}
Nahl Suresi 103-110 (Âyetlerin Sırları) 17.09.2002
Mp4 Mp3 Link

Sohbet Kodu: 104474

SOHPETİN ADI: NAHL SURESİ 103-110 (Âyetlerin Sırları)

TARİHİ:17.09.2002


Eûzubillâhimineşşeytânirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm. 

Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, can dostlarım, gönül dostlarım Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki bir defa daha bir Kur’ân-ı Kerim Tefsiri dersinde bizleri bir araya getirdi. 3. Sınıfın 1. Sırasında. Kod numaramız 3.1.12.16. 16 numaralı sure Nahl Suresi ve 103. âyetle inşallah konumuza giriyoruz.

Eûzubillâhimineşşeytânirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.

16/NAHL-103: Ve lekad na’lemu ennehum yekûlûne innemâ yuallimuhu beşerun, lisânullezî yulhıdûne ileyhi a’cemiyyun ve hâzâ lisânun arabiyyun mubîn(mubînun).

Ve andolsun ki Biz, onların: “Fakat O’nu (Kur’ân-ı Kerim’i), ona şüphesiz bir beşer (insan) öğretiyor.” dediğini biliyoruz. Ona isnad ettikleri kişinin lisanı acemidir (Arapça değildir). Bu (Kur’ân-ı Kerim) lisanı ise apaçık Arapça’dır.

Kelimeler:

ve lekad: Ve andolsun ki.

na’lemu: Biz biliyoruz, biliriz.

enne-hum: Onların (neticede) olduğunu.

yekûlûne: Diyorlar.

innemâ: Sadece, yalnız, fakat.

yuallimu-hu: Ona öğretiyor.

beşerun: Bir beşer, bir insan.

lisânu: Lisan (konuşma dili).

ellezî: Ki o.
yulhıdûne: Yöneliyorlar, isnad ediyorlar, dil uzatıyorlar.

(elhade: Yöneldi, dil uzattı.)

ileyhi: Ona.
a’cemiyyun: Yabancı, acemi, Arapça olmayan.

ve hâzâ: Ve bu.

lisânun: Lisan (konuşma dili).
arabiyyun: Arapça.
mubînun: Apaçık, açıkça.
 

Cümlecikler:

 

ve lekad na’lemu: Ve andolsun ki biz biliyoruz.

ennehum yekûlûne innemâ yuallimuhu beşerun: Onların: “Fakat onu (Kur’ân-ı Kerimi), ona bir beşer (insan) öğretiyor dediğini.

 

ve hâzâ lisânun arabiyyun mubînun: Bu (Kur’ân-ı Kerim) lisanı ise apaçık bir Arapçadır.

Cümlecikleri birleştiriyoruz:

 

“Ve and olsun ki Biz, onların: “Fakat O’nu (Kur’ân-ı Kerim’i), ona bir beşer (insan öğretiyor.’ dediğini biliyoruz.”

“Bu Kur’ân-ı Kerim’i, ona şüphesiz bir beşer (insan) öğretiyor dediğini biliyoruz.” Allahû Tealâ buyuruyor.

“Ona isnat ettikleri kişinin lisanı acemidir (Arapça değildir; Arapçanın dışındaki başka bir lisandır). Bu Kur’ân-ı Kerim lisanı ise apaçık Arapçadır.


Öyleyse Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e bir şeyler isnad etmek istiyor insanlar. O’nun bir güneş gibi yükseldiğini, etrafındaki insanların çoğaldığını görenler bu konuda bir şeyler uydurmak gereğini duyuyorlar ve diyorlar ki: “Muhakkak ki O’na bir beşer (insan) öğretiyor.” Bu Hristiyan dînine mensup bir Cebra, yahut Yaiş ismindeki birilerinden bahsediyorlar ama Cebra da Yaiş de Arapça’yı bilmiyorlar. Kur’ân-ı Kerim ise Arapça’nın ancak ileri seviyede ilim sahibi olanlar tarafından bilinebilecek olan bir lisana sahip. “Lisan açısından ileri seviyede.” diyoruz, dîni bilmek açısından değil. O, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e has bir olay; dînin esaslarını Allahû Tealâ’dan öğrenerek en üstün seviyede yerli yerlerine oturtabilmek.

 

Sevgili kardeşlerim, ne zaman Allahû Tealâ’nın bir resûlü Allah’tan öğrendiklerini anlatmaya başlarsa ki görevi olduğu için mutlaka bunu yapacaktır, başka bir alternatifi yoktur. Onu o göreve Allah tayin etmiştir ve o kişi bunu, o resûl bunu mutlaka gerçekleştirecektir. Söylediklerinin karşılığını veremeyen insanlar çeşitli hezeyanlarda bulunacaklardır, çeşitli şekillerde ona iftira edeceklerdir. Bu insanlık tarihi boyunca böyle ola gelmiştir. İşte bakıyoruz sevgili kardeşlerim, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e diyorlar ki: “O, onu kendinden uydurmuştur.” Diyorlar ki başka bir kısmı: “O’na bunları, bu Yaiş ya da Cebra öğretmiştir.” Bunlar eşyanın tabiatına çok uygun sonuçlar. Neden? Çünkü Allahû Tealâ buyuruyor ki Mu’minûn Suresinin 44. âyet-i kerimesinde:

 

23/MU'MİNÛN-44: Summe erselnâ rusulenâ tetrâ, kullemâ câe ummeten resûluhâ kezzebûhu fe etbâ’nâ ba’dahum ba’dan ve cealnâhum ehâdîs(ehâdîse), fe bu’den li kavmin lâ yu’minûn(yu’minûne).

Sonra Biz, resûllerimizi ardarda (arası kesilmeksizin) gönderdik. Her ümmete resûlü geldiği zaman, her defasında onu yalanladılar. Biz de onları birbiri arkasından (helâk ettik). Ve onları efsane kıldık. Artık mü’min olmayan kavim (Allah’ın rahmetinden) uzak olsun.

“Biz, bütün kavimlere resûller gönderdik; ardarda gönderdik.” Yani: “Hiçbir devrede hiçbir resûlü,  hiçbir devrede hiçbir kavmi resûlsüz bırakmadık. Bütün devirlerde mutlaka bütün kavimlerin içinde resûlleri vazifelendirdik.” diyor Allahû Tealâ. “Ama bütün kavimler resûllerini inkâr ettiler.” diyor. O resûllere tâbî olanlar var ama bunlar her zaman azınlıkta. Her devirde böyle olmuş. Bu devirde de bütün kavimlerde resûller var ve sizlere neler öğretiyorsak onları öğretiyorlar ama onlara da tâbî olanların sayısı, her zaman ait oldukları toplamın %10’undan daha az. 

İşte sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, can dostlarım, gönül dostlarım, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e de yaşadığı devirde ardarda birçok iftira atılmıştır. Bu da bunlardan sadece bir tanesidir.

Ve 104. âyet-i kerime:


Bismillâhirrahmânirrahîm.


16/NAHL-104: İnnellezîne lâ yu’minûne bi âyâtillâhi lâ yehdîhimullâhu ve lehum azâbun elîm(elîmun).

Muhakkak ki Allah, Allah’ın âyetlerine inanmayanları (îmân etmeyenleri) hidayete erdirmez (onların ruhunu Kendisine ulaştırmaz). Ve onlar için elîm azap vardır.

Kelimeler:

 

inne: Muhakkak ki, muhakkak.

ellezîne: Onlar.

lâ yu’minûne: İnanmazlar, mü’min olmazlar.

bi âyâti allâhi: Allah’ın âyetlerine.

lâ yehdî-him: Onları hidayete erdirmez.

allâhu: Allah.

ve lehum: Ve onlar için vardır.

azâbun elîmun: Elîm azap, acı azap (vardır).


Cümleciklere geliyoruz:

 

innellezîne lâ yu’minûne bi âyâtillâhi: Muhakkak ki onlar Allah’ın âyetlerine inanmazlar (inanmayanlardır).
lâ yehdîhimullâhu: Allah, onları hidayete erdirmez.

ve lehum azâbun elîm: Ve onlar için elîm bir azap vardır.

 

Cümlecikleri cümle haline getiriyoruz:

 

“Muhakkak ki Allah, Allah’ın âyetlerine inanmayanları hidayete erdirmez (onların ruhunu Kendi Zat’ına, Kendisine ulaştırmaz). Ve onlar için elîm bir azap vardır.”

 

İşte bir defa daha hidayet müessesesi sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler. Allahû Tealâ inanmayanları, Allah’ın âyetlerine inanmayanları ki bu inanmayanlar, âyetlere inanmadıkları için Allah’a ulaşmayı asla dilemeyeceklerdir ve Allahû Tealâ onları Kendisine ulaştırmaz. İki türlü insan var sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler: Allah’a ulaşmayı dileyenler, dilemeyenler. Allah’ın ayetlerine îmân etmeyenler, elbette Allah’a ulaşmayı dilemeyeceklerdir. Allah da onları hiçbir zaman hidayete erdirmeyecektir, kendi hallerine bırakacaktır. Allah onlarla uğraşmaz.

Ve 105. âyet-i kerimesine geliyoruz, Nahl Suresi 105:

 

Bismillâhirrahmânirrahîm.


16/NAHL-105: İnnemâ yefterîl kezibellezîne lâ yu’minûne bi âyâtillâhi ve ulâike humul kâzibûn(kâzibûne).

Sadece Allah’ın âyetlerine inanmayanlar, yalanla iftira ederler. İşte onlar; onlar, yalancılardır.

innemâ: Sadece, yalnız, fakat. 
yefterî: İftira ederler, uydururlar.
el kezibe: Yalan.

ellezîne: Onlar.

lâ yu’minûne: İnanmazlar.

bi âyâtillâhi (âyâti allâhi): Allah’ın âyetlerine.

ve ulâike: Ve işte onlar.

hum el kâzibûne: Onlar yalancılardır.


Cümlecikler:


innemâ yefterîl kezibe: Sadece onlar yalanla iftira ederler.

ellezîne lâ yu’minûne bi âyâtillâhi: Allah’ın âyetlerine inanmayanlar.
ve ulâike humul kâzibûn: İşte onlar yalancılardır.

Cümlecikleri birleştiriyoruz:


“Sadece Allah’ın âyetlerine inanmayanlar yalanla iftira ederler. İşte onlar, onlar yalancılardır.”

 

Sevgili kardeşlerim, eğer bu insanlar Allah’ın âyetlerine inanmış olsalardı ne olacaktı? İnanmış olsalardı Allah’ın âyetlerine, o zaman zaten Allah’a ulaşmayı dileyeceklerdi, Allah da mutlaka onları Kendi Zat’ına ulaştıracaktı ama onlar inanmıyorlar. Allah’ın âyetlerine îmân etmiyorlar, inanmadıkları için Allah’a ulaşmak diye bir şey de onlara çok imkânsız geliyor ve böylece onlar Allah’a ulaşmayı dilemiyorlar. Allah’a ulaşmayı dilemedikleri için de Allah onları hidayete erdirmiyor ve onların tabiatıyla gidecekleri yer, Allah’a ulaşmayı dilemedikleri için (Allah’ın âyetlerine inanmayanlar, Allah’a ulaşmayı dilemedikleri için) onların gidecekleri yer ateş oluyor, cehennem oluyor. Allah’ın âyetlerine inanmayanlar, Allah’ın âyetlerinden aynı zamanda gâfil olanlardır.

Yûnus-7 ve 8 neden hidayete eremediklerini çok net olarak açıklıyor. Diyor ki Allahû Tealâ:

 

10/YÛNUS-7: İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatmeennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).

Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah’a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.

10/YÛNUS-8: Ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).

İşte onların kazandıkları (dereceler) gereğince varacakları yer ateştir (cehennemdir).

 “Onlar, Bize ulaşmayı dilemezler (onlar Bize mülaki olmayı; ruhlarını ölmeden evvel Bize ulaştırmayı dilemezler). Onlar dünya hayatından razıdırlar. Onlar dünya hayatıyla mutmain olurlar (doyuma ulaşırlar). Onlar, Bizim âyetlerimizden gâfil olanlardır.”

Âyetlere inanmadıkları için gâfil olanlar veya inanıp da gâfil olanlar ama burada inanmayanlardan bahsediyoruz. Âyetlere inanmayanlar haydi haydi gâfil durumdalar.

“Ve onların gidecekleri yer kazandıkları dereceler itibarıyla ateştir.” diyor Allahû Tealâ.

Hiçbir zaman Allah’a ulaşmayı dilemeyecekler, hiçbir zaman da cehennemden kurtulmaları mümkün olmayacak.

Allah razı olsun.

 

Bismillâhirrahmânirrahîm.


Nahl-106:


16/NAHL-106: Men kefere billâhi min ba’di îmânihî illâ men ukrihe ve kalbuhu mutmainnun bil îmâni ve lâkin men şeraha bil kufri sadran fe aleyhim gadabun minallâh(minallâhi), ve lehum azâbun azîm(azîmun).

Kalbi îmânla mutmain olmuş olduğu halde zorlanan kimse hariç, fakat kim îmânından (hidayete erdikten) sonra Allah’ı inkâr ederse ve kim küfre göğüs açarsa (irşad makamından şüphe edip fıska düşerse, kişinin küfrü talebi sebebiyle, Allahû Tealâ, onun göğsünü küfre açar, şerheder), artık Allah’tan bir gazap onların üzerinedir ve onlar için azîm azap vardır.

Allahû Tealâ buyuruyor kelimelerde:

men kefere: Kim inkâr ederse.

billâhi (bi allâhi): Allah’ı.

min ba’di: -den sonra.
îmâni-hî: Kendi îmânı, onun îmânı.
illâ: Hariç.
men ukrihe: Kim zorlanırsa, mecbur edilirse.

ve kalbu-hu: Ve onun kalbi.
mutmainnun: Tatmin olmuş.
bi el îmâni: Îmân ile.
ve lâkin: Fakat, ama, ve de.
men şeraha: Kim açarsa, şerh ederse.
bi el kufri: Küfre.
sadran: Göğüs.
fe aleyhim: O zaman onlara, onların üstüne.
gadabun: Bir gadap.
minallâhi: Allah’tan.
ve lehum: Ve onların vardır, onlar için vardır.
azâbun azîmun: Azîm bir azap.

Cümlecikler:

men kefere billâhi: Kim Allah’ı inkâr ederse.
min ba’di îmânihî: Îmânından hidayete erdikten sonra.
illâ men ukrihe: Zorlanan kimse hariç.
ve kalbuhu mutmainnun bil îmâni: Onun kalbi îmânla mutmain olmuş olduğu halde.

ve lâkin men şeraha bil kufri sadran: Fakat kim küfre göğüs açarsa (irşad makamından şüphe edip fıska düşerse).

Kişinin küfrü talebi nedeniyle Allahû Tealâ, göğsünü küfre şerh eder (açar).

fe aleyhim gadabun minallâhi: Artık Allah’tan bir gadap (gazap) onların üzerinedir.

ve lehum azâbun azîm: Ve onlar için azîm bir azap vardır.

“Kalbi îmânla mutmain olmuş olduğu halde zorlanan kimse hariç; Fakat kim îmânından (hidayete erdikten) sonra Allah’ı inkâr ederse ve kim küfre göğüs açarsa (irşad makamından şüphe edip fıska düşerse kişinin küfrü talebi nedeniyle Allahû Tealâ onun göğsünü küfre şerh eder, küfre açar, şerh eder), artık Allah’tan bir gazap onların üzerinedir ve onlar için azîm bir azap vardır.”

 

Ve bu âyetin inzali müessesesine bakıyoruz. Mekke’de işkenceye uğrayan Müslümanlar hakkında bu âyetin bir kısmı. Yani: “Kalbi îmânla mutmain olmuş olduğu halde zorlanan kimse hariç.” diyor Allahû Tealâ. Yani zorla insanlara onun söyletilmesi, o kişiyi îmândan etmiyor.

 

Ammar (R.A) ve ailesinin Müslüman olması üzerine Kureyşliler, annesi Sümeyye ve babası Yasir’e işkence ederek îmândan dönmelerini istediler. Yasir’e işkence ederek îmândan dönmesini istediler. Sümeyye’yi, her bir ayağını bir deveye bağlayıp iki deveyi aksi yönde sürerek parçalattılar. Yasir (R.A), Allah ondan razı olsun, çeşitli işkencelerle öldürdüler. Bu ikisi, İslâm’ın ilk kadın ve ilk erkek şehitleri oldular, Sümeyye ve Ammar. İkisinin de ölümüne şahit olan ve kendisi de çok ağır işkencelere maruz kalan Ammar, dîninden döndüğünü söyleyerek canlarını onların elinden kurtardı. Yani babası Yasir’i de annesi Sümeyye’yi de işkence ederek öldürmüşler kâfirler ve Ammar, dîninden döndüğünü söyleyerek hayatını kurtarmış. Bu olayı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e, “Ammar dînden çıkmış.” diye anlattılar. Peygamber Efendimiz (S.A.V) o zaman şöyle buyurdu: “Hayır, Ammar dîninden çıkmadı, îmân tepeden tırnağa onun etine, kanına karışmıştır, îmân doludur. O ancak ruhsat kullanmıştır.”

 

Ve Allahû Tealâ Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in bu sözlerini ispat sadedinde bu âyeti indirmiş durumda. Yani âyetin… “Kalbi îmânla tatmin bulmuş olduğu halde baskı altında zorlanan hariç.” diyor. “O kişi (Ammar), bu âyetin muhtevasından hariç.” diyor. Şimdi âyetteki muhtevaya bakıyoruz: “Kim îmânından sonra Allah’a, inkâra göğüs açarsa (îmanından sonra).”

 

Âyet-i kerime, Allah’ın âyetlerine inanmayanlar; yalanla iftira edenlerden bahsediyordu bir evvelki âyet-i kerime, 105. âyet-i kerime ve daha evvel de Allah’a inanmayanlardan bahsediyordu ve kim irşad makamından şüphe ederse onun hidayetten düşmesi söz konusu oluyordu. Burada hidayete erdikten sonra Allah’ı inkâr eden, Allah’tan şüpheye düşen kimseden de bahsediyor Allahû Tealâ. Yani sadece resûlden şüpheye düşmek değil, hidayete erdikten sonra ve kalbine Allahû Tealâ îmânı koyduktan sonra kişinin Allah’tan şüphe etmesi hali, Allah’ı inkâr etmesi hali. Âyet-i kerime: “O zaman,” diyor, “Kim küfre göğüs açarsa.” Şimdi hatırlayalım ne diyordu Allahû Tealâ En’âm-125’de?

6/EN'ÂM-125: Fe men yuridillâhu en yehdiyehu yeşrah sadrahu lil islâm(islâmi), ve men yurid en yudıllehu yec’al sadrahu dayyikan haracen, ke ennemâ yassa’adu fîs semâi, kezâlike yec’alûllâhur ricse alâllezîne lâ yu’minûn(yu’minûne).

Öyleyse Allah kimi Kendisine ulaştırmayı dilerse onun göğsünü yarar ve (Allah’a) teslime (İslâm’a) açar. Kimi dalâlette bırakmayı dilerse, onun göğsünü semada yükseliyormuş gibi daralmış, sıkıntılı yapar. Böylece Allah, mü’min olmayanların üzerine azap verir.

“fe men yuridillâhu en yehdiyehu yeşrah sadrahu lil islâmi: Allah kimi hidayete ulaştırmayı (kimin ruhunu Kendi Zat’ına ulaştırmayı) dilerse onun göğsünü şerh eder ve İslâm’a (Allah’a teslim olmaya) açar.” diyordu. “Onun göğsünü şerh eder ve İslâm’a açar.” diyordu.


Göğsünü şerh ettiği zaman ne yapıyor Allahû Tealâ? Göğsünden kalbine yol açıyor. Bu kişi mürşide ulaşıyor ve kalbine Allahû Tealâ îmânı yazıyor. Ve şimdi söz konusu olan ikinci kişi âyet, iki gruptan bahsediyor. Bu ikinci gruptaki insanlar hidayete ermişler, îmân oluşmuş, îmândan sonra ruhlarını Allah’a ulaştırmışlar ve bundan sonra kişinin Allah’tan şüpheye düşmesi, Allah’ı inkâr etmesi söz konusu.

 

Biliyorsunuz ki; o kişi Allah’a ulaşmayı diledikten sonra hidayete erene kadar o kişinin Allah’ı inkâr etmesi mümkün değildir. Çünkü Allahû Tealâ, şeytanı kesinlikle devreye sokmuyor. Devrede sadece Allah var ve o kişi var.             Öyleyse Allahû Tealâ, sözünü mutlaka tutar. Kim Allah’a ulaşmayı dilerse o kişi yaşıyorsa, hayattaysa Allahû Tealâ mutlaka onu Kendisine ulaştıracaktır. Bu süreç içerisinde şeytanın devreye girmesi mümkün değildir.

 

Bu kişi, kalbine îmân yazılıyor, yetmez kalbinin (nefsinin kalbinin) %51’i faziletle doluyor; %49 kalıyor karanlıklar. O noktada Allah koruyucu zırhını kaldırıyor ve burada bu kişinin îmânından döndüğünü yani Allah’a inancını kaybettiğini görüyoruz, Allah’tan şüpheye düştüğünü. Ne diyorduk? İki tane temel şart; fıska düşmenin iki temel şartı.

 

1- İrşad makamından şüphe.

2- Allah’tan şüphe.

 

Tabiatıyla Allah’ın âyetlerinden şüphe de Allah’tan şüphe istikametinde kullanılıyor ama bunu da üçüncü bir şart olarak görebiliriz. Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’inden, yani Allah’ın âyetlerinden şüphe, Allah’tan şüphe, resûlden şüphe.  Bu şüphelerden herhangi birisi kişi hidayete erdikten sonra oluşursa, Allah bütün işlemleri tersine çeviriyor. Ne yapıyor? Kişinin ruhu Allah’a ulaşmıştı, ruhunu geri veriyor. Devrin imamının ruhu başının üzerindeydi, onu geri alıyor Allahû Tealâ. Kişinin kalbini açıp îmânı yazmıştı içine, kalbini tekrar açıyor, içindeki îmân kelimesini çıkartıyor ve kalbin içine küfrü tekrar yazıyor. O kişinin göğsünden kalbine açtığı yolu yok ediyor ve göğsüne yeni bir yol açıyor, kişinin kalbine küfrün yazılması için bir yol.

 

Nasıl Allahû Tealâ o kişinin göğsünü şerh etmişti, sonra da kalbinin içine îmânı yazmıştı, kalbin mührünü açmıştı, kalbin içindeki küfrü çıkarmıştı, kalbin içine îmânı yazmıştı, bu sefer de artık o yolun yeniden açılması lâzım, bu sefer de küfürle açılması lâzım. Kim kalbindeki îmânı devreden çıkarırsa, o kişi göğsünü küfre açmış olur. Yani göğsünden kalbine yeni bir yol açılmış olur. Allahû Tealâ bu yoldan o kişinin kalbine ulaşıp, kalbindeki îmân kelimesini alır, küfrü tekrar kalbin içine yazar. O kişinin göğsünden kalbine açılan Kendi yolunu kapatır, şeytanın yolu açık kalır. Allah’ın yolu kapanır.

 

İşte Allahû Tealâ üç temeli de böylece söylemiş oluyor. Allah’ın âyetlerine inanmayanlar, Allah’a inançlarında şüpheye düşenler, resûle inançlarında şüpheye düşenler, üçü de fıska düşmeye mahkûmdur. Dikkat edin ki böyle bir şüphe, o kişi Allah’a ulaşmayı diledikten sonra (Allah’a inanıp da Allah’a ulaşmayı diledikten sonra) ruhu Allah’a ulaşana kadar asla oluşmaz. Şeytanı o konuda Allahû Tealâ kesinlikle devreye sokmuyor.

Allah razı olsun.

 

Ve 106. âyet-i kerimenin temelinde, Allah’ın göğüsten kalbe açtığı nur yolunun aksi bir yolu, kişinin kalbinden göğsüne doğru açtığı, göğsünü yardığı hususu ortaya çıkıyor. O zaman kim Allah’tan şüpheye düşerse, Allah’ın âyetlerinden şüpheye düşerse, resûlden şüpheye düşerse hidayete erdikten sonra, bunun mânâsı; kalbinin %50’den fazla îmânla dolması hali. “Kalbi îmânla dolduktan sonra.” diyor Allahû Tealâ, îmânın hâkim hale geldiği yer %51, ruhun da Allah’a ulaştığı nokta. Bu noktaya kadar tehlike yok, bundan sonra tehlike var. Kişi Allah’tan, söylediğimiz üç açıdan şüpheye düşerse Allahû Tealâ onun göğsünden kalbine açtığı yolunu kapatıyor ve o kişinin temayülü sebebiyle, o kişi göğsünü küfre şerh etmiş oluyor. Onun talebi üzerine Allah, o kişinin göğsünü yeni bir yolla bu sefer küfre ulaştırıyor. 

Öyleyse kişinin kalbine küfrün yazılması için ikinci bir yolun açılması lâzım. Kişinin küfre düşmesinden sonra bu yol açılıyor. Kişinin o duruma düşmesi üzerine, kişinin bunu devreye koyması üzerine Allahû Tealâ göğsünden kalbine yol açıyor. Kalbin içi bu yol için açılmış artık, küfür yolu için açılmış. Kişinin kalbi, kişinin inkârı sebebiyle küfür yoluna açılmış. Allahû Tealâ yolu tamamlıyor, göğsünü şerh ederek hidayete erdikten sonra.

Allah razı olsun.

 

Ve 107. âyet-i kerime, Nahl Suresi 107. âyet-i kerime:

 

Bismillâhirrahmânirrahîm.


16/NAHL-107: Zâlike bi ennehumustehebbûl hayâted dunyâ alâl âhırati ve ennallâhe lâ yehdîl kavmel kâfirîn(kâfirîne).

İşte bu, onların dünya hayatını, ahiret hayatına göre daha çok sevmeleri ve Allah’ın, kâfir kavmi hidayete erdirmemesi sebebiyledir.

                                                                                               

zâlike: İşte bu.
bi enne-hum: Onların olmalarından dolayı, sebebiyle.
istehebbû: Sevgiyle istediler, çok sevdiler (muhabbetle istemek).

el hayâte ed dunyâ: Dünya hayatı.
alâ el âhırati: Ahirete.

ve enne allâhe: Ve Allah’ın… olması (ve muhakkak ki Allah).
lâ yehdî: Hidayete erdirmez.
el kavme el kâfirîne: Kâfir kavmi.


Cümlecikler:


zâlike bi ennehumustehebbûl hayâted dunyâ alâl âhırati: İşte bu, onların dünya hayatını ahiret hayatına göre daha çok sevmeleri sebebiyledir.
ve ennallâhe lâ yehdîl kavmel kâfirîne: Ve muhakkak ki Allah, kâfîr kavmi hidayete erdirmez.          


Şimdi bunların Türkçeye göre cümle yapısına bakkalım:

“İşte bu, onların dünya hayatını ahiret hayatına göre daha çok sevmeleri ve Allah’ın kâfir kavmi hidayete erdirmemesi sebebiyledir.”

Öyleyse Allah’tan şüphe eden bu insanlar, resûlden şüphe eden bu insanlar, bir özellikleri var: Cennet hayatını dünya hayatına tercih etmiyorlar. Tam aksine dünya hayatını cennet hayatına tercih ediyorlar ve insanlar Kur’ân-ı Kerim’i anlayabilseler, dünya hayatındaki mutluluklarının da Kur’ân-ı Kerim’e ittiba etmeleriyle mümkün olacağını idrak edecekler ama idrak edemiyorlar. Zannediyorlar ki; dünya hayatında mutlu olmak, dünyaya ait şeylerle olur ve deniyorlar, zengin oluyorlar, çoluk çocuk sahibi oluyorlar, servet sahibi oluyorlar ama mutlu olamıyorlar. Onlarınki sadece bir zan, onların zanlarına göre de dünya hayatı yaşanmaya değer bir hayat ve böyle bir dizaynda dünya hayatını birtakım dünya zevkleri olarak telâkki ediyorlar. Meşru olmayan, dünyaya ait servet kazanmak, Allah’ın yasak ettiği fiilleri işlemek, onların kendilerini mutlu edeceğini zannediyorlar ama realitede onlar sadece hüsrana uğrayanlar, sadece şu dünyada huzursuz olanlar. 

 

Ve neticeyi veriyor Allahû Tealâ, âyet-108’de.


Bismillâhirrahmânirrahîm.


Diyor ki Allahû Tealâ:

 

16/NAHL-108: Ulâikellezîne tabeallâhu alâ kulûbihim ve sem’ihim ve ebsârihim, ve ulâike humul gâfilûn(gâfilûne).

İşte onlar, Allah’ın kalplerini, işitme hassalarını ve görme hassalarını tabettiği (mühürlediği) kimselerdir. Ve işte onlar; onlar, gâfillerdir.

ulâike: İşte onlar.
ellezîne: Onlar, o kimseler(dir) ki.

tabe allâhu: Allah mühürlerdi, tabetti.

alâ kulûbi-him: Onların kalplerinin üzerini, kalplerini.
ve sem’i-him: Ve onların işitme hassaları.

ve ebsâri-him: Ve onların görme hassaları.

ve ulâike: Ve işte onlar.

hum el gâfilûne: Onlar gâfil olanlardır.

 

Cümlecikler:


ulâikellezîne tabeallâhu alâ kulûbihim ve sem’ihim ve ebsârihim: İşte onlar Allah’ın kalplerini (onların kalplerini; kalplerinin üzerini), işitme hassalarını ve görme hassalarını tabettiği (mühürlediği) kimselerdir.

ve ulâike humul gâfilûn: Ve işte onlar gâfillerdir.

 

Cümlecikleri birleştirelim:

 

“İşte onlar, Allah’ın kalplerini, işitme hassalarını ve görme hassalarını tabettiği (mühürlediği) kimselerdir. Ve işte onlar gâfillerdir.”

Ne oluyor sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler? Geriye doğru dönelim. Neler yapmıştı Allahû Tealâ, biz Allah’a ulaşmayı diledikten sonra? Evvelâ gözlerimizdeki hicab-ı mestureyi almıştı (1), kulaklarımızdaki vakrayı almıştı (2), kalbimizdeki ekinneti almıştı (3), yerine ihbat koymuştu (dört). Kalbimizin nur kapısını Allah’a çevirmişti, göğsümüzden kalbimize nur yolu açmıştı, mürşidimize ulaştırdığı zaman bizi, kalbimizin mührünü açmış, içindeki küfür kelimesini almış, îmân kelimesini yazmıştı ve böylece nefsimizin kalbine %51 nur dolarak Allah’a ulaşmıştık. Böyle bir durumda olan bir kişi Allah’tan şüpheye düşerse, resûlden şüpheye düşerse, Allah’ın âyetlerinden şüpheye düşerse, onlara olan îmânında sarsılma olursa, o istikametlerde küfre dönerse inanmadığı anda şeytan, o kişi Allah’a ulaştıktan sonra (hidayete erdikten sonra) şeytan, onu fıska düşürmüştür.

Ne yapar Allahû Tealâ? Bütün verdiklerini geri alır. Kalbindeki %51 nur gider. Kalbin içine, Allahû Tealâ kalbi açar, kalbin içindeki îmân kelimesini alır, kalbin içine küfür kelimesini tekrar yazar ve bunun mânâsı; oraya, orada birikmiş olan hiçbir şeyin, faziletlerin hiçbirinin artık kalpte kalamayacağıdır; çünkü faziletleri kalpte tutan îmân kelimesidir manyetik alanıyla ama artık îmân kelimesi yok, kalpte küfür kelimesi var. Küfür kelimesi ise fazılları sadece iter, dışarıya kovar. O kişinin kalbindeki îmânla dolu olan, Allah’ın fazileti ile dolu olan kalp, yarıdan fazla dolmuş olan kalp tekrar eski haline döner. Sonra Allahû Tealâ kişinin göğsünden kalbine açtığı nur yolu yerine küfür yolunu oraya koyar. Kişinin kalbi böylece küfre açılır.

 

Evvela Allahû Tealâ kalbi, îmânı kalbe koymak üzere açıyordu, göğüsten kalbe nur yolunu açıyordu. Şimdi göğüsten kalbe yeni bir yol açıyor Allahû Tealâ, kişinin göğsü artık îmânı istemediği için. Bu yoldan sadece küfür kelimesi geçerek kalbin içine gelir, yerleşir, kalbin mührü açılır. Kalbin içine küfür kelimesi yerleşir, îmân kelimesi kalpten alındıktan sonra. Kişinin kalbinin nur kapısı tekrar şeytana döndürülür. Kişinin kalbindeki ihbat alınır, yerine ekinnet konulur. Kulaklarındaki vakra, alınmış olan vakra tekrar konulur, gözlerinden alınmış olan hicab-ı mesture tekrar konulur. Göz de görme hassası da işitme hassası da kalp de üçü de mühürlüdür.


İşte böyle bir toptan mühürlenme olayına Allahû Tealâ, “tab edilmek” diyor. Burada tab edilmek bir bütünü ifade ediyorsa o zaman kişinin 3. fıskından sonraki bir olaydır. Bir bütün sistemin tab edilmesi söz konusudur. Allahû Tealâ’nın bir daha açılmamak üzere tab etmesi de söz konusudur. Kişi bundan, bu dalâlete düştükten sonra, fıska düştükten sonra tekrar hidayete ermek imkânının sahibi olacaktır. O zaman Allahû Tealâ bir daha hidayete erdirmemek üzere tab eder o kişinin kalbini. Böylece kişinin kalbinin bir daha hidayete açılmamak üzere tab edilmesi, 2. fısktan sonradır, 3. fısktadır. 

 

Bütün insanlar başlangıçta fısktadırlar. Hidayete erdikten sonra bu âyetler gereğince düşen kişi, fıska düşmüştür. Bu, 2. fısktır. Tekrar hidayete ermek gibi bir hakkı vardır. Bunu kullanıp da hidayete ererse ama yeniden küfre dönerse o zaman, Allahû Tealâ onun kalbini bir daha hidayete açılmamak üzere, bir daha îmâna açılmamak üzere tab ediyor.

Allah razı olsun.


Ve 109.  âyet-i kerime:

 

Bismillâhirrahmânirrahîm.

16/NAHL-109: Lâ cereme ennehum fîl âhırati humul hâsirûn(hâsirûne).

Onların, ahirette hüsrana düşenler olduğuna şüphe yoktur.

lâ cereme: Şüphesiz, şüphe yok.

enne-hum: Onların …olduğuna.
fî el âhırati: Ahirette.

hum el hâsirûne: Onlar hüsranda olanlardır.

lâ cereme ennehum: Onların olduğuna şüphe yoktur.

fîl âhırati humul hâsirûn: Onlar ahirette hüsrana düşenlerdir.

“Onların ahirette hüsrana düşenler olduğuna şüphe yoktur.” 


Hüsrana düşmekten Allahû Tealâ’nın muradı neydi sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler? Günahları sevaplarından çok olanlar. Ne yapmıştı Allahû Tealâ? Daha onlar Allah’a ulaşmayı diler dilemez, onların sevaplarını günahlarından fazla yapmıştı. Gözlerindeki hicab-ı mestureyi aldı, kulaklarındaki vakrayı aldı, kalbindeki ekinneti aldı, kalbe ulaştı, kalbin kapısını Allah’a çevirdi, göğüsten kalbe yol açtı. Hepsi için derecat yükselmesi yaptı. Kişinin kazandıkları, kayıplarından fazla oldu. O kişiyi hüsrandan kurtardı Allahû Tealâ ve hidayete erdirdi ama kişi tekrar fıska düştü. Fıska düştüğü zaman bütün kazandığı dereceler gitti. Üstelik de günahları sevaba çevrilmişti, onlar da gitti. Bütün kazandığı dereceler yok oldu. Ne oldu? Tekrar hüsrana düştü kişi. 

 

Ve Nahl Suresinin 110. âyet-i kerimesi:

16/NAHL-110: Summe inne rabbeke lillezîne hâcerû min ba’di mâ futinû summe câhedû ve saberû inne rabbeke min ba’dihâ le gafûrun rahîm(rahîmun).

Daha sonra da muhakkak ki senin Rabbin, işkenceye uğratıldıktan sonra hicret (göç) edenlere sonra da cihad edip sabredenlere, şüphesiz (bütün) bunlardan sonra, elbette Gafur (mağfiret eden)’dur ve Rahîm (rahmet nuru gönderen)’dir.

summe: Sonra.
inne: Muhakkak.

rabbe-ke: Senin Rabbin.

li ellezîne: O kimseler için.

hâcerû: Hicret ettiler, göç ettiler.

min ba’di mâ: -den sonra.

futinû: İşkenceye uğratıldılar.

summe: Sonra.
câhedû: Cihad ettiler.

ve saberû: Ve sabrettiler.

inne: Muhakkak (ki).
rabbeke: Senin Rabbin.

min ba’di-hâ: Ondan sonra.

le gafûrun: Elbette mağfiret edendir.

rahîmun: Rahmet nuru gönderendir.


summe inne rabbeke: Muhakkak ki sonra senin Rabbin.  

lillezîne hâcerû: Hicret (göç) edenlere.

min ba’di mâ futinû: İşkenceye uğratıldıktan sonra.

summe câhedû ve saberû: Sonra cihad ettiler ve sabrettiler. 

inne rabbeke: Muhakkak ki senin Rabbin.

min ba’dihâ: Ondan sonra.

le gafûrun rahîm: Elbette Gafûr (mağfiret eden) ve Rahîm’dir (rahmet nuru gönderendir).

Cümlecikleri birleştiriyoruz:

 

“Daha sonra da muhakkak ki senin Rabbin, işkenceye uğratıldıktan sonra hicret edenlere (göç edenlere), sonra da cihad edip sabredenlere, şüphesiz bütün bunlardan sonra elbette Gafûr (mağfiret eden) ve Rahîm’dir (rahmet nuru gönderendir).”       

 

Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, “Kimler işkenceye uğramış, göç etmişse sonra da cihad etmişlerse ve sabretmişlerse bunlardan sonra Allahû Tealâ elbette Gafûr ve Rahîm’dir (onların günahlarını sevaba çeviren ve rahmet nuru gönderendir).” Burada, bir evvelki âyette, daha evvelki âyette hidayete ulaştıkları da bir vaka onların. Bu sebeple zaten kendilerine mağfiret edildiğini, Allahû Tealâ burada bir defa daha işaret etmiş oluyor.

Allah razı olsun.

 

Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, can dostlarım, gönül dostlarım, Allahû Tealâ’ya sonsuz hamd ve şükrederiz ki, bir defa daha bir Kur’ân-ı Kerim Tefsiri dersimizi inşaallah böylece tamamlamış olduk. Kur’ân kavramlarının bütün içerisinde tezekkürü asıldır. Gördük ki; hidayete ermek ve hidayetten düşmek, fıska düşmek söz konusu. Kimler için? Allah’a ulaştıktan sonra Allah’a tevekkül etmeyenler için. Allahû Tealâ’nın hepinizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını, sonsuz mutluluklara ulaştırmasını, Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi inşaallah burada tamamlıyoruz.

Allah hepinizden razı olsun.

 

İmam İskender Ali  M İ H R