TARİHİ: 27.08.2002
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler! Bir defa daha hamdolsun ki; bir aradayız. Sizlere bu akşam kaza ve kaderden bahsetmek istiyorum. Emanî bilgiler sebebiyle “Kaza ve Kader” kavramları öyle karmaşık bir hâle getirilmiş ki; insanların bu işin içinden çıkması aşağı yukarı artık mümkün değil. Bir şey anlatılıyor, onun tam tersinin de mümkün olduğu gibi bir netice çıkıyor ortaya anlatmalardan. Ve bunu o anlatımı yapana söylediğiniz zaman kişi kızıyor. Ama söylediği de yanlış!
Öyleyse sevgili kardeşlerim! Yanlışların yerine doğruları ikame etmek. Biz onunla vazifeliyiz. Öyleyse bu akşam sizlerle “Kaza Nedir? Kader Nedir?” konusunu, Allahû Tealâ’nın açıklaması hudutları içerisinde, O’nun direktifleri istikametinde inşaallah ele alacağız.
Öyleyse kaza nedir? Lügât mânâsı itibariyle kaza; bir hususu gerçekleştirmek anlamına geliyor, ifa etmek anlamına geliyor, uygulamak anlamına geliyor.
Kaza işlemlerinin hepsi bizim kendi irademizin mahsulüdür. Hangi olayı kendi irademizle bilerek, isteyerek o işi yapmak üzere yola çıkıp da gerçekleştirmişsek, o bizim için bir kazadır. Bizim kaza ettiğimiz, vücuda getirdiğimiz, oluşturduğumuz, bizim fiilimizin neticesinde vücuda gelen bir olgu. O olgu bizim için kazadır. Onu kaza etmişizdir. Kaza kelimesi ayrı ayrı anlamlarda kullanılır.
Meselâ; bir otobüs kazası dediğimiz zaman, elde olmayan sebeplerle, yanlışlıkla, iki tane vasıtanın, biri otobüs olmak üzere birbiriyle çarpışması hali. Dikkatsizlik veya başka sebeplerle bir kazaya sebebiyet verilmiştir. Yani iki taraf da böyle bir kazanın olmasını istemiyorlar. Ama dikkatsizlikle veya tedbirsizlikle bir kaza oluşmuş. İradelerin bir payı yok. Kaza, bizim dilimizde bu istikamette kullanılır. “Otobüs kazası, araba kazası, vapur kazası, uçak kazası...” filân dediğimiz zaman, hep olay budur. Kaza olmasını istemiyor, iradeler bunu vücuda getirmiyor ama olay vücut buluyor. İradelerin dışında bir olay vücut buluyor.
Bir uçağın içine bomba yerleştirilmiş, bomba havadayken patlamış, uçak berhava olmuş. Bu bir kaza değildir. Bu bir uçak kazası falan değildir. Bu bir teşebbüstür. Ve o teşebbüsün neticesinde de iradî bir şekilde bir fiilin vücuda gelmesidir. Uçağın havada infilâk ettirilmesidir. Neticede birçok canların kaybedilmesidir. Burada kasıt vardır. Öyleyse o türde, Türkçemizdeki kazanın söz konusu olmadığı bir olaydır bu.
Birisi, bir başkasını öldürmeyi plânlıyor. Ve traktörüyle çıkıyor yoluna ve arabasıyla hızla geçmekte olan kişiye, öyle bir kaza süsü vererek, öyle bir olay vücuda getiriyor ki; arabanın içindeki kişi ölüyor. Traktördeki kişi de üçüncü defa teşebbüs ettiği bu olayın neticesinde bir yara almadan kurtuluyor. Ve mahkemelerin sonunda, Türkçedeki kaza anlamında bir kazanın olduğu neticesine varılıyor. O olayı yakından hatırlıyoruz. Yakın bir dostumuzu kaybetmiştik. O söylediğimiz türde bir kaza değildir. Bir cinayet teşebbüsüdür. Ve başarıyla sonuçlanmıştır. Ama ispat edilmesi mümkün olmadı.
Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler! Türkçedeki anlamıyla kaza başka şey, Kur’ân’daki anlamıyla kaza başka şey. Eğer söz konusu olan Kur’ân’sa, Kur’ân’daki kaza; bizim bilerek, isteyerek vücuda getirdiğimiz her şeydir. Otobüs kazasıyla, tren kazasıyla uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur. Türkçede ‘kaza’ kaymakamlıkların mıntıkası içindeki yerleşme birimi türüne verilen isimdir aynı zamanda. Ve Türkçede hâlâ kullanılmakta olan kaza kelimesi yargı anlamına da kullanılır.
Öyleyse kuvvetler dengesi:
Teşri-i kuvvet: Kanun koyma kuvvetidir.
Kaza-i kuvvet: Adaleti yerine getirme kuvvetidir.
Ve icra-i kuvvet: Onların uygulamaya konması halidir.
Öyleyse idari sistemde bu üç faktör birbirinden ayrıdır. Kaza-i kuvvet, teşri-i kuvvet ve icra-i kuvvet.
Sevgili kardeşlerim! Kur’ân-ı Kerim’deki ‘kaza’ ise, bunların hepsinin dışında Kur’ân asıllı bir kelimedir. Ve orada ‘kaza’ dediğimiz zaman ‘gerçekleştirmek’ anlamı vardır. İradî kuvvetin bir semeresi, bir sonucu. İrade istemiştir bir şeyi gerçekleştirmeyi ve kişi onu gerçekleştirmiştir ve olay kaza edilmiştir.
Dîni tatbikatta da namazın kılınmasıyla, kazası ayrı ayrı mânâlara gelir. Ama yanlış bir tatbikat söz konusudur. Zamanında kılamadığınız bir namazı, o namazdan sonra kılmanız haline ‘kaza’ denir. Tatbikat böyledir. Oysaki kaza, onu gerçekleştirmek anlamına gelir.
Kadı kelimesi de kaza kelimesinden geliyor. Mahkemenin verdiği kararın neticesi onun kaza edilmesidir. Öyleyse Kur’ân-ı Kerim’de kaza kelimesini bizim irademizle uyguladığımız fiiller olarak değerlendiriyoruz. “Kaza ve kader” mefhumları eğer karşılıklı gelmişse, yan yana gelmişse:
Birisi kaderi; irademiz dışındaki olayları.
Birisi kazayı; irademiz içindeki olayları temsil eder.
Öyleyse Kur’ân’ın gerçek anlamında Allahû Tealâ’nın söylediği fiil, namazın sonradan kılınması hali onun sonradan gerçekleştirilmesidir. Öyleyse “kaza” ve “kader” kelimelerini beraber kullandığınız zaman birisi; iradî yapınızın sonuçlandırdığı bir olgu. İkincisi; iradenizin dışında size tesir eden bir olay.
Öyleyse kader nedir? İki irade söz konusu olacak kaderde. İradelerden birisi, diğeri üzerinde bir tesir icra edecek. Kendi iradesinin dışında, diğer iradenin vücuda getirdiği olay sebebiyle tesir alan taraf için, bu olay bir kaderdir. Olayı vücuda getiren, başka birisinin üzerinde bir tesir icra eden kişi için ise olay kaza edilmiştir. Onun iradesiyle gerçekleştirilmiştir.
Öyleyse kaza ile kaderi birbirinden kesin şekilde ayırmak mecburiyetindesiniz. Kur’ân-ı Kerim’de aslî mefhumlara ulaşabilmek için mefhumların merkezindeki Allahû Tealâ’nın temel idesine, temel açıklama standardına, Kur’ân’ın özünde olan dizayna dayalı olarak açıklamayı getirdiğiniz zaman, şunu görürsünüz: Kaderde; bir irade başka bir iradeye bir tesir icra etmiştir. Ve ikinci iradenin tesir almasına rağmen o olayın vücuda gelmesinde bir dahli yoktur. Bu olay o kişi için kaderdir. Böyle bir dizaynda olayları dikkatle değerlendirmek mecburiyetindeyiz.
“Kader” kelimesi, “takdir” kelimesi aynı kökten geliyor, “mukadder” kelimesi. Öyleyse Allahû Tealâ’nın takdir ettiği herhangi bir olay, onu Allahû Tealâ’nın vücuda getirmesi, vücuda getirdiği kişi için bir kaderdir. Allah takdirin sahibidir. Biliyorsunuz ki konumuz; kaza ve kader konusu, iradeyle ilgili.
Öyleyse iradî yapıya baktığımız zaman 3 çeşit irade görüyoruz:
1- İlâhi irade.
2- Külli irade.
3- Ve Cüz’î irade (kişisel irade).
İlâhi irade; Allah’ın iradesidir. Bizatihi Allah’ın iradesi. Külli irade; Allah’ın kâinatı idare etmek üzere yarattığı her zerre ile ilgilenen bir İlâhi kompütürü ihata eder.
Kâinatı her zerresiyle kontrolü altında tutan bir muhteşem idari dizayn. Bu “Sünnetûllah” adını da alır. “Külli irade” adını da alır. Yani Allah’ın iradesinin dışında kalan, Allah’ın iradesi, İlâhi İrade devreye girmeden, O’nun, kâinatı idare etmek için kullandığı, vücuda getirdiği İlâhi kompütürün kâinatın her zerresini kontrolü altında tutması, her an her şeyin üzerinde kontrol mekanizmasını tatbik etmesi ve sistemleri ardı ardına işletmesi, kesintisiz, mükemmel bir sistemler zinciri. İşte bu sünnetûllah’tır. Bu, Allah’ın vücuda getirdiği İlâhi kompütürdür. Ama, Allah’ın iradesi kompütürü vücuda getirmiştir. Ve ona neler yapması lâzımgeldiğini Allah irade etmiştir. Ve öyle bir statüde kâinat idare edilmekte.
Her yağmur tanesi gökten yere düşene kadar kontrol altında iniyor. Başka bir yağmur tanesiyle birleşmiyor. Ona, bir hassa onunla beraber gelerek hizmet ediyor. Bu sünnetûllah’ın bir parçası. Yağmurların yağması, karın yağması, bir buğday tanesini toprağa ektiğiniz zaman toprak ananın onu bir fabrika gibi değerlendirmesi, çatlatması, kök salması, gövde vücuda getirmesi ve gövdede başak oluşması, her biri sünnetûllahın ayrı bir hedefidir. Kâinattaki her zerre Allah’ın sünnetûllahının, İlâhi kompütürünün tesiri altındadır.
Öyleyse 3 iradeden bahsediyoruz. Cüz’i irade; kişisel irade, ferde ait, bizlere ait olan irade, Allah’ın bizlere verdiği irade. Yani kötülüklere karşı onları işlememe konusundaki gayretimizi oluşturan yapı. Kuvvet; nefsin afetlerine karşı, onlara hâkim olmak konusunda kullandığımız kuvvet. İrade! Bu pozitif istikamette bir şey ve adına ‘irade’ deniyor. Negatif istikamette bir sistemin adının ‘irade’ olması söz konusu değil. O, nefsimizdeki inat afeti.
Öyleyse iradî yapı, Allah’ın emirlerini, nefsin afetleri üzerinde ısrar ederek, onları zorlayarak yaptıran kuvvetin adıdır. İrade “istemek’ anlamına geliyor. İstemek ve vücuda getirmek için gayret sarf etmek. İradî yapının sonucu, o sarf edilen gayretin sonucudur. Başarı kazanılmıştır veya kazanılmamıştır. Ama kişi iradesiyle zorlamıştır. Konuya ulaşmak için elinden gelen gayreti göstermiştir. Başarmıştır ya da başaramamıştır. İrade devreye girmiştir. Aklın emrinde, ruhun hasletlerinin istikametinde kullanılan gücün adı.
Şeytanın emrinde nefsin afetlerinin yardımcısı, o bir güç odağıdır. Adı; inattır. Allah’ın emirlerine karşı gelen, yasaklarını yapmak isteyen, emrettikleri şeyleri asla gerçekleştirmek istemeyen, iradenin tazyikine rağmen bunu ısrarla devam ettiren güç.
Öyleyse sevgili kardeşlerim! Üç iradeden birisi, bir başka irade üzerine tesir icra edecek. İnsanoğlu İlâhi iradeye tesir edebilir mi? Edebilir. Yalvararak, yakararak, Allahû Tealâ’dan talepte bulunarak. Allah’ın İlâhi iradesini kendisi hakkında bir hedefe yönlendirmek için gayret eder. Allahû Tealâ kabul ettiği takdirde sonuç geçerlidir. Etmeyebilir. O zaman o hedefe kişi ulaşamaz. Ama kişi talep etmiştir. Allahû Tealâ da kabul etmiştir. O zaman İlâhi irade, bir hususu vücuda getirmek için yardımcı olmuştur kuluna.
Barbaros Hayrettin Paşa’nın Preveze deniz zaferini kazanmasında Allahû Tealâ’nın yardımı olmuş mudur? İlâhi irade, sünnetûllahı; külli iradeyi, Osmanlı donanmasının kazanması için devreye sokmuştur. Rüzgârlar, Osmanlı donanmasının arkasından esmeye başlamıştır ikindiden sonra. Allah, sünnetûllah’ı devreye sokarak Osmanlı donanmasının rüzgârı arkadan almasını sağlamıştır. İlâhi irade ve külli irade devreye girmiştir.
Öyleyse konumuz: Kaza ve Kader.
Kaza; bizim kendi irademizle vücuda getirdiğimiz bütün olayları ihata eder. Pozitif istikamette de geçerli olabilir. Negatif istikamette de geçerli olabilir. Yani kendi irademizle vücuda getirdiğimiz olaylarda biz insanlar; Allah’ın birer kulu olan biz insanlar, derecat kaybedebiliriz veya kazanabiliriz.
Unutmayın ki; bütün hayatınız derecat sistemine bağlanmıştır. Yani her hareketinizle, her davranışınızla Mahkeme-i Kübra’dasınız. Her şeyiniz saniye saniye kaydolunuyor. Allahû Tealâ’nın o muhteşem dizaynıyla üç boyutlu olarak; düşünceleriniz de kaydolunuyor, fiiliyatınız da kaydolunuyor. Ve o kaydolunan sistemlere baktığımız zaman kıyâmet günü orada, doğumumuzdan, ölümümüze kadar bütün hayatımızı göreceğiz üç boyutlu olarak ve her saniyesinde kaybettiğimiz ve kazandığımız dereceler net olarak görünerek.
Öyleyse neden bahsettim? “Kaybettiğimiz ve kazandığımız dereceler.” dedim. Kaybettiğimiz ve kazandığımız derecelerin bizim irademizle oluşması söz konusu olabilir. Kaybettiğimiz derecelerin başka bir iradeyle oluşması söz konusu olamaz. Kazandığımız derecelerin başka birisinin iradesiyle oluşması söz konusu olabilir. Ve kader de başka bir iradenin, bize bir tesir icra etmesi, bizim üzerimizde bir olay vücuda getirmesi ama bu olayda bizim bir dahlimizin olmaması halidir.
Öyleyse kazanın, kaderden temel farkı nedir? Bizim kaza ettiğimiz fiillerde biz derecat kazanabiliriz ama kaybedebiliriz de. Bizim için bir olay kaza edilmiştir, vücuda getirilmiştir. Bu olay sebebiyle derecat kaybetmişizdir. Kendi irademizle vücuda getirdiğimiz bir olay sebebiyle. Ve başka bir olay sebebiyle de derecat kazanmışızdır. Her ikisinde de bizim iradî yapımızın dahli var. İradî yapımızla olaya girmişiz ve kazanmışız derecat veya kaybetmişiz. İkisi de mümkün.
Peki, ya başka bir irade bize tesir ediyorsa, onun tesiriyle bir olay yaşamışsak, “Derecat kaybetmişsek veya kazanmışsak” diye bitirebiliyor muyuz cümleyi? Bitiremiyoruz: “Başka bir irade sebebiyle derecat kaybetmişsek” diyemiyoruz. “Başka bir irade sebebiyle derecat kazanmışsak” diyebiliyoruz da “Başka bir irade sebebiyle derecat kaybetmişsek” diyemiyoruz.
Çünkü bir irade, başka bir iradeye tesir etmek suretiyle ikinci iradenin derecat kaybetmesine medar olamaz, sebebiyet veremez. Böyle bir olay mümkün değildir Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’ine göre.
Öyleyse ne demek istiyoruz? İster bu irade yani tesir eden irade, İlâhi irade olsun, 1. alternatif. İster, bu irade külli irade olsun; sünnetûllah olsun. 2. alternatif. İster bu irade, cüz’i irade; kişisel irade olsun. Bu iradelerin hangisi olursa olsun, bir kişi üzerine tesir edip de o kişinin derecat kaybetmesine sebebiyet vermez. Vermesi mümkün değildir. Öyleyse kaza ile kaderin ayrıldığı en kesin nokta burasıdır. Kaza, kendi irademizle vücuda getirdiğimiz olaylar dizisidir. Ve bu olaylarda biz, yanlış da yapabiliriz, doğru da yapabiliriz. Yani
şer de işleyebiliriz, hayır da işleyebiliriz. Günaha da girebiliriz, sevap da kazanabiliriz. Seyyiat de işleyebiliriz, hasenat da işleyebiliriz.
Kendi irademizle, bu üç tane isim verilen sistem;
1- Hayır ve şer
2- Seyyiat ve hasenat
3- Günah ve sevap
Üç ayrı açıdan kaybedilen dereceleri ve kazanılan dereceleri ifade eder. Bizim irademizle yaptığımız davranışlar, bunların ikisini de sağlayabilir. Bizim irademizle yapılan bu dizaynın sonunda vücuda gelen kazançlar da kaderler de bizim irademizin mahsulüdür. Hepsinin adı kazadır. Kendi irademizle vücuda getirdiğimiz olayların bütünü kaza ile “kaza” kelimesi ile ifade edilir.
Peki, kader nedir? Bir başka iradenin bize tesir etmesi, bizde bir tesir oluşturması ve bunun neticesinde eğer bu tesir bize bir zarar vermişse, bizim derecat kazanmamızla sonuçlanan bu olay bir kaderdir. Başka bir kişi, bir cüzî irade; bir kişisel irade, bizim üzerimizde bir tesir vücuda getiriyor. Bize bir zarar veriyor kişi. O zaman zararı veren taraf derecat kaybeder ve kul hakkı doğmuştur. Zarar veren kişinin amel defterine, rakamlı kitabına veya hologram filmine; üçü de aynı şeydir. Üç boyutlu olarak kıyâmet günü seyredeceğimiz hayat filmimiz. Oraya bize zarar veren kişinin amel defterinde negatif rakam yazılır. Yani nakıs rakam yazılır. Yani eksi rakam yazılır. O işlediği suçun, bize zarar ika eden suçun mahiyeti, kıyâmet günü bize verilecek olan mizanda ne kadar derecelik bir cürüm ifade ediyorsa, kişinin amel defterine o kadar derecat kaydı o an, anında yapılır. “Allah hesabı çabuk görendir, seri görendir.” ifadesi bununla alâkalıdır.
Öyleyse sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler! Anında, başka birine zarar veren bir irade, bir iradî tasarrufta bulunmuştur. Bir olguyu vücuda getirmiştir. Bir fiili kaza etmiştir. Bir kişiye karşı bir fiil işlemiştir. Bunun müsebbibi o kişidir. Bu kaza ettiği, vücuda getirdiği fiil sebebiyle de derecat kaybetmiştir. Hayat filmine nakıs dereceler yazılmıştır. Ama kul hakkı doğmuştur. Kul hakkı sebebiyle, zarar verilen kişinin amel defterine, hayat filmine, zarar verenin yani zalimin kaybettiği derecatın aynı, kazandığı derecat olarak kaydedilir. Zarar veren irade; iradî yapının sahibine, onun hayat filminde Allahû Tealâ’nın kiramen kâtibin meleklerinin elindeki mizanın yazdığı derecat negatiftir. Zarar verdiği kişinin amel defterine yazılan derecat pozitiftir. Birisi eksi, birisi artı, yani birisi nakıs, birisi zahid.
Neden kul hakkı doğmuştur? Mazlumun amel defterine kul hakkı gereğince mutlaka pozitif derecat kaydedilir ve anında olay biter. Allahû Tealâ’nın Mahkeme-i Kübra’sı görevini tamamlamıştır. Bir fiile karşı bir derecat kaybı. Ve üzerinde tesir oluşan kişinin aynı miktardaki derecatı kazanması. Ve fiille derecelerin birbirini karşılaması ve sona erdirmesi. Olay burada tamamlanıyor, sıfırlanıyor.
Zarar ika eden kişi Kur’ân’da ‘zalim’ adını alır. Zalim, işlediği fiile paralel bir değerde derecat kaybeder. Mazlum, kendisine yapılan zarar mukabilinde aynı seviyede bir derecat kazancıyla onun da amel defteri sıfırlanır. Her ikisinde de fiile karşılık amelle, fiile karşılık derecatla olay tamamlanmıştır, sıfırlanmıştır. Ama burada daha ötedeki bir sonuç alınabilir, daha ötede alınabilir bir sonuç tamamlanmamıştır.
Eğer o kişi; kendisine zarar verilen kişi diğer taraftan intikam almak sevdasına düşerse ve bunu gerçekleştirirse, kendisine yapılan fiilin aynını, o da ötekine tatbik ederse, bunu kendisi de tatbik etse, bir başka kuvvet de onun yapılması için yardımcı olsa, neticeyi oluştursa, zarar gören kişi aynı zararı kendisine zarar verene ika ettiği zaman, kazandığı derecat kadar zarar aynı miktardaysa, kazandığı derecat kadar, derecat kaybeder. Başlangıçta zarar veren kişi ise bu sefer zarar görmüştür. Ve bu sefer, o mazlum durumundadır. Kendisine zarar veren kişi zalim durumundadır.
Öyleyse sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler! Burada fiiliyat da eşittir, derecat da eşittir. Birinci taraf, karşı tarafa; ikinci tarafa zarar vermiştir, derecat kaybetmiştir. Ama ikinci olayda kendisi de aynı zarara uğramıştır ve derecat kazanmıştır. Dereceler birbirine eşittir. Derecat açısından olay eşitlikle tamamlanmıştır. Fiiliyat da birbirine eşittir. Fiiliyat açısından da olay tamamlanmıştır. Her iki halde de her şey merkezindedir. Netice sıfırdır. Kazançlar ve kayıplar derecat açısından birbirine eşittir. Ve zararla, fayda; o da birbirine eşittir birinci tarafta.
İkinci tarafta ne olmuştur? İkinci taraf yani başlangıçta mazlum durumunda olan kişi, intikam aldığı için, kendisine ika edilen fiili aynen iade ettiği için, zarar görme ve zarar verme işlemleri birbirine eşit olmuştur. Fiiliyatta sonuç sıfırlanmıştır. Derecelere gelince; kaybettiği derecelerle, kazandığı dereceler de sıfırlanmıştır. İntikam aldığı anda, kazandığı derecat kadar dereceyi kaybetmiştir. Dereceleri de sıfırlanmıştır.
İşte böyle bir olayda, bir kişi bir başkasına zarar verdiği zaman bu bir kaderdir, ikinci kişi için. O olay tersine döndüğü zaman, birinci kişi için de kader oluşur. Birinci olayda zalim olan kişi, ikinci olayda mazlum durumuna ulaşmıştır. Birinci olayda mazlum olan kişi, ikinci olayda, zalim durumuna ulaşmıştır, dönüşmüştür. Onun durumu artık mazlum değil; zalim hüviyeti gösterir.
Öyleyse görülüyor ki; kader müessesesi etrafımızdaki insanların derecat kazanmasına sebebiyet verebiliyor. Ama derecat kaybetmesine sebebiyet veremez. Ne zaman başkasına zarar verirsek, biz derecat kaybediyoruz. Karşımızdaki kişi derecat kazanıyor. Ama ne zaman başkalarına bir iyilikte bulunursak, onların hoşuna gidecek bir şeyi yaparsak, onlara bir mal verirsek, para verirsek, onların memnun olacağı bir davranış biçiminde bulunursak, biz bunu yaptığımız için derecat kazanıyoruz. Ama karşımızdaki kişi, bizim ona sağladığımız; iradî yapımızla sağladığımız, razı olduğumuz bir faydayı aldığı zaman, ondan faydalandığı zaman derecat kaybetmez, sadece faydayı yaşar. Öyleyse biz insanların, kader standartları içinde başkalarına uyguladığımız bütün fiiller, sadece iki tane cephe gösterir.
1- Onlara zarar vermişizdir.
2- Onlara bir fayda sağlamışızdır.
1- Onları üzen bir olay vücuda getirmişizdir.
2- Sevindiren bir olayı vücuda getirmişizdir.
Onları üzen bir olayda, biz derecat kaybederiz. Onlar, derecat kazanırlar. Sevindiren bir olayda ise, biz derecat kazanırız ama onlar derecat kaybetmezler. Öyleyse hiç kimse başka birinin cehenneme gitmesine yaptığı fiiller sebebiyle sebep olamaz. Yaptığı fiiller sebebiyle başka birinin cehenneme gitmesini sağlayamaz. Bu Kur’ân hükümleri muvacehesinde mümkün değildir.
Öyleyse: “Hayır da şer de Allah’tandır.” sözü, keenlemyekûndur. Böyle bir şey söz konusu olamaz. Hayır, Allah’tandır. Allah’tan olabilir. Ama şer, Allah’tan olamaz.
Neden olamaz? Allah’ın iradesinin adı ‘İlâhi İrade’dir. İlâhi irade, bizim üzerimizde, bize zarar veren bir olayı vücuda getirdi. Bundan derecat kazanır mıyız? Burada bir garanti yoktur. Allahû Tealâ sünnetûllahı ile bize bir zarar verdi. Tarlamızdaki ekine yıldırım isabet etti. Veya dolu yağdı veya sel bastı. Zarara uğradık. Sünnetûllah bize bu zararı verdi diye derecat kazanır mıyız? Bu konuda kesin bir hüküm yok.
Şimdi, İlâhi iradenin bize bir fayda sağladığını düşünelim. Bundan derecat kaybeder miyiz? Nasıl bir cüz’i irade, bize bir fayda sağladığı zaman derecat kaybetmiyorsak, Allah’ın da bize bir fayda sağlaması halinde de derecat kaybetmeyiz. Zarar vermesi halinde de derecat kaybetmemiz mümkün değildir. Ve sadece iki olayı yaşayabiliriz Allah’ın iradesiyle:
1- Allah bize bir fayda sağlar. Sevineceğimiz bir olay vücuda getirir kader olarak bizim üzerimizde, seviniriz. Ama derecat kaybetmeyiz.
2- Zararda ise derecat kaybetmemiz hiçbir şekilde mümkün değildir. Bir cüz’î irade bize bir zarar verseydi, derecat kaybetmek şöyle dursun, derecat kazanacaktık.
Öyleyse İlâhi irade sebebiyle derecat kaybetmemiz, yani şerre ulaşmamız hiçbir şekilde mümkün değildir. Şer, bir insanın derecat kaybetmesi halidir. İster adına şer deyin, ister adına seyyiat deyin, ister adına günah deyin, olayların hepsinde siz, kendi iradenizle bunları yapabilirsiniz ve bunun için derecat kaybedebilirsiniz. Kaybettiğiniz bütün dereceler sizin kaza ettiğiniz, sizin vücuda getirdiğiniz fiilleriniz sebebiyledir.
Namazınızı vaktinde kılmazsınız ve iradenizi kullanmışsınızdır bu konuda. Kılmadığınız için derecat kaybedersiniz. Kıldığınız zaman tekrar derecat kazanırsınız. Birine bir kötülük ika ettiğiniz zaman gene derecat kaybedersiniz. Bu da sizin fiilinizin sonucudur.
Öyleyse bir insan sadece ve sadece kendi fiilleri sebebiyle derecat kaybedebilir. Hiç kimse başka birine şer ulaştıramaz. Başka birinin derecat kaybetmesine sebebiyet veremez. Cüz’i bir irade, bir başka cüz’i iradeye tesir ettiği zaman bu tesir negatifse, karşı tarafa derecat kazandırır otomatik olarak. Ama ne yaparsa yapsın ne İlâhi irade ne sünnetûllah ne cüz’i irade hiçbir başka iradenin derecat kaybetmesine, yani şerre ulaşmasına imkân veremez, sebep olamaz. Allah’ın koyduğu kanunlar bu kanunlar sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler!
Öyleyse Âmentû şerhindeki: “Hayır da şer de Allah’tandır” ifadesinin mutlaka değişmesi asıldır. Hayır, Allah’tandır ama şer, Allah’tan olamaz. Hiç kimse Allah’ın vücuda getirdiği bir olay sebebiyle derecat kaybedemez. Şer oluşması, Allah’ın aksiyonu sebebiyle mümkün değildir. Peki, Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın bir âyet-i kerimesi var. Diyor ki Allahû Tealâ:
“Onlar, başlarına bir güzel olay geldiği zaman ‘Bu bizdendir.’ derler. Habibim! Onlar, başlarına senin yüzünden bir güzel olay vücuda gelirse, onun kendilerinden olduğunu söylerler. Başlarına onların üzülecekleri bir olay gelirse, senin sebebinle oluşmuş bir olay olarak düşünüp ‘Senin yüzünden bu şer başımıza geldi.’ derler. Habibim! De ki: “Her ikisi de Allah’tandır.”
Bu âyet-i kerimeyi, şerrin Allah’tan geleceği istikametinde bir vasıta olarak kullanmayı isteyenler var. Sevgili kardeşlerim! Söz konusu olan orada Allah değildir. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in sebebiyet verdiği herhangi bir olaydan o insanlar; münafıklar, üzülebilirler de sevinebilirler de. Peygamber Efendimiz (S.A.V) onları hüsnüniyetle yapmıştır ama o kişinin o olay karşısında ne düşüneceğini Peygamber Efendimiz (S.A.V) bilemez.
Ve konunun can alıcı noktasına geliyorum. Biz insanlar, bir olay bizi sevindirirse bu hayırdır diye düşünürüz. Bir olay bizi üzerse bu da şerdir diye düşünürüz. Oysaki öyle değildir. Bir olay bize derecat kaybettirirse, o şerdir. Derecat kazandırırsa, bir hayırdır.
Bakara Suresinin 216. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:
2/BAKARA-216: Kutibe aleykumul kitâlu ve huve kurhun lekum, ve asâ en tekrahû şey’en ve huve hayrun lekum, ve asâ en tuhıbbû şey’en ve huve şerrun lekum vallâhu ya’lemu ve entum lâ ta’lemûn(ta’lemûne).
Savaş, o sizin için kerih olsa da (hoşunuza gitmese de) üzerinize farz kılındı. Ve hoşlanmayacağınız bir şey olur ki, o sizin için bir hayırdır. Ve seveceğiniz bir şey olur ki, o sizin için bir şerdir. Ve (bütün bunları) Allah bilir, siz bilmezsiniz.
“Kıtal, sizin hoşunuza gitmese de (size kerih görünse de) o, üzerinize farzdır. Öyle olaylar vardır ki; sizin hoşunuza gider ama o olay bir şerdir. Öyle olaylar vardır ki; siz onu kerih görürsünüz (hoşlanmazsınız) ama onlar, o olay bir hayırdır.”
Allahû Tealâ ne demek istiyor burada? “Olayların hayır veya şer olduğu, sizin sevinmenize veya üzülmenize göre değerlendirilmez.” diyor Allahû Tealâ.
Hayır: Size derecat kazandıran olaylardır.
Şer: Size derecat kaybettiren olaylardır.
Şimdi bu çerçeveden meseleye bakıyoruz. Peygamber Efendimiz (S.A.V) diyelim ki; sahâbenin arasında olan zaten bir münafığa, onu üzecek olan bir davranışta bulunmuş olsun. Peygamber Efendimiz (S.A.V) buna sebebiyet verdi ya; “Bu şerdir.” diyor adam, münafık. Ve: “Sen yaptın bana bunu!” diyor. Neden?
Onu üzecek bir olay olmuş bu. Peki, Peygamber Efendimiz (S.A.V) bu olayı kendisinden yapabilir mi? Yapamaz. Ona bu olayı yaptıran emrinde olduğu Allah’ın iradesidir. Ne demek istiyoruz? “Habibim!” diyor Allahû Tealâ, “O taşı attığın zaman sen atmadın. Biz attık.” diyor. “Habibim!” diyor, “Orada; Akabe’de ağacın altında sana biat ettikleri zaman, onların ellerinin üzerinde Allah’ın eli vardı (yani senin elini öptüler orada tâbî olurken ama Biz, senin bütün vücuduna tecelli ediyorduk. O sırada eline de tecelli ediyorduk tabiatıyla. Ve onların öptükleri el senin elindi ama aynı zamanda Bizim de tecellimiz söz konusu olduğu için, Bizim de elimiz hüviyetindeydi).”
Ne diyor Allahû Tealâ? “O kendiliğinden konuşmaz. Sadece Bizim konuşturduklarımızı konuşur. O kendiliğinden bir şey yapmaz. Sadece yaptırdıklarımızı yapar.”
Diyor ki: “Resûllerimizin kendi yapacakları şeyi seçme hakkı yoktur.”
28/KASAS-68: Ve rabbuke yahluku mâ yeşâu ve yahtâr(yahtâru), mâ kâne lehumul hıyarat(hıyaratu), subhânallâhi ve teâlâ ammâ yuşrikûn(yuşrikûne).
Ve Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer. Ve seçim hakkı onlara ait değildir. Allah Sübhan’dır (münezzehtir) ve (onların) şirk koştukları şeylerden yücedir.
Resûllerinden Allahû Tealâ’nın huzur namazının imamları için söylediği bu söz: “Bu sebeple onlar yaptıklarından sorumlu değillerdir” ifadesiyle tamamlanıyor.
Öyleyse sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler! Peygamber Efendimiz (S.A.V), Allah’ın iradesiyle bir fiil yapıyor. Bu yaptığı fiil, işlev, bir münafığın canını sıkıyor. Huzursuz oluyor. Ve diyor ki: “Bu bir şerdir, beni üzdüğüne göre. Ve bu sendendir.” diyor. Allahû Tealâ da diyor ki: “Ona söyle ki; onun şer dediği olay senden değildir, bizdendir.” diyor. Neden?
Peygamber Efendimiz (S.A.V) olayı vücuda getirmişse ve Allah’ın iradesi onu o işi yapmaya götürmüşse, Allah’ın iradesi altında, Allah’ın iradesiyle, Allah’ın iradesinin Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e kumanda etmesiyle o olay vücuda gelmişse, o olayı yapan kimdir? Peygamber Efendimiz (S.A.V) midir? Yoksa onu iradî yapısıyla kontrolü altında tutan ve o anda olayı ona işleten Allah mıdır? Elbette Allah’tır! Onun için Allahû Tealâ: “De ki (diyor): Her ikisi de Allah’tandır.”
Şimdi bir olayı irdeledik sadece. Olaylardan birinde Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir münafığın üzülmesini temin eden bir olay yapmış. Üzülmesine sebebiyet veren bir olayı vücuda getirmiş. O getirmemiş, Allah vücuda getirmiş!
Onun için “Bu sendendir.” dedikleri zaman: “Bu olay bizim canımızı sıktı, üzdü bizi. Bu bir şerdir. Ve bu sendendir.” diyor münafık. Allahû Tealâ da diyor ki: “Ona söyle ki: ‘Hayır, o senden değildir. Sen onu Bizim irademizle vücuda getirdin. Biz yaptırdık sana o olayı. Bu Allah’tandır.”
Şimdi madalyonun öbür tarafına bakalım. Ne diyorlar? Onların hoşuna giden bir olay vücuda geldiği zaman: “Bu bizdendir.” diyorlar, diyor. Hangi olay? Peygamber Efendimiz (S.A.V) onlara bir olay ika ediyor. Onların üzerinde bir tesir vücuda getiriyor. Ve güzel bir sonuç: “Bu bizdendir.” diyorlar.
Allahû Tealâ da diyor ki: “Bu da onlardan değil, bu da Allah’tandır (yani eğer bu işlemi sen yaptın da onların hoşuna gittiyse, bunu yapan sensen, onu sen yapmadın. Onu Biz sana yaptırdık). Öyleyse onların hoşuna giden bu olay da Bizdendir yani Allah’tandır. Onlara öyle söyle.” diyor.
Peygamber Efendimiz (S.A.V), tasarruf altında münafıklar üzerinde vücuda getirdiği bütün olaylarda ona o olayı vücuda getiren, yaptıran Allah! Öyleyse Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in yaptığı bir olayla bir münafık sevinse de: “Bu sendendir.” dese, “Bu senden değil benim kendimdendir” dese, gene Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in sebebiyet verdiği bir olayla bir münafık üzülse de: “Bu sendendir.” dese, ne o olay Peygamber Efendimiz (S.A.V)’dendir ne de o münafıktandır. Olayların ikisine de sebebiyet veren görünüşte Peygamber Efendimiz (S.A.V)’dir. Ama realitede, Allah’tır!
Allah onu söylüyor. O âyet-i kerimede: “Onlara de ki” diyor, “O sizi sevindiren olay da o sizi üzen olay da benim tarafımdan yapıldığı görünür size ama, aslında o olayı vücuda getiren ben değilim, Allah’tır!”
Sevgili kardeşlerim! Anlaşıldı mı olay acaba? Allahû Tealâ öylesine güzel ifade etmiş ki; hayran olmamak mümkün değil. O, Allah’tır! Öyleyse, muhtevayı öğrendiğimiz zaman Allahû Tealâ’nın neden: “Her ikisi de Allah’tandır.” dediği, onları sevindiren olaylar, onlara göre sevindikleri için hayır olan, üzüldükleri için şer olan olayların ikisi de senin tarafından vücuda getirildiğine göre ve o olayı görünüşte sen yapmış olmana rağmen aslında Biz sana yaptırdığımıza göre, onları sevindiren olaylar da onların hayır olarak gördüğü, onları üzen olaylar da onların şer olarak gördüğü, “Her ikisi de Allah’tantır.” diyor Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e Allahû Tealâ. “Onlara de ki: Her ikisi de Allah’tandır.” diyor. Ama aslında olayların muhtevasında, Kur’ân hükümleri son derece net bir tablo veriyor. Hayır, Allah’tan olabilir. Başka bir kulun bize zarar vermesinden de oluşabilir. Ama şer, Allah’tan olamaz. Allah’ın herhangi bir fiili sebebiyle hiç kimse derecat kaybedemez. Öyleyse oradaki insanların: “Bu sendendir.” diyerek üzüldükleri olay, aslında kendi dizaynları içinde tahakkuk etmiştir. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in sebebiyet verdiği ve onları üzen bir olay onlara derecat kaybettiremez. Şer olması mümkün değildir.
Sonuç böylece aydınlanmış oluyor. Şer kavramıyla, hayır kavramı, kader ve kazayla yakından ilişkili iki kavramdır. Öyleyse ne demek istiyor acaba Allahû Tealâ Bakara Suresinin 216. âyet-i kerimesinde? “Öyle olaylar vardır ki; sizi üzer ama onlar hayırdır. Öyle olaylar vardır ki; sizi sevindirir ama şerdir. Yani siz, sizi sevindiren olayları hayır, sizi üzen olaylara şer diyorsunuz. Ama bu yanlış!” diyor Allahû Tealâ. “Buna bakmaz” diyor, “Benim hayrım ve şerrim. Hayır, sizi sevindiren olaylar değildir. Hayır, size derecat kazandıran olaylardır. Şer, sizi üzen olaylar değildir. Size derecat kaybettiren olaylardır. Benim kanunum böyle!” diyor Allahû Tealâ.
Münafıklarsa, olaylar kendilerini sevindiriyorsa: “Bu bizdendir.” diyorlar, “Bu hayırdır.” Olaylar kendisini üzüyorsa: “Bu şerdir.” diyorlar, “Bu sendendir.” diyorlar Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e.
Hâlbuki 1. olayı da Peygamber Efendimiz (S.A.V) vücuda getirmiş. 2. olayı da Peygamber Efendimiz (S.A.V) vücuda getirmiş. Ama birinde üzülmüşler, birinde sevinmişler. Sevindiklerine: “Bizdendir” diyorlar, “Bu hayırdır. Sen görünüyorsun devrede ama aslında bu bizdendir. Biz buna sevindik.” Ama aslında her ikisini de Peygamber Efendimiz (S.A.V) vücuda getirmiş. Ona da tasarruf eden Allahû Tealâ olduğuna göre Allahû Tealâ diyor ki: “Onlara söyle! Her ikisi de Allah’tandır.”
Sevgili kardeşlerim! Olayların arkasındaki mahiyet farklarına dikkat edin. Olayın mahiyeti, arkasındaki gerçek anlam, Kur’ân’ın anlamıdır. Şimdi bu noktadan hareketle baktığımız zaman Allah’ın vücuda getirdiği herhangi bir olayın bize derecat kaybettirmesi mümkün olmadığı gibi, sünnetûllahın vücuda getirdiği bir olayın da bize derecat kaybettirmesi mümkün değil. Başka bir cüz’i iradenin vücuda getirdiği herhangi bir olayın da olay ne olursa olsun bize derecat kaybettirmesi mümkün değil. Derecat kaybettiğimiz olaylar kader sebebiyle oluşamaz. Bu Kur’ân’a göre mümkün değildir. Ama kader sebebiyle derecat kazanabiliriz. Kim bize karşı bizi zarardide edecek olan bir faaliyette bulunursa, bize bir zarar ika ederse, bu zarar sebebiyle o kişi derecat kaybeder. Ama biz derecat kazanırız. Otomatik bir işlemdir bu. Kul hakkı doğmuştur. Böyle olacaktır sonuç. Biz, başka bir irade sebebiyle derecat kazanabiliyoruz. Ama başka bir irade sebebiyle derecat kaybedemiyoruz. İradenin mahiyeti bu üç iradeden hangisini ihata ederse etsin, derecat kaybetmemiz mümkün değildir.
Öyleyse hayır, yani derecat kazandırıcı işlemler Allah’tan olabilir. Ama şer, Allah’tan olmaz. Allah’ın vücuda getirdiği herhangi bir işlem sebebiyle, derecat kaybetmemiz mümkün değildir. Bu bizi nereye götürür? Son derecede önemli bir noktaya götürür. Kaza ile kaderin birbirinden ayrıldığı en önemli noktaya götürür. Hiç kimse başka birinin fiili yüzünden cehenneme giremez. Neden öyle? Çünkü cehenneme girmemiz kaybettiğimiz derecelere bağlıdır. Kaybettiğimiz dereceler, kazandığımız derecelerden fazla olmadıkça cehenneme girmemiz mümkün değildir. Allah’ın kanunu, bu kanun: “Kimin kaybettiği dereceler, kazandığı derecelerden fazlaysa, onlar nefslerini hüsrana düşürenlerdir. Onların gidecekleri yer cehennemdir. Ebediyyen cehennemde kalacaklardır.”
İşte Allahû Tealâ’nın Mu’minûn Suresinin 103. âyet-i kerimesi:
23/MU'MİNÛN-103: Ve men haffet mevâzînuhu fe ulâikellezîne hasirû enfusehum fî cehenneme hâlidûn(hâlidûne).
Ve kimin mizanı (sevap tartıları) hafif gelirse, işte onlar, nefslerini hüsrana düşürenlerdir. Onlar, cehennemde ebediyyen kalacak olanlardır.
“Kimin sevap tartıları hafifse, onlar, nefslerini hüsrana düşürenlerdir. Onların gidecekleri yer cehennemdir. Ebediyyen orada kalacaklardır.” diyor Allahû Tealâ.
Sevap tartıları: Kazandığımız dereceler.
Günah tartıları: Kaybettiğimiz dereceler.
Kimin kaybettiği dereceler fazlaysa veya kazandığı dereceler azsa; ikisi de aynı mânâya gelir. Onun gideceği yer cehennemdir. Öyleyse sadece kaybettiği dereceler, kazandığı derecelerden fazla olan insanlar cehenneme girer. Yani cehenneme girmenin temel sebebi kaybettiğimiz derecelerdir. Bu dereceleri hiç kimse başkası sebebiyle kaybedemez.
Öyleyse insanları cehenneme götüren onların kaza ettikleri olaylardır. Bizatihi onların vücuda getirdiği olaylardır. Kader sebebiyle hiç kimsenin cehenneme gitmesi mümkün değildir. “Biz, şeytan sebebiyle cehenneme gidiyoruz.” diyen kişi yanılıyor.
Şeytan ona telkinde bulunmuştur. O da o telkine kapılarak günahı işlemiş, derecatı kaybetmiştir. Şeytan hiç kimseye derecat kaybettiremez. Çünkü şeytan o kişinin fiilini işlemek yetkisinin sahibi değildir. Sadece kişiye tesir eder. O tesiri sebebiyle onu günaha teşvik ettiği için derecat kaybedecektir iblis. Ama o kişinin kaybettiği derecenin; derecatın bizatihi şeytan sahibi olamaz. Sebep olmuştur. Fiili işleyen şeytan değildir. Fiili işlemesine âmil olan şeytandır. Ama fiili kişi işlemedikçe o derecatı kaybetmesi mümkün değildir.
Öyleyse kim cehenneme girecekse, cehenneme girenler bilsin ki; sadece kendi amelleri sebebiyle, kendi işledikleri yanlış fiiller, hatalı fiiller, derecat kaybettiren fiiller sebebiyle cehenneme gitmiştir.
Öyleyse sevgili kardeşlerim! Görülüyor ki; kader müessesesinde derecat kaybetmemiz mümkün değil. Kader sebebiyle hiç kimse derecat kaybedemez. Öyleyse hiç kimse kader sebebiyle, başka birinin işlediği bir fiil sebebiyle cehenneme gitmez. Derecat kaybedemez. Peki, böyle bir durumda Allahû Tealâ’nın ‘hayır ve şer’ kavramlarına bakış açısının arkasında kaderin veya kazanın yattığını görüyoruz.
Öyleyse kaderin temel özelliği; kaderde iki tane iradenin mevcudiyetidir. Bir irade, ikinci bir iradeye zarar ika ediyor. Ve böyle bir olay kaderdir. Bir insan kendisinin dahli olmadığı ama üzerinde tesir oluşturacak bir olayı yaşarsa, bu tesiri oluşturan da başka bir iradeyse, bir cüz’i iradeyse, o zaman bu kişi bu üzüldüğü olay sebebiyle derecat kazanır. Ama başka birinin herhangi bir fiili kendisine ulaştırdığı, kendisine tesir eden herhangi bir fiili, yani kader sebebiyle derecat kaybedemez. Peki ama Allahû Tealâ diyor ki: “Biz her şeyi bir kaderle yarattık.”
O zaman her fiilimizde kaderin bir payı var, mânâsı çıkıyor. Sevgili kardeşlerim! Adına kader dediğiniz şey mutlaka iki tane iradeyi gerektirir.
1- Bir tesir eden irade.
2- Bir tesir alan irade.
3- Ve bir de sonuç.
Böyle bir dizaynda iki kişi olduğu; iki irade olduğu kesindir. Ve bu gerçek anlamda bir kaderdir. Tam bir kader olgusudur. Şimdi bu kader olgusunun dizaynına baktığımız zaman burada mutlaka iki kişi görüyoruz. Bir kişi bir başkasını öldürüyor. Bir başkasına kötü davranıyor. Bir başkasına iyi davranıyor. Her biri bir kader oluşturuyor. Peki, Allahû Tealâ her şeyi bir kaderle vücuda getirdiğine göre, ikinci bir kişi olmadan da bizim kendi yaptıklarımız ve ulaştığımız sonuçlar bir kader oluşturabilir mi?
Burada ‘kader’ kelimesini değil de ‘nasip’ kelimesini kullanmamız daha uygun. Amacımızla, ulaştığımız sonucun birbirine eşit olması veya olmaması söz konusu. Öğrenciler imtihana giriyorlar. Sınıfı geçmek isteyenlerin niyeti sınıfı geçmek. Bu maksatla imtihana giren talebelerin bir kısmı geçiyor. Bir kısmı geçemiyor, sınıfta kalıyor. O dersten kalıyor.
Peki, öğrenci imtihana girmiş, çalışmış veya çalışmamış. Eğer otomatik sistemler bihakkın bir incelemeyle doğru not vermişlerse çocuğa ve çocuk o dersten kalmışsa, onun dışındaki bir irade bir sonucu oluşturuyor. Ama bu sonuç adaletle vücuda gelmişse, bir üçüncü kişi yok demektir.
Bu öğrenci imtihanı kazanmak üzere imtihana girmiştir. Ama imtihanı başaramamıştır ve sınıfta kalmıştır. Başka bir irade devreye girip de onun notunu kırmamıştır. Kazandığı notun altında bir not vermemiştir ona; kazanması lâzımgelen notun altında bir not vermemiştir. Adalet yerini bulmuştur. Kişi hak ettiği dereceyi almıştır. Ve sınıfta kalmıştır. Şimdi bu kişinin niyeti neydi? O dersten geçmekti bu öğrencinin niyeti. Nasibi ne oldu? O dersten kalmak oldu. Öyleyse burada niyetle, nasip birbirine paralel bir seyir takip etmedi. Arkasında ne var? Kişinin liyâkatindeki eksiklik. İmtihanı başarabilecek olan yapıya sahip olmadan sınıfı geçmek konusunda ya da o imtihandan geçmek konusunda imtihana girdi. Ama müktesebatı buna müsait değil. Sahip olduğu yetenekler sınıfta kalmasına ya da o dersten kalmasına sadece yol açtı. Geçmesine yeterli dereceyi alamadı. Başka birisinin bunda bir dahli var mı? Hayır, yok! Yani söylediğimiz standartlarda gerçek anlamda çocuğun hakkı buysa, sınıfta kalacak; o dersten kalacak bir not almışsa ve kalmışsa, burada başka birisinin dahli yok. Sadece bir irade; çocuğun kendi iradesi. Çalışmış, çabalamış kendi ölçüleri içinde imtihana girmiş ve kalmış. Bu onun nasibidir. Ve niyeti sınıf geçmek olduğu halde veya o imtihanda başarmak olduğu halde nasibi kalmak olmuştur. Neden? Kişinin sınıfı geçebilecek olan liyâkate sahip olmadığını görüyoruz. Eğer hedefine ulaşacak olan liyâkatin sahibi değilse kişi, o zaman niyeti ile nasibi birbirine eşit olmaz, başarı kazanamaz kişi.
Peki, sınıfı geçenler nasıl geçiyorlar? Onlar, o liyâkatin sahipleri. Suallerin cevaplarını vermişler. Müktesebatlarında olan bir standart içerisinde geçerli not almışlar. Öyleyse onların niyetleri ile nasipleri aynı. Niyetleri sınıf geçmek veya dersi geçmek. Nasipleri de dersi geçmek. Öyleyse bunlar nasiplerine ulaşmışlardır. Ama diğerleri nasiplerine ulaşamamıştır.
Öyleyse sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler! Buradaki muhtevaya dikkatle bakın. Niyetle, nasibin dengelenmesi kişinin liyâkatine bağlıdır. Öyleyse nasip bir nevî kader kabul edilebilir. İkinci bir kişi devreye girmediği sürece.
Peki, çocuklar imtihana girdiler. Notlar alındı. Bir çocuk geçecek not almadığı halde notu değerlendiren kişi devreye girdi. Çocuğun notunu yükseltti ve çocuk sınıfı geçti. Bu çocuğun, niyeti ile nasibi birbirine eşit oldu. Öyleyse bu bir niyet ve nasip meselesi midir?
Peki, bir başka alternatif düşünelim. Çocuk, geçecek not almış ama öğretmen çocuğun notunu, çocuğa karşı duyduğu şahsi bir kin sebebiyle, bir başka sebeple kırmış. Sınıf geçecek olduğu halde; o dersten geçecek olduğu halde, o dersten bırakmış çocuğu. Böyle bir durumda ne olur? Böyle bir durumda çocuk sınıfta kalır. Çocuk o dersten kalır. Eğer kalırsa, çocuğun niyeti ile nasibi gene birbirine uymamıştır. Çocuk geçmeyi hak ettiği halde notları kırıldığı için o dersten kalmıştır. Bu da bir kaderdir. Başka bir irade devreye girmiştir. Çocuğun bunda hiçbir sui taksiri yoktur. Bir tesiri de yoktur. Başka bir irade çocuğun üzerinde bir sonuç oluşturmuştur. Bu sonucun oluşması kaderdir. Öyleyse kader müessesesinde mutlaka iki tane irade söz konusu:
1- Tesir gören kişinin iradesi.
2- Ona tesir eden irade.
Öyleyse nasip söz konusuysa ve kişi tek başınaysa, başka bir irade devrede değilse, bu nasip sebebiyle kişi derecat kazanabilir de derecat kaybedebilir de. Başka bir kişi yoksa, sadece bir kişi varsa, o kişi, meselâ onun gene bir talebe olduğunu düşünelim. Müktesebatı sınıfı geçmeye müsait değil. O notla geçmeye müsait değil. Ama çocuk kopya çekiyor. Kopya çekiyor ve geçer notu alıyor.
Ne olmuştur? Çocuğun niyeti sınıf geçmektir. Nasibi de sınıf geçmektir. Ya da o dersten geçmektir. Nasibi de geçmektir. Öyleyse niyetle, nasip birbirine eşit oldu. Ama bu onun bihakkın kazandığı bir sonuç değildir. Buradaki nasip, onun derecat kaybetmesine sebebiyet verecek olan bir nasiptir.
Sevgili kardeşlerim! Kader sebebiyle insanlar derecat kaybedemez. Yani bir öğretmenin, sınıfta kalacak olan bir çocuğun notunu yükselterek ona sınıf geçirmesi halinde o öğretmen derecat kaybeder. Bir haksızlığı oluşturduğu için. Ama o teklif çocuktan gelmediyse, böyle bir şeyi çocuk kendi iradesiyle talep etmediyse, o zaman belki çocuğun haberi bile olmayacaktır böyle bir şeyden. Bu sebeple çocuğun böyle bir olaydan derecat kaybetmesi söz konusu değildir.
Bu bapta demek ki; niyetle nasip arasındaki ilişkide, başka bir irade devreye girmediği cihetle kişinin derecat kaybetmesi de söz konusu olabilir. Derecat kazanması da söz konusu olabilir. Bir şeyi elde etmek için meşru olmayan vasıtalar kullanan kişi bundan derecat kaybeder. Nasibi ne? Niyeti ve nasibi birbirine eşit olur ama derecat kaybederek o noktaya ulaşmıştır. Demek ki nasip; niyetle, nasip arasındaki ilişkilerde derecat kaybetmek söz konusudur. Ama kaderde hiçbir zaman derecat kaybedemezsiniz.
Eğer başka birisi sizin üzerinizde bir tesir vücuda getirecekse, bu tesir vücuda gelmişse, tesir sizi sevindiren bir tesir de olsa, sizi üzen bir tesir de olsa ondan derecat kaybedemezsiniz. Kaderin sonucuyla görüyorsunuz ki; nasibin sonucu aynı değildir.
Öyleyse sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler! Allahû Tealâ buyuruyor ki: “Kim başkasının hidayetine sebebiyet verirse, onların kazandığı derecelerden size de yazılır. Kim başkasının dalâletine sebebiyet vermişse, onların kaybettiği derecelerden ona da yazılır.”
Öyleyse “Başkası sebebiyle derecat kaybedebiliyoruz.” diyen birisi çıkarsa burada, hayır! Başkası sebebiyle derecat kaybetmiyorsunuz. Kendiniz sebebiyle derecat kaybediyorsunuz. Çünkü siz, o kişinin dalâlette kalmasına sebebiyet vermişsiniz. Fiilinizin sonucunda o kişi kendi yaptığı aksiyon sebebiyle derecat kaybetmiştir. Siz ona tesir ettiğiniz için o kişi derecat kaybetmemiştir. O tesirin sonucunda kendi iradesiyle bir fiil ika etmiştir. Sizin fiiliniz değildir o. Sizin yaptığınız şey ona bir tesirse, o kişi o tesirin altında kendisi bir fiil işlemedikçe derecat kaybedemez.
Öyleyse bir kişinin Allah’ın yoluna girmesine mânî olan birisi, o kişinin derecat kaybetmesine sebebiyet verir. Ama o kişi dalâlette kaldıysa, dalâlette kalmasının kaybettiği derecelerinden birazı da, onu dalâlette bırakan kişiye verilir. O kişinin bizatihi kaybettiği derecelerden yani kaybettiği dereceleri, kaybetmesi lâzımgelen fiili ile dengededir. O kişi kendi iradesiyle dalâlette kalmıştır ve gideceği yer cehennemdir. Başka birinin tesiri altında veya değil; kişi kendi iradesiyle Allah’ın yoluna girmemiştir. Öyleyse bu Allah’ın yoluna girmemek iki şekilde demek ki vücuda gelebiliyor:
Birincisi; kişi kendi iradesiyle Allah’ın yoluna girmiyor. Başka birisinin tesiri altında değil. Kimseye sormamış, etmemiş ama Allah’ın yoluna da girmemiş, gideceği yer cehennem. Üzerinde hiçbir tesir oluşmamış kişinin. Bu kişi cehenneme gidecektir. Ve başka birisi de bu konuda bir suçlu veya suçsuz hüviyete giremez, böyle de gösterilemez.
Şimdi ikinci bir kişi düşünelim: Bu kişi gitmiş, tanıdığı birçok âlime sormuş. Demiş ki: “Diyorlar ki: ‘Bir insan Allah’a ulaşmayı dilemeliymiş. Dilemezse gideceği yer cehennemmiş. Ve ben de bunlara inanmıyorum. Sen bu konuda ne söylüyorsun?” O da diyorsa ki: “Hayır kardeşim. Bunlar yalan söylüyorlar. Öyle insan ruhunun ölmeden evvel Allah’a ulaşması diye bir şey söz konusu olamaz. Kur’ân-ı Kerim’de de bu konuda hiçbir bilgi yok. Bu insanlar atıp tutuyorlar. Yalan söylüyorlar. Ve insanlara hiç onların yapmak istemedikleri şeyleri yaptırmak istiyorlar. Allah’a ulaşmayı dilemek de neyin nesiymiş. Eski köye yeni adet! Kur’ân-ı Kerim’de Allah’a ulaşmayı dilemek diye bir şey yoktur.”
Böyle demişse ve o adam da güvendiği birisinin, bir dîn âliminin, bir profesörün kendisine bunu söylemesi sebebiyle Allah’ın yoluna girmediyse, o kişi cehenneme gidecektir. Cehenneme gitmesinin arkasında da o kişi vardır. Öyleyse Allahû Tealâ ne diyor? “Kim başkasının dalâletine sebebiyet vermişse, onun kaybettiği derecelerden ona da veririz.” diyor.
Öyleyse başka birisine kötülük eden kişi de başka birisi sebebiyle derecat kaybedebiliyormuş. İşte buradaki inceliğe dikkat edin. O kişi, ondan işittiği o sözlere rağmen kendisine düşen görevi yapsaydı, tahkik etseydi, doğruyu yakalayacaktı. Allah’a ulaşmayı dilemesi gerektiğini kesin şekilde görecek, ikna olacaktı. Ve Allah’a ulaşmayı dileyecekti ve kendisini kurtaracaktı. Öyleyse diğer kişinin telkinine kapılması sebebiyle cehennemlik olmamıştır. O telkini değerlendirmemesi ve doğruyu araştırıp bulmaması sebebiyle cehenneme gitmiştir. Yani telkinler, bir insanın derecat kaybetmesine sebebiyet vermez. Bu açıdan eğer Allah’a ulaşmayan kişi, derecat kaybediyorsa gideceği yer cehennemse, bunun arkasında yatan sebep; kendisine bu telkini yapan kişi değildir. O telkine inanıp da kendine düşeni yapmamasıdır. Kendi fiiliyatının eksikliğidir. Öyleyse arada büyük bir fark var.
Şimdi insanlar var; Allah’ın emirleriyle karşı karşıya. Allahû Tealâ diyor ki: “Namaz kılın.” Kişi kılmıyor. Birisi de ona demiş ki: “Namaz kılmasan da çok önemli bir şey değil, derecat kaybetmezsin.” Yalan söylemiş. Bu kişi de bu sebeple namazı kılmamış. Ne yapmış kişi? Derecat kaybetmiş namazlarını kılmadığı için. Bunu: “Beni falanca bu yola teşvik etti de bu yüzden namazlarımı kılmıyorum” diye bir tevile götürebilir mi kişi? Götüremez. Kendi iradesiyle namazlarını kılmıyorsa sorumluluk tamamen kendisine aittir.
Öyleyse dikkat edin. Başkalarının bize olan tesirleri değil önemli olan. Bizim işlediğimiz; bizatihi işlediğimiz fiiller, sadece onlar bize derecat kaybettirebilir. Hangi tesirin altına girersek girelim, ona ait olan fiili işlemediğimiz sürece biz derecat kaybetmeyiz. Yani irademizi bize derecat kaybettirecek bir fiili bizatihi işleyecek bir hüviyette devreye sokmazsak, iradî yapımız bize derecat kaybettirebileceğimiz bir fiili işletmezse, işletmediği sürece derecat kaybedemeyiz. Kaybetmemiz mümkün değildir.
Öyleyse dikkat edin sözüme ki; sadece bizim kaza ettiğimiz fiiller, bize derecat kaybettirebilir. Düşünce sistemimiz değil; fiiliyata döktüğümüz şeyler ve kendi irademizle yaptığımız şeyler. Bir tesir altında da olsak, başka birinin sözlerine kansak da bu günahı işlesek, kendi irademizle yaptığımız için derecat kaybederiz. Başka kimseyi dinlemeden, kendi irademizle bilerek bir günahı işlemişsek, gene bundan sorumlu olan biziz, gene derecat kaybederiz.
Sonuçta şuraya ulaşıyoruz: Bize derecat kaybettiren bütün fiiller, bizim kaza ettiğimiz, bizim kendi irademizle bilerek, isteyerek yerine getirdiğimiz fiiller sebebiyledir. İster, devreye başkalarının yardımı girsin, bizi o hedefe yönlendirmek istesinler. İster, böyle bir olay olmasın. Biz, kendi irademizle o fiili işlemedikçe; bize derecat kaybettiren fiili işlemedikçe, biz derecat kaybetmeyiz.
Öyleyse Allahû Tealâ niçin akıl vermiş bize?
Başkalarının yaptıkları telkinlerin bizim üzerimizde tesir icra etmemesi için muhakeme kabiliyeti vermiş Allahû Tealâ. İnceleme görevi vermiş bize. Ve kabahati bir çırpıda: “Falanca bana böyle böyle şeyler söyledi. Ben de ona inandım bu suçu işledim.” demek, bizi derecat kaybetmekten kurtarmaz. Kendi irademizle işlediğimiz her günahın karşılığında, Allah’ın her yasak ettiği fiili işlediğimizde veya Allah’ın emrettiği bir fiili onun zamanı içinde gerçekleştirmememiz halinde devamlı derecat kaybederiz ve bunları hiç kimseye de yükleyemeyiz.
Allahû Tealâ bizden her zaman emirlere itaatimizi, yasak ettiği fiilleri de asla işlemememizi ister. Kim Allah’ın emrini yerine getirmezse derecat kaybeder. Yasak ettiği fiili işlerse gene derecat kaybeder.
Öyleyse böyle bir dizaynda sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler! Nereye ulaşıyoruz? Ulaştığımız yer son derece açık. Bize derecat kaybettiren fiiller sadece kaza ettiğimiz, vücuda getirdiğimiz kendi fiillerimize dayalıdır. O fiilleri, telkinler ne olursa olsun işlememeyi başarırsak derecat kaybetmeyiz. Hiç kimse telkin etmeden işlesek de gene derecat kaybederiz. Başkalarının telkinleriyle işlesek de gene derecat kaybederiz. O bize telkinde bulunan şeytan veya başka insanlar, bizim yaptıklarımızdan sorumlu değillerdir. Marifet, bizim o negatif telkinlerden etkilenmememiz ve Allah’ın yasak ettiği fiilleri işlemememizdir.
Öyleyse işliyorsak, kendi irademiz devreye girmişse ve bize derecat kaybettirici fiiller işlemişsek, ister emirlerin çiğnenmesi istikametinde, ister yasakların çiğnenmesi istikametinde bize derecat kaybettiren fiilleri biz kendi irademizle işlemişsek, o zaman bu derecatı biz kaybederiz. Önemli olan kendi irademizle yaptığımız hatalar. Onun için Allahû Tealâ kiramen kâtibîn meleklerine hayat filmimizde düşüncelerimizi de çektirmiş. Ne düşünerek ne yapmışız. Başka birisi bize tesir etmiş ama kendi düşüncemizle o fiili işlemişiz, işlemememiz lâzımgelen fiili işlemişiz. Biz işlemişiz! Kendi irademizle işlemişiz. Hayat filmimizdeki düşünce platformunda o fiili bilerek, isteyerek işlediğimiz kesin. Öyleyse bunda mutlaka derecat kaybederiz.
Hiç kimse kendi fiilleriyle, düşünceleriyle, bizim üzerimizde vücuda getirdiği herhangi bir fiille bize derecat kaybettiremez. Sadece kendi irademizle bilerek işlediğimiz fiillerde derecat kaybederiz. Hangi standartlar içinde olursak olalım mutlaka derecat kaybederiz. Eğer Allah’ın yasak ettiği bir fiili başkasının telkiniyle ya da kendi düşünce platformumuzda karar vererek işleyelim, her ikisinde de derecat kaybederiz. Derecat kaybetmemizin sebebi, o fiili kendi irademizle işlememizdir. Öyleyse muhtevaya dikkatle bakın sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler! Kader ve kaza birbirinden tamamen ayrı iki mefhumdur ki:
Birisi: Bize derecat kaybettirebilir.
İkincisi: Bize derecat kaybettiremez.
Kader sebebiyle hiç kimse derecat kaybedemez.
Kaza sebebiyle herkes derecat kaybedebilir.
Sevgili kardeşlerim! Hangi olay kazadır, hangi olay kaderdir? Hadi gelin bir araştırmasına çıkalım beraberce. Ölüm nedir? Ölüm bir kaderdir. Kim ölürse, hangi şartlar içinde ölürse ölsün, o ölüm, o kişi için bir kaderdir. Kişi Boğaz Köprüsünden aşağı atlıyor ama ölmüyor. Niyeti intihar, ölmek için atmış kendisini ama ölmüyor. Allahû Tealâ ölümü uygun görmedikçe ölmüyor.
Öyleyse kişinin niyeti, kişinin aksiyonu buna yetmez. Allahû Tealâ ölüm konusunda destur vermedikçe o kişi ölemez. Öyleyse bütün ölümler bir kaderdir. İntihar sebebiyle olmuş, adam ipi boğazına sarmış, asmış kendisini. İp kopmuş adam düşmüş aşağıya, ölmüyor. Boğulmak için atlıyor aşağıya, ölmüyor. Tabanca sıkıyor beynine, buradan giren kurşun öbür taraftan çıkıyor ama adam ölmüyor.
Öyleyse Allahû Tealâ’nın takdiri ölüm olmadığı için ölmüyor, ölmeye çalışmasına rağmen kişi. Bilmem ne kadar ilaç içiyor. Yıkıyorlar midesini kişi hayata tekrar geri dönüyor. Demek ki; kaderi henüz ölmek değil. Allahû Tealâ ölüm konusunda “Ecel-i müsemma.” diyor. Vadesi gelen, isim konulan bir an, o an ölecek kişi. Allahû Tealâ bu konuda Kur’ân-ı Kerim’de şöyle diyor: “Münafıklar dediler ki: Eğer kardeşlerimiz Uhud savaşına iştirak etmeselerdi ölmeyeceklerdi.” Allahû Tealâ diyor ki: Hayır, öyle değil! Onlar sürüklene, sürüklene o öldükleri noktaya getirileceklerdi ve o dakikada ve orada öleceklerdi.”
Öyleyse onlar Uhud savaşına iştirak etmeselerdi de gene aynı yerde öleceklerdi ve gene aynı dakikada öleceklerdi. Şimdi bu cümleden olarak neyin kader, neyin kaza olduğunu gelin beraberce inceleyelim.
Adam köşe başında saklanmış, gecenin saat üçü, hasmını bekliyor. Yoldan geçiyor, o saatte geçeceğini biliyor oradan. Elindeki tabancanın bütün kurşunlarını adamın üzerine boşaltıyor ve onu öldürüyor. Ölen adam için bu bir kaderdir. Onun iradesinin dışında başka bir irade onun ölmesine sebebiyet vermiştir.
Ya öldüren için? Öldüren için kader değildir. Öldüren bir fiili kaza etmiştir. Bir fiili tamamlamıştır. Kafasındaki taammüden adam öldürme fiilini tamamlamıştır. Kişinin hayat filmine baktığımız zaman ne zamandan beri o adamın ötekini öldürme konusundaki tasavvurlarını hayat filminin düşünce kesiminde görüyoruz. O zaman o kişi tasarlayarak taammüden bir başkasını öldürmüştür. Bu öldürme işlemi o kişi için bir kader değildir. Öldüren kişi için kazadır. Bilerek, isteyerek o kişiyi katletmiştir.
Şimdi başka bir misâle gelelim: Bir kişi tabancasını temizliyor. Temizlerken tabanca elinden düşüyor. Bir tek kurşun var tabancada. Bir yere takılıyor tetik. Ateş alıyor tabanca. Yoldan geçmekte olan birisini vuruyor ve de öldürüyor. Olmayacak gibi görünse de bir misâl olarak veriyoruz bunu. Bu durumda ölen kişi için acaba sonuç nedir? Kaza mıdır olay ölen kişi için, kader midir? Kaderdir. O ölmek istemedi. Yoldan geçerken başka bir iradenin vücuda getirdiği bir olayla, sebep olduğu bir olayla o kişi öldü.
Peki, ölüme sebebiyet veren, tabancasını temizleyen kişi için bu olay bir kader midir? Kaza mıdır? Kaza olması mümkün değildir. Çünkü kişi, o yoldan geçen kişiyi öldürmeyi aklına bile getirmemiştir. Hayat filminde net olarak görünür bu olay. Maksadı tabancasını temizlemekti. Temizlerken tabanca elinden düşüyor. Onun hiç tasavvur etmediği birçok olay art arda geliyor. Yoldan geçen kişi de ölüyor.
O zaman bu kişi için de başka birinin ölümüne sebebiyet veren bu olay, onun bizatihi vücuda getirdiği, kaza ettiği bir cinayet değildir. Bu sebeple o kişi için bu bir kaza edilen, özellikle tasarlanan bir fiil değildir. Bir kaderdir. O kişinin sebebiyet verdiği ama o hedefe yönelik olarak sebebiyet vermediği, tasarlamadığı bir olay kendi iradesinin dışında vücuda geldiği için, ölüme sebebiyet veren kişi için olay kaza değildir, kaderdir. O kişiyi öldürmek istememiştir. Böyle bir talebi yoktur. İradesi haricinde elinden düşen tabanca bir yere takılarak ateş almıştır. Ve yoldan geçen kişi de ölmüştür. Burada kişinin iradî yapısının sentezi, o kişinin hayat filmine kıyâmet günü bakıldığı zaman çok net olarak görünür. O kişi asla böyle bir şeyi düşünmemiştir. Yoldan geçen o kişiyi öldürmeyi tasarlamamıştır. Taammüden bir öldürme olayı yoktur. Bu sebeple onun fiili olarak kaza edip de bir ölüme sebebiyet vermesi, ölüm işlemini tamamlaması, kişiyi kasten öldürmesi söz konusu olmamıştır.
Öyleyse sevgili kardeşlerim! Evlilik bir kader midir? Evet, evlilik bir kaderdir. Ama “Neden?” diyeceksiniz. “Biz karar veriyoruz. Biz karar verdiğimize göre evliliğin kader olmaması lâzım, kaza olması lâzım. Bizim kaza ettiğimiz, vücuda getirdiğimiz bir olay. Biz karar veriyoruz evlenmeye ve evleniyoruz.”
Hayır, öyle değil! Eğer tek başınıza sizin karar vermeniz bir evliliği gerçekleştirmek için yeterli olsaydı o zaman evlilik sizin için kader olmayacaktı. Onu kaza etmiş, siz vücuda getirmiş olacaktınız. Ama bir irade yetmiyor. Sizin iradeniz evlenmeye yetmiyor. Bir başka iradenin de aynı istikamette iradesini kullanması lâzım. Seçim hakkını kullanması lâzım.
Siz karar veriyorsunuz falancayla evleneceksiniz. Müspet bir kanaatin sahibisiniz. O kişi sizinle evlenmeye karar vermedikçe onunla evlenemezsiniz. Öyleyse görüyorsunuz ki; sizin iradeniz evlenmeye yetmiyor. Öyleyse sizin iradenizin dışında bir olayla karşı karşıyasınız. İradî talebiniz yetersiz. Karşı tarafın da “Evet” demesi lâzım. Yeter mi? İki kişi “Evet” demiş. Ama kız tarafının annesi ve babası kabul etmiyor. Ağabeyleri kabul etmiyor. Ve evlenemiyor kişiler. Ne oldu? Erkek tarafı “Evet” demiş. Kız da “Evet” demiş. Ama üçüncü kişiler “Hayır” demişler. Evliliğe mânî olmuşlar. İşte gene kader. Yani sizin ve evleneceğiniz kişinin “Evet” demesi çoğu halde yeterli olmuyor. Bu yüzden birçok evlilikler kuvveden fiile çıkamıyor. Anne babalar, taraflardan birinin anne babası, akrabaları, dostları istemiyorlar ve evlilik müessesesini bozabiliyorlar.
Öyleyse bu durumda hangi irade açısından bakarsanız bakın, evlilik bir kaza işlemi değildir. Sizin iradenizin içinde olan bir işlem değildir. Başka iradelerin mutlaka devreye girmesi ve sizinle aynı istikamette kararı vermesi gerektiği için kaderdir.
Öyleyse bütün olaylarda o olayın bir kader mi, yoksa bir kaza mı olduğunu, yani kendi iradenizle mi onu gerçekleştirdiğinizi, yoksa başka bir iradenin de devreye girmesiyle mi gerçekleşti; bunu hemen artık seçmek imkânının sahibisiniz diye düşünüyorum.
Öyleyse bu muhtevaya dikkatle bakın sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler! Eğer tek başına sizin iradenizle bir hedefe ulaşabiliyorsanız bu sizin için bir kazadır. İster, başka birinin üzerinde bir tesir vücuda getirin, onu üzsün veya sevindirsin. İster, siz kendi iradenizle sadece kendinizle alâkalı bir olayı tahakkuk ettirin. Meselâ; bir namaz kılın. Birinci de sizin için bir kazadır. Kendi iradenizle başka birine bir zarar ika ettiniz veya ona bir fayda sağladınız. Bunu kendi iradenizle kaza ettiğiniz için, vücuda getirdiğiniz için bu olay sizin için bir kazadır. Size derecat kaybettirebilir de kazandırabilir de.
Öyleyse hep iradî yapınıza bakacaksınız. Siz, kendi iradenizle bir şey mi vücuda getirdiniz? Size derecat kazandırmış veya derecat kaybettirmiş önemli değil. O sizin için bir kazadır. Kendi iradenizle kendinize bir şey mi yaptınız? Allah ile aranızdaki bir akdi gerçekleştirdiniz. Bir zikir yaptınız, bir namaz kıldınız, bir oruç tuttunuz; hepsi kazadır, kazadır, kazadır. Ne zaman sizin iradenizin bir dahli olmaksızın sizin üzerinizde bir tesir oluşturur başka bir irade, o zaman bu bir kaderdir.
Kaderi;
Külli irade de oluşturur.
İlâhi irade de oluşturur.
Cüz’i irade de oluşturur sizin üzerinizde.
Hepsi de kaderdir. İradî yapıların, İlâhi irade, külli irade veya cüz’i olması bir önem taşımıyor. Bu üç iradeden hangisi sizin üzerinizde bir tesir husule getirdiyse, bu kaderdir sizin için. Neyi siz kendi iradenizle vücuda getiriyorsanız o sizin için bir kazadır. Kaderiniz size derecat kazandırabilir ama kaybettirmez. Kaza etmeniz halindeyse derecat kazanabilirsiniz de kaybedebilirsiniz de. Çünkü kendi iradenizle hayır da işleyebilirsiniz, şer de işleyebilirsiniz. Ama birinde derecat kazanırsınız, ikincisinde derecat sadece kaybedersiniz.
İşte sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, can dostlarım, gönül dostlarım! Bir kaza ve kader konusunu inşaallah burada tamamlıyoruz. Allahû Tealâ’ya sonsuz hamd ve şükrediyoruz ki; bir defa daha bir beraberlik, bir güzelliği beraber yaşamak söz konusu oldu. Allah’ın bir Kur’ân mefhumunu “Kader ve Kaza” konusunu beraberce tezekkür etmeyi Allahû Tealâ bizlere nasip kıldığı için O’na sonsuz hamd ve şükrolsun.
Sevgili kardeşlerim! Allahû Tealâ’nın hepinizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını dileyerek “İslâm, Tasavvuf ve Kavramlar” konusundaki bu konuşmamızı da inşaallah burada tamamlıyoruz.
İmam İskender Ali M İ H R