TARİHİ: 22.08.2002
Sevgili izleyenler, dinleyenler! Can dostlarım, gönül dostlarım, sevgili öğrenciler! Bu akşam sizlere ‘İslâm nedir? Tasavvuf nedir?’ isimli serinin tasavvuf bölümünü anlatmak istiyorum.
Tasavvuf nedir? Tasavvuf, İslâm’ın yaşanmasıdır. Tasavvuf, İslâm’ın ihya edilmesidir. Tasavvuf Hz. İbrâhîm’in, Hz. âdem’in, bütün peygamberlerin yegâne dîni olan, kâinattaki tek dîn olan hanif dîninin hayata geçirilmesinin adıdır.
Kur’ân’ı bilmeyen insanlar, tasavvufu bir lüks, bir fantezi veya gene tasavvufu, bir aşırı dîncilik olarak telakki etmişlerdir. Tasavvufu ‘bir orta yoldan git’ kaidesinin sınırlarını aşan, onun ötesinde olan, yaşanması gerekmeyen, birtakım zavallı insanların kendilerini telef ettikleri aşırı dîncilik olarak düşünmektedirler. Bir kısım insanlar da tasavvufa irtica diye bakarlar, gericilik…
Sevgili kardeşlerim! Bu insanlar böyle düşünmekte haklı mıdırlar? Evet, haklıdırlar. Çünkü onlara öğretilen Kur’ân’daki İslâm yani tasavvuf değildir. Onlara öğretilen, asırlardan beri insanların yazdıkları kitaplardaki bilgidir. Bu bilgi Kur’ân’dan tamamen ayrı bir dîn vücuda getirmiş dünyada. İslâm âlemi Kur’ân’ı yaşamıyorlar. Kur’ân’ı terk ettiler. Yani Kur’ân’ın hedef gösterdiği İslâm’ı yaşamıyorlar. Yani tasavvufu yaşamıyorlar.
Tasavvuf, aşırı dîncilik değildir. O irtica dedikleri şeyle neyi kastetmek istiyorlarsa tasavvuf, o da değildir. Tasavvuf, İslâm’ın ta kendisinin Kur’ân’daki İslâm’ın hayata geçirilmesinin, ihya edilmesinin adıdır. Tasavvuf, 14 asır evvel Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in ve sahâbenin yaşadıkları Kur’ân’daki İslâm’ın adıdır. Onlar dört başı mamur bir tasavvufu yaşadılar.
Tasavvuf, Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselme devresinde halkın çoğunluğunun, askerin bütününün, ulemanın büyük kısmının, esnafın tamamının yaşadığı bir vetiredir. İki defa Kur’ân yaşandı dünya üzerinde.
1- Peygamber Efendimiz (S.A.V) zamanında Araplar tarafından.
2- Osmanlı zamanında Osmanlı’nın yükselme devrinde.
Osmanlı Nizam-ı Âlem olduğu zaman, âleme nizam veren Osmanlı olduğu zaman bunun arkasında sadece tasavvuf vardı. Onu terk ettiğimiz zaman ne hallere geldiğimizi şimdi görün! Dünyaya avuç açan, parası olanlardan para dilenen bir ülke olduk. İçimizdeki işbirlikçiler ve illuminati…
Sevgili kardeşlerim! Tasavvufu bir düşman gibi görenler, yaşanmaması lâzımgelen bir hayat olduğunu iddia edenler, Kur’ân’ı bilmedikleri için böyle söylüyorlar.
Sevgili kardeşlerim! Tasavvuf acaba bu ismi nereden almış? Tasavvuf kelimesinin var olmasında iki alternatiften bahsediliyor. Birincisi,‘sof’ kelimesi. Sof, yün demek ve bundan 14 asır evvel tasavvufu yaşayan yani İslâmî hayatı yaşayan sahâbe, hepsi yün giyiyorlardı. Tasavvufun temelinde yün giyen insanların davranış biçimleri, dîni yaşayışları esas alınmıştır. Diğer bir alternatif, ikinci alternatif de ‘sofa’ kelimesi. ‘Tasavvuf ehli sofadır, sufadır.’ denilir. Sufa kelimesi bizim zamanımızda sofa diye kullanılan kelimedir. Medine’deki mescidin arkasında üstü örtülü, kenarları tamamen açık bir kesim vardı. 50-60 kişilik bir grup sahâbe, orada yatıp kalkarlardı. Görevleri Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in her söylediğini harfiyen öğrenmeye çalışmak ve o sohbeti dinlemeyenlere, dinleyemeyenlere anlatmaya çalışmaktı. Ehli sufa kelimesinden sufa kelimesi alınarak tasavvuf kelimesi üretilmiş.
Sevgili kardeşlerim! Tasavvufun bir kısım insanlar 8-9 asırlık bir hayatı olduğunu zannederler. “Peygamber Efendimiz (S.A.V) devrinde tasavvuf yokmuş, ondan 6 asır sonra tasavvuf oluşmuşmuş...” Allah’ın Kur’ân’ını incelemeyen, kendilerine Allah’ın Kur’ân öğretmediği, dîni, insanların yazdığı kitaplardan öğrenen zavallı insanlar hep yakıştırmalar yapmışlar. Vaktiyle onlardan birine rastlamıştık. Bir dîn adamıydı. Bir sohbette demişti ki: “Osmanlı’nın mahvolmasının sebebi tasavvuftur.” Biz de ona ispat etmiştik ki; Osmanlı’nın yücelmesinin sebebi tasavvuftur. Tasavvufun, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den 5-6 yüz yıl sonra başladığını iddia edenler, aslında tasavvufun ne olduğundan habersiz olan zavallılardır.
Sevgili kardeşlerim! İlmî bir kariyere sahip olan insanlar, eğer ellerindeki kitapları Kur’ân’la karşılaştırmıyorlarsa, “Bize bizim okuduğumuz kitaplar yeter.” diyorlarsa o zaman Bakara Suresinin 78. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ’nın onlar için ne söylediğine dikkat edin:
2/BAKARA-78: Ve minhum ummiyyûne lâ ya’lemûnel kitâbe illâ emâniyye ve in hum illâ yezunnûn(yezunnûne).
Ve onlardan bir kısmı ümmîlerdir. Onlar (Allah’ın) Kitabı’nı bilmezler, sadece emaniyeyi (kişilerin yazdığı kitapları) bilirler. Ve onlar sadece zanda bulunuyorlar.
“Onlar Kitabı bilmezler. Onlar sadece zanlarıyla, kuruntularıyla hareket ederler. Emaniyyeyle hareket ederler. Onlar emaniyyenin sahibidirler.” diyor Allahû Tealâ.
Dünyada şu anda İslâm öğreten birçok üniversite var. Bir de bizim bu duvarsız üniversitemiz var; Allah’ın Üniversitesi. İşte İslâm’la tasavvufun, birinin Allah’ın koyduğu kaideler, mutlaka emrolunması lâzımgelen temel esaslar; İslâm. İkincisinin de İslâm’ın hayata geçirilmesi, yaşanması; tasavvuf. Bu kadar.
Tasavvuf bir hayat tarzıdır, bir yaşam biçimidir. Ve kâinattaki tek dînin, Âdem (A.S) tarafından da yaşanan, bütün peygamberler tarafından da yaşanan, son peygamber olan Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) ve onun sahâbesi tarafından da yaşanan, kâinatın yegâne dîninin hayata geçirilmesi demek olduğunu söylemek istiyoruz.
Tasavvuf İslâm’ın, tasavvuf hanif dîninin, tasavvuf kâinatın tek dîninin hayata geçirilmesinin, yaşanmasının adıdır. Bir yaşam biçiminden, hayattan bahsediyoruz. Allah’ın farz kıldığı, değişmeyen tek kitap olan Kur’ân’daki bütün temel esasları gerçekleştiren, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in sünnetlerini buna ilâve ederek gerçekleştiren, sevgiyi temel alan, bütün insanlığa dostluğu, kardeşliği, sulh ve sükûnu ulaştırmaya çalışan, kâinatın, dîn saliklerinin tek dîninin yaşantısıdır.
Sevgili kardeşlerim! Bugün İslâm şeriatına baktığımız zaman, bu şeriatın kâinatın tek dîninin temel esaslarını yani İslâm’ı ihtiva etmediğini görüyoruz. İslâm yaşantısı bütün dünyada İslâm’ın 5 tane şartından ibaret olmuş: Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek, Kelime-i şahadet getirmek. 5 tane şart. “Bu 5 tane şartı yaşıyorsan kardeşim, sen mutlaka Allah’ın cennetine girersin. Eğer yaşamıyorsan gideceğin yer cehennemdir.” Diyorlar.
Sevgili kardeşlerim! Şeytan insanları korkunç bir tuzağa düşürmüş. Dikkat edin! Allah’ın emirleri iki cepheyi ihata eder.
1- Hedef emirler.
7 tane hedefi İslâm’da tahakkuk ettirmek mecburiyetindesiniz. Bunları yaşayabildiğiniz zaman tasavvufu yaşamış olursunuz. Siz bir mutasavvıf olursunuz. Aynı zamanda siz bir gerçek İslâm olursunuz. Gerçek insan, gerçek İslâm’ı yaşayan insandır. İnsan olduğunun bilincinde olan, kâinatın en üstün mahlûku olarak yaratıldığının idrakinde olan ve kendisini böyle yaratan Rabbine şükran borçlu olan ve hayatını Allah’a adayan bir insanın yaşadığı hayattır tasavvuf. Tasavvuf, mutluluğun kaynağıdır. Sadece tasavvufu yaşayanlar, dünya mutluluğunun bütününe ve cennetin en üst standartlarına sahip olabilirler. Tasavvuf, İslâm’ın 7 safhasını da içerir.
Bugünkü dîn öğretimine bakarsanız, üniversitelerden müfredat programını alın, teker teker inceleyin, inceleyin, inceleyin, neticede İslâm’ı bulamazsınız. İslâm, o öğretinin içinde mevcut değildir! İslâm 7 tane safha içerir. Tasavvuf da bu safhaların, 7 tane safhanın yaşanmasının adıdır. Kimdir ehli tasavvuf? Mutasavvıf kimdir?
1- Allah’a ulaşmayı dileyendir. Sahâbe? Dilediler. Kimdir mutasavvıf?
2- Allah’a ulaşmayı dilediği için Allah’tan mutlaka alacağı 12 tane ihsanla Allah’ın mürşidine ulaştırıp o mürşidin ününde diz çöken, ona tâbî olan kişi tasavvufun ikinci safhasını yaşamıştır.
Böylece vücudundan ayrılan ruhunu -14. basamakta bu işlem oluyor- 14. basamakta vücudundan ayrılmış olan ruhunu Sıratı Mustakîm üzerinden kim 21. basamakta Allah’a ulaştırmışsa, seyr-i sülûkunu tamamlamışsa, Allah’ın Zat’ında ruhu yok olmuşsa, o kişi ehli tasavvuftur, mutasavvıftır. O kişi bu noktada 3. safhadadır. Bütün sahâbe 3. safhaya ulaştılar. 1. safhayı da 2. safhayı da 3. safhayı da yaşadılar.
Tasavvufun 4. safhası, fizik vücudu (vechi), Allah’ın bütün emirlerini yerine getiren, yasak ettiği hiçbir fiili işlemeyen bir hüviyete getirerek Allah’a teslim etmektir. 25. basamakta gerçekleşir. Bu, İslâm’ın da tasavvufun da 4. safhasıdır. 4. kat cennete kişiyi ulaştırır. Dünya saadetinin %80’inden fazlasına ulaştırır.
Ne zaman kişi daimî zikre gelmişse, ulaşmışsa o kişi, 5. kat cennetin ve dünya saadetinin %100’ünün sahibi olur. Bütün sahâbe bunu da gerçekleştirmişlerdi. Buraya kadar olan bütün kesimleri gerçekleştirmişlerdi.
İslâm’ın 6. safhasında, irşada ulaşmak söz konusudur. Bütün sahâbe irşada ulaşmışlardı ve 7. safhasında iradeyi de Allah’a teslim etmek söz konusudur, Allah’ın vasiyetine, Allah’ın ahdine uygun olarak. Burası son safhadır. Kişiyi irşad makamına ulaştırır.
Sevgili kardeşlerim! Bunların herbiri Allahû Tealâ’nın temel emirleri, bütün insanların oraya ulaşmasını istiyor. Kendisinden sonra gelecek nesilleri irşada ulaştırmak için irşad makamının sahibi kılmak istiyor Allahû Tealâ. Biliyor musunuz sevgili kardeşlerim, bütün sahâbe irşad ehliydi, irşad makamının sahibiydi. Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesi son noktaya ulaştıklarını, iradeyi de Allah’a teslim ettiklerini ve irşad makamının sahibi olduklarını ve tâbiîni irşada ulaştırdıklarını kesin olarak ifade ediyor Allahû Tealâ, Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesinde.
9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ihsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehâl enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).
O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah'a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden (Mekke'den Medine'ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.
Öyleyse sevgili kardeşlerim! Bugün tatbik edilmekte olan dînin temellerine indiğiniz zaman, kocaman bir saha göreceksiniz. Bu saha fıkıh sahasıdır. Alabildiğine genişletilmiş ve bu konuda çok âlimler yetişmiş, halen hayatta, bu konunun gerçek âlimleri dünyada bu ilmi lâyık-ı vechiyle temsil ediyorlar.
Ama sevgili kardeşlerim! Fıkıh ilmi insanı kurtaramaz. Fıkıh bilen âlimler kendi dînlerinin 14 asır evvel tatbik sahası bulan, adına tasavvuf dediğimiz İslâm’ın, İslâmî yaşantının bütününü gerçekleştirmedikleri sürece hep -ne kadar hazin bir tecellidir ki- kurtuluşun, felâhın dışında kalacaklardır.
Sevgili kardeşlerim! Kanunları Allah koyar. İşte tasavvuf dediğimiz hayatta, İslâm’ın tatbikatında: Ruhun da fizik vücudun da nefsin de ve iradenin de Allah’a teslimi esastır. 14 asır evvel yaşanan İslâm’la bugünkü İslâm’ı karşılaştırdığınız zaman dîn ilminin, İslâmiyeti öğreten dîn ilminin Allah’ın temel hedeflerinden ne kadar saptığını net bir şekilde görmek söz konusu olur. Onun için tasavvuf yani Kur’ân’daki İslâm’ın yaşanması bugünkü dîn adamlarının mutlaka öğrenmeleri gereken bir hak gerçektir. Hakk’ın bir hakikatidir ve âlimlerin çok büyük bir kısmı dînlerinden haberdar değillerdir.
Sevgili kardeşlerim! Bundan 14 asır evvel sahâbenin yaşadığı dîn İslâm dîniydi. Onlar mutasavvıftı. Tasavvufu bütün boyutlarıyla yaşayanlardı. Öyleyse “tasavvuf nedir?” dediğimiz zaman söylediğimiz şeyler, birçok insana yaşanması lâzımgelenin ötesinde bir lüksün yaşanması gibi, farz olmayan bir şeylerin yaşanması gibi bir zehab uyandırıyor. Bir zanna kapılıyorlar. Kendilerinin yaşadığı İslâm’ın 5 şartını yeterli zannediyorlar. Hep zanna yani emaniyyeye dayalı bir öğrenme ve öğretme tekniği bugünün dîn camiasını bütün boyutlarıyla esaretine almış durumdadır.
İblis daha evvel kitapları değiştirmiş. Tevrat’ı da Zebur’u da İncil’i de değiştirmiş ama temele dokunamamış. ‘Allah’a teslim’ mevzuu hepsinde aynen duruyor. ‘Tek Allah’ mevzuu hepsinde duruyor. Allah’a teslim standartları da hepsinde duruyor. Geri kalan kesimleri değiştirmeyi başarmış. Bir değişiklikler yapmış ama bütün dînlerin içinde şu anda hristiyanların içinde de yahudilerin içinde de bütün dînlerin içinde de %10’dan daha küçük topluluklar Allah’ın kâinattaki yegâne dîninin esaslarını yani tasavvufu hâlâ yaşıyorlar.
23/MU'MİNÛN-44: Summe erselnâ rusulenâ tetrâ, kullemâ câe ummeten resûluhâ kezzebûhu fe etbâ’nâ ba’dahum ba’dan ve cealnâhum ehâdîs(ehâdîse), fe bu’den li kavmin lâ yu’minûn(yu’minûne).
Sonra Biz, resûllerimizi ardarda (arası kesilmeksizin) gönderdik. Her ümmete resûlü geldiği zaman, her defasında onu yalanladılar. Biz de onları birbiri arkasından (helâk ettik). Ve onları efsane kıldık. Artık mü’min olmayan kavim (Allah’ın rahmetinden) uzak olsun.
“Biz bütün milletlere ardarda resûl göndeririz.”
Dikkat edin! “Ardarda, ardı arkası kesilmeksizin.” diyor. “Ardarda resûl göndeririz ve hangi kavme resûl gönderdiysek o kavimdekiler o resûlü mutlaka yalanladılar. Mutlaka inkâr ettiler.” diyor Allahû Tealâ.
Hiç istisnası olmamış sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler! Bütün kavimlerdeki resûller, o kavmin halkı tarafından hep inkâr edilmiş, inkâr edilmiş ve inkâr edilmiş. Bugün de aynı şey oluyor. Bütün kavimlerdeki resûller inkâr ediliyor.
Şu anda hangi dînden olurlarsa olsun bütün ülkelerde Allah’ın Resûl’leri yaşıyor ve oradaki dîn öğretisini değil, Allah’ın kendilerine öğrettiği Hz. İbrâhîm’in hanif dînini insanlara anlatıyorlar. Ruhun, vechin, nefsin ve iradenin Allah’a teslim edilmesini insanlara anlatıyorlar. Dünya sulhünü neticede kuracak olan da onlardır. Anlaşılacaktır ki; sadece tek bir dîn vardır. İşte o dînin yaşanması, onun adı: Tasavvuftur.
Türkçemizde Allah’ın evliyasına ‘ermiş’ denilir. Nereye ermiş? Allah’a ermiş. Allah’ın emri üzerine ruhunu 12 defa üzerine farz kıldığı bir hüviyette o kişi ruhunu Allah’a hayattayken ulaştırmış. Ruhu Allah’a ermiş. Bu sebeple adı: Ermiş olmuş kişinin. Yani evliya olmuş.
Sevgili kardeşlerim! Şimdi sizinle 14 asır evvele dönüyoruz ve görüyoruz ki; sahâbe tasavvufun 7 safhasını da yaşamış (ya da sahâbe İslâm’ın 7 safhasını da yaşamış). Eğer sahâbenin hayatı, Kur’ân’daki İslâm hâlâ birçok insana bir şey söylemezse, o insanların kurtuluşunun mümkün olmadığı vakıası bizi sadece hüzne boğar. Hep acırız o dîn âlimlerine ki; ol mahiler ki, derya içredir deryayı bilmezler.
Sevgili kardeşlerim! 4 yıl İlahiyat Fakültesi okuyacaksınız. Bilmem kaç yıl master yapacaksınız. Bilmem kaç yıl doktora yapacaksınız. Doçent olacaksınız, profesör olacaksınız. Dîn öğreteceksiniz insanları kurtarmak için ama ne siz kurtulabileceksiniz ne de öğrettiğiniz insanlar. İşte İslâm gerçeğini, tasavvufu inkâr edenlerin durumu.
Sevgili kardeşlerim! Ne kalmış geriye İslâm’dan? Fıkıh kalmış. Ne kalmış geriye İslâm’dan? İslâm’ın 5 tane şartı kalmış. Ne fıkıh ne İslâm’ın 5 tane şartı hiç kimseyi kurtaramaz. Kurtarabilir mi? İslâm’ın 5 tane şartı sadece vasıtaları ifade eder. Allahû Tealâ ise hedef gösteriyor. Hedeflerle vasıtaları birbirine karıştırmayın! İblis insanlığın başına en büyük çorabı böyle örmüş. Namaz kılmak da zekât vermek de hacca gitmek de Kelime-i şahadet getirmek de hepsi sadece bir vasıtadır. Sizi Allah’a teslim olma hedefine götürecek olan bir vasıtadır. Allahû Tealâ sizden sadece Allah’a kul olmanızı yani ruhunuzu da vechinizi de nefsinizi de iradenizi de Allah’a teslim etmenizi ister. Farz kılmıştır üzerinize. Ve bu teslimleri gerçekleştirirken namaz da kılacaksınız oruç da tutacaksınız zekât da vereceksiniz hacca da gideceksiniz Kelime-i şahadet de getireceksiniz.
İslâm’ın 5 şartı o hedeflere sizi ulaştıracak olan vasıtalardır. İslâm’ın 5 şartı, İslâm’ı yaşamanız için yani tasavvufu yaşamanız için mutlaka kullanmak mecburiyetinde olduğunuz vasıtalardır. 4 tane menzile gideceksiniz. Bunun için bir araba kullanıyorsunuz, bu kullandığınız araba bir vasıtadır. Namaz kılmayı, oruç tutmayı, zekât vermeyi, hacca gitmeyi, Kelime-i şahadet getirmeyi ve bütün bunların üzerinde bunların hepsinden daha önemli olan toplamından da daha önemli olan zikir yapmayı ihata eder. Zikir de dahil olmak üzere hepsi vasıtadır, hedef değildir. Hedefler, demin söylediğimiz hedeflerdir.
1- Allah’a ulaşmayı dilemek.
2- İrşad makamına ulaşıp tâbî olmak.
3- Ruhu Allah’a ulaştırıp teslim etmek.
4- Fizik vücudu muhsin kılıp Allah’a teslim etmek.
5- Nefsi ahsen kılıp Allah’a teslim etmek.
6- İrşada ulaşmak.
7- İradeyi de Allah’a teslim etmek.
7 tane safha, tasavvufun esasını teşkil eder. Tasavvufî yaşantının, tasavvufun, İslâmî hayatın hepsi birer aşamasıdır. Hepsi ardarda gelen hedefleridir ve Allahû Tealâ hepsini farz kılmış.
Sevgili kardeşlerim! Bu yolun, tasavvufun en sonunda iradenin Allah’a teslimi gelir. Bu Kur’ân-ı Kerim’de ‘hakka tukatihi takva’ olarak adlandırılıyor. Takvanın 7. mertebesi ve herkesin üstüne farz:
3/ÂLİ İMRÂN-102: Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekullâhe hakka tukâtihî ve lâ temûtunne illâ ve entum muslimûn(muslimûne).
Ey âmenû olanlar, Allah’a karşı “O’nun hak takvası” ile (bi hakkın takva, en üst derece takva ile) takva sahibi olun! Ve sakın siz, (Allah’a) teslim olmadan ölmeyin!
Allahû Tealâ diyor ki: “Ey âmenû olanlar (yani Allah’a ulaşmayı dileyenler)! Öyle bir takva ile takva sahibi olun ki; bu bi hakkın takva olsun. Bu Hakk’ul yakîn takvası olsun. Ve siz ölmeyin, önce Allah’a teslim-i küllî ile (her şeyinizle) teslim olun, sonra ölün!”
Öyleyse lafın uzununa gerek yok. Şimdi sizlere ispat edeceğiz ki; bundan 14 asır evvel sahâbe 7 tane safhanın hepsini yaşamışlar. Bu, sadece en sonuncusunu söylediğimiz olay hepimize farz ise diğerleri de farz değil mi dersiniz? Zamanımızın dîn adamlarına ilk sualimiz: “Zikir farz mı?” ‘Değil’ diyorlar. Sonra ispat ediyoruz ki; zikir farzdır. O zaman biz onlara soruyoruz, zikrin farz olduğunu ispat ettikten sonra: “Farz mıdır?” diyoruz. ‘Farz’ diyorlar o zaman. Peki, madem farzdır, neden sizin 32 farzınızın içinde de 54 farzınızın içinde de zikir yok? Namaz kılmak var, oruç tutmak var, zekât vermek var, hacca gitmek var, Kelime-i şahadet getirmek var ama zikir yok. Kaldı ki; zikir de sadece bir vasıtadır. Hedef değildir, hedefe ulaştıracak olan vasıta.
İslâm, biliyor musunuz ‘silm’ kökünden geldiğine göre neden kafanızda bir çağrışım vücuda getirmiyor? Demek ki; bu, silm kökünün bütün dünyaya yayılmış olan temel anlamı teslimdir. Allah’a teslim olmak. Sevgili kardeşlerim! İblis devreye girmiş ve bu dîni bildiklerini düşünen insanlara demiş ki: “İslâm Allah’a teslim olmak demektir ve İslâm’ın da (Allah’a teslim olmanın da) 5 tane şartı vardır: Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek, Kelime-i şahadet getirmek. Kim bunları yaparsa İslâm’ın 5 tane şartını yerine getirmiştir. İslâm da Allah’a teslim olmak olduğuna göre bu kişi kendine düşeni yapmıştır. Allah’a teslim olmuştur.”
Gördünüz mü? İblis meseleyi çözmüş bile. Ama bu yüzden insanların %90’dan fazlasının gideceği yer cehennem. 73 fırkadan 72’si. Sadece onlar, İslâm’ı yaşayanlar, Sırat-ı Mustakîm’in üzerinde olanların kurtulabileceği ifade ediliyor.
Sevgili kardeşlerim! Şimdi beraberce 7 safhaya bakıyoruz ve beraberce Ra’d Suresinin 20, 21, 22. âyetlerine bakıyoruz. Allahû Tealâ buyuruyor:
13/RA'D-20: Ellezîne yûfûne bi ahdillâhi ve lâ yenkudûnel misâk(misâka).
Onlar, Allah’ın ahdini ifa ederler (ruhlarını, vechlerini, nefslerini ve iradelerini Allah’a teslim ederler). Ve misaklerini (diğer teslimlerle birlikte iradelerini de Allah’a teslim edeceklerine dair misaklerini) bozmazlar.
“Ellezîne yûfûne bi ahdillâhi: Onlar Allah’ın ahdini ifa ederler.” Yani? Yani ruhlarını da vechlerini de nefslerini de iradelerini de Allah’a teslim ederler.
“ve lâ yenkudûnel misâk: Misaklerini (ruhlarını ölmeden evvel Allah’a ulaştırmak konusunda Allah’a verdikleri yeminlerini) bozmazlar.”
13/RA'D-21: Vellezîne yasılûne mâ emerallâhu bihî en yûsale ve yahşevne rabbehum ve yehâfûne sûel hisâb(hisâbi).
Ve onlar Allah’ın (ölümden evvel), Allah’a ulaştırılmasını emrettiği şeyi (ruhlarını), O’na (Allah’a) ulaştırırlar. Ve Rab’lerine karşı huşû duyarlar ve kötü hesaptan (cehenneme girmekten) korkarlar.
“Vellezîne yasılûne mâ emerallâhu bihî en yûsale: Ve onlar Allah’ın Allah’a ulaştırılmasını emrettiği şeyi (ruhlarını) Allah’a ulaştırırlar.
ve yehâfûne sûel hisâb(hisâbi): kötü hesaptan (günahlarının sevaplarından fazla olması sebebiyle) cehenneme gitmekten korkarlar.
ve yahşevne rabbehum: ve Rabblerine karşı huşû duyarlar.”
13/RA'D-22: Vellezîne saberûbtigâe vechi rabbihim ve ekâmûs salâte ve enfekû mimmâ razaknâhum sirren ve alâniyeten ve yedraûne bil hasenetis seyyiete ulâike lehum ukbed dâr(dâri).
Onlar, sabırla Rab’lerinin Vechini (Zat’ını, Zat’a ulaşmayı ve Allah’ın Zat’ını görmeyi) dileyenler ve namazı ikame edenler, onları rızıklandırdığımız şeylerden gizli ve açıkça infâk edenlerdir. Ve seyyiati, hasenat ile (iyilikle) savan kimselerdir. İşte onlar için, bu dünyanın (güzel bir) akıbeti (sonucu) vardır.
“Vellezîne saberûbtigâe vechi rabbihim: Ve onlar sabırla Allah’ın Zat’ını dileyenlerdir.” Ne olmuş bu insanlar? Allah’ın Allah’a ulaştırılmasını emrettiği ruhlarını Allah’a ulaştırmışlar. Kimmiş bu insanlar? Sabırla Allah’ın Zat’ını dileyenler. Allah’ın Zat’ına ulaşmayı dileyenler ve sadece Allah’ın Zat’ına ulaşmak değil aynı zamanda Allah’ın Zat’ını görmeyi de içeriyor konu.
Öyleyse bundan 14 asır evvel sahâbeye bakıyoruz. Acaba hepsi hidayete erdiler mi? Yani ruhlarını ölmeden evvel Allah’a ulaştırdılar mı? Hepsinin ulaştırdığını görüyoruz. Hepsi hidayete ermişler, ruhlarını Allah’a ulaştırmışlar. Ruhun hidayeti nedir? Allahû Tealâ âli İmrân-73’te buyuruyor:
3/ÂLİ İMRÂN-73: Ve lâ tu’minû illâ li men tebia dînekum, kul innel hudâ hudallâhi en yu’tâ ehadun misle mâ ûtîtum ev yuhâccûkum inde rabbikum, kul innel fadla bi yedillâh(yedillâhi), yu’tîhi men yeşâu, vallâhu vâsiun alîm(alîmun).
Ve (Ehli Kitap): “Sizin dîninize tâbî olandan başkasına inanmayın.” (dediler). (Habibim onlara) De ki: “Muhakkak ki hidayet Allah'a ulaşmaktır. (İnsanın ruhunun ölmeden önce Allah’a ulaşmasıdır.) Size verilenin bir benzerinin, bir başkasına verilmesidir.” Yoksa onlar, Rabbiniz'in huzurunda, sizinle çekişiyorlar mı? (Onlara) De ki: “Muhakkak ki fazl Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir.” Ve Allah, Vâsi’dir (ilmi geniştir, herşeyi kapsar), Alîm'dir (en iyi bilendir).
“İnnel hudâ hudallâh: Muhakkak ki; hidayet, Allah’a ulaşmaktır.”
“İnne: Muhakkak ki, şüphesiz ki
el hudâ: hidayet
hudallâh: Allah’a ulaşmaktır.”
Öyleyse bakıyoruz sahâbe hidayete ermişler mi? İki âyet kesinleştiriyor bunu. Birincisi Zumer Suresinin 18. âyet-i kerimesi:
39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahsenehu, ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).
Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).
“Onlar sözü dinlerler. Sözün en güzeline uyarlar. Onlar hidayete erdiler.” diyor Allahû Tealâ sahâbe için. Ama bir evvelki âyetle birleştirirsek daha güzel bir sonuca ulaşabiliriz. Zumer Suresinin 17. âyet-i kerimesi, Allahû Tealâ buyuruyor:
39/ZUMER-17: Vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâdi.
Ve onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah’a yöneldiler (Allah’a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!
“Onlar şeytana kul olmaktan içtinap ettiler ve Allah’a kul oldular. Kullarımı müjdele! Onlar sözü dinlerler. Sözün ahsen olanına tâbî olurlar. Onlar hidayete erdiler ve onlar ulûl’elbab oldular.” diyor Allahû Tealâ.
Hepsi hidayete ermişler, ruhlarını Allah’a ulaştırmışlar. Allah’a ulaşmayı dileyenler de ruhlarını Allah’a ulaştıranlar olduğuna göre Ra’d Suresinin 20 ve 21. âyetlerinden ve 22. âyetlerinden çıkardığımız sonuç bu oluyor.
13/RA'D-20: Ellezîne yûfûne bi ahdillâhi ve lâ yenkudûnel misâk(misâka).
Onlar, Allah’ın ahdini ifa ederler (ruhlarını, vechlerini, nefslerini ve iradelerini Allah’a teslim ederler). Ve misaklerini (diğer teslimlerle birlikte iradelerini de Allah’a teslim edeceklerine dair misaklerini) bozmazlar.
13/RA'D-21: Vellezîne yasılûne mâ emerallâhu bihî en yûsale ve yahşevne rabbehum ve yehâfûne sûel hisâb(hisâbi).
Ve onlar Allah’ın (ölümden evvel), Allah’a ulaştırılmasını emrettiği şeyi (ruhlarını), O’na (Allah’a) ulaştırırlar. Ve Rab’lerine karşı huşû duyarlar ve kötü hesaptan (cehenneme girmekten) korkarlar.
13/RA'D-22: Vellezîne saberûbtigâe vechi rabbihim ve ekâmûs salâte ve enfekû mimmâ razaknâhum sirren ve alâniyeten ve yedraûne bil hasenetis seyyiete ulâike lehum ukbed dâr(dâri).
Onlar, sabırla Rab’lerinin Vechini (Zat’ını, Zat’a ulaşmayı ve Allah’ın Zat’ını görmeyi) dileyenler ve namazı ikame edenler, onları rızıklandırdığımız şeylerden gizli ve açıkça infâk edenlerdir. Ve seyyiati, hasenat ile (iyilikle) savan kimselerdir. İşte onlar için, bu dünyanın (güzel bir) akıbeti (sonucu) vardır.
Öyleyse sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler! Görüyoruz ki; bütün sahâbe Allah’a ulaşmayı dilemişler. Öyleyse Allahû Tealâ’nın ‘Allah’a ulaşmayı dilemek üzerinize farz! Eğer dilemezseniz gideceğiniz yer cehennemdir.’ ifadesinin, tasavvufun bu temel mevzunun bütün sahâbe muhtevası içindeymişler.
Sonra? Sonraki kesime bakıyoruz. Bundan sonra ne oluyordu? Allah’a ulaşmayı dileyen kişilere Allahû Tealâ 12 tane ihsan veriyordu. Bu, 12. ihsanla onlar mürşidlerine ulaşıyorlardı ve tâbî oluyorlardı. Bütün sahâbe tâbî olmuş mu? Kesin. Allahû Tealâ diyor ki Fetih Suresinin 10. âyet-i kerimesinde:
48/FETİH-10: İnnellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûnallâh(yubâyiûnallâhe), yedullâhi fevka eydîhim, fe men nekese fe innemâ yenkusu alâ nefsihî, ve men evfâ bi mâ âhede aleyhullâhe fe se yu’tîhi ecren azîmâ(azîmen).
Muhakkak ki onlar, sana tâbî oldukları zaman Allah’a tâbî olurlar. Onların ellerinin üzerinde (Allah senin bütün vücudunda tecelli ettiği için ellerinde de tecelli etmiş olduğundan) Allah’ın eli vardır. Bundan sonra kim (ahdini) bozarsa, o taktirde sadece kendi nefsi aleyhine bozar (Allah’a verdiği yeminleri, ahdleri yerine getirmediği için derecesini nakısa düşürür). Ve kim de Allah’a olan ahdlerine vefa ederse (yeminini, misakini ve ahdini yerine getirirse), o zaman ona en büyük mükâfat (ecir) verilecektir (cennet saadetine ve dünya saadetine erdirilecektir).
‘Habibim! Sana biat etmek Allah’a biat etmektir. Onlar orada Akabe’de sana tâbî oldukları zaman o ağacın altında, onların ellerinin üzerinde Allah’ın eli vardı.” Biat kesin! Bütün sahâbe Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e biat etmişler. Demek ki; 14. basamaktaki tasavvufun ikinci kesimi de tamamlanmış sahâbe tarafından. İslâm’ın ikinci safhası, tasavvufun da elbette aynı standartlarda ikinci safhası.
Sonra devam ediyoruz. Acaba sahâbe hidayete ermişler mi? Demin gördük ki; 3. safhayı da 21. basamağı da tamamlamışlar. Hidayete ermişler. Hepsinin ruhu Allah’a ulaşmış. Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler! Bir konunun… 4. safha 25. basamakta fizik vücudu (vechi) Allah’a teslim etmek. Peki, onlar bundan 14 asır evvel vechlerini de (fizik vücutlarını da) Allah’a teslim etmişler mi? Hepsi etmişler. Allahû Tealâ çok net olarak söylüyor bunu. Diyor ki Âli İmrân Suresinin 20. âyet-i kerimesinde:
3/ÂLİ İMRÂN-20: Fe in hâccûke fe kul eslemtu vechiye lillâhi ve menittebeani, ve kul lillezîne ûtûl kitâbe vel ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe innemâ aleykel belâgu, vallâhu basîrun bil ibâd(ibâdi).
Bundan sonra eğer seninle tartışırlarsa o zaman onlara de ki: “Ben ve bana tâbi olanlar vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah'a teslim ettik.” O kitab verilenlere ve ümmîlere: “Siz de vechinizi (fizik vücudunuzu) (Allah'a) teslim ettiniz mi?” de. Eğer teslim ettilerse, o taktirde, hidayete ermişlerdir. Ve eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir. Ve Allah, kullarını en iyi görendir.
Habibim! O ümmîlere ve kitap sahiplerine de ki: ‘Ben ve bana tâbî olanlar, biz hepimiz vechimizi Allah’a teslim ettik.’ Sor bakalım o kitap sahiplerine ve ümmîlere: ‘Onların arasında da teslim olanlar var mı? Fizik vücutlarını Allah’a teslim edenler (vechlerini Allah’a teslim edenler) var mı?’ Eğer varsa mutlaka onlar daha evvel hidayet ermişlerdir.” diyor Allahû Tealâ. Yani daha evvel onlar mutlaka ruhlarını Allah’a teslim etmişlerdir.
Bir defa âyet net olarak bütün sahâbenin fizik vücutlarını Allah’a teslim ettiklerini kesinleştirmiş. Ama yetmez, daha evvel hidayete erdiğini de bir defa daha vurguluyor Âli İmrân Suresinin 20. âyet-i kerimesi bütün sahâbenin. Kimdir sahâbe? Peygamber Efendimiz (S.A.V)’i görenler değil, hayattayken görenler değil, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’i hayattayken görenlerden ona tâbî olanlar. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî olanlar, onlar sahâbe. Şimdi kendileri tâbiiyeti kabul etmedikleri için sahâbenin tarifini de değiştirmişler. “Peygamber Efendimiz (S.A.V)’i hayattayken görenlerdir.” diyorlar. Oysaki putperestler de görmüşlerdir Peygamber Efendimiz (S.A.V)’i, şeytana tapanlar da görmüşlerdir, hristiyanlar da görmüşlerdir, yahudiler de görmüşlerdir ama hiçbirisi sahâbe olmamıştır. Sahâbe, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî olanlardır.
Öyleyse hepsi tâbî olmuşlar. Peki, ruhlarını Allah’a ulaştırmışlar mı? Hepsi ulaştırmışlar. Fizik vücutlarını Allah’a teslim etmişler mi? Fizik vücutlarını da Allah’a teslim etmişler. Demek ki; 4. kat cennetin hepsi sahibi olmuş. Dünya saadetinin de %81’ine ulaşmışlar. Ama o kadarla kalmıyor. Onlar daimî zikrin de sahibi olmuşlar. Demin söylediğimiz Zumer Suresinin 18. âyet-i kerimesi bütün sahâbenin hidayete erdikten sonra ulûl’elbab olduğunu da söylüyor.
39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahsenehu, ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).
Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).
Allahû Tealâ Âli İmrân Suresinin 190 ve 191. âyetlerinde diyor ki:
3/ÂLİ İMRÂN-190: İnne fî halkıs semâvâti vel ardı vahtilâfil leyli ven nehâri le âyâtin li ulîl elbâb(ulîl elbâbı).
Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde, ulûl elbab için elbette âyetler (deliller) vardır.
3/ÂLİ İMRÂN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).
Onlar (ulûl elbab, lüblerin, Allah'ın sır hazinelerinin sahipleri), ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (daima) Allah'ı zikrederler. Ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve derler ki): "Ey Rabbimiz! Sen bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Sen Subhan'sın, artık bizi ateşin azabından koru.
“Li ulîl elbâb(ulîl elbâbı) yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim: O ulûl’elbab kullarım için ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah’ı zikretmek söz konusudur.” diyor Allahû Tealâ.
Öyleyse hep Allah’ı zikretmek... Daimî zikir, ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de Allah’ı zikretmektir. 25. basamakta fizik vücut Allah’a teslim edilir. Bütün sahâbe etmişler. 27. basamakta daimî zikirle nefs Allah’a teslim edilir. Bütün sahâbe nefslerini de Allah’a teslim etmişler. 27. basamak, 5. safha ve bütün sahâbe daimî zikrin sahipleri yani 5. kat cennetin ve dünya saadetinin %100’ünün sahipleri olmuşlar. Nefslerinde hiç afet kalmamış, tam bir mutluluk yaşamaya başlamışlar. Bu sebeple o devre asr-ı saadet deniyor.
Asr-ı saadet denmesinin arkasında acaba insanlar dünya zenginliğine mi sahip oldular zannediyorlar? Sahâbe asr-ı saadeti yaşadılar. Çünkü daimî zikre ulaştılar. İç dünyalarında da kesintisiz bir sulh ve sükûn hali (mutluluk) yaşadılar, dış dünyalarında da kesintisiz bir sulh ve sükûn hali (mutluluk) yaşadılar. Allah ile olan ilişkilerinde de kesintisiz bir sulh ve sükûn hali (mutluluk) yaşadılar. Dünya saadetinin %100’üne sahip oldular. Bu sebeple onlar asr-ı saadeti yaşadılar.
Tasavvufun 5. safhası daimî zikre ulaşmak, nefsi teslim ve 6. safhasına bakıyoruz; irşada ulaşmak. Bütün sahâbe irşada ulaşmış mı? Hepsi. Allahû Tealâ buyuruyor ki Hucurât Suresinin 7. âyet-i kerimesinde:
49/HUCURÂT-7: Va’lemû enne fîkum resûlallâh(resûlallâhi), lev yutîukum fî kesîrin minel emri le anittum ve lâkinnallâhe habbebe ileykumul îmâne ve zeyyenehu fî kulûbikum, ve kerrehe ileykumul kufre vel fusûka vel isyân(isyâne), ulâike humur râşidûn(râşidûne).
Ve aranızda Allah’ın Resûl'ü olduğunu biliniz. Eğer işlerin çoğunda size itaat etseydi, mutlaka sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah, size îmânı sevdirdi ve onu kalplerinizde müzeyyen kıldı. Küfrü, fıskı ve isyanı size kerih gösterdi. İşte onlar, onlar irşad olanlardır.
“Ey sahâbe! Biliniz ki; aranızda Allah’ın Resûl’ü var. Eğer o resûl sizin söylediklerinize itaat etseydi bundan çok zarar görürdünüz. Hatta Allah’ın lânetine bile muhatap olabilirdiniz. Ama Allah size îmânı sevdirdi. Fıskı, küfrü, isyanı kerih gösterdi. Hepinizin kalplerini o kalbinize yazdığı îmân kelimesiyle müzeyyen kıldı. İşte onlar irşada ulaşanlardır.” diyor Allahû Tealâ.
Öyleyse Allah’ın dizaynına baktığımız zaman Allah’ın farz kıldığı her hususun gerçekleştirildiğini görüyoruz sahâbe tarafından. Allahû Tealâ fizik vücudun teslimini de nefsin teslimini de farz kılmış ve bütün sahâbe fizik vücutlarını da nefslerini de Allah’a teslim etmişler. Allahû Tealâ: “Vechinizi Allah’a teslim edin ve böylece takva sahibi olun.” buyuruyor.
5/MÂİDE-11: Yâ eyyuhâllezîne âmenûzkurû ni’metallâhi aleykum iz hemme kavmun en yebsutû ileykum eydiyehum fe keffe eydiyehum ankum, vettekûllâh(vettekûllâhe) ve alâllâhi fel yetevekkelil mu’minûn(mu’minûne).
Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı, teslim olmayı dileyenler)! Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın; bir kavim size ellerini uzatmaya kalktığı zaman (Allah) onların ellerini sizden çekmişti. Ve Allah’a karşı takva sahibi olun (ruhunuzu, vechinizi (fizik vücudunuzu), nefsinizi ve iradenizi Allah’a teslim edin)! Mü’minler artık Allah’a tevekkül etsinler (güvensinler).
Tüm sahâbe vechlerini Allah’a teslim edip takva sahibi olmuşlar. Allahû Tealâ nefsin Allah’a teslimini de farz kılıyor, onlara dînde halis kullar olmayı emretmekle. Beyyine Suresinin 5. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:
98/BEYYİNE-5: Ve mâ umirû illâ li ya’budûllâhe muhlisîne lehud dîne hunefâe ve yukîmûs salâte ve yu’tûz zekâte ve zâlike dînul kayyimeh(kayyimeti).
Ve onlar, Allah için hanifler olarak dînde halis kullar olmaktan (nefslerini halis kılmaktan) ve namazı ikame etmekten ve zekâtı vermekten başka bir şeyle emrolunmadılar. İşte kayyum dîn (kıyâmete kadar devam edecek dîn) budur.
“Onlar emrolunmadılar, nefslerini halis kılmış, dînde halis kullar olmakla emrolundular.”
Böyle bir farz müessesesi gerçekleşmiş. Bakıyoruz ki; bütün sahâbe daimî zikre ulaşmış ve ihlâs sahibi olmuş. Sonra bundan sonraki kademe salâh makamının 4. mertebesindeki irşada ulaşmak. Görüyoruz ki; bütün sahâbe irşada ulaşmış. Peki, irşada ulaşmak farz mı? Elbet farz. Bakara Suresinin 186. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:
2/BAKARA-186: Ve izâ seeleke ıbâdî annî fe innî karîb(karîbun) ucîbu da’veted dâi izâ deâni, felyestecîbû lî velyu’minû bî leallehum yerşudûn(yerşudûne).
Ve kullarım sana, Benden sorduğu zaman, muhakkak ki Ben, (onlara) yakınım. Bana dua edilince, dua edenin duasına (davetine) icabet ederim. O halde onlar da Bana (Benim davetime) icabet etsinler ve Bana âmenû olsunlar (Bana ulaşmayı dilesinler). Umulur ki böylece onlar irşada ulaşırlar (irşad olurlar).
Diyor ki: “Ucîbu da’veted dâi izâ deâni, fel yestecîbû lî vel yu’minû bî leallehum yerşudûn: Dua edenin davetine, dua ettikleri takdirde icabet ederiz (ama herkesin değil). Ama onlar da Bizim davetimize icabet etsinler. Mü’min olsunlar ve böylece irşada ulaşsınlar.” diyor Allahû Tealâ.
Öyleyse irşada ulaşmayı Allahû Tealâ üzerimize farz kılmış. Bundan 14 asır evvel sahâbe gördük ki; hepsi irşada ulaşmışlar. İrşaddan sonra bi hakkın takvaya ulaşmak, iradenin teslimi söz konusu. Bakıyoruz ki; bütün sahâbe bu hedefe ermişler. Allahû Tealâ Bakara Suresinin 132. âyet-i kerimesinde teslim-i küllî ile teslim olanların yani iradelerini de Allah’a teslim edenlerin muhtevasını veriyor:
2/BAKARA-132: Ve vassâ bihâ ibrâhîmu benîhi ve ya’kûb(ya’kûbu), yâ beniyye innallâhestafâ lekumud dîne fe lâ temûtunne illâ ve entum muslimûn(muslimûne).
Ve, İbrâhîm (a.s) onu (Allah’a teslim olmayı) kendi oğullarına vasiyet etti. Ve Yâkub (a.s) da: “Ey oğullarım! Muhakkak ki Allah, bu dîni sizin için seçti. Artık siz, Allah’a teslim olmadan ölmeyin.” diye (vasiyet etti)..
Onların Allah’a teslimleri bi hakkın teslim, teslim-i küllî ile teslim ve ölçüsü de: “Fe lâ temûtunne illâ ve entum muslimûn: Siz ölmeyin! Önce Allah’a teslim olun. Sonra ölün.” deki bütün teslimler tamamlandıktan sonraki ölüm olayı. Âli İmrân-102’de de farz kılınmış. Diyor ki Allahû Tealâ:
3/ÂLİ İMRÂN-102: Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekullâhe hakka tukâtihî ve lâ temûtunne illâ ve entum muslimûn(muslimûne).
Ey âmenû olanlar, Allah’a karşı “O’nun hak takvası” ile (bi hakkın takva, en üst derece takva ile) takva sahibi olun! Ve sakın siz, (Allah’a) teslim olmadan ölmeyin!
“Yâ eyyuhellezîne âmenûttekullâhe hakka tukâtihî: Ey âmenû olanlar! Öyle bir takva ile takva sahibi olun ki; bu, bi hakkın takva olsun.
“ve lâ temûtunne illâ ve entum muslimûn: ve siz ölmeyin. Önce Allah’a teslim olun. Sonra ölün. (Yani bi hakkın takvanın sahibi olduktan, iradenizi de Allah’a teslim ettikten sonra ölün).” diyor Allahû Tealâ.
Ve bakıyoruz bütün sahâbe öyle yapmışlar. Bakara-132’de Hz. İbrâhîm’in Hz. Yakub’un ve orada sayılan kişilerin nasıl Allah’a teslim oldukları, bi hakkın teslimi, teslim-i küllî ile teslimi anlatıldıktan sonra 136. âyet-i kerimede sahâbenin o teslim ile teslim oldukları, müslüman oldukları ve ölmeden evvel iradelerini de Allah’a teslim ettikleri kesinleşiyor.
2/BAKARA-132: Ve vassâ bihâ ibrâhîmu benîhi ve ya’kûb(ya’kûbu), yâ beniyye innallâhestafâ lekumud dîne fe lâ temûtunne illâ ve entum muslimûn(muslimûne).
Ve, İbrâhîm (a.s) onu (Allah’a teslim olmayı) kendi oğullarına vasiyet etti. Ve Yâkub (a.s) da: “Ey oğullarım! Muhakkak ki Allah, bu dîni sizin için seçti. Artık siz, Allah’a teslim olmadan ölmeyin.” diye (vasiyet etti)..
2/BAKARA-136: Kûlû âmennâ billâhi ve mâ unzile ileynâ ve mâ unzile ilâ ibrâhîme ve ismâîle ve ishâka ve ya’kûbe vel esbâtı ve mâ ûtiye mûsâ ve îsâ ve mâ ûtiyen nebiyyûne min rabbihim, lâ nuferriku beyne ehadin minhum ve nahnu lehu muslimûn(muslimûne).
Deyin ki: “Biz Allah’a, bize indirilenlere, İbrâhîm (as.)’a, İsmail (as.)’a, İshak (as.)’a, Yâkub (as.) ve torunlarına indirilenlere, Musa (as.) ve İsa (as.)’ya verilenlere ve (diğer) nebîlere, Rab’leri tarafından verilenlere (sahife, kitap ve vahiylere) îmân ettik. Onların arasından hiçbirini ayırmayız (fark gözetmeyiz). Ve biz, O’na teslim olanlarız.”
Ama bu teslim kişiyi irşad makamına ulaştırdığına göre bir başka yönden daha sağlamasını yapabiliriz bu konunun, sahâbenin bi hakkın takva ile teslim olup olmadıklarını; acaba sahâbe irşad makamının sahibi oldular mı? Başkalarını Allah’a ulaştırdılar mı? Kesin. Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesi sahâbenin hepsinin Allahû Tealâ tarafından irşada memur ve mezun kılınanlar olduklarını görüyoruz. Diyor ki Tevbe-100’de Allahû Tealâ:
9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ihsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehâl enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).
O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah'a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden (Mekke'den Medine'ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.
“O sabikûn-el evvelîn var ya, hayırlardaki müsabakalarda yarışanlar, onların bir kısmı ensardandı bir kısmı muhacirîndendi, bir de onlara (ensara ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı.” diyor Allahû Tealâ.
Bütün sahâbe 28. basamağın 5. kademesine de ulaşmışlar. İradelerini de Allah’a teslim etmişler ve Allah’ın bu teslimden sonra söylediği: “İrşada memur ve mezun kılındın!” cümlesiyle irşad makamının sahibi olmuşlar, tâbiîni de irşad kademesine ulaştıracak kadar, onların tâbiiyetini mutlak olarak gerçekleştirmişler. Tâbiiyetin gerçekleştirilmesi 14. basamakta, hayırlarda yarışmaksa en az 26. basamakta gerçekleşir. Hikmet sahibi olmuş. Kim? Tâbiîn de hikmet sahibi olmuş. Tâbiîn de Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesindeki fevz-ül azîmin sahibi olmuş.
Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler! İrşad makamının sahibi ne yapar? Kendisini nasıl kendi mürşidi irşada davet etmişse ve aynı zamanda Allah’a davet etmişse, Allah’a davet eder. Bundan 14 asır evvel bütün sahâbe Allah’a davet ediyor muydu? İşte Allahû Tealâ Yûsuf Suresinin 108. âyet-i kerimesinde net olarak bunu söylüyor. Çok net olarak Allahû Tealâ buyuruyor ki; sahâbe için ve Peygamber Efendimiz (S.A.V) için:
12/YÛSUF-108: Kul hâzihî sebîlî ed’û ilâllâhi alâ basîratin ene ve menittebeanî, ve subhânallâhi ve mâ ene minel muşrikîn(muşrikîne).
De ki: “Benim ve bana tâbî olanların, basiret üzere (kalp gözüyle basar ederek, Allah’ı görerek) Allah’a davet ettiğimiz yol, işte bu yoldur. Allah’ı tenzih ederim. Ve ben, müşriklerden değilim.”
“Habibim! O ümmîlere ve kitap sahiplerine de ki: “Benim ve bana tâbî olanların, bizim hepimizin basiret üzere yani kalbimizdeki basar hassasıyla Allah’ı görerek, Allah’a davet ettiğimiz yol işte bu, Sıratı Mustakîm’dir. Bu bizim yolumuzdur.” de.” diyor Allahû Tealâ.
Şimdi sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler! Tasavvuf denilen şey; insanın Allah’a teslimi ve her teslimde daha büyük bir mutluluğu ve daha üst seviye bir cenneti elde etmesidir. Ve Allahû Tealâ bunu istiyor; herkes en üst seviyede cennetlerin sahibi olsun, herkes Kur’ân’ı yaşasın yani tasavvufu yaşasın.
Öyleyse bütün sahâbe irşad makamının sahibi oldular. İrşad, zamanımız ulemasınca reddediliyor. Deniyor ki: “Peygamber Efendimiz (S.A.V) son mürşiddi. Artık irşad yok. İrşad onunla birlikte kapandı. Peygamber Efendimiz (S.A.V) son Resûldü.” diyorlar. “Ondan sonra risalet de yok.” İkisi de Kur’ân’a hiç uymuyor sevgili kardeşlerim! Allahû Tealâ Peygamber Efendimiz (S.A.V) için diyor ki:
33/AHZÂB-40: Mâ kâne muhammedun ebâ ehadin min ricâlikum, ve lâkin resûlallâhi ve hâtemen nebiyyine, ve kânallâhu bi kulli şey’in alîmâ(alîmen).
Muhammed (A.S), sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası olmamıştır (değildir). Fakat Allah’ın Resûl’ü ve Nebîler’in (Peygamberler’in) Hatemi’dir (Sonuncusudur). Allah, herşeyi en iyi bilendir.
“Muhammed içinizden hiçbir erkeğin babası değildir. O Allah’ın Resûl’üdür ve Nebîlerin sonuncusudur.” diyor. “Resûllerin sonuncusudur.” demiyor. Ve şunu görüyoruz ki; emaniyye bilgilerin sahipleri tasavvufa karşı çıkıyorlar ama her açıdan yanlışlıkların sahipleri olarak. Tasavvufu bilmiyorlar, İslâm’ın 7 safhasını bilmiyorlar. İslâm’ın 28 tane basamağından, 4 tane 7 basamaktan haberleri yok. Ve en kötüsü İslâm’ın ve tasavvufun temeli olan Allah’a ulaşmayı dilemiyorlar. Yani kurtulmaları mümkün değil. İşte Yûnus Suresinin 7 ve 8. âyetleri:
10/YÛNUS-7: İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatmeennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).
Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah’a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.
10/YÛNUS-8: Ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).
İşte onların kazandıkları (dereceler) gereğince varacakları yer ateştir (cehennemdir).
Diyor ki Yüce Rabbimiz: “Onlar Bize ulaşmayı dilemezler (ruhlarını ölmeden evvel Bize ulaştırmayı dilemezler). Onlar dünya hayatından razı olurlar. Onlar dünya hayatı ile mutmain olurlar. Onlar Bizim âyetlerimizden gâfil olanlardır. Onların gidecekleri yer kazandıkları dereceler itibariyle ateştir (cehennemdir).” diyor Allahû Tealâ.
7/A'RÂF-146: Se asrifu an âyâtiyellezîne yetekebberûne fîl ardı bi gayril hakkı ve in yerev kulle âyetin lâ yu’minu bihâ ve in yerev sebîler ruşdi lâ yettehızûhu sebîlen ve in yerev sebilel gayyi yettehızûhu sebîlâ(sebîlen), zâlike bi ennehum kezzebû bi âyâtinâ ve kânû anhâ gâfilîn(gâfilîne).
Yeryüzünde haksız yere kibirlenen kimseleri, âyetlerimizden çevireceğim. Bütün âyetleri görseler, ona inanmazlar. Eğer rüşd yolunu görseler, onu yol edinmezler. Ve gayy yolunu görseler, onu yol edinirler. Bu; onların, âyetlerimizi yalanlamaları ve ondan gâfil olmaları sebebiyledir.
Ve zamanımızın dîn adamları bunların hiçbirini bilmiyor sevgili kardeşlerim! Tasavvufu yani İslâm’ı yaşamıyorlar ama İslâm’ı en üst seviyelerde öğrettikleri iddiasındalar. Öğrettikleri sadece İslâm’ın 5 tane şartıyla fıkıh ilmi. Sevgili kardeşlerim! İkisi de bir insanı Allah’ın cennetine ulaştırabilecek olan yeterliliğe sahip değildir. Şimdi bir sonuca ulaşıyoruz; tasavvuf 7 tane safha içerir, İslâm’ın 7 tane safhasını. O, 7 safhayı yaşayan insan, Allah’ın bütün insanlara hedef gösterdiği dünya saadetinin de cennetlerden Adn cennetinin de en üst katlardaki cennetlerin de sahibi olur. Allahû Tealâ’nın ne söylediğine dikkatle bakın! Söylediği şey, insanları bu hedefe ulaştırmayı alıyor muhtevasına; teslim.
Allahû Tealâ bu söylediğimiz bütün standartları farz kılıyorsa ve diyorsa ki: “Ey insanlar! Bana ulaşmayı dileyin! Sizde Benim bir emanetim var. Size ruhumdan üfürdüm. Geri almak üzere üfürdüm. Dünya hayatını yaşarken onu Bana iade etmekle mükellefsiniz.” diyor Allahû Tealâ. Ruhumuzun biz ölmeden Allah’a ulaşmasını Allahû Tealâ üzerimize tam 12 defa farz kılmış. Tasavvuf, en büyük boyutta bu farzların üzerine oturmuştur. Çünkü tasavvufla, Kur’ân’daki İslâm’la, Kur’ân dışı öğretilen bugünkü geleneksel İslâm öğretisi birbirinden en geniş anlamda burada ayrılırlar. Kitaplardan öğrenilen emaniyye bilgilerin temelini teşkil ettiği, tamamını teşkil ettiği geleneksel İslâm, ne Allah’a ulaşmayı kabul eder ne Allah’a ulaşmayı dilemeyi kabul eder ne mürşidi kabul eder ne fizik vücudun, nefsin, iradenin Kur’ân hakikatlerinde söylediğimiz standartlarda Allah’a teslimini kabul eder. E ne kalır geriye? Sadece İslâm’ın 5 şartı.
Sevgili kardeşlerim! Allah hedeflerden bahsediyor. “Ruhunuzu, vechinizi, nefsinizi, iradenizi Bana teslim edeceksiniz. Bunu emrediyorum size.” diyor. Bırakınız teslim etmeyi, “Dilemiyorsanız bunu, Bana ulaşmayı dilemiyorsanız, hiçbir zaman Benim cehennemimden kurtulamazsınız.” diyor. Ama bizim bu devirdeki dîn öğreticilerimizin bundan haberleri bile yok.
Sevgili kardeşlerim! Çok ciddî bir trajediden bahsediyorum. Bütün insanların İslâm’ı yaşadığını zanneden insanların topyekûn cehenneme doğru gidecekleri, %10’dan çok daha az insanın kurtulacağı bir devre yaşıyoruz. Dîni öğrettiklerini zannedenler bir şey öğretemiyorlar. Kurtuluşa ulaştırabilecek olan hiçbir şey öğretemiyorlar. Bunların arasında o kadar az insan İslâm’ı yaşıyor ki; bu, İslâm’ı yaşaması zaten en güzeli ifade ediyor. Ama onlar da büyük hüzün içerisinde. Neden? İslâm’ı yaşayanlar yani tasavvuf erleri, eğer öğretim üyesi olmuşlarsa o öğretim müessesesinde Allah’ın emirlerinin hiçbirisinin -insanları kurtuluşa ulaştıracak olan emirlerinden bahsediyorum- hiçbirisinin tatbik edilmediğini görmenin hüznü onları dilhun ediyor. Büyük hüzne sürüklüyor.
Ne yazık ki; bunlar böyle olmasına rağmen hangi üniversitedelerse o üniversitede sadece müfredat programını öğretebilecek olan bir yetkinin sahipleridir. Bu da ayrıca üzüntü konusu. Neden? Hem ilim öğreteceksiniz hem de insanları kurtuluşa ulaştıracak olan bir ilmi öğretme pozisyonundasınız ama öğreteceğiniz ilim hiç kimseyi Allah’ın cennetine ulaştıramıyor. Böyle büyük bir handikap, bir büyük aldanış ve şeytanın insanları büyük kitleler halinde cehenneme doğru milyarlarca insanı yolcu etmesi. Bunun arkasında sadece İslâm’ın yaşanamaması yani tasavvufî hayatta olmayış yatıyor. Tasavvufu yaşayamamak yatıyor.
Sevgili kardeşlerim! İblis insanları Allah’ın cennetine ulaştıracak olan temel faktörleri yok ederek İslâm’ın bacaklarını kesmiş. İnsanlar Allah’a ulaşmayı dilemiyorlar. Daha burada her şey bitiyor. Allah’a ulaşmayı dilemiyorlar, mürşidlerine ulaşmıyorlar. Mürşide inanmıyorlar. Ve ruhlarını Allah’a tabiatıyla ulaştırmaya inanmadıkları için ruhlarını Allah’a daha ölmeden evvel ulaştırmıyorlar. Ne kadar hazin bir tecelli... Diyorlar ki: “Ruh insana hayat verir. Kimin ruhu Allah’a ulaşmışsa o kişi mutlaka ölmüştür. Ondan sonra ruhu Allah’a ulaşmıştır.”
Sevgili kardeşlerim! Hiçbir dayanağı olmayan, Kur’ân’ın hiçbir âyet-i kerimesine dayanmayan yanlışlarla bugün bir dîn eğitimi bütün dünyayı kaplamıştır üniversitelerimizde. Bütün dünya üniversitelerinde. Ve sadece tasavvufun yaşanamamasından, tasavvufî hayatı lüks görerek, fuzuli görerek, aşırı kabul ederek, irtica zannederek tasavvufu insanların reddetmelerinden kaynaklanıyor. Bu cehaletin sadece o cehaletin sahiplerini cehenneme götürmesi söz konusu olsaydı hiçbir önemi olmayacaktı. Ama o öğrendikleri eksik bilgilerle amaçları araç edinen, hedefleri vasıta sayan, vasıtayı hedef gösteren bir dîn eğitiminin sahipleri.
Son derece önemli bir konudan bahsediyorum sevgili kardeşlerim! Bu dünya bir şey değil. Şu dünyada ne kadar yaşarsınız; 100 sene yaşayın, 200 sene yaşayın. Orada en az 2 milyar sene yaşayacaksınız. 2 rakamıyla başladığı için 2 milyar sene diyorum. Belki 2 katrilyon sene yaşayacaksınız, 2 trilyon sene yaşayacaksınız. Sonsuz bir hayat, ya cehennemde geçecek ya cennette geçecek. Bu dünyada yaşayacağınız hayat 100 sene olsa ne yazar, 200 sene olsa ne yazar? Ama bu dünyada onu kazanacak olan bir tek dileği dilemiyor bugünkü dîn adamları. Dilemedikleri zaman da ne yazık ki; gidecekleri yer cehennem olacak tasavvufu yaşamadıkları için.
32/SECDE-24: Ve cealnâ minhum eimmeten yehdûne bi emrinâ lemmâ saberû ve kânû bi âyâtinâ yûkınûn(yûkınûne).
Ve onlardan, emrimizle hidayete erdiren imamlar kıldık, sabır sahibi oldukları ve âyetlerimize (Hakk’ul yakîn seviyesinde) yakîn hasıl etmiş oldukları için.
Diyor ki Allahû Tealâ: “Onlardan (insanlardan) imamlar kıldım. Emrimizle hidayete erdirsinler diye insanları. âyetlerimize yakîn hasıl ettikleri için (yani İlm’el yakîn, Ayn’el yakîn ve Hakk’ul yakîn seviyesinde âyetlerimize yakîn hasıl ettikleri için ve sabrın sahibi oldukları için).” Sabrettikleri için değil. Onun çok daha ötesinde bir vakıa. Sabrın sahibi oldukları için. Sabrın sahibi olmak irşad makamını ifade eder. Sadece sabırlı olmak değil, bütün sabra sabırsızlığa müteallik sistemlerden %100 kurtulmak ve 12 mertebe bunun üzerine müzeyyen olmak. O insan sabrın sahibidir. O insan irşad makamının sahibidir.
Tasavvufun temelinde hidayet vardır. Ruhun hidayeti Allah’a ulaşmaktır. Fizik vücudun hidayeti Allah’a bütün emirlerini yerine getiren yasak ettiği hiçbir fiili işlemeyen bir hüviyetle fizik vücudun Allah’a teslim olmasıdır. Nefsin ahsen kılınarak Allah’a teslim olmasıdır. Yani gene aynı muhteva geçerli; Allah’ın bütün emirlerini yerine getiren, yasak ettiği hiçbir fiili işlemeyen bir nefs. O nefs, Allah’a teslim olmuştur ve iradenin Allah’a teslimi, kişinin 12 mertebede nefsin kalbini müzeyyen kıldıktan sonra iradesini Allah’a teslim etmesi hali.
İşte tasavvuf bunların hepsini gerçekleştiren İslâm dîninin, kâinatın tek dîni olan hanif dîninin yaşanmasıdır, hayata tatbik edilmesidir. Bir yaşam biçimidir ve teslimlerin 4’ünü de içerir. 7 tane safha ifade eder.
Şeytan mı? 14 asırda insanlara emaniyye bilgileri öğreterek vasıtaları hedefler haline getirmiş. 7 safhanın 7’si de hedeftir ve bu 7 safhanın 7’sini de yok etmeyi başarmış iblis. 14 asır evvel sahâbenin yaşadığı, Osmanlı’nın yükselme devresi boyunca çok büyük bir kısmının yaşadığı Allah’ın İslâm dîninin hayata geçirilmesi yok edilmiş iblis tarafından. Ve bu hedefler yerine, vasıtaları hedef göstermiş ve kabul ettirmiş herkese. Bir trajedi oynanıyor. 3’üncü milenyumun trajedisi. İnsanlar kitle halinde cehenneme doğru yol alıyorlar ve Allah’ın öğrettiklerini bilenler, tasavvufu yaşayanlar, Kur’ân gerçeği ile hayatlarını süsleyenler, kendi hayatlarının kurtulmasına rağmen bu kitle intiharına kaygıyla ve hüzünle bakıyorlar. Bu, bir kitle intiharıdır. Nasıl intihar edenler cehenneme girerlerse tasavvufu yaşamayanlar için de en azından temenni etmeyenler için de cehennem söz konusudur.
Sevgili kardeşlerim! Tasavvufun temeli başlangıç noktasındadır. Allah’a ulaşmayı dilemek veya dilememek, bir kişiyi mutlaka cennete götürür veya mutlaka cehenneme götürür. Kim Allah’a ulaşmayı dilemezse (âyet-i kerimeyi söyledik; Yûnus-7 ve 8) onların gideceği yer kesinlikle cehennemdir. Dîn öğreticileri bugün insan ruhunun Allah’a dünya hayatını yaşarken ulaşmasına inanmıyor. Mürşide inanmıyor. Zikrin farz olduğuna inanmıyor. Aşamaların hepsinin insanlar tarafından kullanılmaz hale gelmesini iblis 14 asırda kabul ettirmiş. Tasavvufun yaşanmasına, tasavvuf yaşantısına kesinlikle son vermiş iblis.
Öyleyse yok artık tasavvuf. Büyük kitleler her dînin içinde insanların %90’dan fazlası tasavvufu yaşamıyorlar. Ama gene hamdedilecek, şükredilecek bir taraf var ya, bütün dînlerin içinde %10’dan az bir kitle şu anda tasavvufu yaşıyorlar. Bizim yaşamakta olduğumuz tasavvufu. Peygamber Efendimiz (S.A.V) ile sahâbenin yaşadığı tasavvufu. Hz. Âdem’in, Hz. İbrâhîm’in, Hz. Nuh’un, Hz. Yakup’un, Hz. Musa’nın, Hz. İsa’nın ve Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in yaşadığı İslâm’ı yaşıyorlar. Kâinatın yegâne dînini yaşıyorlar. Bütün peygamberler aynı dîni yaşadılar. Adına, Hz. İbrâhîm’in hanif dîni diyor Allahû Tealâ. İşte onu yaşamak; o, tasavvuf adını alıyor.
İşte bu devirde, içinde bulunduğumuz devirde İslâm’ın hayata geçirilebilmesi, ihya edilmesi emri ile bu görevin sahibi kılındık. Allahû Tealâ bu çağa, içinde bulunduğumuz çağa Hidayet Çağı diyor. Ve Hidayet Çağındaki hidayet görevi bize tevdi edildi. Böyle bir dizaynda bizler, İslâm’ı, tasavvufu sahâbe gibi yaşayanlarız. Ve dîn öğretiminin yanlış ve yetersiz olduğunu herkese anlatmak mecburiyetindeyiz. Bu emri aldık.
Öyleyse sevgili izleyenler, dinleyenler! Can dostlarım, gönül dostlarım! Etrafınızdaki insanlara anlatmaya çalışacaksınız tasavvufu. Tasavvufun, dînin, İslâm’ın ta kendisi olduğunu, hiçbir fazlalık ihtiva etmediğini, onu fazlalıklarla, Allah’ın emretmedikleriyle mücehhez bir anlayış veya yaşam biçimi kabul edenlere düşündüklerinin, kendilerine öğretilenlerin yanlış olduğunu ispatla mükellefsiniz. Onlar bilmiyorlar sevgili kardeşlerim! Bilmedikleri için bu feci huzursuzluğu yaşıyorlar. Hem bu dünyada huzursuzlar hem ahirette ne yazık ki; cennette olamayacaklar. En çok üzüldüğümüz husussa, sadece bir tek talebin, Allah’a ulaşma talebinin bütün insanları mutlaka Allah’ın cennetine ulaştıracağı yetmez, dilerlerse Allahû Tealâ’nın mutlaka onları Allah’ın evliyası yapacağı tasavvufun omurgasıdır ve insanlar inkâr ediyorlar. Allahû Tealâ emrediyor, 12 defa üzerimize farz kılıyor ruhumuzun Allah’a ulaşmasını, tasavvufun ve İslâm’ın temeli budur ve Allahû Tealâ diyor ki: “Yalnız Bana ulaşmayı dileyeceksiniz, sizi Ben Kendime ulaştıracağım.”
29/ANKEBÛT-5: Men kâne yercû likâallâhi fe inne ecelallâhi le âtin, ve huves semîul alîm(alîmu).
Kim Allah’a mülâki olmayı (hayattayken Allah’a ulaşmayı) dilerse, o taktirde muhakkak ki Allah’ın tayin ettiği zaman mutlaka gelecektir (ruhu mutlaka hayattayken Allah’a ulaşacaktır). Ve O; en iyi işiten, en iyi bilendir.
“Men kâne yercû likâallâhi fe inne ecelallâhi leât: Kim Allah’a mülâkî olmayı, ruhunu ölmeden evvel Allah’a ulaştırmayı dilerse Allah’ın tayin ettiği o gün mutlaka gelecektir. Allah o kişiyi mutlaka Kendisine ulaştıracaktır.” Zaten ifade son derece açık. Tasavvufun şekillendiği âyeti kerime Şûrâ Suresinin 13. âyet-i kerimesi Allahû Tealâ buyuruyor ki:
42/ŞÛRÂ-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrakû fîhi, kebure alâl muşrikîne mâ ted’ûhum ileyhi, allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).
(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).
“Allah kullarından dilediğini, dilediklerini Kendisine seçer. Ve onlardan (seçtiklerinden) her kim Allah’a yönelirse onları Kendisine ulaştırır.” diyor. Ama ‘Kendisine ulaştırır.’ diyor. Yönelenleri, hayattayken, ölmeden evvel Allah’a ulaştırır ve Kur’ân baştan aşağı bunun için vardır. En azından ruhunuzun Allah’a teslimi Kur’ân’ın şaşmaz vazgeçmez bir simgesidir. Tasavvufun da simgesidir, İslâm’ın da simgesidir. İslâm’la tasavvuf arasında fark var mı? Birinin konulan kaidelerin bütünü oluşu, ötekinin o kaidelerin tatbikatı oluşu. Ama ikisi de netice itibariyle aynı şeydir. Aynı şeyi yaşamaktır. İslâm ve tasavvuf, mutluluğa eşittir.
Dikkat edin! tasavvufun daha ilk safhasında Allah’a ulaşmayı dilediğiniz an cennet mutluluğunu elde ettiniz. Ertesi gün öldünüz, Allah’a ulaşmayı dilediniz. Allah kalbinizde olan talebi gördü, işitti, bildi. Ertesi gün öldünüz, hiçbir ibadetiniz yok ama cennete gireceksiniz. Çarpıcı bir misal olsun diye veriyorum; 80 yaşında ölen birisini düşünün. 15 yaşında başlayan sorumluluğunu müdrik olmuş. İslâm’ın 5 şartını hayatına hep uygulamış. 65 sene namaz kılmış, oruç tutmuş, zekât vermiş, hacca gitmiş, Kelime-i şahadet getirmiş ve bu insan Allah’ın cennetine giremez sevgili kardeşlerim, Allah’a ulaşmayı dilemediyse. “Allah’a ulaşmayı dilemeyen Benim cennetime giremez.” diyor Allahû Tealâ.
Şimdi insanların reddettikleri ‘İnsan ruhunun ölmeden evvel Allah’a ulaşması yoktur.’ denilen müessese Allahû Tealâ tarafından tam 12 defa üzerimize farz kılınmış. Hadi gelin! Âyetlere beraberce bakalım.
1- Zumer-54:
39/ZUMER-54: Ve enîbû ilâ rabbikum ve eslimû lehu min kabli en ye’tiyekumul azâbu summe lâ tunsarûn(tunsarûne).
Ve Rabbinize (Allah’a) yönelin (ruhunuzu Allah’a ulaştırmayı dileyin)! Ve size azap gelmeden önce O’na (Allah’a) teslim olun (ruhunuzu, vechinizi, nefsinizi, iradenizi Allah’a teslim edin). (Yoksa) sonra yardım olunmazsınız.
“Ve enîbû ilâ rabbikum ve eslimû lehu min kabli en ye’tiyekumul azâbu: Üzerinize kabir azabı gelmeden önce Allah’a dönün. Allah’a ulaşın ve böylece Allah’a teslim olun. Yoksa sonra yardım olunmazsınız.” diyor Allahû Tealâ.
“Summe lâ tunsarûn: Sonra yardım olunmazsınız.” diye bitmiş. Ama kelimeye bakmak istiyorum. Mademki hatırlayamadım. Hatırlamalıyım. “Summe lâ tunsarûn: Sonra yardım edilmezsiniz.”
Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, sevgili kardeşlerim! Bu, 1. âyeti kerime.
2. âyet-i kerime: Rûm-31:
30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve O'na karşı takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.
“Munîbîne ileyhi vettekûhu: O’na dön. Allahû Tealâ’ya dönerek ulaş ve böylece takva sahibi ol.” diyor Allahû Tealâ.
3. âyet-i kerime: Fecr-28:
89/FECR-28: İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeten.
Rabbine dön (Allah’tan) razı olarak ve Allah’ın rızasını kazanmış olarak!
“İrciî ilâ rabbiki.” Ruha hitap ediyor Allahû Tealâ. “Rabbine rücû et. Rabbine geri dön. Geldiğin yer Rabbindir ve Rabbine tekrar geri dön. Allah’a ulaş!” diyor. O kişi hayattayken emrediliyor bu.
4. âyet-i kerime: Zâriyât-50:
51/ZÂRİYÂT-50: Fe firrû ilâllâh(ilâllâhi), innî lekum minhu nezîrun mubîn(mubînun).
Öyleyse Allah’a firar edin (kaçın ve sığının). Muhakkak ki ben, sizin için O’ndan (Allah tarafından gönderilmiş) apaçık bir nezirim.
“Fe firrû ilâllâhi: Öyleyse Allah’a firar et. Allah’a kaç. Allah’a sığın.”
5. âyet-i kerime: Lokmân-15:
31/LOKMÂN-15: Ve in câhedâke alâ en tuşrike bî mâ leyse leke bihî ilmun fe lâ tutı’humâ ve sâhibhumâ fîd dunyâ magrûfen vettebi’ sebîle men enâbe ileyy(ileyye), summe ileyye merciukum fe unebbiukum bi mâ kuntum ta’melûn(ta’melûne).
Ve bilgin olmayan bir şey hakkında, şirk koşman için seninle mücâdele ederlerse, ikisine de itaat etme! Ve dünyada onlara güzellikle sahip ol. Bana yönelenlerin (ruhunu Allah'a ulaştırmayı dileyenlerin) yoluna tâbî ol. Sonra dönüşünüz Banadır. O zaman yaptığınız şeyleri size haber vereceğim.
“Vettebi’ sebîle men enâbe ileyy: Kim Bana dönmüş, ulaşmışsa, yönelerek kim Bana ulaşmışsa sen de onun yoluna tâbî ol. Aynı yolu takip ederek sen de Bana ulaş.” Herbiri bir emir. İradesi olan, yaşamakta olan bir insana Allah’ın kesin farz emirleri.
6. âyet-i kerime: Yûnus 25:
10/YÛNUS-25: Vallâhu yed'û ilâ dâris selâm(selâmi), ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin mustekîm(mustekîmin).
Ve Allah, teslim (selâm) yurduna davet eder ve (teslim yurduna, Zat'ına ulaştırmayı) dilediği kimseyi, Sıratı Mustakîm'e ulaştırır.
“Vallâhu yed'û ilâ dâris selâm ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin mustekîm(mustekîmin): Allah selâm yurduna, selâm yurdu olan Allah’ın Zat’ına davet eder ve kimi oraya ulaştırmayı dilerse onu, Sıratı Mustakîm’e ulaştırır. Buradan selâm yurdunun Allah’ın Zat’ı olduğu kesinleşiyor. Çünkü Sıratı Mustakîm, Allah’ın Zat’ına ulaştırıyor. Nisâ-175’te Allahû Tealâ buyuruyor:
4/NİSÂ-175: Fe emmâllezîne âmenû billâhi va’tesamû bihî fe se yudhıluhum fî rahmetin minhu ve fadlın ve yehdîhim ileyhi sırâtan mustekîmâ (mustekîmen).
Böylece Allah'a âmenû olanları (ölmeden önce ruhunu Allah'a ulaştırmayı dileyenleri) ve O'na (Allah'a) sarılanları ise, (Allah) Kendinden bir rahmetin ve fazlın içine koyacak ve onları, Kendisine ulaştıran "Sıratı Mustakîm"e hidayet edecektir (ulaştıracaktır).
‘Kim Allah’a ulaşmayı ve Allah’a sarılmayı yani Allah’ın Zat’ında yok olmayı fenafillâh olmayı dilerse Allah onları rahmetinin ve fazlının içine koyacak ve onları Kendisine ulaşan (Allah’a ulaşan) Sıratı Mustakîm’e ulaştıracaktır.” Sıratı Mustakîm, Allah’a ulaştıran yol olduğuna göre, selâm yurduna ulaştıracaklarını da Allah Sıratı Mustakîm’e ulaştıracağına göre konu kesindir.
7. âyet-i kerime: Muzzemmil-8:
73/MUZZEMMİL-8: Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen).
Ve Rabbinin İsmi'ni zikret ve herşeyden kesilerek O’na ulaş.
“Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ: Allah’ın ismiyle zikret ve her şeyden kesilerek Allah’a geri dön.”
8. âyet-i kerime: Ra’d-21:
13/RA'D-21: Vellezîne yasılûne mâ emerallâhu bihî en yûsale ve yahşevne rabbehum ve yehâfûne sûel hisâb(hisâbi).
Ve onlar Allah’ın (ölümden evvel), Allah’a ulaştırılmasını emrettiği şeyi (ruhlarını), O’na (Allah’a) ulaştırırlar. Ve Rab’lerine karşı huşû duyarlar ve kötü hesaptan (cehenneme girmekten) korkarlar.
“Vellezîne yasılûne mâ emerallâhu bihî en yûsale.” 20 ile 21’i beraber söyleyelim:
13/RA'D-20: Ellezîne yûfûne bi ahdillâhi ve lâ yenkudûnel misâk(misâka).
Onlar, Allah’ın ahdini ifa ederler (ruhlarını, vechlerini, nefslerini ve iradelerini Allah’a teslim ederler). Ve misaklerini (diğer teslimlerle birlikte iradelerini de Allah’a teslim edeceklerine dair misaklerini) bozmazlar.
“Ellezîne yûfûne bi ahdillâhi ve lâ yenkudûnel misâk. Vellezîne yasılûne mâ emerallâhu bihî en yûsale: Onlar, Allah’ın ahdini yerine getirirler (yani ruhlarını da vechlerini de nefslerini de iradelerini de Allah’a teslim ederler ve misaklerini, özellikle misaklerini bozmazlar).” Neymiş misakleri? Misakleri neymiş?
“Ve onlar Allah’ın Allah’a ulaştırılmasını emrettiği şeyi (ruhlarını) Allah’a ulaştırırlar.” Misakleri, Allah’ın Allah’a ulaştırılmasını emrettiği ruhlarını Allah’a ulaştırmak.
Ne oluyor? Allah’ın emrettiği bir şey. Ruhumuzu hayattayken Allah’a ulaştırmak, Allah’ın emrettiği bir şey. Allah’ın 8’nci farzı. Farz olduğu ‘emir’ kelimesiyle kesinleşiyor.
9. âyet, ruhumuzun ölmeden evvel Allah’a ulaşmasının farziyetine ait 9. âyet: Allahû Tealâ Şûrâ Suresinin 47. âyet-i kerimesinde diyor ki:
42/ŞÛRÂ-47: İstecîbû li rabbikum min kabli en ye’tiye yevmun lâ meredde lehu minallâh(minallâhi), mâ lekum min melcein yevme izin ve mâ lekum min nekîr(nekîrin).
Rabbinize icabet edin (Allah’a ulaşmayı dileyin), Allah tarafından geri döndürülmeyecek olan günün gelmesinden önce. İzin günü, sizin için bir sığınak yoktur. Ve sizin için bir inkâr yoktur (yaptıklarınızı inkâr edemezsiniz).
“Üzerinize o değiştirilmesi mümkün olmayan gün, ölüm günü gelmeden önce Allah’ın davetine icabet edin.” diyor Allahû Tealâ. “Allah’ın davetine icabet edin.”
Allah’ın daveti neydi? Allah’ın Zat’ına davet.
1. âyet-i kerime: En’âm-152:
6/EN'ÂM-152: Ve lâ takrabû mâlel yetîmi illâ billetî hiye ahsenu hattâ yebluga eşuddehu, ve evfûl keyle vel mîzâne bil kıst(kıstı), lâ nukellifu nefsen illâ vus’ahâ ve izâ kultum fa’dilû ve lev kâne zâ kurbâ, ve bi ahdillâhi evfû, zâlikum vassâkum bihî leallekum tezekkerûn(tezekkerûne).
Yetimin malına, o en kuvvetli çağına gelinceye kadar, en güzel şekliyle olmadıkça yaklaşmayın. Ölçü ve tartıyı adaletle yerine getirin. Kimseyi gücünün dışında (bir şey ile) sorumlu tutmayız. Söylediğiniz zaman, yakınınız olsa bile, artık adaletle söyleyin. Allah’ın ahdini yerine getirin (ifa edin). Böylece tezekkür edersiniz diye, (Allah) işte böyle, size onunla vasiyet (emir) etti.
6/EN'ÂM-153: Ve enne hâzâ sırâtî mustekîmen fettebiûhu, ve lâ tettebiûs subule fe teferraka bikum an sebîlihi, zâlikum vassâkum bihî leallekum tettekûn(tettekûne).
Ve muhakkak ki; bu, Benim mustakîm olan yolumdur. Öyleyse ona tâbî olun. Ve (başka) yollara tâbî olmayın ki; o taktirde sizi, onun yolundan ayırır. İşte böyle size onunla vasiyet etti(emretti). Umulur ki böylece siz takva sahibi olursunuz.
“Ve bi ahdillâhi evfû. Ve enne hâzâ sırâtî mustekîmen fettebiûh: Allah’ın ahdini ifa edin. Yerine getirin. Ruhunuzu da vechinizi de nefsinizi de iradenizi de Allah’a teslim edin. İşte bu Sıratı Mustakîm’dir. Ona tâbî olun.” diyor Allahû Tealâ.
âyet-i kerimenin gerisinde de diyor ki: “Sakın! O Sıratı Mustakîm’in dışındaki fırkalardan herhangi birisine tâbî olmayın ki; bütün o fırkalar, sizi Allah’ın yegâne yolundan Sıratı Mustakîm’den saptırırlar.”
“Allah’ın ahdini yani ruhunuzu, vechinizi, nefsinizi ve iradenizi Allah’a teslim etme işlemlerini ifa edin (yerine getirin). Farz kılıyorum üzerinize.” diyor Allahû Tealâ, 10. defa.
11. âyet-i kerime: Mâide Suresinin 7. âyet-i kerimesi, Allahû Tealâ diyor ki:
5/MÂİDE-7: Vezkurû ni’metellâhi aleykum ve mîsâkahullezî vâsekakum bihî iz kultum semi’nâ ve ata’nâ vettekûllâh(vettekûllâhe) innallâhe alîmun bizâtis sudûr(sudûri).
Allah’ın, sizin üzerinizdeki nimetini ve: “İşittik ve itaat ettik” dediğiniz zaman, onunla sizi bağladığı misâkınızı hatırlayın. Allah’a karşı takvâ sahibi olun, Muhakkak ki Allah göğüslerde (sinelerde) olanı en iyi bilir.
“O gün işittik ve itaat ettik demiştiniz. Biz de üzerinize misakinizi farz kıldık.” diyor. Misakimiz, ruhumuzun biz ölmeden evvel Allah’a ulaşması. “Onu üzerinize farz kıldık.” diyor Allahû Tealâ. 11 oldu sevgili kardeşlerim!
12. âyet-i kerime: Nisâ-58:
4/NİSÂ-58: İnnallâhe ye’murukum en tueddûl emânâti ilâ ehlihâ ve izâ hakemtum beynen nâsi en tahkumû bil adl(adli). İnnallâhe niımmâ yeızukum bihî. İnnallâhe kâne semîan basîrâ(basîran).
Muhakkak ki Allah, emanetleri sahibine teslim etmenizi ve insanlar arasında hakemlik yaptığınız zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Muhakkak ki Allah, onunla (bununla) size ne güzel öğüt veriyor. Ve muhakkak ki Allah, en iyi işiten ve en iyi görendir.
“İnnallâhe ye’murukum en tueddûl emânâti ilâ ehlihâ: Allah, emanetleri o emanetlerin sahibine (emanetlerin sahibi tek, emanetler çoğul) o emanetlerin sahibine teslim etmenizi, tevdi etmenizi emreder.” diyor Allahû Tealâ. Allah’ın emri bir defa daha tahakkuk ediyor,12.
12 defa Allah ruhumuzun biz ölmeden evvel Allah’a ulaştırılmasını yani tasavvufu yaşamamızı üzerimize farz kılmış. Ve diyor ki: “Kim… Bana ulaşmayı bırakın bir tarafa, kim Bana ulaşmayı dilemezse onun gideceği yer cehennemdir. Ulaşmak daha sonraki iş ama ulaşmayı dilemezse gideceği yer cehennemdir.” diyor. Bir adım daha öteye geçmiş. “Kim de ulaşmayı dilerse onları da mutlaka cennetime alırım.” diyor. Yetmez, “Onları hidayete erdiririm. Evliyam yaparım. 3. kat cennetin sahibi kılarım. Ve onlara dünya saadetinin de %51’ini mutlaka teslim ederim. Karşılıksız, sadece Bana ulaşmayı dilemeleri bunun için yeterlidir.” diyor.
Kişi Allah’a ulaşmayı diliyor 3. basamakta. Allahû Tealâ o kişiyi 21. basamağa ulaştırıyor. Tasavvufun temeli her şeyden evvel ruhun Allah’a teslimidir. Kim ruhunu ölmeden evvel Allah’a ulaştırmışsa, ulaştırabilen kişi, Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’indeki İslâm’ı yaşıyor demektir. Tasavvufun ehlidir.
Sevgili kardeşlerim! Tasavvufun insanı ulaştıracağı yer bütün teslimlerden sonra, iç dünyadaki saadet, dış dünyadaki saadet ve Allah ile olan ilişkilerindeki saadettir. Bir insan Allah’a ulaşmayı dilemiyorsa o hep Nefs-i Emmare’de kalacaktır. İç dünyasında hep huzursuzluk olacaktır. Çünkü nefsi ile ruhu arasında devamlı bir kavga, onu devamlı huzursuz kılacaktır. Kim daimî zikre ulaşıp da nefsindeki bütün afetleri temizlerse nefsi faziletlerle dolacak, nefsinin bütün talepleri ruhunun taleplerine paralel olacak, iç dünyasındaki kavga bitecektir. Nefsle ruh arasındaki savaş bittiği için o kişi sulh ve sükûn içinde yaşayacaktır. İç dünyası sulh ve sükûn içinde olan bir insan olacaktır. Devamlı bir mutluluk ve sulh ve sükûn hali. İşte tasavvufun insanı ulaştıracağı yer, iç dünya saadeti olarak budur.
Dış dünyasında insanlar neden mutsuzdur? Başkalarına kötü davrandıkları için nefslerindeki afetler sebebiyle. Allah onlara devamlı azap verir. Arkadan kötü davrandıkları kişi onlardan intikam alır. İntikam aldıkları zaman bu kişiler bir defa daha huzursuz olurlar. Arkadan onlar da karşı taraftan intikam alırlar. İntikam aldıkları zaman yeni bir günah işledikleri için yeniden Allahû Tealâ onlara azap eder. Bir defa daha mutsuzdurlar. Eğer karşıdakilerinden intikamlarını alamıyorlarsa bu sefer de stres sebebiyle mutsuzdurlar. Dış dünyalarında da mutsuzdurlar.
Ama ya daimî zikre ulaştılarsa? Nefslerinin afetlerini yok ettilerse? O zaman bu insan nefsindeki afetler mevcut olmadığı için başkalarına kötü davranamaz. Onları huzursuz edemez ve bu sebeple hep kendisi huzur içinde yaşayacaktır, başkalarına da huzur verecektir. Her başkasına huzur verici davranışında Allah ona mutlaka huzur verecektir. Mutluluk ulaştıracaktır, azaplandırmak şöyle dursun. Arkasından, hiç kimse bu kişiden intikam almayacaktır. O da hiç kimseden intikam almak gereğini duymayacaktır ve bu kişi strese de hiçbir zaman ulaşmayacaktır. Çünkü nefslerinde afet olmayan insanlar bunlar.
Öyleyse bu kişinin iç dünyasındaki mutluluğun ötesinde dış dünyasında da sonsuz bir mutluluk duruma hâkim olacaktır. Ve sevgili kardeşlerim! Böyle bir dizaynda bu mutluluğu o kişi Allah ile olan ilişkilerinde de yaşayacaktır. Başlangıçta Allah’ın bütün emirlerini asla yerine getirmeyen, yasak ettiği her fiili mutlaka işleyen bir insan daimî zikre ulaşıp da nefsindeki afetler yok olunca nefsi ile ruhu aynı şeyleri isteyince, Allah’ın bütün emirlerine itaat edince, yasak ettiği hiçbir fiili işlemeyince bu kişi Allah’ın emirleri ve yasakları cephesinden de mutlak bir saadetin mutluluğun içine girecektir. Bütün emirlerini yerine getirdiği için Allahû Tealâ’nın, her emrin yerine getirilişinden sonra Allah ona mutluluk verecektir, huzur verecektir. Yasak ettiği hiçbir fiili işlemediği için her fırsat çıkıp da işlememe olayından sonra Allah ona o cephelerden de mutluluk verecektir. Huzur verecektir.
Görüyorsunuz ki; tasavvufun yaşantısı insanı daimî zikre ulaştırıyor. Nefsin ve iradenin teslimine ulaştırıyor. O noktada bulunan bir insan hem iç dünyasında sonsuz bir mutluluğun sahibi hem dış dünyasında sonsuz bir mutluluğun sahibi, devamlı bir sulh ve sükûn halinin sahibi, iç dünyasında da dış dünyasında da Allah ile olan ilişkilerde de. İşte İslâm, işte tasavvuf, işte mutluluk!
Öyleyse sevgili kardeşlerim! Allah sizin mutluluğunuzdan başka sizden hiçbir şey istemez. Hepinizin Allah’ın emirleri çerçevesinde ruhunuzu da vechinizi de nefsinizi de iradenizi de Allah’a teslim ederek tasavvufu yaşamanızı ve onun sonsuz dünya saadetini hem iç dünyanızda hem dış dünyanızda hem Allah ile olan ilişkilerinizde yaşamanızı ve mutlaka Allah’ın cennetinin sahibi olmanızı Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi inşaallah burada tamamlamak istiyoruz. Allah hepinizden razı olsun.
İmam İskender Ali M İ H R