8:
kullemâ ulkıye fîhâ fevcun: onların hepsi fevc fevc (bölük bölük) gelirler. Cehennemin içine atılırlar.”
seelehum hazenetuhâ: onun (cehennemin) bekçileri, onlara sual ederler.
e lem ye’tikum nezîr: size nezirler gelmedi mi?
Cevap (Mulk-9):
kâlû: dediler ki.
belâ: evet, geldiler.
kad câenâ nezîrun: bize nezir geldi.
fe kezzebnâ: ve biz onu tekzib ettik (yalanladık).
Yani kulaklarında vakra var. Onun söylediklerini işitmiyor. “Biz onu tekzib ettik, yalanladık.”
Bütün resûlleri, bütün nezirleri yalanlamış bütün kavimler, bütün insanlık tarihi boyunca hep reddetmişler. İnkâr etmişler.
ve kulnâ mâ nezzelallâhu min şey: ve biz dedik ki: Allah hiçbir şey indirmemiştir.
in entum illâ fî dalâlin kebîr: Muhakkak ki siz büyük bir (kebîr) dalâlet içindesiniz.
Mulk-10:
ve kâlû lev kunnâ nesmeu ev na'kılu: ve dediler ki; eğer biz işitmiş olsaydık (kulaklarımızdaki vakra alınmış olsaydı işitecektik.)
ev na'kılu: veya akıl etmiş olsaydık.
Yani kalbimizdeki ekinnet alınsaydı da yerine ihbat konsaydı ve böylece idrak etmiş olsaydık o zaman akıl etmiş olacaktık.
mâ kunnâ fî ashâbis saîr: bu azgın ateşin arasında, azgın ateşe atılanların arasında olur muyduk o zaman?
Böyle diyorlar: “Eğer biz işitmiş ve akıl etmiş olsaydık.” O devirde kulaklarımızdaki vakra alınmış ve kalbimizdeki ekinnet alınmış olsaydı, yerine ihbat konulmuş olsaydı ve baş gözümüzdeki hicab-ı mesture alınmış olsaydı ve onu irşad makamı olarak görebilseydik, dalâlet içinde olarak görmeseydik, söylediklerini işitebilseydik, mânâsına varabilseydik, kalbimize indirip idrak edebilseydik, akıl edebilseydik, burada cehennemde mi olurduk?”
Öyleyse kulaklarındaki vakra alınmış olanlar, kalbindeki ekinnet alınmış olanlar, gözlerindeki hicab-ı mesture alınmış olanlar, onlar, Allah’a ulaşmayı dileyenler. Onların cehennemde işi yok. Öyleyse bu insanları, cehenneme atılan insanları cennete girenlerden ayıran şey ne? Gözlerindeki hicab-ı mesture, kulaklarındaki vakra, kalplerindeki ekinnet.
Öyleyse burada bir vakıadan hareket mecburiyetindeyiz; kim Allah’a ulaşmayı dilemezse mutlaka günahları sevaplarından fazla. Gideceği yer mutlaka cehennem. Kim Allah’a ulaşmayı dilerse mutlaka onun gideceği yer cennet. O zaman mutlaka o kişinin sevapları günahlarından fazla.
Öyleyse Allahû Tealâ, Allah’a ulaşmayı dileyen bir kişinin bu dileğini gördüğü zaman ona verdiği ihsanlarla, her verdiği ihsanla derecesini yükseltiyor. Ve herkeste farklı bir yükseltme var. Herkese göre farklı yükseltiyor. Öyle bir noktaya ulaştırıyor ki onları, onların sevapları günahlarından fazla oluyor.
Kim bunlar? Mürşidlerine ulaşmadan evvel kim ölürse, Allah’a ulaşmayı dilerse ama mürşidine ulaşamadan evvel ölürse, Allahû Tealâ verdiği her ihsanıyla aynı zamanda ona (o kişiye) dereceler veriyor; sadece Allah’a ulaşmayı diledi diye. Ve verdiği bu dereceler, o kişinin günahkâr durumu hangi dereceyi gösterirse göstersin, mutlaka o dereceyi aşıyor. Pozitif dereceleri (kazandığı dereceler) kaybettiği dereceleri mutlak olarak aşıyor.
Öyleyse sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler! Böyle bir dizaynda Allahû Tealâ onları, mutlaka bu dereceleri aşırtıyor. Kimler bunlar? Mürşidlerine ulaşamadan evvel ölmüş olanlar. Allah’a ulaşmayı diledikleri anda 2-3 dakika içinde Allahû Tealâ hicab-ı mestureyi de vakrayı da ekinneti de alıyor. Yerine ihbat koyuyor. Hatta o kişiye ulaşıp, onun kalbinin nur kapısını da Allah’a çeviriyor. Ve bu çevirme işlemini mutlaka yapıyor. Yaptığı kişi, eğer mürşidine ulaşamadan ölürse her yaptığı bu güzel mükâfatla o kişinin her biri için de derecelerini öyle bir arttırıyor ki; o kişinin kazandığı dereceler, kaybettiği dereceleri aşıyor. Kişi mutlaka cennete giriyor. Hangi standartta giriyor? Cennetlik olarak giriyor. Günahları sevaplarından az olarak giriyor.
Hâlbuki Allah’a ulaşmayı dilemeden birkaç dakika evvel, o kişinin günahları sevaplarından fazlaydı. Allahû Tealâ, o kişi Allah’a ulaşmayı dileyince onun kalbindeki bu talebi gördü, işitti ve bildi. Derhâl Rahmân esmasıyla tecelliye başladı. Bu tecelli söylediğimiz standartları oluşturdu. Vakra, ekinnet ve hicab-ı mesture, nur kapısının Allah’a çevrilmesi hüviyetleri. Her birine Allahû Tealâ öyle rakamlar verdi ki (pozitif rakamlar), kişinin kazandıkları kayıplarını aştı.
Kimlere verdi bunu? Mürşidine ulaşmadan evvel ölenlere verdi ki onlar, cennete gitsinler, 1. kat cennetin sahibi olsunlar. Ama eğer bu kişi mürşidine ulaşırsa, ulaştığı takdirde Allah onun sevaplarını günahlarından fazla yapmıyor. Çok daha büyük bir ni’met veriyor ona. Çünkü bu kişi mürşidine ulaştığı an, ni’mete de kavuşmuştur. Onun günahlarından daha çok sevabı olmaz. Onun bütün günahları sevaba çevrilir. Günahları sıfırlanır. Sevapları zaten duruyordur. Bütün günahları da sevaba çevrildiği için sadece sevaplardan oluşan bir hazinenin sahibi olur kişi, daha başlangıçta, tâbî olduğu an. Furkân Suresinin 70. âyet-i kerimesi. Allahû Tealâ Furkân-69’da cehenneme girecek olanlardan bahsediyor. Cehenneme girecek olanlar. Sonra?
Onların günahlarının ve azaplarının artacağından bahsediyor.
25/FURKÂN-69: Yudâaf lehul azâbu yevmel kıyâmeti ve yahlud fîhî muhânâ(muhânen).
Kıyâmet günü onun azabı kat kat artar. Ve orada alçaltılmış olarak ebediyyen kalır.
Sonra? Sonra da diyor ki:
25/FURKÂN-70: İllâ men tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât(hasenâtin), ve kânallâhu gafûran rahîmâ(rahîmen).
Ancak kim (mürşidi önünde) tövbe eder (böylece kalbine îmân yazılıp, îmânı artan) mü’min olur ve salih amel (nefs tezkiyesi) yaparsa, o taktirde işte onların, Allah seyyiatlerini (günahlarını) hasenata (sevaba) çevirir. Ve Allah, Gafur’dur (günahları sevaba çevirendir), Rahîm’dir (rahmet nuru gönderendir).
“Ama kim tâbî olursa (10 tane ihsanla tâbî olursa) ve böylece mü’min olursa...”
Niçin mümin olacak? Allah kalbinin mührünü açacak. Küfür kelimesini alacak, içine îmânı yazacak. Kalbine îmân yazıldığı için de kişi kesin bir standartta mü’min olmak şerefine erecek.
“Kim tövbe edip de (irşad makamının önünde; Allah’a ulaşmayı dileyerek 12 tane ihsanla geldiği irşad makamının önünde kim tövbe eder de) mü’min olursa ve amilussalihata başlarsa (nefsi ıslaha başlarsa, nefs tezkiyesine başlarsa)...”
Nefsi ıslah edici ameller, ne zaman başlar? Ancak tâbiiyetten sonra başlar. O noktadan itibaren gerçekleşebilir nefs tezkiyesi.
“Onların bütün seyyiatini hasenata çeviririz.” diyor Allahû Tealâ.
Furkân-71:
25/FURKÂN-71: Ve men tâbe ve amile sâlihan fe innehu yetûbu ilâllâhi metâbâ(metâben).
Ve kim (mürşidi önünde) tövbe eder ve salih amel (nefs tezkiyesi) işlerse, o taktirde muhakkak ki o, tövbesi kabul edilmiş olarak Allah’a ulaşır (hayattayken ruhu Allah’a ulaşır).
“Onlar tövbeleri kabul edilmiş bir şekilde Allah’a dönerler.” diyor.
Şimdi burada farklı bir olay oldu. Eğer o kişi mürşidine ulaşamadan evvel rahmetli olsaydı, ölmüş olsaydı, o zaman Allahû Tealâ onun bütün günahlarını sevaba çevirmeyecekti, Allahû Tealâ sadece ona dereceler ihsan edecekti. Hicab-ı mestureyi aldığı zaman belli bir miktar derece, kulaktaki vakrayı aldığı zaman belli bir miktarda derece, kalpteki ekinneti aldığı zaman belli bir miktardaki derece, kalbin nur kapısını Allah’a çevirdiği zaman belli bir miktarda derece, o kişinin göğsünden kalbine nur yolunu açtığı zaman -ki birkaç dakikanın içinde bunların hepsi tamamlanıyor- bu kişi öldüğü takdirde (mürşidine ulaşamadan öldüğü takdirde), verdiği dereceler mutlaka, Allahû Tealâ’nın verdiği dereceleri de o kişinin o güne kadar kazandığı derecelere eklediğinizde bu derecelerin toplamı, mutlaka onun kaybettiği derecelerden fazla çıkıyor.
Öyleyse o kişinin yaşaması söz konusuysa, mürşidine ulaşması söz konusuysa, o zaman böyle bir işlem yapılmaz, ilâveler yapılmaz, onun bütün günahları sevaba çevrilir. Yani bundan çok daha büyük bir mükâfat alır. Ve Allah’ın yoluna girer. Ruhu vücudundan ayrılır. Nefs tezkiyesine başlar. Her kademede de ruhu Allah’a doğru yükselecektir.
Öyleyse burada Allahû Tealâ’nın yaptığı şey, kişi mürşidine ulaşmışsa çok daha büyük bir olay; o kişinin o güne kadarki bütün günahları sevaba çevrilir. Yani adeta Allahû Tealâ, kişinin cehenneme gitme ihtimalini kökünden yok ediyor. Neden? Orada da kalmıyor çünkü. O güne kadar o kişiye 1’e 10 verirken, 12 tane ihsanla mürşidine ulaşan kişiye Allahû Tealâ 1’e 100 vermeye başlıyor. Ruhu zemin kat ve 1. kattayken; 1’e 100, 2. kata geçecek ruhu; 1’e 200, 3., 4., 5., 6., 7. katlar; 300, 400, 500, 600, 700, 1’e 700’le o kişinin ruhu Allah’a ulaşacak. 1’e 700’le daha ileride fizik vücudu Allah’a teslim olacak. 1’e 700’le nefsi Allah’a teslim olacak. 1’e 700’le irşada ulaşacak. 1’e 700’le salâh makamının son noktasına, Hakka Tukatihi takvaya ulaşacak.
Öyleyse düşünebiliyor musunuz? Kişi, irşad makamına ulaşıp da 12 tane ihsanla tâbî olduğu an, bütün günahları sevaba çevriliyor. Yani sıfır günahla başlıyor. Ama eskiden işlediği onca günahın hepsi sevaba çevrilmiş. Yetmez. Artık bu kişi namaz kılıyor. Bu kişi oruç tutuyor. Bu kişi zekât veriyor. Bu kişi zikir yapıyor. Devamlı derecat kazanıyor yaptığı bu işlevlerle. Ve artık 1’e 10 almıyor. 1’e 100 alıyor. 1’e 100 aldığı sürece o kişinin her gün kazandığı derecelerin 100 katından daha fazla günah işlemesi lâzım ki cehenneme gidebilsin. 2. kattayken, 200 katından fazla her gün günah kazanması lâzım. 3., 4., 5., 6. katlarda artıyor. 7. katta, her gün o kişinin kazandığı derecelerin 700 katından daha fazla günah işlemesi lâzım bir kişinin. Böyle bir şey ise imkânsız! Bunun tatbik sahası bulması mümkün değil. Hiçbir standart içinde bu gerçekleşemez. Hiç kimse hayatının her gününde kazandığı derecelerin 700 katından daha fazla günah işleyemez.
Öyleyse burada bir etken var; Allah, garantiye alıyor kulunu. Sevapları günahlarından fazla olarak kıyâmet gününe ulaşsın da o kişi mutlaka Allah’ın cennetine girsin. Bu konuda Allah’ın garantisi var.
İşte sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, can dostlarım, gönül dostlarım! Allah’a ulaşmayı dileyen bir insanla dilemeyen bir insan arasında büyük farklılıklar oluşuyor. Öyleyse iki ayrı cepheden bakıyoruz olaya; cehennem ve cennet.
Allah’a ulaşmayı dilemeyen bir kişi mutlaka cehenneme gider. Çünkü o kişinin kaybettiği dereceler mutlaka kazandıklarından fazla ve Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’ine koymuş bunu. Ve kim Allah’a ulaşmayı dilerse, dilediği an, Allahû Tealâ’nın onu işittiği, bildiği ve gördüğü an o kişi Allah’ın cenneti için ehil kabul edilir, Allahû Tealâ tarafından. Mürşidine ulaşmadan evvel ölürse, Allahû Tealâ verdikleriyle ilâveler yaparak onun kaybettiği dereceleri kazandıklarından üste çıkaracak, mutlaka onu Allah’ın cennetine ulaştıracaktır. Eğer mürşidine tâbî olduktan sonra o kişi ölürse, bu sefer 2. kat cennetin sahibi olacak. Çünkü o kişi 2. safhayı tamamlamıştır. Ve nefs tezkiyesinin neresinde ölürse o kadar da daha fazla derecat kazanmış olacaktır.
Şimdi böyle bir durumda Allahû Tealâ’nın o kişinin Allah’a ulaşmayı dilemesi halinde ne olacağına bakalım. Ne diyordu Allahû Tealâ Şûrâ Suresinin 13. âyet-i kerimesinde?
“Allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb: Allah, dilediğini Kendisine seçer. Ve bunlardan kim Allah’a yönelirse Allah onları Kendisine ulaştırır.” diyordu Allahû Tealâ.
İşte Allah’ın seçtiklerinden bir kişi Allah’a ulaşmayı dilemiş. Bunun üzerine Allahû Tealâ onun üzerinde Rahmân esmasıyla tecelli ediyor. Kim 12 ihsanla mürşidine tâbî olursa onların üzerinde de Rahîm esması tecelli eder. Hangi âyet-i kerimeye göre tecelli ediyor? Yûsuf Suresinin 53. âyet-i kerimesine göre. Diyor ki Hz. Yusuf orada:
12/YÛSUF-53: Ve mâ uberriu nefsî, innen nefse le emmâretun bis sûi illâ mâ rahime rabbî, inne rabbî gafûrun rahîm(rahîmun).
Ve ben, nefsimi ibra edemem (temize çıkaramam). Muhakkak ki nefs, mutlaka sui olanı (şerri, kötülüğü) emreder. Rabbimin Rahîm esmasıyla tecelli ettiği (nefsler) hariç. Muhakkak ki Rabbim, mağfiret edendir (günahları sevaba çevirendir). Rahîm’dir (rahmet nurunu gönderen ve merhamet edendir).
“Ben nefsimi beraat ettiremem. Çünkü nefs, şerri emreder. Ama Rabbimin Rahîm esmasıyla tecelli ettiği nefsler hariç.”
Öyleyse Rahîm esmasıyla tecelli ettiği (Allah’ın tecelli ettiği) nefsler olacak.
İşte kim Allah’a ulaşmayı dilerse Allah’ın Rahmân esması çalışmaya başlar. Bütün insanların gözlerinde hicab-ı mesture var. Kulaklarında vakra var. Kalplerinde ekinnet var. Allahû Tealâ diyor ki İsrâ Suresinin 45 ve 46. âyetlerinde:
17/İSRÂ-45: Ve izâ kara’tel kur’âne cealnâ beyneke ve beynellezîne lâ yu’minûne bil âhirati hicâben mestûrâ(mestûran).
Sen Kur’ân’ı kıraat ettiğin (okuduğun) zaman, seninle ahirete (ölmeden evvel Allah’a ulaşmaya ve kıyâmet gününe) inanmayanlar arasına hicab-ı mesture kıldık (gözlerinin üzerine, seni peygamber olarak görmelerini engelleyen bir perde koyduk).
17/İSRÂ-46: Ve cealnâ alâ kulûbihim ekinneten en yefkahûhu ve fî âzânihim vakrâ(vakran), ve izâ zekerte rabbeke fîl kur’âni vahdehu vellev alâ edbârihim nufûrâ(nufûran).
O’nu (Kur’ân’ı), fıkıh (idrak) etmelerine karşı, (fıkıh edemesinler diye) kalplerinin üzerine ekinnet ve onların kulaklarına vakra (işitme engeli) kıldık. Ve sen, Kur’ân’da Rabbinin tekliğini zikrettiğin zaman nefretle arkalarına döndüler.
“Habibim! Sen, Allah’ın tekliğini söyleyerek onlara Kur’ân-ı Kerim’i kıraat ettiğin zaman ruhlarını ölmeden evvel Allah’a ulaştırmaya inanmayanlarla senin arana hicab-ı mesture koyarız. Senin aranda yani başka bir ifadeyle onların gözlerinde hicab-ı mesture vardır. Onların kalplerinde ekinnet vardır. Fıkıh edemezler. Onların kulaklarında vakra vardır. Senin söylediklerini işitemezler.”
Öyleyse sonuç ne olurmuş? “Sen sözlerini bitirdiğin zaman onlar nefretle arkalarını dönüp oradan uzaklaşırlar.” diyor Allahû Tealâ.
Öyleyse Allah’a ulaşmanın, bir dilemenin olmadığı bir ortamda, dilemeden evvel insanların gözlerinde hicab-ı mesture var. Kulaklarında vakra var. Kalplerinde ekinnet var ve işitmiyorlar. Görmüyorlar. Ve bu insanlar ne yazık ki gidecekleri yer cehennem olanlar. Sonra ne diyor Allahû Tealâ? “O kişilerin kalplerine ihbat koyarız.” diyor, Hacc Suresinin 54. âyet-i kerimesinde.
22/HACC-54: Ve li ya’lemellezîne ûtûl ilme ennehul hakku min rabbike fe yu’minû bihî fe tuhbite lehu kulûbuhum, ve innallâhe le hâdillezîne âmenû ilâ sırâtın mustakîm(mustakîmin).
Ve kendilerine ilim verilenlerin, onun (irşad makamının, Velî Resûl'ün, Nebî Resûl'ün) söylediklerinin Rabbinden bir hak olduğunu bilmeleri, O'na îmân etmeleri, onların kalplerinin O'nu (Allah'ı) idrak etmesi (kalplerinden ekinnetin alınıp yerine ihbat sistemi konarak kalplerin mutmain olması) içindir. Muhakkak ki Allah, âmenû olanları (Allah'a ulaşmayı dileyenleri) mutlaka Sıratı Mustakîm'e hidayet edendir.
“O kendilerine ilim verilenler emin olsunlar ki; irşad makamının sahibi Allah’ın söylediklerini söyler, onun sözlerinin Hakk’tan gelenler olduğunu idrak etsinler diye Biz, kendilerine ilim verilenlerin kalplerine ihbat koyduk.” diyor Allahû Tealâ. Yani: “Kalplerindeki ekinneti aldık.” diyor.
Kulaklarındaki vakranın, gözlerindeki hicab-ı mesturenin de alınması söz konusu Rahmân esmasıyla. Allahû Tealâ bütün bu işlevleri 2-3 dakikalık bir zaman parçasında yapar. En’âm Suresinin 36. âyet-i kerimesinde diyor ki:
6/EN'ÂM-36: İnnemâ yestecîbullezîne yesmeûn(yesmeûne), vel mevtâ yeb’asuhumullâhu summe ileyhi yurceûn(yurceûne).
(Davete) ancak işitenler icabet eder. Ve Allah, ölüleri (ölü olan sem’î isimli işitme hassasını, ölü olan fuad isimli idrak hassasını, ölü olan basar isimli görme hassasını) diriltir. Sonra O'na döndürülürler. (Hayatta iken ruhu mürşid eliyle Allah’a döndürülür.)
“Davete ancak işitenler icabet eder.”
Öyleyse kim Allah’a ulaşmayı dilerse Allah, onların iç dünyalarında Allah’ın kapalı olan kapılarını birer birer açacaktır. O kişi, Allah’ın emrettiğini yapmıştır. İradesini Allah’ın emrettiği istikamette kullanmıştır. Yani Allah’a ulaşmayı o kişi dilemektedir. Dileyip dilemediğini de en iyi bilen Allah’tır. Öyleyse bununla kalmaz Allahû Tealâ, Tegâbun Suresinin 11. âyet-i kerimesi gereğince o kişinin kalbine ulaşır.
64/TEGÂBUN-11: Mâ esâbe min musîbetin illâ bi iznillâh(bi iznillâhi), ve men yu'min billâhi yehdi kalbeh, vallâhu bikulli şey'in alîm(alîmun).
Allah’ın izni olmadıkça bir musîbet isabet etmez. Ve kim Allah’a îmân ederse (âmenû olursa), (Allah) onun kalbine ulaşır. Ve Allah, herşeyi en iyi bilendir.
“Ve men yu'min billâhi yehdi kalbeh(kalbehu): Kim Allah’a âmenû olursa onların kalplerine Allah ulaşır.” diyor.
Ulaşırsa ne yapar? Kalbin nur kapısını şeytana dönük konumdan Allah’a dönük konuma getirir. Ve Allahû Tealâ bu istikamette yardım ediyor kişiye, kalbinde değişiklik yaparak, Kaf Suresi 33. âyet-i kerime.
50/KAF-33: Men haşiyer rahmâne bil gaybi ve câe bi kalbin munîbin.
Gaybda Rahmân’a huşu duyanlar ve münib (Allah’a ulaşmayı dileyen) bir kalple (Allah’ın huzuruna) gelenler (için).
“Onlar ki; gaybda Rahmân’a huşû duyarlar. Onların kalpleri Allah’a çevrilir.” diyor.
O kişinin göğsünden kalbine nur yolunu açıyor, En’âm Suresi 125. âyet-i kerime.
6/EN'ÂM-125: Fe men yuridillâhu en yehdiyehu yeşrah sadrahu lil islâm(islâmi), ve men yurid en yudıllehu yec’al sadrahu dayyikan haracen, ke ennemâ yassa’adu fîs semâi, kezâlike yec’alûllâhur ricse alâllezîne lâ yu’minûn(yu’minûne).
Öyleyse Allah kimi Kendisine ulaştırmayı dilerse onun göğsünü yarar ve (Allah’a) teslime (İslâm’a) açar. Kimi dalâlette bırakmayı dilerse, onun göğsünü semada yükseliyormuş gibi daralmış, sıkıntılı yapar. Böylece Allah, mü’min olmayanların üzerine azap verir.
“Fe men yuridillâhu en yehdiyehu yeşrah sadrehu lil islâm(islâmi): Allah kimi Kendi Zat’ına ulaştırmayı dilerse (hidayete erdirmeyi dilerse) onların göğsünü yarar (şerh eder) ve İslâm’a (Allah’a teslim olmaya) açar.” diyor Allahû Tealâ.
Öyleyse Allahû Tealâ üzerine doğru; kalbe doğru, kalbe ulaşan bir yol açıyor, Allah’ın nurlarının o kalbe ulaşabilmesi için. Bundan sonra kişi zikredecektir ve nefsinin kalbinde (rahmet oraya girmeye başlayarak) huşû oluşacaktır, %2 nurla. Sonra Allahû Tealâ o kişiye mürşidini gösterecektir. Ne karşılığı olarak gösterecektir? Sadece o kişi Allah’a ulaşmayı dilemiştir. Allah’a bir adım atmıştır. Öyleyse Allahû Tealâ ona on tane adım atacaktır. İşte saydığımız 12 tane ihsan. Allahû Tealâ 1’e 10’la o kişiyi mükâfatlandırmıştır, Allah’a ulaşmayı dilediği için.
O kişiyi huşû sahibi kılar dedik, Hadîd Suresinin 16. âyet-i kerimesinin gereğince.
57/HADÎD-16: E lem ye’ni lillezîne âmenû en tahşea kulûbuhum li zikrillâhi ve mâ nezele minel hakkı ve lâ yekûnû kellezîne ûtûl kitâbe min kablu fe tâle aleyhimul emedu fe kaset kulûbuhum, ve kesîrun minhum fâsikûn(fâsikûne).
Allah’ın zikri ile ve Hakk’tan inen şeyle (Allah’ın nurları ile), âmenû olanların (Allah’a ulaşmayı dileyenlerin) kalplerinin huşû duyma zamanı gelmedi mi? Kendilerine daha önce kitap verilip de böylece üzerinden uzun zaman geçince, artık (zikri unuttukları için) kalpleri katılaşan kimseler gibi olmasınlar. Onlardan çoğu fasıklardır.
“O kişinin kalbinde Allah’ın zikri ile ve Hakk’tan inen nurla huşû oluşması zamanı gelmedi mi?” diyor Allahû Tealâ.
O kişiye mürşidini gösterecektir, huşû sahibi olduğu için. Allahû Tealâ Bakara Suresinin 45 ve 46. âyetlerinde diyor ki:
2/BAKARA-45: Vesteînû bis sabri ves salât(salâti), ve innehâ le kebîratun illâ alâl hâşiîn(hâşiîne).
(Allah’tan) sabırla ve namazla istiane (özel yardım) isteyin. Ve muhakkak ki o (hacet namazı ile Allah’a ulaştıracak mürşidini sormak), huşû sahibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir.
2/BAKARA-46: Ellezîne yezunnûne ennehum mulâkû rabbihim ve ennehum ileyhi râciûn(râciûne).
Onlar (o huşû sahipleri) ki, Rab’lerine (dünya hayatında) muhakkak mülâki olacaklarına ve (sonunda ölümle) O’na döneceklerine yakîn derecesinde inanırlar.
“Sabırla ve hacet namazıyla Allah’tan istianeyi isteyin (mürşidinizi size göstermesini isteyin). Bu zor bir iştir. Ama huşû sahipleri için zor değildir. O huşû sahipleri ki; ölmeden evvel ruhlarını Allah’a ulaştıracaklarına yakîn hasıl ederek kesin şekilde inanırlar. Ölümden sonra da ruhlarının tekrar Allah’a geri döneceğine inanırlar.”
Böyle bir kişi hacet namazını kılıp da Allah’tan sorarsa Allah, onlara mutlaka istianenin karşılığını gösterecek. Yani onlara mürşidlerini, ulaşmaları lâzımgelen mürşidi gösterecek. Bütün bunlar Allah’a ulaşmayı dileyen bir kişi için geçerli. Dilemeyen insan için bunların hiç birisi olmaz.
Ve cennete girmek; Allah’a ulaşmayı dilemek şartının, olmazsa olmaz şartının mutlak bir gerekliliğidir. Bir insan Allah’a ulaşmayı dilemiyorsa, ne yaparsa yapsın, ne kadar ibadetin sahibi olursa olsun, hangi ibadetleri yaparsa yapsın ömrü boyunca, ibadetleri o kişiyi asla kurtaramaz. Gideceği yer ne yazık ki cehennemdir.
Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler! Allahû Tealâ’nın hepinizi sonsuz mutluluklara ulaştırması dualarımızla ve dileklerimizle sözlerimizi inşaallah burada tamamlıyoruz. Allah hepinizden razı olsun.
İmam İskender Ali M İ H R