SOHBETİN ADI: EKONOMİ VE AKTÜEL BİLİM KONULU SUALLER
TARİH: 18.08.2002
Esselâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhu.
Önce selâm, sonra kelâm. Peygamber Efendimiz (S.A.V) buyuruyor ki: “Selâm, kelâmdan öncedir.”
Öyleyse selâmdan sonra konumuza girelim. Niçin buradayız sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler? Ekonomi ve bilim konusunda sizlerle yarenlik etmek için. Daha güzele nasıl ulaşabiliriz; onun esasını, temel iskeletini ve detaylarını tezekkür etmek için buradayız. Hem ekonomi konusunda hem bilim konusunda iki ayrı safhada suallerini okuduğunuz konuların inşaallah cevaplarıyla birlikte olacağız.
Ekonomi suallerinin birincisi, Ankara’dan M. P. kardeşimizden geliyor. Diyor ki:
SORU: Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu, Kemal Derviş’ten boşalan Devlet Bakanlığı görevine atanan Masum Türker’in göreve geldiği ilk gün piyasaları rahatlattığını ve devlette devamlılığın esas olduğu bilinciyle yaptığı açıklamaların topluma umut verdiğini bildirmiş. Hisarcıklıoğlu, “Türkiye’nin yaşadığı ekonomik krizden çıkış yolunda, ekonomik programın yürütülmesi ve reformların hayata geçirilmesi amacıyla yaptığı yoğun çalışmalar ve gayreti nedeniyle Kemal Derviş’e reel sektörün en üst kuruluşunu temsilen teşekkür ediyor, bundan sonraki çalışmalarında başarılar diliyorum.” demiş.
CEVAP: Şimdi burada sevgili kardeşimiz, Rıfat Hısarcıklıoğlu’nun nazik bir şekilde ekonomiden sorumlu eski devlet bakanını teşyi ettiğini (yola çıkardığını) görüyoruz. Artık Kemal Derviş ekonomiden sorumlu devlet bakanı değil ve şimdi buradaki ifadenin nazikliğine de dikkatinizi çekiyorum. Diyor ki: “Ekonomik programın yürütülmesi ve reformların hayata geçirilmesi amacıyla yaptığı yoğun çalışmalar ve gayreti nedeniyle Kemal Derviş’e teşekkür ederim.” diyor. Ekonomik programın yürütülmesi ve reformların hayata geçirilmesi. Yani bir tespit var. Neler yapılması konusu tespit edilmiş, o tespit edilen sahada Kemal Derviş büyük bir faaliyet gösteriyor.
Tespitin doğruluğu ve yanlışlığı konusunda Hisarcıklıoğlu kardeşimiz bir açıklama getirmiyor. Biliyorsunuz, aslında büyük tenkitleri olan bir kardeşimiz bu. Ve Türkiye’de özel sektörün en üst kuruluşunun da temsilcisi, Odalar ve Borsalar Birliği’nin. Şimdi bir taraftan daha üstteki ifadesinde Türkiye’nin yaşadığı ekonomik krizden bahsediyor, bir taraftan da ekonomik programın yürütülmesi ve reformların hayata geçirilmesi amacıyla yaptığı çalışmalardan bahsediyor. Gerek ekonomik program gerek o programda reform olarak ortaya konulan ama aslında hiçbir şey ifade etmeyen, havanda su dövmeyi ifade eden sadece bir dizaynın devamlı arkasında olmuş Kemal Derviş.
Sevgili kardeşlerim, bir devre düşünün: Bu devrede 120 binden fazla üretken işletme kapatılıyor. Bu devrede 1,5 milyon insan işinden atılıyor. Bu devrede sadece bir tek yılda milli gelir dörtte bir küçülüyor; %25. Ve bu devrede Kemal Derviş kardeşimizin yapabildiği ne? Yapabildiği, sadece bunlara sebep olmak.Türkiye’nin bir yılda; sadece bir tek yılda %25 küçülmesine sebep olmak,1,5 milyon işinden atılan insanın işinden atılmasının arkasında bulunmak. Neden? Sevgili kardeşlerim, işletmeler kapanıyorsa kapanan her işletme bir kısım insanı sokağa atacaktır. Bunun neticesi, Türkiye’nin krize girmesidir. Yoğun çalışmasının, nazik bir şekilde Rıfat Hisarcıklıoğlu sadece bu alanları kapsadığını ifade ediyor. Bu da aslında çok dikkatli bir eleştiridir.
Ne olması lâzımdı? Kemal Derviş kardeşimizin Türkiye’de yeni yatırımların kurulması istikametinde bir gayreti olması lâzımdı, istihdam konusunda bir gayreti olması lâzımdı, üretimin artışı istikametinde bir gayreti olması lazımdı. Öyle olsaydı ne olurdu? O gayretle başarılı olsaydı, Hisarcıklıoğlu kardeşimizin övgüsünün o yolda olduğu bir noktada Türkiye bu noktada olmazdı. Türkiye, dik yokuşu çıkmış olurdu. Bataklığa doğru yuvarlanan bir çığ gibi, Türkiye mahva doğru gitmezdi.
Şimdi devam edelim:
“Yeni ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Masum Türker’in, yürütülen ekonomik programa sahip çıkan ve seçim ekonomisi uygulanmayacağı taahhüdüyle ülke kaynaklarının heba edilmeyeceği mesajı veren söylemlerde bulunduğunu hatırlatmış Hisarcıklıoğlu.”
Yürütülen ekonomik programa sahip çıkan bir bakan ve seçim ekonomisi uygulanmayacağı taahhüdünde bulunan bir bakan. Güzel. Ama seçim devresi de olsa mademki Kemal Derviş kardeşimizin yerini alıyor, onun el atmadığı ülkeyi kurtarabilecek olan yegâne sahaya ışık tutması gerekmez miydi? Birçok kardeşimiz diyecek ki: “Ama bu seçim devresi. Seçim devresinde ne yapabilir?” Çok şey yapabilir. Aylardan ağustostayız. Eylül, ekim, kasım; 2,5 aylık bir sürede yatırımlar konusunda devletin tutumunu sergileyebilir. Yatırımlara açık bir liberal zihniyetle özel sektörün ülke içi yatırımları konusunda teşvik unsuru olabilir. Bir süre sonra olabilirdi dememiz lâzım.
Sevgili kardeşlerim, görebildiğimiz o ki ülke özellikle yatırımlardan soyutlanıyor. Ülkede özellikle yatırım yapılmasını desteklemek yerine, ya kösteklemek ya da hiçbir yardımcı hüviyet taşımamak söz konusu oluyor yatırımların gerçekleştirilmesine. Düşünebiliyor musunuz sevgili kardeşlerim? Sadece bir tek çözüm var; üretken yatırımların hangi standartlarda olursa olsun derhal başlaması olayı. Bu konuda hiçbir işaret görmüyoruz, göremiyoruz. Hisarcıklı kardeşimiz de göremiyor, çünkü yok.
“Şimdi devlette devamlılığın esas olduğu bilinci ile yaptığı söylemlerde topluma umut veren Sayın Masum Türker’i de camiamız adına kutlar ve başarılar temenni ederken kamu kaynaklarının rasyonel biçimde kullanılmadığını gördüğümüzde uyarılarımızı dile getirmekten çekinmeyeceğimizin bilinmesini diliyorum.” diyor.
“Kamu kaynaklarının rasyonel biçimde kullanılmadığını…” Ne yazar ki sevgili kardeşlerim? Maliye Bakanlığı kaynaklarını rasyonel biçimde kullanamaz, kullanması mümkün değildir. Çünkü Maliye Bakanlığı bugün sadece hangi borcunu nerden yeniden borç alarak kapatabileceği telaşında olan, mecburiyetinde olan, bunun en ağır sorumluluğunu yüklenenbir bakanlıktır. Şu anda Türkiye Cumhuriyeti içerisinde daha büyük bir sıkıntı içinde bakanlık mevcut değildir. Maliye Bakanlığı bir bunalım yılını daha yaşamaktadır. Elinde de ne yazık ki hiçbir şeyi yoktur. Sadece vadesi gelen borç taksitlerini ve faizlerini ödeyebilmek için yeni borçları mutlaka bulmak mecburiyetinde olan bir bakanlıktır. Ve o zaman ekonomiden sorumlu olan Devlet Bakanlığı ne yapsın, sevgili kardeşlerim?
Acaba neden bahsediyor Hisarcıklı kardeşimiz, bu ifadeyi kullanmakla? “Kamu kaynaklarının rasyonel biçimde kullanılmadığını gördüğümüzde.” diyor. Her an rasyonel biçimde kullanılamıyor, kullanılması da mümkün değil, öyle değil mi? Kamu kaynaklarını tatbikata geçirecek olan, kaynağı temin edecek olan bakanlık, Maliye Bakanlığı’dır ve kamu kaynağı diye bir kaynak borçların ödenmesinden başka hedeflere yöneltilebilecek bir kaynak mevcut değil. Sadece mutlak masrafların yapılması; 1, borçların ödenmesi; 2. O zaman kamu kaynaklarının hangi rasyonel kullanımından bahsetmek mümkün ki? Geçmiş aylarda yaptığımız gözlemler onu göstermiştir ki hazine gelirlerinin dört katından fazla, bir yılda borç ödemek mecburiyetinde olan bir hazine. Batağın muhtevasını anlayabiliyor musunuz sevgili kardeşlerim? Her şey bitmiş.
“Bunun yanı sıra,” diyor, “her zaman ve her ortamda vurguladığımız gibi krizde çıkış için hayatî önem taşıyan, krizden çıkış için hayatî önem taşıyan; ancak ekonomik programda yeterince yer verilmeyen büyüme ayağının ihmal edilmemesinin önemine dikkat çekmeye.” diyor.
Hangi yeterince yer verilmeyen sevgili Hisarcıklıoğlu kardeşimiz? Var mı? Var mı, ekonomik programda yatırımlar diye bir ayak var mı ki yer verildiğini görebilelim? Yeterince olup olmadığına sonra beraberce karar verelim. Var mı? Geldiği günden beri bu görevinden istifa eden sevgili kardeşimizi, Kemal Derviş’i en çok hangi konuda eleştiriyorduk? Yatırımları hiç mi hiç dikkate almadığı konusunda eleştiriyorduk.
Sevgili kardeşlerim, ülkenin hayatî tehlike geçirmesinin arkasındaki yegâne sebep kapatılan işletmelerin ötesinde çok daha fazla sayıda üretken yatırım yapamamak var. Bir taraftan devletin kaynaklarını, devletin borçlarını artırmak suretiyle sadece borç ödemelerine tahsis edeceksiniz, öbür taraftan işletmeleri kapatacak ve devamlı işten adam çıkartacaksınız, sokağa atacaksınız. Bu Türkiye’nin gelişmesinin sıfırlanması demek değildir, sıfırın altında bir yolculuğa çıkarılmasıdır ülkenin. Bu yolculuk meyvelerini, negatif meyvelerini, acı meyvelerini vermiştir. 2,5 milyon insan işsiz. Ülkenin gayri sâfi millî hâsılası (GSMH) sadece küçülüyor. Devlet yatırım yapmak ne demek, onu bir kenara bırakın; yatırımları da devlet şu anda sadece borçlarının vadesi gelen faiz ve taksitlerini nasıl ödeyebileceği endişesi içerisinde ve nereden hangi kaynağı bulurum da şu tarihte gelecek olan faizimi ve taksitimi ödeyebilirim; bu endişede. Sevgili kardeşlerim, iflâs fonksiyonu çoktan oluşmuş. Biz şu anda sıfırın altında bir yolculuğu yapmaktayız Türkiye olarak.
Bu arada Hisarcıklı kardeşimizi tebrik etmek istiyorum, büyüme ayağından bahsetmesi sebebiyle yani yatırım ayağı sevgili kardeşlerim. Daha evvel de bu konuda işaretlerini almıştık bu kardeşimizin ve Türkiye gerçeğini en iyi kavrayanlardan biridir. Öyleyse biz bu konudaki açıklamalarını doğrusunu isterseniz, sadece en önemli konunun altını bu kadarcık çizmesi sebebiyle yeterli bulmadık. Ama bir seçim hükümeti için ne söylenebilir derseniz, doğrusunu isterseniz daha fazlası da yapılamaz gibi görünüyor. Biz olsaydık her fırsatta mutlaka bunu söylemek mecburiyeti duyardık. O da duymuş ve bu kadarcık söylemiş. O da güzel, çünkü bu gerçeğin farkında olmayan birçok sorumluluk mevkiinde olan insan tanıyoruz.
İzmir’den K. Bey kardeşimiz der ki:
SORU: Hazine Müsteşarlığı, Dünya Bankası’nın 450 milyon dolarlık kredi dilimini serbest bıraktığını ve paranın bugün Hazine hesabına aktarılacağını duyurmuş.
CEVAP: Ne kadar önemli olay değil mi? Dünya Bankası 450 milyon dolar veriyor ve bu kredi dilimini; 450 milyon dolarlık kredi dilimini serbest bırakıyor. 1 milyar 350 milyon dolar tutarındaki ikinci programın birinci dilimi bu. 450 milyon dolarlık kredi dilimi.
“Yapılan açıklamada Dünya Bankası’ndan mali sektör ve kamu sektörüne yönelik orta vadeli reform programlarının desteklenmesi amacıyla 1 milyar 350 milyon Amerika Birleşik Doları tutarında ikinci program amacıyla mali sektör ve kamu sektörü uyum kredisi sağlanmasına yönelik çalışmaların tamamlandığı kaydedildi.”
Bilgilerin sonundaki kardeşimizin sualine dikkatinizi çekmek istiyorum. Diyor ki:
“Merak ettiğim konu şu: Gelen bu paralar hangi amaçlarla alınıyor ve nerelerde kullanılıyor?”
Gelen bu paralar, mali sektör ve kamu sektörüne has olan, reform programlarının çalışması için, işlemesi için, amacına ulaşması için geliyor. Ve reform programları ne? Havanda su dövmek. Peki, bu paralar nerelerde kullanılacak? Konunun can alıcı noktası burası. Kardeşimizin sorduğu sualin cevabı ise bir felâket. Bu paralar, sadece daha evvel alınmış olan borçların faiz ve taksitlerinde kullanılacak. Devleti devlet olarak, ne kadar önemli olursa olsun hiçbir yatırım yapamayacak bir noktaya ulaştırabilecek en güzel çözüm, yabancıların o devleti borçlandırmalarıdır. Ve bir hiç yüzünden borçlandırmalarıdır.
Sevgili kardeşlerim, buradaki bu alınan bu paralar var ya, bunlar sadece hangi borcumuzun vadesi gelmişse o borcumuzu ödemeye; taksitini ve o güne kadar birikmiş olan son devrenin faizini de ödemeye hasredilecek sadece. Ve bu borçlar da faizle alındığı için eski bir borcun anaparasını ödemiş olacağız, faizi cepten ödemiş olacağız. Yani eski borcumuzun anaparası kadar borcumuz düşecek ama eski borcumuzun faizi kadar daha fazla borç almak mecburiyetinde kalacağız. Yetmez, bu borcumuzu aldığımız zaman da yeniden onu ödeyecek olan güne kadar yeniden faiz ödeyeceğiz.
Her alınan yeni kredi, eski ana paranın faizini de ödememize sebebiyet verdiği için yeni borcumuzla, yeni aldığımız borcumuzla eski borcumuzun tamamını ödeyemiyoruz. Faiz kadar eksik bölümünü ödüyoruz. Yetmez, bu yeni borcumuzu da faizle aldığımız için ödeyeceğimiz devreye kadar geçen sürede yeni bir faiz yükünü daha borcumuza eklemek mecburiyetindeyiz. İki katlı bir faiz olayı. Geçmişe yönelik faizi de geleceğe yönelik faizi de hesaba kattığımız zaman her borç ödememizde iki defa faiz ödemiş oluyoruz. Yani borcumuz, o iki faiz kadar az ödenmiş oluyor; ama iki faiz kadar artıyor.
Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, Türkiye korkunç bir batağın içindedir. Ve de bütün bunlar bir takım süslü sözlerin arkasından ifade ediliyor ve Hazine de bir başarı kazanmış gibi ilan ediyor ki; 450 milyon dolar serbest bırakıldı. Türkiye bu hallere gelecek bir ülke midir sevgili kardeşlerim, bu petrol kaynağıyla, bu bor kaynağıyla, bu akarsu potansiyeliyle? Nerden baksanız yürekler acısı bir durum. Bu kadar zamandır bunları anlatmamıza rağmen, söylememize rağmen her geçen gün Türkiye biraz daha kötüye gidiyor. Daha iyiye gitmesinin bir tek yolu var; yatırımlar ve hiçbir yatırıma Türkiye’nin yönelemediğini görmenin hüznünü yaşıyoruz.
Allah razı olsun.
Adana’dan M. G. kardeşimiz diyor ki:
SORU: Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Kemal Derviş’in istifası, Anadolu’daki iş dünyasını genellikle memnun etti.
CEVAP: İş dünyası meselenin aslını anlamış gibi görünüyor sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler. Bizi dinleyebilmiş olsalardı; bir dostları olduğunu, onlar gibi düşünen birisinin mevcut olduğunu göreceklerdi. İş dünyası yatırım yapmayı her zaman ister ama eğerbu imkânsızsa yatırımını yapamaz. Daha kötüsü eğer şartları öyle bir şekilde dizayn etmişlerse ki; siz iş sahanızı, iş yerinizi kapatmak mecburiyetindesiniz, o zaman kapatmaya mecbursunuz. Ekonomik şartlar işinizi kapatmayı ve işçilerinizi kapı dışarı etmeyi farz kılan bir noktaya ulaşabilir sizin için,o zaman işletmenizi kapatmak mecburiyetindesiniz. Ülkenin batışına istemeseniz de böylece yardımcı olursunuz; işletmenizi kapatarak, üretiminizi tatil ederek. Üretiminizi durdurarak hem üretim azalmasına hem de gelirler seviyesinin düşmesine sebebiyet verirsiniz ama ne yazık ki elinizde yapabileceğiniz bir şey yoktur. Şartlar işletmenizi kapatmanızı istememenize rağmen, buna sizi zorunlu kılmıştır. Bu yüzden 120 binden fazla üretken işletme kapatılmıştır.
“Sanayici ve iş adamları istifayı olumlu bulurken, endişelerini Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanlığı’na getirilen ismin piyasalarda güveni sağlayıp sağlayamayacağı olduğunu ifade etmişler.”
Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, isimler gelir, isimler geçer. Önemli olan zihniyettir. Türkiye’nin kurtuluşu sadece yatırımlara bağlıdır. Ya yatırımları yaparsınız kurtuluşa imza atarsınız; mutlaka gayrisafi millî hâsılasınız yükselir, mutlaka istihdam dışındaki işe alırsınız, gelirler seviyesi yükseldiği için de daha fazla ürettiğinizi, onu satın alabilecek olan bir gelir seviyesi de oluşur. Toplam efektif talep, onları satın alabilecek ölçüde büyür. Ya da yapmazsınız; Türkiye’nin batış devresinin başından bu tarafa yaptığı gibi yatırımları engellersiniz, özellikle yatırım yapılmamasına zemin hazırlasınız. Bir taraftan bunu yaparken, yatırımların yapılmaması konusundaki gayretlerinizde bütün yatırım kapılarını kapatırken, öbür taraftan üretken işletmeleri de kapanmaya zorlarsınız. “Ben devletim,” dersiniz, “daha fazla paraya ihtiyacım var ey yatırımcı! Senin adam çalıştırman dolayısıyla onların hakkı olan sosyal haklarının senden daha üst boyutta gerçekleşmesini isteriz. Senden istediğimiz odur ki; onların sosyal hakları daha üst boyutta gerçekleşsin.” Tabiî bu arada bunu gerçekleştirmek üzere ödenen primlerin boyutu asıl hedef. O boyutları yükselttiğiniz zaman yeni işçi alımını budamış ve devre dışı bırakmış olursunuz.
Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, bu muhtevaya dikkatle bakın, ülkeyi kurtaracak olan yegâne çözüm yatırımdır ve özellikle yatırımlar engellenmiştir çöküş devresinde ve özellikle yeni yatırımların vücuda gelmesi engellenmiştir. Aktif veya pasif yollarla yatırımlar engellenirken, yeni yatırımların oluşması engellenirken, mevcut yatırımların da üretken işletmelerin de kapatılması için her şey yapılmıştır. Sonuçta ülke sıfırın altında bir yerlerdedir ve daha derinlere doğru yoluna devam etmektedir.
“İş dünyası temsilcileri, Derviş’in siyasi tercih yönündeki kararını da bir an önce vermesi gerektiğini belirtmişler. Siyasi belirsizliğin ülkeyi daha çok yıprattığını kaydetmişler.”
Sevgili kardeşlerim, Kemal Derviş ülkeyi batırma işlemini tamamladıktan sonra dikkat edin, Dünya Bankası’nın ve IMF’nin bir adamından bahsediyoruz; hedefleri sadece ekonomileri küçültmektir, sadece kaos oluşturmaktır, sadece ülkeyi batırıp ona sahip olmaktır. Daha evvelki bütün tatbikatlarında bu olay gerçekleşti. Artık IMF’nin gerçek kimliği çok açık ve kesin şekilde çıkmıştır ortaya. Dünya Bankası da gene onun uzantısıdır. Yani her ikisi de küresel imparatorluğun birer ileri karakoludur; ekonomik karakollar. Artık işgaller fiziksel; asgarî işgaller değil, ekonomik işgallerle ülkeler dominyon haline getiriliyor, müstemleke haline getiriliyor. Türkiye şu anda bir dominyon haline gelmiş durumdadır.
Şimdi böyle bir noktada Kemal Derviş siyasi tercihini yapmış ya da yapmamış ne yazar ki sevgili kardeşlerim? Ülkenin batmasındaki negatif fonksiyonunu tamamlamış bir kişi var. Bu kişi ekonomide bilmem hangi partiye girermiş girmezmiş, şu kadarcık önemi var mı? Hangi partiye girerse girsin. Bizim piyasamızı oluşturan insanların buradaki bir vazifeden ayrılan; bir mahvetme stratejisini başarıyla uyguladıktan sonra o vazifeden ayrılan bir bakanın, …bakanın hangi partiye gireceğini, ne yapacağını bir siyasi belirsizlik olarak vasıflandırıyorlar. Sevgili kardeşlerim, bu kadar mı esiriz insanlara?
Siyasi belirsizlik ülkeyi daha çok yıpratırmış. Kardeşimiz, yorumumuzu soruyor. Yorumumuzu söyledik. Türkiye bir felâketten kurtulmuştur.
Ankara’dan A. A. diyor ki:
SORU: Devlet Bakanı Masum Türker: “Her şeyin kurallar içinde olmasını gerektiğini söyleyerek birkaç spekülatörün televizyon ekranlarındaki değerlendirmelerine hep birlikte karşı koymalıyız.” dedi.
CEVAP: Bu ifadeler bize çok mantıklı görünüyor. Ufacık bir dedikodu borsada her şeyin alt üst olmasına sebebiyet verebiliyor. Bir Başbakanın hastalanması, bir istifa etmem demesi veya havada uçan kitaplar ekonomide büyük rahleler açabiliyor. Güzel söz, buna karşı koymalıyız. Tamam.
“Devlet Bakanı Türker, Hazinedeki makamında Hak-İş Genel Başkanı Salim Uslu ve DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi’yi ayrı ayrı kabul ederek görüştü. Türker, bu kabullerde yaptığı konuşmada sanki ekonomik programdan ödün verilmesini isteyen bazı çevreler bulunduğunu belirtmiş.”
Yani bir takım çevreler ekonomik programdan ödün verilmesini istiyormuş, onu belirtmiş.
“Yanlış yapılan spekülasyonlarda para piyasalarında bazı kişiler haksız kazanç elde etmiş olacaklar.” dedi.
Aynen iştirak ediyoruz sevgili kardeşlerim. Masum Türker, burada %100 haklıdır. Bu tarzdaki, bu tarzdaki ortalığı bulandıran konuşmaları her halükârda önlenmelidir.
“Ve bu çevrelere karşı en büyük yardımı basından beklediğini açıklamış.”
Gerçekten basının olayları halka anlatma tekniği de bir takım karışıklıklara veya karışıklık çıkması ihtimalinin bulunduğu yerde sükûnete zemin hazırlayabilir.
“Türker, Hak-İş Genel Başkanı Salim Uslu’yu kabulünde yaptığı konuşmada, özel sektöre sıcak baktıklarını ve onların yanında yer alacaklarını belirterek: ‘Üreten kesimlerin üretim fonksiyonlarını yerine getirmek için onlarla 24 saat belli bir yerde durmak gerekiyorsa, ister Türkiye içinde ister dışarıda olsun yardım ederiz.’ demiş.”
Sevgili kardeşlerim, işte Masum Türker kardeşimizin belirgin özelliği bu. Lâzım gelen açıklamayı yapmış. Rıfat Hisarcıklıoğlu kardeşimizin ulaştırmadığı ya da henüz muttali olmadığı asıl yönü, demek ki Masum Türker kardeşimizin bu. Gerçekten huzurlarınızda Masum Türker kardeşimizi tebrik etmek istiyorum. “Üreten kesimlerin üretim fonksiyonlarını yerine getirmek için onlarla 24 saat gerekiyorsa( yani gece gündüz) uyumadan beraber oluruz.” diyor. Şimdi bu yeter mi? Hayır, yetmez. Üreten kesimlerin şu anda üretim düzeninin içinde olanlar olduğunu görüyoruz. Neden yetmez? Üretim için can atan ama imkânsızlık sebebiyle bunu yapamayan müteşebbisler hakkında da birkaç söz söylemeliydi. Ve onların da üretim dışı kaldıkları bu noktada tekrar üretime dönüşleri için elimizden geleni yapmaya hazırız demeliydi. Ama sevgili kardeşlerim, bu kadarı da çok önemli değil mi? İlk defa Türkiye’de bir bakan üretimden bahsediyor yıllardır.Türkiye’nin ve bizlerin hasret kaldığı bir bakan ifadesi bu. Masum Türker kardeşimizi bu açıdan kutluyoruz, bu açıdan tebrik ediyoruz. Üretimden bahsetmek cesaretini gösteren ilk bakan. Ve inşaallah bilincindedir diye düşünüyoruz, üretimin ülke için ne olduğunun, ekonomi açısından; makro ekonomi açısından neler ifade ettiğini biliyor ümidinde olmak istiyoruz. Bilse de bilmese de son derece önemli ve çok değer verdiğimiz bir açıdan Türkiye’nin ekonomisine yaklaşması bizi gerçekten büyük ölçüde mutlu etmiştir. Kendisini tebrik ediyoruz. Gelecek kabinede bakan olursa, bu konuda neler yapması gerektiği istikametinde her zaman istişareye hazırız.
Sevgili kardeşlerim, bir bilinçsizlik Türkiye’nin ufkunu kapsamış durumda. Onun için tebrik ettik bu sevgili bakan kardeşimizi. Neden? Çünkü bir yaraya parmak basmış durumda. Üretken kesimlerden bahsediyor. “Üretim için varız.” diyor. Yatırımlardan henüz bahsetmiyor ama bu bilinçte olan bir kardeşimiz kendisine gelecek kabinede görev verilirse, konunun daha önemli olan, çok daha önemli olan ikinci bölümüne de ulaşacaktır diye düşünüyoruz. Yani üretken yatırımların gerçekleştirilmesi hedefi.
Türkiye için şu anda düşüş başladıktan sonraki noktadan itibaren buraya kadar gelen şu son 7-8 yıl içerisinde bütün bakanlar içinde bir tek bakan bunu söylemiş durumda. Henüz yeni yatırımlardan bahsetmiyor ama üretken kesimlerle beraber olduğunu söylemesi bile bizim içimizi ferahlatan, ilk defa bir bakanın ülke meselelerine gerçekten yaklaştığını ifade eden bir güzel görüntü sevgili kardeşlerim.
İzmir’den S.A. diyor ki, birinci suali:
SORU: “Geçici gümrük verilerine göre, temmuz ayında 1 milyar 284 milyon dolarlık dış ticaret açığı oluştu. Dış ticaret açığını nasıl kapatabiliriz?” diye soruyor kardeşimiz.
CEVAP: Dış ticaret açığını kapatmanın iki tane yolu var; ihracatı çoğaltmak veya ithalatı azaltmak. Her ikisi de yoldur. İkisi birden gerçekleştirildi; bir taraftan ithalatı azaltırken bir taraftan ihracatı çoğaltabilirsiniz. Sevgili kardeşlerim, bir polis devlet hiçbir zaman başarı kazanmaz. Yani: “Ben, şu şu maddelerin ithal edilmesini yasakladım, bunları ithal etmeyeceksiniz. Şu kadar fazla ithal etmenize, şu kadar rakamdan fazla ithal etmenize müsaade etmiyorum.” gibi tatbikatlar, demokratik bir ülkede hiçbir zaman uygulanmaması lâzım gelen bir müesseseyi ifade eder. Ama başka yollar var, ithalatı azaltmanın başka yolları var. Dikkat edin: İthalatın bazı kalemleri vardır ki onlar asla azaltılmamalıdır. Üretken yatırımların hammaddeleri Türkiye’de mevcut değilse, dışarıdan geliyorsa onu azaltamazsınız. Azaltmanız ülkedeki üretime engel teşkil ettiği için. Türkiye’de üretilemeyen, mevcut olmayan ara maddeler geliyorsa üretim için, malzeme geliyorsa gene üretime yönelik olarak kendi ülkenizde olmamak kaydıyla bunları engelleyemezsiniz. Engellemeniz de büyük hata olur. Ama onun ötesindeki her konuya polis tedbirlerle değil, başka metotlarla engel koyabilirsiniz. Bunun yolu fonlardır. İlk defa Turgut Özal zamanından devreye giren fonlar.
Sevgili kardeşlerim, son derece önemli. Fon koyacaksınız. Neyin ithal edilmemesi gerekiyorsa ülkenin menfaatleri açısından insanları devre dışı tutacaksınız. Size zengin çevrelerden çeşitli uyarılar gelecek: “Sakın bunu azaltma, şöyle yap, böyle yap.” diye. Onlara aldırmayacaksınız. İhtiyacınızın ötesindeki lüks sayılabilecek olan her şeyi onlara koyduğunuz fonların yükseltilmesiyle engelleyebilirsiniz. Bu demokratik bir engeldir. Devlet, onu uygun görmüştür ve anti demokratik değildir.Ülkenin geliri ile giderinin yani ithalat ve ihracatının yani dış ticaret dengesinin eşit çıkması, en azından eşit çıkması temel şarttır.
Eşit çıkmamasının faydalı olduğu alanlar olabilir mi? Olabilir. Sevgili kardeşlerim, mesela Amerika’nın dış ticaret dengesi daima açık vermektedir ama Amerika bundan hiç sarsıntı hissetmemektedir. Arkasında ne yatıyor dersiniz? Amerika’nın biliyor musunuz sevgili kardeşlerim, bugün dünya üzerinde Amerika dışında sirküle etmekte olan 1,3 trilyon doları var. Bu dolarlardan her biri ülkeden çıkarken o kadar malın Amerika’ya girmesine sebebiyet vermiş ve Amerika’nın kendi ihtiyacı olan, ülkesinin ihtiyacı olan para dizaynının ötesinde basılan bir para. Hiçbir zaman o kadar olmaz ama 1 doların, 100 dolarlık bir banknotun Amerikan maliyesine 1 dolara mal olduğunu düşünün 1,3 trilyon dolar çıkmış Amerika dışına,1,3 trilyon dolarlık mal girmiş Amerika’ya. Bu kadar malın karşılığı 1,3 trilyonun %1’i, trilyonun binde biri; milyar olacaktı 1,3 milyar, %1’i 13 milyar. 13 milyar dolarlık maliyete karşılık 1,3 trilyon onun 100 katı mal giriyor ülkeye ve Amerika’nın dış ticaret dengesi her zaman açık veriyor. Açık vermesi zararlı mı? Hayır, çok faydalı. Ne kadar çok ithal ederse Amerika, o kadar Amerika’ya faydalı çünkü karşılığında kendisine maliyeti 1 dolar olan 100 dolarları ülkenin dışına ihraç ediyor. Acaba anlaşıldı mı sevgili kardeşlerim, Amerika’nın neden bu kadar dış ticaret açığı verdiğinin arkasında yatan gerçek acaba anlaşıldı mı? Eğer Türkiye bizim önerimizi vaktiyle kabul etmiş olsaydı, eğer sağ kalsalardı rahmetli Turgut Özal’la rahmetli Adnan Kahveci; bu olay mutlaka gerçekleşecekti, Türkiye’de altın karşılıklı bir parayı mutlaka tatbikata geçirecektik. Ne olurdu? Enflasyon, hani şu uğruna 245 milyar dolar Türkiye’nin zarara girdiği enflasyon iki ayda; sadece iki ayda önlenmiş olacaktı. O kadar mı? Hayır, o kadar değil. Bu kadar önem verdiğiniz şu ödemeler dengesinin, affedersiniz dış ticaret dengesinin aynı zamanda ödemeler dengesinin de neticelenmesine yol açacaktınız. Ne olacaktı? Türk Lirası sirküle edecekti ülkeler arasında. Karşılığı %200 Merkez Bankası’nda mevcut olan bir Türk Lirası. En az rakamla %100’ü Merkez Bankası’nda mevcut olan Türk lirası.
Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, eğer Türkiye altın karşılıklı bir paranın sahibi olursa ithalatınızın ihracatınızdan fazla olması size hiçbir zarar vermez, aksine büyük kârlar sağlar. Maliyeti %1 olan bir kâğıt para ülke dışına çıkıyor ve çıktığı için de üzerinde yazan değer kadar mal ithaline sebebiyet veriyor. Biliyor musunuz, bugün dünyada Amerika dışında sirküle etmekte olan paraları 1,3 trilyon dolar, Amerika’ya iade etseniz oradan o kadar mal almanız için yıllar geçer. Sevgili kardeşlerim, büyük ülke olmak büyük düşünmekle ve Allah'ın yardımıyla mümkündür Türkiye için. Türkiye ilk 10’un arasına mutlaka girecektir. Elbette bu kadroyla, bu kısır döngüyle değil.
Kardeşimizin dış ticaret açığını nasıl kapatabilirsiniz sualinden sonra ikinci suali:
SORU: “Gümrük sistemi nasıl işlemelidir?” diyor.
CEVAP: Gümrük sisteminde ülkenizin aleyhine olan bütün standartlarda gümrük uygulamanız gerekir. Ama gümrük uygulaması Türkiye için sona erdirilmiştir. Avrupa Birliği’nin gümrük uygulama standartlarını Türkiye kabul ettiği için. Sıfır gümrükle Avrupa Birliği’nin bütün malları, bizim üretemediğimiz malları Türkiye’ye girebilmektedir. Bunun anlamı ne biliyor musunuz sevgili kardeşlerim? Bunun anlamı her zaman teknik seviye itibarıyla ileride olan, üretimi var olan ülkelerin, teknik seviye itibarıyla geride olan Türkiye gibi üretimi asgarî seviyelerde olan ülkeleri hep aldatmasıdır. Devamlı olarak teknik seviyesi yüksek olan, üretken ülkelerden teknik seviyesi düşük olan, üretken olmayan ülkelere mal akını oluşur ve ülke kendi ekonomisini geliştirmek için gümrük duvarlarını koyamaz. Nasıl geliştirecek ekonomisini? Gümrükten aldığı parayı yatırımlarda kullanarak.
Sevgili kardeşlerim, muhakkak ki ekonomide her konunun bir çözümü var ama ekonomi bilmeyenler ülkeyi idare ediyorsa, danışmanları da ekonomiyi bilmiyorlarsa o zaman böyle bir sonuçla karşılaşırsınız; ülkeniz batar.
İkinci suali kardeşimizin:
SORU: “Sendikaların toplu sözleşme ve grev haklarının nasıl olması gerektiğini açıklar mısınız?” diyor.
CEVAP: Grev hakkı aslında tehlikeli bir hak sevgili kardeşlerim. Ekonomik sistemin iyi işlediği standartlarda işçilerin eline, onların hak ettiği bedeli teslim etmek makro ekonomi açısından son derece önemli bir faktördür. Çünkü onu yaptığınız zaman, işçilerin eline yüksek ücretler ödediğiniz zaman, reel parayla yüksek ücretler geçtiği zaman bu gelirler seviyesini artıran bir faktördür. Mânâsı nedir? Mânâsı, eğer daha çok üretim yaparsanız o daha çok üretimi de satın alabilecek olan gücü onlara verdiniz demektir.
Öyleyse bundan senelerce evvel Amerika’da Ford’un, şu otomobil fabrikaları sahibi olan Ford’un tatbik ettiği sistemi bir düşünün. Her geçen gün işletmesini büyütüyor, işçilerine kredi veriyor. Niçin? Araba alsınlar diye. Her verdiği krediyle kendi işçileri, devamlı işçilerinin sayısı artıyor, artan işçiler de devamlı araba alıyorlar. Aslında fizik standartlarda işçilerine ödediği ücret yüksek değil; çünkü ücretin üst kısmı kredi ve işçi o üst kısmıyla araba satın alıyor. Satın alma gücü arttığı için Ford daha çok, daha çok, daha çok üretim yapmak imkânının sahibi oluyor. Ve araba başına aynı kârı alan Ford’un 100 araba yerine 1000 araba satması, 2000 araba satması Ford’un gelirlerini artırıyor. İşçilerin eline araba alabilecek kadar fazla ücret geçiyor ama o fazla ücret gene Ford’a geri dönüyor.
Sevgili kardeşlerim, işte bu standartlarda işçinize ödediğiniz ücret onun hayat seviyesini yükseltirken, gelirler seviyesini yükselttiği için, toplam efektif talebi yükselttiği için ülke açısından çok büyük öneme haiz bir satın alma gücü oluşturur. Daha çok üretim yapmak imkânının, onu satın alabilecek olan güç mevcut olduğu cihetle sahibi olursunuz. İşte böyle bir durumda sendikaların grev yapması hiçbir zaman söz konusu olmaz. Çünkü onlar zaten işçilerinin en iyi olmasına çalışıyorlar. Eğer işverenler, işçilerine onların rahatça geçinebilecek ücreti vermişlerse ki satış imkânları arttıkça marjinal kârları yükselmediği halde, hatta düştüğü halde toplam kârları büyüyecektir. Yani 100 tane otomobilden her birinden 100 dolar kazanırken eğer 1000 tane otomobil satıyorsanız; ama her birinden 50 dolar kazanıyorsanız kazanıcınız 5 kat artmıştır. Eğer aynı oranda kâr kazansaydınız 10 kat artacaktı ama o zaman satış imkânının sahibi olmayacaktınız. Fiyatınızı düşürdünüz ama buna karşılık 100 araba yerine 1000 araba satmaya başladınız ve kazancınız satın alanlara büyük bir kolaylık sağladıktan başka, onların istifadesi olduktan başka sizin de istifadeniz var. Aradaki kâr marjı küçüldü ama sayı çoğaldığı için sizin toplam kârınız arttı.
İşte ekonomideki dizayn bu standartlarda ise işçiler ihtiyaçları olan şeyleri rahatlıkla alabiliyorlarsa o zaman grev yapmak gereğini duymayacaklardır. Grevler, kriz devrelerinin belirgin işaretini taşırlar. Ama işçilere grev hakkı mutlaka verilmelidir. Ekonominin bu noktada yara alması pahasına, grevler demokrasinin vazgeçilmez ana parçalarını oluşturur. Öyleyse toplu sözleşmeler önemli midir? Önemlidir, işçi haklarının iki tarafça da kabul edilen standartlarda korunması. Ama kriz devresinde ne yazar? Hiçbir şey yazmaz. Siz ne yaparsanız yapın, işletme kapandıktan sonra yaptığınız grevin veya lokavtın hiçbir anlamı kalmaz. Toplu sözleşmenin veya grevin demek istiyorum. Lokavt; işverenin işçi çıkarması, işçilerinin toptan devre dışı bırakması halidir. Bir nevi geçici kapanma mânâsını tazammun eder.
Sevgili kardeşlerim, toplu sözleşmeler ve grevler var olması lâzım gelen ekonomik standartları içerir. Bunların muhtevasına baktığınız zaman, hem grevin hem de toplu sözleşmenin işçi için zarurî olduğunu görürsünüz. Hakların çiğnenmesi her zaman söz konusu olabilir. Buna karşı bir subaptır. Ama düşman anlayışlar içerisinde grevler bir ülkenin intiharına sebebiyet verebilir. Öyleyse demokrasilerde çare tükenmez. Yalnız, bütün toplumun ülkenin aleyhine olan fertlerden bahsetmiyorum, ülkenin aleyhine olan uygulamalardan kesinlikle kendilerini koruması lâzım geldiği fikrindeyiz.
Allah razı olsun.
Antalya’dan N.Ç. kardeşimiz der ki:
SORU: Uluslararası redi derecelendirme kuruluşu Moody’s, kasımdaki seçimler öncesinde ve sonrasında Türkiye’nin 3 yıldır başarı ile sürdürdüğü ekonomik reform programında yavaşlama olabileceği ve bunun ülkenin B1 olan döviz cinsinden kredi notu üzerinde, aşağı yönünde baskı oluşturabileceği konusundaki endişelerini dile getirmiş.
CEVAP: Sevgili kardeşlerim, kim oluyor muş bu Moody’s? Türkiye adam olsa, Türkiye ele mahkûm olmasa, Türkiye ekonomisi çöktürülmüş olmasa, Türkiye parlamentosuyla ve hükümetiyle IMF’e teslim olmasa, Moody’s'in lafı mı olur? Türkiye ekonomisi iflâs etmiştir, zevahiri kurtarmaya çalışma durumu hâkimdir. Olması lâzım gelenlerin tamamen tersine bir uygulama, ülkeyi bir çöl kasırgası gibi mahvetmiştir. Bir tek bakanı Türkiye’nin, üretken kesimlere yardım edeceğini vaat ediyor, yeni yatırımlar konusunda onun da henüz bir fikriyatı yok. Türkiye, ülkeye göz dikenler tarafından ekonomisi sistemli ve kasıtlı olarak mahva götürülmüş bir ülkedir. Bunun farkında olduğumuz günlerden bu tarafa devamlı haykırıyoruz: “Yanlış ekonomi politikası izliyorsunuz! Yatırımları gerçekleştirmeye çalışın, başka bir çözüm yok.” diye söylemekten dilimizde tüy bitti.
Öyleyse hiç kimse Amerika’nın, İngiltere’nin, Almanya’nın kredi notuyla ilgilenmiyor. Böyle bir kredi notu çıkarmak Moody’s’in vazifeleri arasında da değil. Ne zaman bir ülke kredi ihtiyaçlısı haline getirilirse neye benziyor bu biliyor musunuz sevgili kardeşlerim? Hani insanlar beyaz zehire alıştırılır; eroine, kokaine ve bağımlısı olurlar, vazgeçemezler, vücut giderek fonksiyonlarını tüketir. Tıpkı bunun gibi kredi bir eroin gibidir, bir kokain gibidir. Ülkeyi felç edebilecek olan bütün standartlar oradan geçer.
Türkiye’nin durumuna bir göz atın, neden yatırım yapamıyor devlet? Çünkü borçlarını, mevcut imkânlarıyla borçlarının faiz ve taksitlerini ödeyebilecek durumda değil. Ne yapacak? Borç almak mecburiyetinde. Faizini, evvelce aldığı borcun faizini ve taksitini ödeyebilmek için borç almak mecburiyetinde. O kadar çok borç almak mecburiyetinde ki yatırımlarını yapabilecek olan hiçbir para kalmıyor elinde, avucunda. Ayrıca kalmadıktan başka borçları da çığ gibi artıyor. 5 sene evvel gayrisafi millî hâsılanın %30’u çevresindeki borçları Türkiye’nin, bu yıl gayrisafi millî hâsılasının %136’sı kadar. Görebiliyor musunuz, nasıl borçlar çığ gibi büyümüş? %300 artmış.
Sevgili kardeşlerim, işte eroin kullanan insanların, kokain kullanan insanların, vücutları nasıl işlemez hale gelirse ekonomi de o zaman işlemez hale gelir. Borçlarını ödemek konusunda kaynak bulmak, Maliye Bakanlığı’nın yegâne vazifesi olur. Şu anda Türkiye maliyesi öyledir. Temel fonksiyonu yeni vadesi gelecek olan borçların faizlerini ve taksitlerini karşılamak üzere kredi bulmak olan bir bakanlık haline geldi Maliye Bakanlığı. Ve vazife her gün biraz daha zorlanıyor, zorlaşıyor. İnşaallah imkânsız hale gelmez sevgili kardeşlerim. Büyük tehlike orada. Daha ötesini söylemeye dilimiz varmıyor.
Şimdi böyle bir noktadaki ekonomisi kasıtlı olarak çöktürülmüş olan IMF tarafından, küresel imparatorluk tarafından, illimunati tarafından ekonomisi çöktürülmüş olan, iflâs etmiş olan bir ülkenin kredi notundan bahsediyor. Ve onu söylerken dahi adamların ifadelerin bakın:
“Türkiye’nin 3 yıldır başarıyla sürdürdüğü ekonomik reform programında…”
Adamlar Türkiye’nin başarıyla sürdürdüğü 3 yıllık ekonomik reform programından bahsediyorlar. Hiç birisi Türkiye’nin borçlarının nereden başlayıp nereye gittiğini söylemiyor. Çünkü büyük kusurları, ayıpları o zaman çıkacak ortaya. Ekonominin felç edildiği söylenmiyor. O zaman IMF ve Dünya Bankası afişe edilmiş olacak. Ve ülke 5 kuruşa muhtaç hale getirilmiş ve Moody’s’in bu konudaki kredi notu son derece önemli. Döviz kredileri üzerine Moody’s’in notuna bakıyor kredi verecek olanlar. Not bir aşağı giderse, Türkiye kredi alamayacak.
Sevgili kardeşlerim, Türkiye bu duruma düşecek ülke miydi? O Türkiye’nin bir yatırım şantiyesi olduğu günleri hatırlıyoruz da bugünlere bütün bağırmamıza çağırmamıza rağmen, onca insana mektuplar göndermemize rağmen Türkiye’nin onlar tarafından tayin edilmiş kaderine doğru nasıl hızla yaklaştığını görmenin huzursuzluğunu, hüznünü yaşıyoruz. Ama şartlar Türkiye’yi daha kötüye, daha kötüye götürüyor ve götürecek sevgili kardeşlerim. Kendi düşen ağlamaz. O kadar insanın Türkiye'nin bu hale geleceğini önceden kestirememesi gerçekten esef verici bir vakıa sevgili kardeşlerim. Kasıtlı olarak Türkiye bu noktaya getirilmiştir. Buraya ulaşmıştır.
“Moody’s, IMF ve Dünya Bankası destekli reform programlarına genellikle esnek yaklaştığını belirtirken…”
Esnek yani Türkiye'yi krediye lâyık bulduğunu ifade ederken…
Moody’s, IMF ve Dünya Bankası’nın desteğinde olan bir kuruluş olarak başka bir şeyler yapabilecekken yapmadığını ima etmek istiyor. Yalan! Başka bir şey yapmayacak, Türkiye'yi IMF’den ve Dünya Bankası’ndan kredi almaya muhtaç hale getirmekle vazifeli. Öyle bir noktaya götürmeli ki Türkiye'yi, Türkiye öyle bir çukurun içinde sıfırın altına düşmeli ki artık kredi de alamamalı ve kurumlarını yabancılara satmak mecburiyetinde kalmalı. Arazisini, madenlerini, petrolünü, her şeyini. Yani sanki biz bu kredilerin verilmesine aslında siz daha kötü durumda olsaydınız mâni olurduk verdiğimiz notla demeye getiriyor ama yalan söylüyor. Biz istesek de istemesek de IMF bize kredi verecek sevgili kardeşlerim. O kredilerle bizi mahvedeceği için verecek. O kredilerin faiz ve taksitlerini ödemekte çekeceğimiz zorluk sebebiyle daha çok batacağız. Onun için verecek ve o zaman Türkiye'nin satışa çıkarılması söz konusu olacak her şeyiyle. Hedefleri, ekonomik çöküntüye uğrayan Türkiye'nin madenlerine, petrolüne, akarsularına, Allah’ın verdiği doğal servetlerin hepsine el koymaktır. Küresel imparatorluk; illimunati bunu istiyor, bunu gerçekleştirecekler.
O zaman Moody’s'in hikayelerine kulaklarınızı tıkayın. Notunu düşürmek, notunu yükseltmek falan hepsi hikâye. Zaten bir ülkenin notunun yükseltilmesi veya düşürülmesi onun reformuyla alâkalı değildir. O ülkenin ekonomik durumuyla alâkalıdır. Ve ekonomik durumunu batırmak üzere kurulmuş olan kuruluşlar elbette bunun müşterek şaklabanlığını yapacaklardır. IMF daha çok borç vererek, Türkiye'yi yatırımlarını düşünemez hale getirecektir. Ve Türkiye bu borç batağı altında boğulma tehlikesi geçirecektir. Hedefleri, o standartlarda onu boğmak ve bütün emvaline (mal varlığına) Türkiye'nin ekonomik açıdan hukuki olarak sahip olmak.
Her şeyini ipotek etmiş olan bir ülke, eğer borcunu ödeyemezse ne olur? İpotek ettiği değerlere el konur alacaklar tarafından. İşte Türkiye, o noktaya ulaştırılmak için derece derece aşağı iniyor. Sıfır noktasından çok daha aşağıda bir ülkeyiz sevgili kardeşlerim.
“Türkiye'nin de dövizde kur çıtası uygulamasının çökmesinin ardından ortaya çıkan mali krizden kurtulmak için böyle bir programa başladığını belirtmiş.”
Sevgili kardeşlerim, ne kadar hazin bir şey, Türkiye bunların, bu kadar kahredici olayların hiçbirine katlanmak mecburiyetinde değildi. Bir altın karşılıklı para, Türkiye'nin kur problemi diye bir problemin olmadığı bir noktaya taşıyacaktı Türkiye'yi. Kendi parası dünyanın en sağlam parası olacaktı; altın karşılıklı bir para. Ve sevgili kardeşlerim, tablo gerçekten hazin. Ve adamlar, hedeflerini bizim bütün yırtınmalarımıza rağmen başarmış vaziyetteler. Oysaki Türkiye bu vaziyete düşmeyebilirdi. Söylediğimiz zaman tedbir alınabilseydi, Türkiye altın karşılıklı parayı kurabilseydi, bunların hiçbiri başımıza gelmeyecekti. Ne kadar hazin bir durum sevgili kardeşlerim, içimiz yanıyor ülkemizin durumuna ama yapabileceğimiz hiçbir şey yok.
“Ülkenin bankacılık sistemindeki olumlu ve olumsuz her türlü değişikliğe makro ekonomik dengelere ve kamu maliyesinin sebep olduğu volatiliteye rağmen Türkiye'nin kredi notu tavanının 1997 yılının mart ayından bu yana B1 seviyesinde bulunduğuna dikkat çekmiş.”
Ülkenin bankacılık sistemi çöktürülüyor. Maksat, bankacılık sistemini yabancı ülkelere peşkeş çekmek. Neyi sağlarlar? Hareketli fonların ülkenin kalkınmasında kullanılmasına mâni olurlar. Sevgili kardeşlerim, gerçekten yazık oluyor ülkeye. Her şeyimize el konmuş durumda. Eğer bütün bankacılık sistemi onların eline geçerse, o zaman hareketli fonların da %5’lerinin yatırımlara sevk edilmesi bir hayal hüviyetine girecek. Ve şimdi bütün gayretleriyle bunu gerçekleştirmek için çalışacaklardır. Ne demek istiyoruz? Türkiye'de bir bankacılık sistemi var; bu bankacılık sistemi her üç günde bir ekonomiye tedavüldeki para miktarı kadar para pompalar yani ayda 10 defa. Ülkedeki para, sadece bankacılık siteminin ekonomiye enjekte ettiği para miktarı olarak her ay 10 defa tedavül eder, devreder. Paranın devir hızı yılda 120’dir. Bu hareket halindeki fonların sadece %5’ini yatırımlara sevk ettiğiniz takdirde Türkiye, o size bahsettiğimiz zaman Türkiye'nin yatırım şantiyesi olduğu günlerin yatırımından daha üst seviye bir yatırımla Türkiye bir şahlanışın içine girer. Ne demek istiyoruz, ne olur yani? Neden parayla değil de hareketli fonlarla, bunun arkasında ne yatıyor? Bunun arkasında şu yatıyor sevgili kardeşlerim: Her gün ekonomiye bankalar sistemi ne kadar para enjekte ederse aynı miktardaki para gene akşama kadar bankaya döner.
Bir aylık banka kasalarına giren toplam parayla banka kasalarından çıkan toplam para arasındaki fark, hiçbir ay %1’e ulaşmıyor. %1’in daima altında. Yani yaklaşık olarak %100 giren para ile çıkan para birbirine eşit. Yani? Yani şu anda o paralar, tüketim harcamalarında kullanılıyor. Şu bankalardan çıktıktan sonra harcanıp, tekrar bankaya dönen paralar var ya onlar tüketim harcamalarında kullanılabiliyor. Onların sadece %5’ini yatırım harcamalarında kullanmanız halinde ne olur? Yatırımları gerçekleştirmiş olursunuz. O gün ne kadar yatırım yapacaksanız ülkede, o gün yapacaksınız ama akşamüstü para gene bankada. Ertesi gün yeniden aynı parayı kullanmak imkânının sahibisiniz, tekrar para bankada. Daha ertesi gün aynı parayı yeniden kullanmak imkânının sahibisiniz, para tekrar bankada. Hiçbir zaman tükenmesi mümkün olmayan bir emme basma tulumba, bir yatırım kaynağı,Türkiye bankalarıyla ekonomi arasında para nehirleri olarak devamlı akıp durmaktadır. Böyle bir araştırmayı Allahû Tealâ ilk defa bize nasip kıldı. Araştırma orada, Devlet Planlama Teşkilatı’nda, onun kütüphanesinde. Dileyenler, bizim vakıflarımızdan da elde edebilirler. Bu özeti verdiğimiz kitabın adı:“Türkiye'de Enflasyon Problemi ve Kalkınma. Enflasyon probleminin Çözümü ve Kalkınma.”
Sevgili kardeşlerim, Türkiye kendisini kurtarabilecek olan bir hareketli fonlar sisteminin sahibidir. Bankalar sistemi milli olduğu takdirde. İlk adımı atmışlar, ilk çengeli gerçekleştirmişler. İki büyük bankaya, üç büyük bankaya el koymayı başarmışlardır. Ve gayeleri bütün bankaları milli banka olmanın dışına çıkarmak, yabancı sermayenin iradesine teslim etmek. O zaman Türkiye'nin bankalardaki hareketli fonlar esasından hareketle bir kalkınmaya kalkışması mümkün olmayacaktır. Buna Türkiye'ye el koymak isteyen merkezler, çevreler müsaade etmeyecektir. Onun için şimdi bütün güçleriyle finans kesimine de hâkim olmayı diliyorlar. Biliyor musunuz ki Japonya’nın büyük kalkınmasının arkasında bu küçük finans şirketleri var.
“Moody’s Başkan Yardımcısı ve Türkiye analisti Kristin Lindow’un…”
Dikkat ediyor musunuz, Moodys’in başkan yardımcısı olan kişi, şu anda Türkiye analisti. Adamlar yeni bir av bulmuşlar Uruguay’dan, Meksika’dan, Arjantin’den, daha birçok ülkeden sonra şu anda yeni av Türkiye ve başkan yardımcısı bu ülke üzerinde emeklerini konsantre ediyor.
“Resesyonun ortasında bile, Türkiye’nin kamu ve dış finansal dengelerinin performansı iyiydi.” diyor.
Sevgili kardeşlerim, bunların hepsi şu kadarcık önem verilmemesi lâzım gelen haberler, konular. Türkiye, kalkınmasını yatırımlarla gerçekleştirmek mecburiyetinde olan bir ülkedir. Geride ne varsa hepsi lafügüzaf, hiçbir önemi olmayan sözler. Türkiye'yi bu tuzaktan kurtarabilecek olan tek şey, kendi inisiyatifini kullanarak hemen yatırımlara yönelmesi. Ama bir tek bakanımız üretimden bahsediyor, üreten kesimlerden bahsediyor. Onda da yeni üretimler yani üretken yatırımlar konusu henüz mevcut değil müktesebatında. Hüzünlenmek için çok sebep var sevgili kardeşlerim, Türkiye ekonomisine bakıp da hüzünlenmek için.
“Raporda, Avrupa Birliği ile uyum yasalarının parlamentodan geçirilmesinin de olumlu bir gelişme olduğu kaydedildi.”
Uyum yasaları parlamentodan geçmiş durumda. Türkiye, Avrupa Birliği’ne üye olmak yolunda tek taraflı bir adım daha attı. Adamlar diyorlar ki: “Biz, sizi Avrupa Birliği’nin üyeliğine lâyık görmüyoruz.” Daha açık konuşalım mı? “Sizi istemiyoruz.” diyor adamlar. Ve biz de: “Siz istemeseniz de biz mutlaka sizinle beraber olmak istiyoruz, Avrupa Birliği’nin üyesi olmak istiyoruz.” diye sevgili kardeşlerim, yüzsüzce bir davranışla Türk onurunu kıracak bir davranışla, Türk ruhunu incitecek bir davranışla kanunları, yasaları kabul edip Avrupa Birliği’nin emrettiği standartların içine girmek istiyoruz.
Biz ona lâyık olsaydık, onlar bizim arkamızdan dolaşacaklardı. Öyleyse konu onlara teslim olmaktan geçmiyor, onları teslim almaktan geçiyor. Türkiye, Osmanlı’yken onlar bizim ayağımıza gelirlerdi, onlar bize yalvarırlardı. Şimdi onların dünyası duruma hâkim. Hangi sebeple? Bizim kendi ekonomimize lâzım gelen değeri vermememiz sebebiyle, yatırımları iç ve dış düşmanların sıfırlaması sebebiyle, 2,5 milyon insanın sokağa atılması sebebiyle. Bir defa daha söyleyelim, Türkiye’ye yazık oluyor.
Sivas’tan M. Ç. kardeşimiz diyor ki:
SORU: TÜSİAD Başkanı Özilhan, yapısal reformların Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği sürecini hızlandıracağını söylemiş.
CEVAP: TÜSİAD Başkanı Özilhan.
“Özilhan yaptığı konuşmada, Türkiye'nin gerçekleştirmekte olduğu yapısal reformlara değinmiş. Reformların merkezinin kamu sektöründe olması gerektiğine inandığını ifade etmiş Özilhan.”
Yapısal reformların Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği sürecini hızlandıracağını söylemiş. Özilhan kardeşimiz de anlaşılan Avrupa Birliği üyesi olmamız gerektiği inancında. Ekonomiden anlayan bir kardeşimiz.
“Yaptığı konuşmada, Türkiye’nin gerçekleştirmekte olduğu yapısal reformlara değinmiş. Reformların merkezinin kamu sektöründe olması gerektiğine inandığını ifade etmiş. Yapısal reformların piyasa ekonomisinin tüm kural ve kurumlarıyla oturtulması, daha etkin ve belirli kaynak dağılımının sağlanması için önem taşıdığını belirtmiş.”
Özilhan kardeşimizin ekonomiye bakış açısını çarpık buluyoruz. Yapısal reformların merkezinin kamu sektöründe olması Türkiye'ye hiçbir şey sağlamaz. Türkiye, özel sektörün yatırımlarıyla eski hüviyetine ulaşabilir. Asıl kalkınması da ondan sonra gerçekleşecektir. Evvelâ Türkiye, kendisinde var olan ve kaybettiği kanı vücuduna yeniden kazandırmalıdır yatırımlardan. Türkiye, şu anda devamlı kan kaybeden bir ülkedir. Hem enflasyon sebebiyle, işletme sermayesi kanamasından kaybetmektedir, hem de ülkedeki yanlış ekonomik uygulamalar sebebiyle ekonominin küçülmesi, işsizler sayısının süratle artması, gayrisafi millî hâsılanın (GSMH’nin) düşmesi sebebiyle Türkiye kan kaybetmektedir.
Yapısal reformlar ve piyasa ekonomisinin tüm kural ve kurumlarıyla oturtulması Türkiye'yi kalkındırmaz, Türkiye'yi kurtaramaz. Bunların işlediğini düşünün: Daha az bir performansla, küçülen bir ekonomiyle sadece her geçen gün borçlarınız sebebiyle daha kötüye, daha kötüye, daha kötüye gidersiniz. Bu Özilhan kardeşimize çok güven duyardık. Bu söyledikleri, Derviş’in söyledikleriyle paralel bir ifade. İhtimal veremiyoruz, Özilhan kardeşimizin de onlardan birisi olduğuna. Ama asıllardan şu ana kadar okuduğumuz yere kadar hiç bahsetmedi.
Devam edelim:
“Tuncay Özilhan, konuşmasında süregelen kamu açıkları ve bunların oluşturduğu finansman zorluğu reel sektörün ekonomiden dışlanması…”
Burada konuya giriyor. Reel sektörün ekonomiden dışlanması. Neden? Bir taraftan vergilerin artırılması yoluyla reel sektörün kan kaybına sebebiyet veriliyor. Öbür taraftan sosyal yapıdaki işverenlerden alınan payın büyümesi işvereni reel sektörü başarısızlığa çökmeye, işletmesini kapatmaya mahkûm ediyor. Hem kapasite kullanım oranlarının düşürülmesi söz konusu hem de kapanan işletmeler sebebiyle katma değerin işletmelerin kapatılması sebebiyle azalması söz konusu. Yani uçurumun dibine doğru her gün artan bir hızla, daha artan kan kaybıyla gidiyoruz. Ve neticede eğer devlet üçte birini kaybetmiş olan bir üretim hacminin daha da azalması için zemin hazırlamış oluyorsa ki; hazırlanan zemin aynen budur. Devlet üçte bir küçülen bir reel sektörden, üçte bir küçülmeden evvelki tam devrede devlete ödediği verginin ve sosyal harcamaların aynını istemekte. Ve bunun için gelir vergisinin dilimlerinin fazla yükseltemediği için yan yollara devamlı olarak müracaat etmektedir. Bu ise zaten daralan ekonominin ihtiyaçları içinde çırpınan reel sektörü büsbütün perişan etmektedir. Bu bir haksızlıktır. Ama öbür taraftan devletin de çaresi yoktur, onu da kabul etmek mecburiyetindeyiz.
Öyleyse yapısal reformların tatbikatı bizim için hiç önem taşımıyor. Bizim için önem taşıyan şey, bir an evvel üretken yatırımların ülkede kurularak üretimin arttırılması; bir. İstihdam dışındaki insanların işe alınması; iki. Bu iki faktör, Türkiye'nin büyüyen bir ekonomi modeliyle aslî hedefine yönlenmesinin temelini ve hedefini oluşturacaktır.
“TÜSİAD arzu edilen reformların gerçekleştirilebilmesi için yeni bir bakış açısına ihtiyaç duyulduğuna inanmaktadır.” diyor.
Biz yeni bir bakış açısına da inanmıyoruz, reformların bu ülkenin ekonomisini de düzeltebileceğine de hiç mi hiç mi inanmıyoruz. Reformlarla ekonominin düze çıkması arasındaki irtibatı sıfır olarak kabul ediyoruz. Bunun yolu sadece bir tek yoldur, alternatifi de yoktur; üretken yatırımların gerçekleştirilmesi. Ne kadar çok yatırım yaparsanız o kadar çok katma değer, o kadar yükselen bir gelirler seviyesi, fazladan ürettiğiniz malı satın alabilecek olan toplam efektif talep, sadece üretken yatırımlarla teşekkül edebilir. Geriye kalan mı? Geriye kalan hep bu hedefe ulaşamamamız için önümüze konulan maskeler. Asli yoldan bizi ayırmaya çalışan, bizleri ayırmaya çalışan bu kurnaz gözlemcilerin müşahedeleri. Ne yazık ki doğru müşahedeler değil.
Sevgili kardeşlerim, Türkiye aklını başına toplayıp yatırımlara yönelmedikçe, Türkiye’nin kurtuluşunun mümkün olmadığını kaç yüzüncü defa veya kaç bininci defa tekrarladığımı ben de bilmiyorum. Ama dışında başka bir yol yok, ikinci bir yol mevcut değil.
Diyor ki Özilhan kardeşimiz: “Bu yeni perspektif güçlendirilebildiği takdirde, reform çabalarının sonuçları alındıkça özel sektörün rolü de hızla gelişecektir.”
Bu son cümle ümidimizi kırdı. Özilhan kardeşimiz, olması lâzım gelen düşünce platformunda değil. Sevgili kardeşlerim, TÜSİAD gibi bir kuruluşun başında bulunan Özilhan kardeşimizden daha sağlıklı, ülkenin dertlerine gerçekten derman olabilecek olan bir reçetenin açıklamasını, açıklanmasını beklerken bu gördüğümüz cümleler içerisinde bir tek doğrusunu gördük, reel sektörün ekonomiden dışlanması. Ama hedeflere götürücü hiçbir önerisi mevcut değil bu ifadelerin içinde. Bu kardeşimizi böyle tanımazdık. Birçok konularda, evvelki birçok açıklamalarında görmüştük ki bizimle aynı şekilde düşünüyor. Ama bu yazı, bu ifade tarzı, bunu hiç beğenmedik kardeşlerimiz. Burada derdin önlenmesi konusunda, problemin çözüme kavuşturulması konusunda reçete hüviyetindeki hiçbir ifade mevcut değil. Türkiye mahvolma yolunda yalnız bırakılmıştır. Daha bir sürede mahva doğru ne yazık ki gidecektir.
Sevgili kardeşlerim, bunların arkasından size şunu söylemek istiyorum: Sakın ümitsizliğe kapılmayın. Her giden bir sona ulaşır, o sonda Türkiye batmış olmayacaktır. Ulaşabileceği en kötü noktaya ulaştıktan sonra dibe vurup tekrar çıkma imkânı her zaman vardır. Ne yazık ki ikinci bir yol yok. Ve Türkiye’nin düşünürleri, bu yatırım düşüncesinin sahibi olup da onu gerçekleştirebilecek olan bir birliği oluşturmadıkça Türkiye'nin kurtulması mümkün olmayacaktır. Ama o birlik bir gün kurulacaktır. Onun için ki söylüyorum ki sizlere sevgili kardeşlerim, ümitsiz olmayın. Evet, Türkiye bir batağın içinde dibe doğru gitmektedir, daha da gidecektir, her şeyin daha kötü olacağı bir vakıa. Ama bir gün sağduyulu insanlar, akıllarını başlarına toplayacaklardır ve müşterek bir tedbir arayacaklardır. İşte o zaman Türkiye’nin şahlanması söz konusu olacaktır, sıfırın çok altından sıfıra ulaşma ve öteye geçiş.
Sakın ümidinizi kaybetmeyin. Çareleri biliyoruz, sadece uygulayamıyoruz. Ama bir gün uygulanacaktır sevgili kardeşlerim. Onun için söylüyoruz, sakın ümitsiz olmayın. Ve muhtevaya dikkatle bakmamız lâzım, acaba düşündünüz mü Türkiye bu hale neden geldi? Türkiye, dünyanın en büyük petrol denizinin üzerinde bir ülkedir. Türkiye, dünyanın en büyük bor hazinelerinin sahibidir. Altın hazinelerinden de daha ötede keşfedilecek olanlar, Türkiye'ye çok büyük şeyler sağlayacaktır. Türkiye, yüksek potansiyelde bir hidrolik elektrik kaynağıdır. Sevgili kardeşlerim, Türkiye'nin kalkınması için helvayı pişirecek olan, şekeri de unu da yağı da tavası da ateşi de mevcuttur. Türkiye, bunları düzenleyip de helvayı yapabilecek olan birliği sağlayabildiği gün bu hedefe mutlaka ulaşır. Vaktiyle böyle bir kalkınma hamlesini yaşamış olan, onun içinde bulunan birisi konuşuyor. Onun için o günleri yaşayan bizler, çözümü biliyoruz. Hiç endişeniz olmasın. Sadece daha kötü günler için hazırlıklı olun. Ümidinizi sakın kaybetmeyin.
Allah razı olsun.
Sevgili kardeşlerim, bu ekonomik yapının dizaynına ve bu gün ulaşılan sonuca dikkatle bakın, Türkiye'nin neden bunca yıldır bu kadar büyük petrol hazinesinin sahibi olmasına rağmen kendi petrollerini neden işletemediğini düşünün. Açılan kuyuların petrol olmasına rağmen, burada petrol yoktur kaydıyla kapatılmasının arkasında yatan gerçekleri düşünün. Bor madenine dikkatle bakın. Neden biz hammadde olarak boru dışarıya satıyoruz da adamlar neden bizim ülkemizde bor mineralinin bir işletme sisteminden, sürecinden geçtikten sonra mamul; yarı mamul halinde satılmasını neden gerçekleştiremediğimizi düşünün. Her şey, küresel imparatorluğun ve onun ülkedeki işbirlikçilerinin yani içimizdeki ülkelerini değil de onlara hizmet edenlerin varlığıyla oluşmuştur. Hangi açıdan bakarsanız bakın, Türkiye’yi tuzakta göreceksiniz. Türkiye'nin az gelişmiş bir ülke olması hasebiyle okullarından %70 teknik adama çıkması lâzım, %30 sosyal adam çıkması lâzım. Realite ne? Realite %70 sosyal adam, %30 teknik adam. Her şeyimiz bu standart içinde içimizdeki işbirlikçiler eliyle gerçekleşmiş. Her gün elimiz kolumuz biraz daha bağlanmış.
Sevgili kardeşlerim, Türkiye'de elektrik santrallerini kurabilecek olan en büyük gelir sahibi kuruluş, eski adıyla Türkiye Elektrik Kurumu, yeni adıyla TEAŞ ve TEDAŞ’tır. Ama Türkiye Elektrik Kurumu’nun kuruluş kanuna acaba hangi eller, “Türkiye Elektrik Kurumu hidrolik santral yapamaz” maddesini eklemiştir? Acaba Türkiye Elektrik Kurumu’nda 20 küsur yıldır var olan bir nükleer santraller dairesi niçin kurulmuştur da niçin fonksiyonel olamamıştır? Elektrik enerjisinin vücuda getirilmesi için tribün ve jeneratör sitemleri asıldır. Bunların hâlâ dışarıdan ithal edilmekte olduğunu biliyor musunuz sevgili kardeşlerim? Ve daha o yıllarda, 70’li yıllarda Türkiye Elektro Mekanik Sanayi niçin kurulmuştur biliyor musunuz? Bu tribün ve jeneratör gruplarının Türkiye'de yapılmasını temin etmek için. Ve Türkiye Elektro Mekanik Sanayi, o günden bu tarafa bir yerlere ulaşmıştır. Ulaştığı yerde personelinin ücretini devletten aldığı borçlarla ödeyebilen, iş yapmayan bir kuruluş var karşınızda. Kendisine bu imkân verilmediği için.
Sevgili kardeşlerim, Türkiye'de uçak sanayinin niçin kurulmadığını hiç düşündünüz mü, niçin başarılı olmadığını? 1920’li yıllarda Japonya ve Türkiye aynı yıllarda uçak üretimine başlıyor. Japonya 1940’lı yıllarda Pearl Harbor’ı bombaladığı zaman yabancı ülkelerin uçaklarıyla bombalamadı, kendi uçaklarıyla bombaladı. Türkiye ne yaptı? İçimizdeki işbirlikçilerini gözler önüne sermek için söylüyorum. Türkiye, 1920’li yıllarda messerschmidt motorlarını üretmeye başlamıştı Kayseri’de ve uçak üretiyordu Türkiye. Birkaç yıl sonra bilinmeyen sebeplerle uçak fabrikası ve motor fabrikası kapatıldı. Kimler yaptı dersiniz bunu?
1940’lı yıllara geliyoruz. Etimesgut’ta ikinci uçak fabrikası kuruluyor. Bu sefer büyük bir hamle. Hitler’in Almanya’dan kovduğu insanlardan uçak mühendisleri Türkiye'de iş başına getiriliyor. Ne olmuş biliyor musunuz sevgili kardeşlerim? 200’den fazla uçak ihraç etmişiz. Ha sonuç mu? Birkaç sene sonra bu fabrikayı da kapatıyoruz bilinmeyen sebeplerle.
Üçüncü teşebbüs, bir iş adamımızdan geliyor. Bir büyük müteahhit, Türkiye’ye bir şeyler borçlu olduğu kanısında ve bir uçak fabrikası kuruyor Nuri Demirağ İstanbul’da. Ve uçak performansını ispat ettiği halde siparişler geri alınıyor ve firma batıyor. Üçüncü, 50’lili yıllardaki üçüncü uçak macerası.
Şimdi Türkiye, TUSAŞ’ı kurmuş durumda ve suya sabuna dokunmayan küçücük parçaları üretebilen sadece bir montaj fabrikası. Sevgili kardeşlerim, Türkiye üzerine çok oyunlar oynanıyor ama her seferinde onlar başarılı ve Türkiye'deki ülkelerinin üzerine titreyen insanların gözleri kapalı, kulakları sağır. Bu maceralar boşuna değil, adamlar sizin dünya üzerinde bir gün egemen olacağınızı biliyorlar ve buna mâni olmak için her şeyi yapmaktalar. Osmanlı’nın mahvı bu hedeflere dışarıdakilerin yönelmesinden ve içerdeki işbirlikçileri ayarlamalarından kaynaklanıyor. Şimdi içine düştüğümüz durum, Türkiye'ye oynanan kaçıncı oyundur. Türkiye, korkunç bir tuzağın girdabında onların hedeflediği standartlara doğru yürüyor. Binlerce yıldan beri süren bir dünya hâkimiyeti peşinde bir küresel imparatorluk illimunati, şeytana tapanların tuzağı. Dünyadaki en zengin 10 adamın merkezi oluşturduğu bir yeni dünya nizamı için kaos oluşturma teşebbüsü. Adamlar hükümetlerini kurmuşlar. Hükümetlere dünya imparatorluğu için bakan tayin ediyorlar ve bir tanesi de illimunati bakanlığı. Sevgili kardeşlerim, illimunati; iç aydınlanma demektir, parıldama ve parıltısını dışa vurabilmek demektir. Ancak Allah’ın yolunda sağlanabilen bir sonuçtur ama bu insanların bazıları kendilerini Tanrı kabul ediyorlar. Yanlış işitmediniz, kendilerinin de Tanrı olduğunu iddia ediyorlar.
Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, bu konunun detaylarını o kitaptan öğrenin. Kitabın adı: İllimunati. Ve dünyanın ve bu arada tabiatıyla en çok bizi alâkadar eden, biz Türkleri alâkadar eden Türkiye'nin içine düştüğü tuzak. IMF’nin konumu ne, Dünya Bankası’nın konumu ne; oradan hepsini birer birer çıkaracaksınız. Dünya Bankası’ndan ayrılan uzmanların açıkladığı gerçeklerle Dünya Bankası’nın gerecek yüzü ortaya çıkmıştır. IMF’den ayrılanların da açıklamalarıyla IMF’nin gerçek yüzü ortaya çıkmıştır. Artık aksini iddia edebilecekleri bir şey kalmadı. Ve Türkiye onların, küresel imparatorluğun tuzağına düşmüş durumda.
Düşünebiliyor musunuz sevgili kardeşlerim, adamlar 8 tane uydudan bütün dünyaya yayın yapmaktalar. On binlerce dünyanın her tarafından belediye başkanını merkezlerine çağırıp orada eğitme talebinde adamlar. Kısa bir seminer dizaynı içerisinde dünya imparatorluğunun şehirlerini kurmak amaçları ve ülkeleri çökerterek onların kaynaklarına sahip olmak. Öyleyse ülkenize sahip çıkın. Doğruları öğrenip, yanlışları öğretmeye çalışanlara anlatın. Biz, bir tek uydudan sizlere seslenmek imkânının sahibiyiz ve bu konuşmalarımızın da birçok insanı rahatsız edeceğini bilmekteyiz ama Türkiye geleceğin bir büyük ülkesi mutlaka olacaktır, içteki ve dıştaki bütün düşmanlıklara rağmen.
Bilim suallerine geçiyorum sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler. Dr. Abdulcabbar Boran ilk suali soruyor:
SORU: “Maddeyi oluşturan elektron ve karşıt elektronların sahip olduğu negatif ve pozitif elektrik yükleriyle negatif ve pozitif manyetik alanlar arasında bir ilişki var mı?” diye soruyor Cabbar.
CEVAP: Elbette var. Allahû Tealâ’nın hünnes ve künnes kanunlarını beraberce hatırlayalım. Ne diyordu AllahûTealâ?
81/TEKVÎR-15: Fe lâ uksimu bil hunnes(hunnesi).
Bundan sonra hayır, hünnese (merkezî çekim kuvvetine) yemin ederim.
81/TEKVÎR-16: El cevâril kunnes(kunnesi).
Cevalan edene (merkezî çekim kuvvetinin etrafında, yörüngede dönene).
“fe lâ uksimu bil hünnes(hünnesi).”
Hünnes, bir merkezi çekim gücünü ifade ediyor. Künnesse o merkezi çekim gücünün etrafında merkezkaç kuvvetiyle hareket eden bir eliptik yörünge üzerinde devri daimi ifade ediyor. Allahû Tealâ ifadeyi daralan ve genişleyen şeklinde şekillendirmiş. Sinen ve açılan, daralan ve genişleyen bir yörünge üzerinde merkezin etrafında dönme; künnes. Allahû Tealâ, yörüngenin eliptik olduğunu ifade ediyor. Eliptik bir yörünge ve bu yörünge üzerindeki dizayn.
Öyleyse bir hidrojen atomu bir protondan ve çevredeki bir tek elektrondan oluşur. Manyetik alanların varlığı veya yokluğu burada irdelenecek. Bir proton, 3675 tane elektrondan ve 3676 tane karşıt elektrondan oluşur. Biliyorsunuz ki elektronlar, eksi elektrik yüklüdür. Karşıt elektronlar da artı elektrik yüklüdür. 3675 tane elektronla 3675 tane karşıt elektron birbirini dengeler. Ama 3676. karşıt elektron artı elektrik yüklü olduğu için, merkezin yükü artı elektrik yükü olarak kendisini gösterir. Artı elektrik yükünün sahip olduğu manyetik alanlardan bir tanesidir. İster kuzey kutbu deyin adına, ister güney kutbu deyin adına bu bir, dünyamıza göre kutup oluşturur yani artı elektrik yükünün oluşturduğu bir manyetik alan söz konusudur.
Sevgili kardeşlerim, burada bir hakikati serdetmeden geçmek olmaz. Elektrik enerjisi aslında manyetik alanın enerjiye döndürülmüş şeklidir, manyetik alanın bir başka görüntüsüdür. Manyetik alan varsa elektrik enerjisi vardır. Elektrik enerjisi varsa manyetik alan vardır. Elektrik enerjisi, manyetik alanın elektrik enerjisine dönüşmüş halidir. Manyetik alan, elektrik enerjisinin manyetik alana dönüşmüş halidir. Öyleyse normal mıknatıslar, manyetik alanı ifade eder. Elektro mıknatıslarsa elektrik enerjisinin manyetik alana çevrilmesi yoluyla çekim sağlarlar. Öyleyse bir demir parçasını alın, bir demir çiviyi etrafına bakır teli sarın ve bu bakır tele elektrik enerjisi verin, o demirin bir kutbunun kuzey kutbu, bir kutbunun güney kutbu olduğunu göreceksiniz ve bu demir, demir parçacıklarını kendisine çekecektir, güney kutbuyla da kuzey kutbuyla da.
Öyleyse elektrik enerjisi, manyetik alanın elektrik enerjisine çevrilmiş biçimidir. Manyetik alan da elektrik enerjisinin manyetik alana çevrilmiş biçimidir. Dünya üzerindeki tatbikatı bu. Ne oluyor? Kuzey kutbundan çıkan, yeryüzünün sathını yalayarak bütün yeryüzünün etrafını dolaşarak güney kutbuna ulaşan manyetik alan kuvvet çizgileri, güney kutbunda tekrar toprağın içine girerler yerkürenin ve içinden bütün içini yalayarak kuzey kutbuna ulaşırlar. Kuzeyden güneye akan bir manyetik alan dizaynı söz konusudur. Hiçbir nokta, dünya üzerindeki hiçbir nokta bu alanın dışında kalamaz. Dünya üzerinde belli bir kalınlıkta, kalınlığın ne kadar olduğunu bilmiyorum, belli bir kalınlıkta bir alan kuzeyden güneye bütün dünyayı kat ederek geçer. Nerede bir kuvvetle bu manyetik kuvvet çizgilerini kesebilirseniz, kesebildiğiniz yerde elektrik enerjisine dönüştürebilirsiniz.
İşte bütün dinamolarda yani jeneratörlerde ve alternatörlerde aynı sonuç elde edilir, kuvvet çizgileri kesilir ve elektrik enerjisine dönüştürülür. Alternatör çevresel dönüşü, jeneratör de merkezsel dönüşü ifade eder. Bir tanesi, alanlardan biri sabittir, biri döner. Ya çevre döner, merkez sabittir ya da merkez döner, çevre sabittir. Birisi jeneratör, birisi alternatör. Ve sadece bir tek kutup olabilir veya çok kutup olabilir yani enerjinin bir girişi, bir gelişi söz konusu olur. O zaman doğru akım yerine alternatif akım elde etmiş olursunuz.
Sevgili kardeşlerim, netice değişmez, olay budur. Öyleyse elektrik enerjisi aslında manyetik alanın dışında bir şey değildir, bir manyetik alanın kuvvet haline getirilmesidir. Bir motoru harekete geçirecek bir gücün sahibi olmasıdır. Allahû Tealâ’nın insanlığın emrine verdiği en büyük hizmetkârdır elektrik enerjisi. Gün geçtikçe daha çok, daha çok, daha çok şeyler elektrik enerjisi ile oluşmakta ve insanın emrinde, Allah’ın verdiği hizmetçinin ne kadar büyük neticeler elde ettiği oluşturulmaktadır.
Şimdi bir merkezdeki artı elektrik yüklü çekirdeğin (nukleusun yani), bir tek protonun etrafında bir tek elektron dönüyor, hidrojen atomu bu. Bu hidrojen atomu bir eliptik yörüngede döner yani bir siner (daralır) bir de genişler, merkeze en uzak noktaya ulaşır veya en yakın noktaya ulaşır. Siner ve genişler. İşte künnes, sinen ve genişleyen bir dizaynı içeriyor ki bu dizayn elipstir. Eğer sinme ve genişleme olmasaydı, merkezden aynı uzaklıkta devam etseydi, devam ettirseydi bu bir daire olacaktı. Daire değil, elips etrafında mikro âlemde nükleus etrafında elektronlar dönerler. Makro âlemde de güneş etrafında güneş sistemleri dönerler. İşte böyle bir dizayn söz konusu. Ve merkezdeki pozitif elektrik yüklü güç, manyetik alanlardan birini temsil eder. Diyelim ki aynı kutuplar artı kutbu temsil etsin. Eksi kutup olan elektron da manyetik alanın eksi kutbunu teşkil edecektir ve eliptik bir yörünge üzerinde manyetik alanın çekim gücüyle hız çarpımı her noktada birbirine eşit olacaktır. Bu ise devamlı değişim demektir. İşte hünnes ve künnes kanunları bu değişiklikle birlikte dizaynı sağlar. Merkeze en yakın noktada en yüksek hız, en düşük manyetik alan var; merkezin yörüngedekini çekmemesi için. En uzak noktada en düşük hız, en yüksek manyetik alan var; çevredekinin boşluğa uçmaması için. Öyleyse manyetik alanlarla negatif- pozitif elektrik yükleri arasında kesin bir alışveriş, kesin bir ilişki söz konusudur.
Allah razı olsun.
İkinci sual Dr. S. D.’den geliyor ve şöyle sual:
SORU: Kök hücreleri ile ilgili Journal of Cell Biology dergisinin bu yılki mayıs sayısında, fareler üzerinde yapılan kas hastalığı ile ilgili denemeyi anlatmışlar. Duchenne kas distrofisi denilen bu genetik hastalık da kas hücrelerinin distrofin denilen normal kas fonksiyonu için çok önemli olan proteini yapmalarında bozukluk vardır
CEVAP: Demek ki kas hücrelerinin normal kas fonksiyonu için çok önemli olan bir protein. Adı; distrofin. Bu distrofini yapmalarında bozukluk oluyor. Bu distrofi, zaten hastalığın adı da kas distrofisi. Duchenne kas distrofisi. Duchenne, hastalığı bulanın adı. Ama hastalık kas distrofisi. Öyleyse böyle bir dizaynda bir proteinden bahsediliyor. Normal kas fonksiyonu için bir kas var, önemli olan bir kas. Bu kasın fonksiyonunu eda etmesinde problem olduğu anlaşılıyor.
“Hastalar, 5-6 yaşlarında yürüme zorluğu çekerler.” diyor kardeşimiz, “10-12 yaşlarında da tekerlekli sandalyeye mahkûm olurlar. Genelde 20-25 yaş civarında da solunum yetmezliği veya kalp problemleri yüzünden ölürler. Bu hastalığın görülme sıklığı 10 binde birdir. 10 bin kişide 1 kişi, bu tür bir hastalığın kurbanı oluyor. İşte araştırmacılar normal bir fareden aldıkları kas kök hücrelerini, bu tip kas hastalığı olan fareye transplante etmişler. Ve kas kök hücrelerinin hasta farede transplante edilen bölgede geliştiklerini ve bu çok önemli olan distrofi adlı proteinin yaptıklarını gözlemişler.”
Görüyor musunuz sevgili kardeşlerim, diyelim ki bir kas harabiyeti var, yetersizliği var ve buradaki yetersizlik müessesesini yok eden bir ilâve. Distrofiyi yenebilecek olan bir protein oraya transplante ediliyor. Ne oluyor neticede? Bu protein görev yapıyor ve yaptığı görevle hastalıklı kaslar, görev yapamayan kaslar sağlıklı kas haline dönüşüyor; görev yapabilen kas haline dönüşüyor. Şimdi burada hastalık belirli bir bölgede, oraya transplante ediliyor bu protein, distrofiyi önleyecek olan protein oraya transplante ediliyor.
“Ve kas kök hücrelerinin hasta farede transplante edilen bölgede geliştiklerini görmüşler. Yalnız bu kas kök hücrelerinin bütün kaslara gidebilmesi için yeni teknikler geliştirilmesi gerektiğini de belirtmişler.”
Problem burada başlıyor. Diyelim ki parmak ucunuzda bir kas normal çalışmıyor. Buraya transplante edilecek olan bu protein burada görev yapar ve bu konuyu kökünden halleder. Ama ya vücudun her tarafında bu kas yetersizliği söz konusuysa? O zaman her tarafa birden bu proteinin transplante edilmesi lâzım, bu kök hücrelerinin. Bütün mesele hastalıklı olan kas bölgesine, hastalıksız olan kök hücrelerinin transplante etmek. O zaman hücre üremesi başlıyor ve bu üremeyle o hücreler kendi çevrelerindeki hücrelere de sağlam bir dizayn oluşturmada yardımcı oluyor. Distrofil adlı proteinin yaptıklarını gözlemişler. Ama başka yerlerde de hastalık varsa ya da bütün vücudun kasları hastalıklıysa o zaman bütün vücuda tek tek transplante edilmesi mümkün değil gibi görünüyor. Belki zaman içinde bu geliştirilebilir ve bütün çevreye yayılabilir diye düşünüyoruz.
“Bu tür tedavi tekniklerinin gelişmesiyle, binlerce bu tür kas distrofili hastaların hayatının kurtulacağı vurgulanmış.”
Sevgili kardeşlerim, konunun önemi şurada: Vücudumuz binlerce, belki on binlerce kastan oluşuyor. Her taraf; kafamız,vücudumuzun her tarafı kaslardan vücuda geliyor. Hareket halindeki bütün uzuvlar, bütün vücudumuzun çevresi kaslarla donanmış durumda ve bu kaslar vücudumuzun her yerinde. Bunlardan nerede bu distrofi görünürse, kas görev yapamıyorsa, adale görev yapamıyorsa o zaman o kasın bulunduğu çevreye, oraya transplante edilecek olan bu proteine havi sağlam kök hücreler, orada o hücrelerin şeklini alacak ama sağlıklı olanların şeklini alacaktır; o görevi yapabilecek olan bir ortama büründürecektir. Belirli yerlerde tespit edilen bu noktalarda transplantasyon netice verecektir.
Sevgili kardeşlerim, burada bütün vücudun hasta olması halinde nasıl sonuç alınacağı birinci problem. Ama bir problem daha çıkabilir, Allahû Tealâ hiçbir faktörü vücuda eğer onun bir faydası yoksa yerleştirmez. Eğer Allahû Tealâ bu proteini insan vücudunda oluşturmuşsa bu protein, o kişinin vücudunda proteinin yapılmasında bozukluk var. Belki bir başka tedavi yolu, proteini yapma yöntemi vücuda dikte edilebilirse bu proteini vücudun üretmesi mümkün olursa, o zaman meseleyi kökünden halletmemiş olmamız söz konusu. Her halükârda ilgi çekici ve gelecek için çok ümit vaat eden bir gelişme diye düşünmemiz lâzım sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler.
Ankara’dan O. A. kardeşimiz diyor ki:
SORU: “Alman ve İngiliz uzmanlar, FOXP2 adı verilen genin konuşma için gerekli çene ve yüz hareketlerinde etkili olabileceğinin görüldüğünü söylemişler, tespit edildiğini söylemişler. Araştırmacılar tek bir gendeki temel birkaç değişikliğin neden fareler ya da maymunlar konuşamazken insanların konuşabildiğini açıklamaya yardımcı olduğunu belirtiyorlarmış.”
CEVAP: Tek bir gende, bir tek gende temel birkaç değişiklik var. Bu değişiklik sebebiyle insanoğlu konuşuyor ama bu değişikliğin olmadığı maymunlar, hayvanlar, fareler konuşamıyorlar.
“Fareden, orangutan ya da şempanzeye kadar hayvanlarda çok benzer olan bu genin modern insanda 120 bin, 200 bin yıl önce göreli olarak çok küçük değişime uğradığı aktarılmış. Almanya'daki Max-Planck Enstitüsü ile İngiltere'deki Oxford Üniversitesi'nden Wolfng Enard ve meslektaşlarının farelerde şempanzelerde orangutanlarda ve insanlardaki geni inceledikleri belirtilmiş. Bu araştırmada muhtemelen insanın dil yeteneğine katkı sağlayan bir şekilde, genin insandaki versiyonunun diğer hayvan türlerinden farklı olduğu bulunmuş. Buna göre insandaki gende bulunan iki nokta, şempanze, goril ve şebek türlerinden üç noktada orangutandan farklılık gösteriyormuş.”
Şempanze, goril ve şebek türlerinden farklılığı iki ayrı noktada tecelli ediyormuş. Ama orangutandan üç nokta farklıymış.
“Geçen yıl FOXP2 geninin, iki normal kopyasının olmadığı insanlarda konuşma güçlüğü olduğunu ortaya çıkarmışlar. Bu güçlük, salt konuşmada dil bilgisi hatalarına yol açmıyor.”
Sadece konuşmadaki dil bilgisi hataları değil, onun ötesinde de güçlük var.
“Sözcükleri açıkça söyleyebilmeyi de olanaksız kılıyormuş. Sözcükleri açıkça söylemeye de engel teşkil ediyormuş. Bu genin konuşmayı sağladığını söyleyebilir miyiz?” diyor kardeşimiz.
Elbette tıp bunu tespit etmiş durumda. Genin eksikliği halinde konuşma imkânı sağlanamıyor.
Denizli’den F. Hanım kardeşimiz diyor ki:
SORU: Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan bir araştırmada, SCD1 geni yok edilen farelerin aşırı yağlı yiyeceklerle bile şişmanlatılamadığı belirlenmiş. Vücutta yağ depolanmasında rol oynayan SCD1 geni yok edilen iki kobay, birkaç hafta aşırı yağlı yiyeceklerle beslenmiş. Fareleri şişmanlatabilmek için her yolu deneyen doktorlar, farelerde karaciğer ve diğer organlardaki dokularda da yağ depolanmadığını tespit etmişler. Bilim adamları ilerde SCD1 genini devre dışı bırakacak bir ilacın geliştirilmesiyle insanlarda şişmanlık sorununun çözülmesini ümit ediyorlarmış.
CEVAP: Sevgili kardeşlerim, araştırma çok ilgi çekici. Yani SCD1 geni alınan bir hayvan vücudunda yağ birikiminin olması, artık mümkün olmayan bir duruma geliyor. Şişman kardeşlerimiz, SCD genlerine sahip oldukları için hayıflanacaklardır şimdi. Ama tıp, bunu yakında inşaallah halledecektir. Halledince bu şişmanlık hastalığı da kökten kalkacaktır. Şişmanlamaya mâni oluyor da şişmanladıktan sonra acaba sonuç ne oluyor? Şişman bir kardeşimiz eğer zayıflamak istiyorsa, SCD1 geni alındığında acaba nasıl bir zayıflama mümkün olabilecek? Şimdi bir tanesi bu yağlanma konusu ama SCD1 geni başka bir açıdan daha değerli.
“SCD1 geni olmayan farelerde yani yok edilen farelerde kandaki glikoz oranında yükselmediğini belirlemişler. Hayvanlarda insüline karşı duyarlılığın arttığını gözlemişler. Aşırı yağlı ve şekerli besinler verilen SCD1 geni olmayan farelerde beslenmeden sonra kan şekerinin yükseldiğini kaydeden uzmanlar, yükselen değerin kısa sürede normale döndüğünü belirtmişler. SCD1 geni bulunan farelerde ise aşırı yağlı beslenmeden sonra kan şekerinin arttığı, ancak uzun süre bu değerin düşmediği gözlenmiş. SCD1 geni olmayan farelerin alınan yağları kısa sürede enerjiye çevirebildiklerini ifade etmiş. Ve bu hayvanlarda oksijen tüketiminin de arttığını söylemişler. Bu çalışmayı değerlendirir misiniz?” diyor kardeşimiz.
Aslında çok güzel bir bulgu. Ama şunu kesin olarak biliyoruz ki; vücuda faydalı olmayacak bir geni Allahû Tealâ ne yaratır ne de vücudun içinde barındırırdı. Bu alınan genin tıbbın henüz tespit etmediği bir faydası mutlaka vardır. SCD1 geni secde geni. Bu genin alınmasında adeta bir mucize yaşanıyor. Yani kişi ne yerse yesin asla o yediği şey, yağ olmuyor. Enerjiye dönüşüyor, vücut onu yakıyor. Kan şekeri yükselmesi diye bir olay yok. Şeker yükseliyor herkes gibi ama hemen arkasından normale dönüyor. Şeker hastalığının sebebi o, normale dönememesi ve vücudun harabiyete başlaması, vücudun harap olmasına yol açması.
Burada her şeyden evvel geçici bir tecrübe bile olsa, bu olay topluma tatbike edilebildiği gün şişmanların birçoğu fazla kilolarını kaybedebilirler mi? Olabilir diye düşünüyorum. Mademki bu gen yok edildiği zaman vücut yağ tutmuyor, yağlanması mümkün değil; o zaman vücuttaki yağları eritebilmesi de söz konusu olacak. Ama dikkat edin, her hücrenizde 23 çift kromozom var, her kromozomda da genler. Bu genler bütün vücudunuzda var. O zaman genin alınması nasıl olacak? 70 trilyon hücredeki genlerin hepsi mi alınacak, yoksa belli bir noktadaki genler mi alınacak? Kişinin o gen alındıktan sonra şişmanlaması mümkün değil ama acaba şişman bu kişi, bu geninin yok edilmesi halinde zayıflayabilecek mi? Ne tür bir zayıflama olacak? Bir de söylediğimiz gibi AllahûTealâ’nın sadece zararlı bir maksat için vücuda gen koyması söz konusu değil. Mutlaka bir faydalık fonksiyonu da vardır. O faydalık fonksiyonun ne olduğu tespit edilmemiş durumda ama zayıflama için böyle bir tatbikata başlayan kişide bu sonuç hemen anlaşılır diye düşünüyoruz.
Allah razı olsun.
Bursa’dan K. İ. kardeşimiz diyor ki:
SORU: Bilim adamları, anne karnındaki bebeğin uyluk kemiğinin uzunluğuna bakarak ilerdeki yaşlardaki tansiyonu konusunda bilgi edinebileceğini kaydetmiş.
CEVAP: Bebeğin uyluk kemiğine bakarak ileriki yaşlardaki tansiyonu konusunda bilgi edinebileceğini kaydetmiş. Çok enteresan bir olay sevgili kardeşlerim, inanılmaz gibi görünüyor. Bize bir fıkrayı hatırlattı. Öğretmen diyor ki: “Sınıfta gördüğünüz gibi,” diyor, “benim ceketimin kolundaki düğmelerden, üç düğmeden sağ taraftan bir tanesi noksan ve” diyor, “ayakkabılarımın bir tanesindeki bağ da kopmuş durumda ve” diyor, “ben gözlüğümün bir tarafındaki bir kırığın da var olduğunu sizlere söylemek istiyorum. Bu durumda ben kaç yaşındayım?” Çocuklardan birisi: “Efendim, siz 25 yaşındasınız,” affedersiniz, “50 yaşındasınız.” demiş. Öğretmen hayret etmiş. “Evlâdım,” demiş, “yahu gerçekten ben 50 yaşındayım ama sen bunu nasıl keşfettin?” “Çok kolay.” demiş. “Efendim,” demiş, “bizim mahallede bir Orhan abi var; 25 yaşında ve yarı deli demiş. Yarı deli.”
İşte böyle sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, şimdi bir bebekteki anne karnındayken daha uyluk kemiğine bakıp da bu kemikten o kişinin tansiyonunu ortaya çıkarmak, bu bizim aklımıza hiç yatmadı. Bunların arasında nasıl bir ilişki olabilir?
“Ama Avusturyalı bilim adamı Kevin Blake ve çalışma arkadaşları, 18. ve 38. gebelik haftası arasında olan 300 fetusun (yani ceninin) uyluk kemiğini ölçmüş.”
Ölçmenin bir sistematiği olmalı, ölçmüşler.
“Doğan çocukların tansiyonunu 6 yıl sonra ölçen bilim adamları, anne karnındaki 24. haftasında uyluk kemiği kısa olan çocukların tansiyonunun da o oranda yüksek olduğunu tespit etmiş.”
Hayret verici bir sonuç sevgili kardeşlerim, uyluk kemiği ile tansiyon arasındaki ilişki. Tansiyon bir kan basıncı hastalığıdır. Kemiklerle uzaktan yakından bir ilişkisi yok. Ama adamlar da tecrübeyi yapmışlar, hem de 300 çocuk üzerinde. Yalnız aklımıza şöyle bir şey geliyor: Aslında başka sebeplere bağlı olarak değişen bu tansiyon derecesi, acaba uyluk kemikleri ile de alâkalı olabilir mi? Adamlar bunu ispat ettiklerini söylüyor ama sevgili kardeşlerim, bu bizim aklımıza yatmadı. Yani bir insanın vücudundaki uyluk kemiği küçük olur veya büyük olur, bütün vücuttaki kan dolaşımının içindeki kan basıncının vücuttaki bir kemiğin uzun veya kısa olması sebebiyle artması veya eksilmesi ters orantılı olarak hem de geliyor, uyluk kemiği kısaldıkça tansiyon yükseliyor. Bunu 300 çocuktan 3000 çocuğa, 30 bin çocuğa çıkardığımızda bu durumun değişeceğini düşünüyoruz. Ama bu noktadan hareketle gebeliğinin son döneminde olan annenin beslenmesinin bebeğin sağlığı üzerinde önemli etki etmediğini tahmin ediyorlarmış bunlar. Öyleyse eğer çocuktaki uyluk kemiğini uzattırabilirsek yani anneye tesir etmek suretiyle, ona kalsiyum tatbik etmek suretiyle kemik gelişmesini ceninin kemik gelişmesini daha uygun hale getirebilirse tıp; yani çocuğun uyluk kemiğinin büyümesi halinde tansiyonun düşmesi o zaman söz konusu olabilirmiş gibi.
Sevgili kardeşlerim, bu ilişkiyi kuramadığımızı itiraf etmek mecburiyetindeyiz. Bize hiç akılcı gelmedi. Belki birçok faktörün içinde bir tanesi de budur, olabilir. Ama uyluk kemiği ile tansiyon arasında bir ilişki kurmak; burada doktorların da inceleme alanı çok ilginç. Nereden nereye? Hiç alâkası olmayan iki konu; birisi kemik, öteki kanın içindeki, kan damarlarının içindeki basınç. Yani insanın aklına geliyor; kemik kısa olsa ne olur, uzun olsa ne olur? Bu basınç, kan basıncı, tansiyon kendi cephesinden birçok sebebe bağlı ama bu sebeplerden hiç birisi uyluk kemiği ile alâkalı değil gibi görünüyor. Belki de alâkalıdır. Kardeşlerimizin bunları yazmasından memnuniyet duyduğumuzu her zaman ifade etmek isteriz.
Adana’dan H. Y. kardeşimiz der ki:
SORU: Rus bilim adamları, beynin çeşitli bölümlerinin gelişimini belirleyerek bir insanın hangi alanda yetenekli olduğunu tespit edebileceklermiş. Rusya Bilimler Akademisi Morfoloji Araştırma Enstitüsü uzmanları, insan beyninin tüm detaylarını gösteren haritayı kişi hayattayken çıkarmayı başarmış.
CEVAP: İnsan beyninin bütün detaylarını… Bu tabiî bütün olamaz. Bize göre bütün. Daha insanların ulaşmadığı neler var ama biz öyle kabul edelim, bütün detayları çıkarmayı başarmışlar diyelim.
“Bunun daha önce yalnızca kişi öldükten sonra yapılabildiğini söylemişler.”
O zaman da bütün detayları çıkaramazlar. Ama insanların ulaşabildikleri ilgi alanları içindeki detaylardır muhakkak. Unutmayın sevgili kardeşlerim, her yeni keşifte keşfin %5’ini algılayabiliyoruz, %95’i bilgimizin dışında kalıyor. Her yeni aydınlığa çıkan şey beraberinde %95 karanlıkla geliyor. Yani bilmediğimiz alan %95 büyüyor, bildiğimiz alan %5 büyüyor. İnsanla Yaratıcı arasındaki farka dikkatle bakmanız için söylüyorum bunu. Gen haritasında incelenen genlerin görevlerinin ne olduğunun sadece %5’i hakkında kesin sonuç alınabilmiş. Araştırmalar devam ediyor. Her yeni buluş, kocaman bir bilinmeyen sahayı da beraberinde getiriyor.
“Beynin arka kısmı hareket, yan kısımları; sağ ve sol taraf müzik, yan alt kısımları dinleme ve diğer kısımlarının farklı yeteneklerle bağlantılı olduğunu hatırlatan bilim adamları, artık bilgisayar yardımıyla beyin haritası çıkarıp, kişinin yeteneklerinin geniş analizini yapacak duruma geldiklerini kaydetmişler.”
Hay Allah razı olsun.
“Bu bilim adamlarının bu çalışmaları hakkında ne buyurursunuz?” diyor. “Bu haritanın bize başka ne gibi faydaları olabilir?”
İnsanlar hakkında hüküm vermesinin ötesinde, bunu daha çocuklar gelişme çağındayken tespit edebilirsek ve doğruya ulaşabilirse insanlık; o zaman çocuğun geleceğini kabiliyetlerine göre yönlendirmek çok daha akılcı bir yöntem olur. Kabiliyet sahibi olan insanlar, kendi kabiliyetleri istikametinde geliştirilir. Boşuna zaman kaybedilmemiş, akıntıya kürek çekilmemiş olur. Herkes başkalarından farklı bir yeteneğin mutlaka sahibidir. Herkes başka bir alanda başkalarından üstün bir fonksiyonun sahibi olabilir. İşte böyle bir dizaynda kişinin yetenekleri vaktiyle belli olursa; çocukken, küçücükken belli olursa onun gelecek günlerinde nereye yönlendirileceği de net bir hüviyet kazanır. Ve sonuç çok verimli olur diye düşünüyoruz.
Allah razı olsun.
Aydın’dan Ş. Bey kardeşimiz der ki:
SORU: Avustralya'da Sydney Macquarie Üniversitesi'nde yapılan araştırmada, ışık hızının saniyede 300 bin km olarak değişmez sabit değerde olmayabileceği öne sürülmüş. Fizikçi Paul Davies ve ekibinin araştırmasında, ışığın evrenin derinliklerinden yolculuğunda milyarlarca yılda yavaşlamış olabileceği belirtilmiş. Albert Einstein'ın, “Enerji (e) = kütle (m) x ışık hızının (c) karesi ” formülü dâhil, görecelik kuramlarının da değişebileceği belirtiliyormuş. Dünyanın ve güneş sisteminin de üyesi bulunduğu samanyolu gök adasının bir ucundan bir ucuna ışık, 1 yılda kat ettiği 9,5 trilyon kilometreyle 110 bin yılda gidiyormuş. Fizikçi Paul Davies: “Işık hızı sabiti ve elektron yükü sabiti değişecek olursa gerçekten büyük soruna girmiş olacağız.” demiş.
CEVAP: Sevgili kardeşlerim, bize hiç mümkün görünmüyor bu söyledikleri şey. Bunlar sadece onların nazariyeleri ve hiçbir asla dayanmıyor, ellerinde bu konuda hiçbir delil yok. Allahû Tealâ’nın kanunu ise değişmez. Elektron hızı sabittir. Bütün elektronlar hangi tür hareketin içinde bulunurlarsa bulunsunlar, hareketleri boyunca kendilerine ulaşan nötrünolardan devamlı enerji alırlar. Bu enerji ile harekete ederler ve enerjinin kapasitesi değişmez. Işık hızında hızın değişmeyeceğinin bir başka kesin işareti de ışık hızına teşkil eden ışık fotonlarının bir elektronla bir karşıt elektrondan oluşmasıdır. Karşıt hızlar birbirini devamlı çekiyor. Bir elektron, bir karşıt elektron ışık hızını oluşturuyor ama eşit ağılıkta.
Biliyorsunuz ki aslında;
*Elektron ağırlığı karşıt elektronunun ağırlığının iki katıdır; birinci özellik, birinci kanun.
*Karşıt elektronların ağırlığı negatiftir; ikinci kanun.
Sadece negatif ağırlığın pozitif ağırlıkla eşdeğer olduğu yani karşıt elektronun ağırlığının devir sayısının ikisi birbirine paraleldir; arttığı bir ortamda, elektronun ağırlığının ve devir sayısının da arttığı bir ortamda, karşıt elektronun devir sayısı elektrondan daha fazla arttığı takdirde bu olay gerçekleşebilir ve foton oluşur, ışık fotonu. Aynı sayıdaki bir elektronla, aynı devir sayısındaki bir elektronla bir karşıt elektronun birbiriyle etkileşimidir. Elektron önce karşıt elektronu harekete geçirir, kendisine çeker, kendisinden öteye taşırır ve o noktada karşıt elektron aynı ağırlığa sahip olduğu elektronu çeker, kendisine aşırır ve böylece devamlı bir elektronun öne geçişi, karşıt elektronu kendisine çekişi, ondan sonra karşıt elektronun çekişi ve elektronu ileri geçirmesi söz konusu olur. Zincirleme reaksiyon devam eder. Ağırlıklar eşit olduğu için hızın artması veya eksilmesi söz konusu değildir. Öyleyse bu anlatılanlar sadece birer masal.
“Avustralyalı, Amerikalı ve İngiliz araştırmacıların doğanın kanunlarının değişebileceğine ilişkin buluşunun evrende başka boyutlar olabileceği gibi, yeni teorileri destekleyeceği belirtiliyormuş.”
Sevgili kardeşlerim, sadece 5 boyut var, başka boyut yok. Yükseklik, genişlik, derinlik; 3 boyut. Zaman, 4. boyut, hız; zamana dayalı bir faktör olarak 5. boyut. Ama 6. boyut yok. Öyleyse başka boyutlar olabileceği bir varsayım. Biz de olmayabileceği kanısındayız. Bundan evvel gördük ki hep, öne sürdükleri bir takım yanlış değerlendirmelerin biz doğrusunu hep açıkladık. Burada da aynı olayla karşı karşıyayız; ışığın hızı değişmez. Kuvvet dengesi var olduğu için değişmez. Işık ışını kendi ortamında saniyede 300 bin km hızla hareket eder ve bu rakam gerçekte tam 300 bin km midir? Yaklaşık da olsa 300 bin km’den biraz fazla, biraz eksik de olsa değişmez, sabittir. Sonuç değişmeyecektir.
“Bilim adamları, buluşlarının Hawaii’deki Keck teleskobuyla 14 milyar ışık yılı uzaklıkta bulunan bir kuasardan gelen ve kozmik gaz bulutu içinden geçen ışıkla ilgili gözleme dayandığı kaydedilmiş. Gaz bulutu içinde var olan ve kuasarın ışığını emmiş magnezyum, çinko ve hidrojen gibi elementlerin tayfını alan araştırmacılar, daha sonra bu tayfı dünyada oluşturulan diğer tayf modeliyle karşılaştırmışlar ve açıklanamayacak küçük farklılıklar bulmuşlar. Bu farklılıklarla ışık hızının dünyaya ulaştığı zamanda değişmiş olabileceği öne sürülmüş.”
Sevgili kardeşlerim, bu da sadece varsayım. 14 milyar ışık yılı uzaklıkta bulunan bir kuasardan gelen ve kozmik gaz bulutu içinden geçen ışıkla ilgili gözleme dayanıyormuş söyledikleri. Kozmik gaz bulutu içinden geçse ne olur, geçmese ne olur? Gaz bulutu içinde var olan ve kuasarın ışığını emmiş magnezyum, çinko ve hidrojen gibi elementlerin yani; “Bu magnezyum, çinko ve hidrojen elementleri kuasarın ışığını emmiş.” deniyor. Sevgili kardeşlerim, ışığın emilmesi eğer gerçek anlamda bir emilme söz konusu olsaydı, bu sadece o maddenin içine bir elektronla; her foton için bir elektronla bir karşıt elektronun ilâve edilmesi demekti. Ama neden böyle? Aslında hareket halindeki bir elektronla karşıt elektrondan bahsediyoruz ve elektronların ağırlığı ile karşıt elektronların ağırlığı farklı. Üstelik karşıt elektronların ağırlığı negatif.
İşte ne zaman ışık hızının hızı durdurulursa, bir aynadan ışığı geçirirken ayrışım gerçekleşebilirse o zaman bir elektronla bir karşıt elektron çıkar karşınıza. Ve ışığı emmiş diye düşünülen ister magnezyum olsun, ister çinko olsun, ister hidrojen olsun, bunların muhtevasında ışığın sürati durduğu anda elektronun hüviyetinde bir değişiklik olmaz. Karşıt elektronunkinde mutlaka değişiklik olur. Ya da bu elektronla karşıt elektronun hangi noktada eşleşmiş olduğuna bağlı. Elektronun da ağırlığında ve devir sayısında bir artma olmuştur, karşıt elektronun da ağırlığında ve devir sayısında bir artma olmuştur. Yalnız karşıt elektron elektronun iki katı hızla ağırlığını artırmıştır. Ve hareket halinde oldukları sürece bu hız hiç değişmeyecektir ama hareketsiz kaldıkları zaman yani ışık durdurulduğu zaman elektron ve karşıt elektron, hızın dışındaki eski modellerine geri döneceklerdir. Yani elektron ağırlığı gene karşıt elektron ağırlığının iki katı olacaktır. Karşıt elektronun ağırlığı gene negatif olacaktır. Ve elektron ağırlığının da yarısı kadar olacaktır.
Buradan aldıkları tayfla yani ışık görüntüsüyle dünyada oluşturulan diğer tayf modelleriyle karşılaştırmada açıklanamayacak küçük farklılıklar bulmuşlar. Şimdilik meslek sırrı olarak tutuyorlar. Ama sevgili kardeşlerim, bundan farklı bir neticeye ulaşmaları da mümkün değil. Bir zaman sonra bunun mümkün olmadığını hepimiz göreceğiz. Işın halindeyken, foton halindeyken karşıt elektron ve elektron eşit ağırlıktadır, tam bir denge içindedirler. Devir sayıları da eşittir, ağırlıkları da eşittir. Yalnız birisi pozitif, birisi negatif ağırlığın sahibi oldukları için birbirlerini devamlı etkileme imkânının sahibidirler. Durdurduğunuz zaman, bir yere vurdurduğunuz zaman onu, o maddenin bünyesinde kalıyorsa, o maddenin bünyesi elektron ve karşıt elektronu absorbe ediyorsa, kendi bünyesinde tutabiliyorsa, tutabildiği fotona ait olan eşitliklerin korunmadığı bir ortamı ifade eder. Yani elektronla karşıt elektron, foton olmaktan çıktıkları anda, fotonun birer unsuru olmaktan çıktıkları anda elektron kendi devir sayısına yani foton olmadan evvelki daha düşük olan devir sayısına ve ağırlığına geri döner. Karşıt elektron da çok daha aşağıda bir devir sayısına ve ağırlığa geri döner. Ve elektronun yarım ağırlığı kadar ağırlığa sahip olur.
Öyleyse fotondaki dizaynla emilen bir fotonun elektronu ve karşıt elektronu arasındaki dizayn aynı dizayn değildir. Bu durumda görüyoruz ki ilim sadece bilmediği bir alanda demonstrasyon yapmaktadır ve bir nevi biz biliriz havasına bürünüyorlar ama bilmiyorlar sevgili kardeşlerim. Bu söyledikleri mümkün değildir ama onlar değişmiş olabileceğini varsayıyorlarmış, onu öne sürüyorlarmış. Sürebilirler, biz de onlara Allah’ın bize öğrettiği ilmi söyleriz. O zaman hakikat ortaya çıkar.
Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, can dostlarım, gönül dostlarım, bu akşamki ekonomi ve bilim konulu konuşmamız da inşaallah burada tamamlanıyor. Allahû Tealâ’ya sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bir defa daha bizleri beraber kıldı, bir defa daha bir güzelliği yaşamamızı nasip kıldı. Öyleyse böyle bir dizaynda bir güzelliği beraber yaşadığımız için Rabbimize sonsuz hamd ve şükrederiz.
Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler can dostlarım, gönül dostlarım, Allahû Tealâ’nın hepinizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi inşaallah burada tamamlamak istiyoruz.
Allah hepinizden razı olsun.
İmam İskender Ali M İ H R