SOHBETİN KODU: 104176
SOHBETİN ADI: NAHL SURESİ 39-44 (Âyetlerin Sırları)
TARİHİ: 31.07.2002
Eûzubillâhimineşşeytânirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.
Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bir defa daha bir aradayız. Bir Kur’ân-ı Kerim Tefsiri faslında Allahû Tealâ, bizleri hamd olsun ki bir araya getirdi. Biliyorsunuz, Kur’ân-ı Kerim bir meal standardı muhtevasını alır, bir de tefsir standardı. Tefsir, özel bir iştir. Allah’ın bize söylediği cihetle, Allah’ın öğretmesiyle tahakkuk eder. O zaman Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’de hangi âyeti niçin indirdiği konusu açıklık kazanır. Yetmez, 14 asır evvel Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve sahâbe tarafından yaşanan İslâm’ın ne olduğu da bütün çizgileriyle ortaya çıkar. İşte sizlere bu Kur’ân-ı Kerim Tefsiri derslerinde, Allah’ın bize öğrettiği şeyleri öğretmekle mükellefiz. Bununla vazifeli kılındık. Kur’ân’ı incelediğimiz zaman, 14 asır evvel Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve sahâbenin yaşadığı İslâm’ı görüyoruz Kur’ân-ı Kerim’de. Kur’ân-ı Kerim; çizgi çizgi, safha safha bize veriyor onların hayatlarını. O zaman bakıyoruz ki; İslâm’ın 7 tane safhası var, unutulmuş, artık tatbik edilmiyor. İslâm; İslâm’ın 5 şartına oturtulmuş. İşte çağımız, hidayet çağı. Bu çağda, bu İslâm’ın 7 safhasını oluşturan 7 hidayetin bütün insanlığa anlatılması söz konusu. Neden İslâm’a demedim? Çünkü bütün insanlık, İslâm’dan başka bir dîn hiçbir zaman yaşamamışlar. Hangi peygamber geldiyse O, Hz. İbrâhîm’in hanif dînini yaşamış. Peygamber Efendimiz (S.A.V) de Hz. İbrâhîm’in hanif dînini yaşamış ve bu dînin Arapça adı: İslâm. Birden fazla dîn hiç olmamış.
İşte şimdi bu İslâm dîninin; yani kâinatın tek dîninin Kur’ân açıklamasında Nahl Suresinin 39. âyet-i kerimesindeyiz sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler. Öyleyse inşaallah besmeleyle başlıyoruz.
Eûzubillâhimineşşeytânirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.
16/NAHL-39: Li yubeyyine lehumullezî yahtelifûne fîhi ve li ya’lemellezîne keferû ennehum kânû kâzibîn(kâzibîne).
(Bu diriltme) hakkında ihtilâfa düştükleri şeyin, onlara beyan edilmesi (açıklanması) için ve inkâr edenlerin (kâfirlerin), kendilerinin şüphesiz (kesinlikle) yalancı olduklarını bilmeleri içindir.
Ve kelimelere geçiyoruz:
li yubeyyine: Açıklaması, bildirmesi için.
lehum: Onlara.
ellezî yahtelifûne: Onlar ihtilâfa düşerler.
fî-hi: Orada, onun hakkında.
ve li ya’leme: Ve bilmesi için.
ellezîne keferû: İnkâr eden kimseler.
enne-hum: Onların olduğunu.
kânû: Oldular.
kâzibîne: Yalancılar.
Ve cümleciklere geçiyoruz:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
li yubeyyine lehum: Onlara beyan edilmesi (açıklanması) için.
ellezî yahtelifûne fîhi: Hakkında ihtilâfa düştükleri şey.
ve li ya’leme: Ve bilmeleri için.
ellezîne keferû: İnkâr edenler, kâfirler.
ennehum kânû kâzibîne: (Kendilerinin muhakkak ki; şüphesiz ki; şüphesiz) kendilerinin şüphesiz yalancı olduklarını.
Şimdi cümlecikleri toparlıyoruz:
“Hakkında ihtilâfa düştükleri şeyin onlara beyan edilmesi (açıklaması, açıklanması) için ve inkâr edenlerin (kâfirlerin), kendilerinin şüphesiz yalancı olduklarını bilmeleri içindir (şüphesiz, kesinlikle).”
Şimdi Nahl Suresinin bir evvelki âyet-i kerimesine bakalım, 38’e. Ne diyordu Allahû Tealâ?
16/NAHL-38: Ve aksemû billâhi cehde eymânihim lâ yeb’asullâhu men yemût(yemûtu), belâ va’den aleyhi hakkan ve lâkinne ekseran nâsi lâ ya’lemûn(ya’lemûne).
Ve “Kim ölürse Allah, onu beas etmez (yeniden diriltmez).” diye en kuvvetli yeminleri ile Allah’a kasem ettiler. Hayır, (öyle değil). Bu, O’nun (Allah’ın) üzerinde hak bir vaaddir. Ve lâkin insanların çoğu bilmezler.
“Ve kim ölürse Allah onu, beas etmez (yeniden diriltmez) diye en kuvvetli yeminleriyle Allah’a kasem ettiler. Hayır, (öyle değil). Bu, O’nun üzerine bir hak, bir vaaddir ve lâkin insanların çoğu bunu bilmezler.”
Yani insanların öldükten sonra yeniden diriltilmesi olayı. Allahû Tealâ burada demiş oluyor ki: “Hakkında ihtilâfa düştükleri şeyin onlara beyan edilmesi için (açıklanması için) ve inkâr edenlerin (kâfirlerin) kendilerinin şüphesiz (kesinlikle) yalancı olduklarını bilmeleri için Allah,onları diriltecektir(beas edecektir).”
Kıyâmet günü gerçekler, onlar tarafından da doğruları söyleyenler tarafından da yanlışları söyleyenler tarafından da ortaya çıkmış olacaktır.
Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, can dostlarım, gönül dostlarım, sevgili kardeşlerim, Böyle bir dizaynda insanların: “Allah kimseyi diriltmeyecektir. İnsanlar ölür.” demeleri bir şey ifade etmiyor. Biliyorsunuz ki; kıyâmet günü Allah’ın bütün gezegenlere ve güneş sistemlerine vermiş olduğu kinetik enerjiyle, itiş enerjisi ile kâinatın büyümekte oluşu, o itiş enerjisinin bitmesi sebebiyle kıyâmette duracaktır. Kâinat büyümeyecektir; çünkü itiş enerjisi sona ermiştir. Bu demektir ki zaman durmuştur. Çünkü zaman Allahû Tealâ tarafından başlatıldı. Ne zaman başlatıldı? Kâinatı Allahû Tealâ bir tek noktadan, yerle gök bir iken patlatmasıyla göklerin ve yerlerin var edilmesiyle. Yani o bir tek noktadan sonsuz sayıdaki enerji partiküllerinin kâinatın her gezegenini, güneş sisteminin her parçalarını oluşturmak üzere harekete geçtikleri noktada zaman başlıyor. Ve kıyâmet günü, zaman sona eriyor. Ondan sonra bu büyüme, ayrılma; aynı noktadan ayrılma süreci devam ettiği dizayn içersinde zaman devam edecektir. Ama büyüme durduğu an, zaman da duracaktır. Sonra mı? Sonra gravitasyon başlıyor; yani büyük kitlelerin, büyük kütlelerin küçük kütleleri kendisine çekme özelliği başlıyor. O zaman daralma söz konusu olduğu için, aynı noktaya geri dönüş söz konusu olduğu için zaman da gelecekten geçmişe dönecek. İşte zaman gelecekten geçmişe döndüğünde, geriye doğru giderken bütün insanların hayatta olduğu noktalara; insanların yaradılışından kıyâmete kadar geçen zamanda ki var olan bütün insanların hayatta bulunduğu noktalara bir bir zaman geri dönecektir. Ve zaman oraya döndüğü zaman, o insanlar zaten hayatta olacaktır. Ve böylece bütün insanlar, zamanın geriye gitmesi sebebiyle dirilmiş olacaklardır. Öyleyse Allahû Tealâ neyi söylüyorsa işte hakikat odur sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler.
Ve inşaallah 40. âyet-i kerimeye geçiyoruz. Nahl Suresi 40. âyet-i kerime:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
16/NAHL-40: İnnemâ kavlunâ li şey’in izâ eradnâhu en nekûle lehu kun fe yekûn(yekûnu).
Bir şeyin (olmasını) istediğimiz zaman Bizim sözümüz, ona sadece: “Ol!” dememizdir. O, hemen olur.
Kelimeler:
innemâ: Ancak, sadece, yalnız.
kavlu-nâ: Bizim sözümüz.
li şey’in: Bir şey için.
izâ: Olduğunda, olduğu zaman.
eradnâ-hu: Biz onu irade ettik, istedik.
en nekûle: Bizim dememiz.
lehu: Ona.
kun: Ol.
fe yekûnu: Böylece hemen olur.
Ve cümleciklere geçiyoruz:
innemâ kavlunâ: Bizim sözümüz sadece.
li şey’in izâ eradnâhu: Bir şeyin olmasını istediğimiz zaman.
en nekûle lehu kun: Ona Bizim: “Ol!” dememizdir.
fe yekûnu: O, hemen olur.
Şimdi cümlecikleri birleştirelim:
“Bir şeyin (olmasını) istediğimiz zaman, Bizim sözümüz ona sadece: ‘Ol!’ dememizdir. O, hemen olur.”
Allahû Tealâ her şeyi yaratandır. Yaratma fiili; Allah’a aittir ve yaratma müessesesi sadece bir sözüyle vücuda geliyor. Allahû Tealâ, sadece neyi oluşturmak istiyorsa ona sadece: “Ol!” diyor ve olmasını istediği şey derhal oluşuyor. Tekrar edelim ki Allah’tan başka bir yaratıcı yoktur. Sadece Allah yaratandır.
Allah razı olsun.
Nahl Suresi 41. âyet-i kerimeye inşaallah ulaşıyoruz.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
16/NAHL-41: Vellezîne hâcerû fillâhi min ba’di mâ zulimû li nubevvi ennehum fîd dunyâ haseneten, ve le ecrul âhırati ekber(ekberu), lev kânû ya’lemûn(ya’lemûne).
Ve zulme maruz kaldıktan sonra, Allah için (Allah yolunda) hicret edenleri, dünya hayatında mutlaka hasenelerle (güzellikler, iyilikler, güzel bir yurt) yerleştirmemiz içindir. Ve ahiret mükâfatı, elbette daha büyüktür, şâyet bilmiş olsalardı.
Ve kelimelere geliyoruz:
vellezîne hâcerû(ve ellezîne hâcerû): Ve hicret edenler.
fîllâhi (fî allâhi): Allah yolunda (Allah’ta; Allah yolunda).
min ba’di mâ: Şeyden sonra.
zulimû: Zulüm edildiler, zulme maruz kaldılar, zulme uğradılar.
li nubevvienne-hum: Onlara mutlaka hazırlamamız, ağırlamamız, yerleştirmemiz için.
fî ed dunyâ (fîd dunyâ): Dünya hayatında vardır.
haseneten: Hasene, güzellik, iyilik, pozitif dereceler, zaid dereceler.
ve le ecru el âhırati: Ve elbette ahiret mükâfatı.
(Ve şüphesiz, ve muhakkak ki, ve elbette ahiret mükâfatı.)
ekberu: Daha büyüktür.
lev: Eğer, şâyet.
kânû: Oldular.
ya’lemûne: Biliyorlar.
Şimdi cümleciklere ulaşıyoruz:
vellezîne hâcerû fîllâhi: Ve Allah için (Allah yolunda) hicret edenlere.
min ba’di mâ zulimû: Zulme maruz kaldıktan sonra.
li nubevvi ennehum: Onlara mutlaka hazırlamamız içindir.
fîd dunyâ haseneten: Dünya hayatında hasene (güzellikler, iyilikler, pozitif dereceler) vardır.
ve le ecrul âhırati ekberu: Ve ahiret mükâfatı elbette daha büyüktür.
lev kânû ya’lemûne: Şâyet bilmiş olsalardı.
“Dünya hayatında hasene (güzellikler, iyilikler, pozitif dereceler) vardır.”
ve le ecrul âhırati ekberu: Ve ahiret mükâfatı elbette daha büyüktür.
lev kânû ya’lemûne: Şâyet bilmiş olsalardı.
“Onları dünya hayatında mutlaka haseneler ile yerleştirmemiz içindir.”
Haseneler, güzel bir yurt.
“…Allah için (Allah yolunda) hicret edenleri dünya hayatında mutlaka (haseneler, güzellikler, iyilik, güzel bir yurt) hasenelerle yerleştirmemiz için.”
Şöyle oluyor cümlemiz: “Ve zulme maruz kaldıktan sonra, Allah için (Allah yolunda) hicret edenleri dünya hayatında mutlaka hasenelerle (güzellikler, iyilikler, güzel bir yurt; hepsi hasene) yerleştirmemiz içindir. Ve ahiret mükâfatı elbette daha büyüktür; şâyet bilmiş olsalardı.”
Allahû Tealâ, zulme maruz kalanlardan bahsediyor. Ve zulme maruz kalanlara ve yurtlarından hicret edenlere (Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve sahâbe) Allahû Tealâ: “Güzel yurtlar hazırlamak için.” diyor. Yani bir insan göç ettiği zaman mutlaka bir yere ulaşacaktır. İşte ulaştığı yerin güzel bir yurt olması, Allah’ın bir hasenesidir. Allah, güzel bir yurt seçecek onlara ve onları oraya yerleştirecektir. Allah yolunda kim hicret etmişse onlara Allahû Tealâ mutlaka, hele zulme maruz kaldıktan sonra ayrılmışlarsa vatanlarından, yurtlarından; Allahû Tealâ mutlaka onları güzel bir yurda yerleştirir.
Allah razı olsun.
Ve 42. âyet-i kerime:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
16/NAHL-42: Ellezîne saberû ve alâ rabbihim yetevekkelûn(yetevekkelûne).
Onlar, (kendilerine yapılan zulümlere) sabrettiler. Ve onlar, Rab’lerine tevekkül ederler.
ellezîne: Onlar.
saberû: Sabrettiler.
ve alâ rabbi-him: Ve Rabb’lerine
yetevekkelûne: Tevekkül ederler.
ellezîne saberû: Onlar sabrettiler.
Yani: “Kendilerine yapılan zulümlere sabrettiler.
“Ve onlar Rabb’lerine…”
ve alâ rabbihim yetevekkelûne: Ve onlar Rabb’lerine tevekkül ederler.
“Onlar sabrettiler (onlar, kendilerine yapılan zulümlere sabrettiler) ve onlar Rabb’lerine tevekkül ederler.”
Allah yolunda kendilerine zulüm yapıldığı zaman sabretmeleri söz konusuydu. Aylarca muhasara altına alındı Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve sahâbe. Onlara yemek gelmesine, yiyecek bir şeyleri onlara vermelerine mâni oldular. Böylece maksatları onları açlıktan öldürmekti; ama başaramadılar. Onlar dayandılar, açlığa maruz kaldılar, sabrettiler. Sonra da hicret ettiler. Allahû Tealâ burada ,gene sahâbeden bahsediyor. O muhasara devresindeki açlık konusu esas alınıyor.
Ve 43. âyet:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
16/NAHL-43: Ve mâ erselnâ min kablike illâ ricâlen nûhî ileyhim fes’elû ehlez zikri in kuntum lâ ta’lemûn(ta’lemûne).
Ve Biz, senden önce, kendilerine vahyettiğimiz ricalden (erkeklerden) başkasını (resûl olarak) göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, o taktirde zikir ehline (daimi zikir sahiplerine) sorun!
Nahl Suresinin 43. âyet-i kerimesi, Enbiyâ Suresinin 7. âyet-i kerimesiyle aynı, Enbiyâ aynı şey.
21/ENBİYÂ-7: Ve mâ erselnâ kableke illâ ricâlen nûhî ileyhim fes’elû ehlez zikri in kuntum lâ ta’lemûn(ta’lemûne).
Ve senden önce, vahyettiğimiz rical (erkekler)den başkasını göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline (daimî zikrin sahiplerine) sorun.
Ve kelimelere geçiyoruz:
ve mâ erselnâ: Ve biz göndermedik.
min kabli-ke: Senden önce.
illâ: ...’den başka, hariç.
ricâlen: Erkekler, adamlar, rical.
nûhî: Vahyederiz.
ileyhim: Onlara.
fes’elû (fe es’elû): O zaman, o takdirde sorun, sual edin.
ehle ez zikri: Zikir ehli (daimî zikrin sahibi).
in kuntum: Eğer siz iseniz.
lâ ta’lemûne: Bilmiyorsunuz.
Yani: “Eğer siz bilmeyenlerden iseniz (bilmiyor iseniz).”
Ve cümlecikler:
ve mâ erselnâ: Ve biz göndermedik.
min kablike: Senden önce.
illâ ricâlen: Ricalden (erkeklerden) başkasını.
Yani Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e hitap ettiğine göre: “Resûl olarak göndermedik.”
nûhî ileyhim: Onlara vahyederiz.
fes’elû: (O zaman) o takdirde sorun.
ehlez zikri: Zikir ehline.
in kuntum lâ ta’lemûne: Eğer siz bilmiyorsanız.
Ve cümlecikleri cümle haline getirelim:
Diyor ki Allahû Tealâ: “Ve Biz, senden önce kendilerine vahyettiğimiz ricalden (erkeklerden) başkasını (resûl olarak) göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, o takdirde zikir ehline sorun.”
in kuntum lâ ta’lemûne: Eğer siz bilmiyorsanız (eğer bilmiyorsanız).
“Eğer bilmiyorsanız, o takdirde zikir ehline sorun.”
Tekrar ediyorum: “Ve Biz, senden önce kendilerine vahyettiğimiz ricalden (erkeklerden) başkasını (resûl olarak) göndermedik.” diyor Allahû Tealâ. Ama ‘resûl olarak’ı ilâve ediyoruz. Çünkü Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e hitap ediyor.
“Eğer bilmiyorsanız, o takdirde zikir ehline sorun.” Bu da sahâbeye hitap, bütün zamanlardaki insanlara hitap.
Burada Allahû Tealâ önemli bir konudan bahsediyor: Zikir ehline sormak. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e baktığımız zaman devrinin imamıydı yani zikir ehlinin en üst noktasındaki kişi. Yetmez, nebî idi. Yani sadece resûl değildi; aynı zamanda nebî idi. Peygamber resûldü, peygamberdi (nebîydi). Aynı zamanda resûldü. Risaleti, bir peygambere ait olan risaletti.
Allahû Tealâ, A’râf Suresinin 157. âyet-i kerimesinde Peygamber Efendimiz (S.A.V) için bir sonuçtan bahsediyor:
7/A'RÂF-157: Ellezîne yettebiûner resûlen nebiyyel ummiyyellezî yecidûnehu mektûben indehum fît tevrâti vel incîli ye’muruhum bil ma’rûfi ve yenhâhum anil munkeri ve yuhıllu lehumut tayyibâti ve yuharrimu aleyhimul habâise ve yedau anhum ısrahum vel aglâlelletî kânet aleyhim, fellezîne âmenû bihî ve azzerûhu ve nasarûhu vettebeûn nûrellezî unzile meahu, ulâike humul muflihûn(muflihûne).
Onlar ki, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları ümmî, nebî, resûle tâbî olurlar. Onlara ma’ruf ile (irfanla) emreder, onları münkerden nehyeder ve onlara tayyib olanları (temiz ve güzel olan şeyleri), helâl kılar. Habis olanları (kötü ve pis şeyleri), onlara haram kılar. Ve onların, ağırlıklarını (günahlarını sevaba çevirip, günahlarının ağırlığını) kaldırır. Ve üzerlerindeki zincirleri, (ruhu vücuda bağlayan bağ ve fetih kapısının üzerindeki 7 baklalı altın zincir) kaldırır. Artık onlar, O’na îmân ettiler ve O’na saygı gösterdiler ve O’na yardım ettiler ve O’nunla beraber indirilen Nur’a (Kur’ân-ı Kerim’e) tâbî oldular. İşte onlar, onlar felâha (kurtuluşa, cennet mutluluğuna ve dünya mutluluğuna) erenlerdir.
“Kim,” diyor, “O ümmî (1), nebî (2), resûle (resûl; 3)…”
Üç özellik:
1- Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in ümmî oluşu.
2- Nebî oluşu.
3- Ve resûl oluşu.
“Onların hepsi felâha erdiler.” diyor Allahû Tealâ, A’râf Suresinin 157. âyet-i kerimesinde.
Burada da Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e söylüyor Allahû Tealâ: “Senden önce de kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını göndermedik (resûl olarak göndermedik).” diyor Allahû Tealâ.
Niçin gönderdiğinin işareti var: “Bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.”
Yalnız, Allahû Tealâ burada çerçeveyi genişletmiş. Sadece Peygamber resûllere (nebî resûllere), sadece velî resûllere değil; zikir ehli olan (daimî zikrin sahibi olan) ve iradesini Allah’a bağlamış olan, bu sebeple adaletsizlik yapması mümkün olmayanlar. Ama Allahû Tealâ, burada zikir ehli kullandığına göre çerçeveyi daha genişletebiliriz. Ulûl’elbab kavramının içine ulaşabilir sonuç. Çünkü ulûl’elbab’tan başlayarak ulûl’elbab, ihlâs ve salâh makamları; üç makam da daimî zikrin sahiplerine aittir. Üç makamda da bunların adı, ulûl’elbab’tır. Yani 27. basamaktakiler de ulûl’elbabtır; lübb’lerin sahipleridir. 5 duyunun ötesinde birtakım şeylere teçhiz edilmiş insanlar. Kalp gözleriyle gören, kalp kulaklarıyla işiten insanlar. Burada Allahû Tealâ’nın dizaynı, ulûl’elbab kelimesiyle ifade ediliyor, üç makamı da kapsıyor: Ulûl’elbab makamı, ihlâs makamı, salâh makamı.
Allahû Tealâ’nın asıl hitap ettikleri kimler? Burada Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e, bir velî resûle, bir nebî resûle Allahû Tealâ hitap ediyor. “Senden önce göndermedik.” diye Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e söylüyor. Ama hitap O’na olmasına rağmen, âyet-i kerimenin sonu sahâbeye ve bütün devirlerdeki insanlara hitap ediyor. Kur’ân-ı Kerim, zamanı bütünleyen bir kitaptır. Bütün zamanlarda yaşamış ve yaşayacak olan insanlara hitap ediyor Allahû Tealâ.
“Bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.” diyor Allahû Tealâ.
Kimdir zikir ehli? Zikir ehli, daimî zikre ulaşmış olanlardır. Öyleyse 27. basamak; ulûl’elbab makamı zikir ehlidir. 28. basamak; ihlâs makamı zikir ehlidir. 28. basamak; salâh makamı zikir ehlidir. Hepsi daimî zikrin sahipleridir. Hepsine verilen müşterek isim, ulûl’elbab ismidir. Aynı zamanda hepsi sabikûndur. Yani hayırlarda, “sabikûn-el fîl hayrâti.” diyor Allahû Tealâ, “Hayırlarda yarışanlar.”
23/MU'MİNÛN-61: Ulâike yusâriûne fîl hayrâti ve hum lehâ sâbikûn(sâbikûne).
İşte onlar hayırlarda yarışırlar. Ve onlar, onda (hayırlarda) öne geçenlerdir.
Sabikûn kelimesi, fîl hayrâti; hayırlarda yarışanları ifade ediyor. Yarışanlar demek. Nasıl bir yarış? Hayırlarda yarış. İşte muhteva en güzel şekilde görünüyor. Hayırlarda yarış edenler, daimî zikrin sahipleri.
Ne olur bir insan daimî zikrin sahibi olursa? Daimî zikrin sahibi olursa o kişi, hikmet sahibi olur. Allahû Tealâ, daimî zikrin sahibi olmadan evvelki kesime, “İlm’el yakîn.” diyor. Daimî zikrin sahibi olduğu andan itibaren kişi, Ayn’el yakîn sahibidir. Ne zaman salâh makamının 5. kademesinde iradesini de Allahû Tealâ’ya teslim ederse o zaman, Hakk’ul yakîn’in sahibi olur. İşte ulûl’elbab, hem Ayn’el yakîn’in sahibidir hem Hakk’ul yakîn’in sahibidir.
Öyleyse kişi, ulûl’elbab olduğu anda hikmet sahibi olur. 7 özellik (4 esas, 3 de vasıf şartı):
1. özelliği (zikir ehlinin 1. özellikleri): Daimî zikrin sahipleridir.
2. özellikleri: Daimî zikrin sahibi oldukları için nefslerindeki bütün afetler yok olmuştur.
3. özellikleri: Kalp gözleri açılmıştır, kalplerinin gözüyle görürler.
4. özellikleri: Kalp kulakları açılmıştır, kalpleriyle işitirler. Yani Allah’ın gösterdiklerini kalp gözüyle görürler, Allah’ın söylediklerini kalp kulağıyla işitirler.
Bu 4 vasfın; 4 esas şartın oluşturduğu 3 de vasıf şartı vardır hikmet sahiplerinde:
*Onlar hikmetin sahipleridir.
*Onlar tezekkür sahipleridir.
*Onlar hayır sahipleridir.
Neden hayır sahipleridir? Çünkü daimî zikre ulaşmışlardır. Her an mutlaka derecat kazanacaklardır. Her geçen saniye onlara sadece derecat kazandırır; daimî zikrin sahibi oldukları için.
Peki, neden ehl-i tezekkürdürler? Allahû Tealâ’yla her zaman tezekkür etmek yetkisinin sahipleridir; konuyu konuşurlar, cevap alırlar. Zaten âyet-i kerime de bununla alâkalı. Nahl Suresinin 43. âyet-i kerimesi ve Enbiyâ Suresinin 7. âyet-i kerimesi bununla alâkalı, tezekkürle alâkalı. Yani kişinin Allah’a sorması ve Allah’tan cevap almasıyla alâkalı. Öyleyse ehl-i tezekkür olan herkes bu hedefe ulaşacaktır. Buradaki muhtevaya dikkatle bakın sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler. Burada sorulan kişi (ehl-i zikir), sorulan sualleri Allah’a aktarıyor ve Allah’tan aldığı cevabı karşısındakine aktarıyor. Bu yetkinin sahibi olan kişi, ehl-i tezekkürdür. İşte ona sual sorarlar. O, suallerin cevabını bilmez; hepsinin cevabını bilmez. Allah’ın kendisine bahşettiği, öğrettiği konularda suallerin cevaplarını bilir. Ama bütün suallerin cevaplarını bilmez. Bir kısmının bilir; Allah’ın kendisine öğrettiklerinin. Ne zaman sual, öğrendiklerinin ötesinde gelirse o zaman Allahû Tealâ’ya soracaktır. Kaldı ki kişiler ne yapacaklarına dair sual sordukları zaman, kendisinden bir şey söyleyemez ehl-i zikir. Mutlaka Allah’a soracaktır. Allah hangi emri verdiyse onu ulaştıracaktır.
Öyleyse ehl-i zikir, başka insanlar için bir sığınaktır; sual merciidir; kendisinden cevap alındığı bir vakıadır. Ama verdiği cevabı Allah’tan aldığı da temeli oluşturur.
Öyleyse ehl-i tezekkür, yani bu âyet-i kerimenin muhtevasına giren kişi, âyet-i kerimenin bütünü üzerinden bir dizayna sahiptir. Yani kendisine Allahû Tealâ tarafından vahyedilir. Ne vahyedilir? Kendisine sorulan sualleri Allah’a ulaştırdığı zaman, Allahû Tealâ ona cevabı verir; soran kişiye ulaştırılması, onun tarafından ulaştırılması lâzımgelen cevabı. Cevap kendisine ait değildir, o kişiye ait değildir. Cevap, ehl-i zikre ait değildir. Cevap, Allah’a aittir. Ve konunun burası son derece önemlidir.
Herkes ehl-i zikir olamaz. İnsanlar ehl-i zikir olduklarını iddia edebilirler; ama realitede ehl-i zikir olabilmek için sadece Allah’tan almak ve Allah’ın, sadece Allah’ın söylediklerini nakletmek söz konusudur. Bir kısım insanlar,“Allah’tan alıyoruz.” diye yanlış bilgiler de alabiliyorlar. O zaman onlar için zikir ehli olma vasfı söz konusu değildir.
Allahû Tealâ’nın bu âyette, Nahl Suresinin 43. âyet-i kerimesinde ve Enbiyâ Suresinin 7. âyet-i kerimesinde söylediği kişiler; zikir ehli olmanın üst seviyesine ulaşmış olanlarıdır. Yani iradesini Allah’ın iradesine bağlayıp da Allahû Tealâ tarafından iradesi, Allah’ın iradesine bağlanmış olan kişi olması lâzımdır ki; kendisine sual sorulduğunda kendisinden bir cevap vermesin. Sadece Allah’tan aldığı, kendi düşüncelerinin devreye girmediği, saf bir şekilde (katışıksız bir şekilde) Allah’tan gelenleri sadece nakletmesi söz konusudur.
Allah razı olsun.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
44. âyet-i kerimeye geliyoruz sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler:
16/NAHL-44: Bil beyyinâti vez zuburi, ve enzelnâ ileykez zikre li tubeyyine lin nâsi mâ nuzzile ileyhim ve leallehum yetefekkerûn(yetefekkerûne).
Beyyinelerle (ispat vasıtaları ile) ve semavî kitaplarla (resûller gönderdik) onlara indirilenleri, insanlara beyan etmen (açıklaman) için sana da zikri (Kur’ân-ı Kerim’i) indirdik. Umulur ki böylece onlar, tefekkür ederler.
Kelimeler:
bi el beyyinâti (bil beyyinâti): Delillerle, beyyinelerle, ispat vasıtaları ile.
ve ez zuburi (zebur): Ve semavî kitaplarla.
Yani Zebur biliyorsunuz, peygamberlerden Hz. Davud’a indirilen semavî kitap.
ve enzelnâ: Ve Biz indirdik.
ileyke: Sana.
ez zikre: Zikir (Kur’ân-ı Kerim).
li tubeyyine: Açıklaman için, beyan etmen için.
li en nâsi: İnsanlara.
mâ nuzzile: İndirilen şey.
ileyhim: Onlara.
ve lealle-hum: Ve umulur ki böylece onlar.
yetefekkerûne: Tefekkür ederler.
Cümlecikler:
bil beyyinâti vez zuburi (zebur): Beyyinelerle (ispat vasıtaları ile) ve semavî kitaplarla.
ve enzelnâ ileykez zikre: Ve Biz sana indirdik.
li tubeyyine lin nâsi: İnsanlara açıklaman için.
mâ nuzzile ileyhim: Onlara kendilerine indirilenleri, indirilen şeyleri.
ve lealle-hum yetefekkerûne: Umulur ki böylece onlar tefekkür ederler.
Cümlecikleri cümle haline getirelim:
“Beyinnelerle(ispat vasıtalarıyla) ve semavî kitaplarla resûller gönderdik.” demiş oluyor Allahû Tealâ, “Onlara indirilenleri insanlara beyan etmen için.”
“Beyinnelerle (ispat vasıtalarıyla) ve semavî kitaplarla…”
Ne yapıyor Allahû Tealâ? Resûller gönderiyor; ama burada resûller gönderdiğini yazmamış, cümlenin içersinde bu ifade ediliyor.
“Onlara (insanlara) indirilenleri insanlara beyan etmen için.”
“Beyinnelerle ve semavî kitaplarla onlara indirilenleri, insanlara beyan etmen (açıklaman) için sana da zikri (Kur’ân-ı Kerim’i) indirdik. Umulur ki böylece onlar tefekkür ederler.”
Allahû Tealâ, beyinnelerle indirilen kitaplardan bahsediyor ve burada insanlara ispat vasıtalarıyla, semavî kitaplarla indirdiklerini, beyan edilmesi için indirdiğini ifade ediyor Allahû Tealâ, açıklamak için ve açıkça: “Sana da” diyor, “Kur’ân’ı indirdik; insanlara bu Allah’ın beyinnelerini (ispat vasıtalarını) daha evvelki semavî kitaplarda açıkladıklarını, bütün insanlara Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in de açıklamasını temin etmek için.”
Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, burada konumuz tamamlanıyor. Ve Allahû Tealâ’nın hepinizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını, Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi inşaallah burada tamamlıyoruz.
Allah hepinizden razı olsun.
İmam İskender Ali M İ H R