SOHBETİN ADI: MÜRŞİD FARZDIR
TARİHİ: 16.11.2002
Esselâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhu.
Eûzubillâhimineşşeytânirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.
Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah'a sonsuz hamd ve şükrederiz ki bir defa daha bir zikir sohbetinde, bir Ramazan zikir sohbetinde bir aradayız. Konumuz: Mürşid farzdır.
Mürşid farz mıdır, değil midir? Allahû Tealâ bu suali sormamızı bile zahid görüyor. Tam on tane âyet-i kerime Kur'ân-ı Kerim'de, mürşidi olmayanın dalâlette olduğunu söylüyor. İrşad makamına ulaşıp tâbî olmayan kişinin dalâlette olduğunu söylüyor, 10 âyet-i kerime.
A’râf Suresinin 178. âyet-i kerimesi dalâlette olanların hüsranda olanlar olduğunu söylüyor.
7/A'RÂF-178: Men yehdillâhu fe huvel muhtedî ve men yudlil fe ulâike humul hâsirûn(hâsirûne).
Allah kimi hidayete erdirirse (kendisine ulaştırırsa), artık o hidayete ermiştir. Ve kim dalâlette bırakılırsa, işte onlar, onlar artık hüsrana uğrayanlardır (nefslerini hüsrana düşürenlerdir).
“Onlar ki,” diyor, “dalâlettedirler. Onlar hüsrandadırlar.”
Hüsranda olanların vaziyetine bakıyoruz, Mu’minûn-103. Hüsranda olanlar cehenneme girecek olanlar. Diyor ki Allahû Tealâ:
23/MU'MİNÛN-103: Ve men haffet mevâzînuhu fe ulâikellezîne hasirû enfusehum fî cehenneme hâlidûn(hâlidûne).
Ve kimin mizanı (sevap tartıları) hafif gelirse, işte onlar, nefslerini hüsrana düşürenlerdir. Onlar, cehennemde ebediyyen kalacak olanlardır.
“Kıyâmet günü mizanlar kurulur. Kimin günahları sevaplarından fazla ise onlar hüsranda olanlardır. Onların gidecekleri yer cehennemdir. Ebediyyen orada kalacaklardır.”
Öyleyse sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, can dostlarım, gönül dostlarım, dalâlette olanlar hüsrandaysa hüsranda olanlar ebediyyen cehennemde kalacaksa ve mürşidlerine tâbî olmayanlar dalâlette ise o zaman muhtevaya dikkatle bakmak lâzım. Yeter mi? Yetmez. Allahû Tealâ Nisâ Suresinin 167, 168 ve 169. âyetlerinde dalâlette olanların gidecekleri yerin cehennem olduğunu net olarak bir defa daha söylüyor.
4/NİSÂ-167: İnnellezîne keferû ve saddû an sebîlillâhi kad dallû dalâlen baîdâ(baîden).
Muhakkak ki inkâr edenler ve Allah’ın yolundan alıkoyanlar (saptırmış olanlar), (mürşidlerine ulaşmadıkları için) uzak bir dalâletle sapmışlardır.
4/NİSÂ-168: İnnellezîne keferû ve zalemû lem yekunillâhu li yagfira lehum ve lâ li yehdiyehum tarîkâ(tarîkan).
Muhakkak ki inkâr edenleri ve zulmedenleri (başkalarını da mürşide ulaşmaktan men edip saptıranları), Allah mağfiret edecek değildir ve yola (Allah’a ulaştıran Sıratı Mustakîm’e) hidayet edecek değildir.
4/NİSÂ-169: İllâ tarîka cehenneme hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden). Ve kâne zâlike alâllâhi yesîrâ(yesîran).
Ancak cehennem yoluna (hidayet eder, ulaştırır), onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Ve bu, Allah için kolaydır.
“innellezîne keferû ve saddû an sebîlillâhi kad dallû dalâlen baîdâ(baîden), innellezîne keferû ve zalemû lem yekunillâhu li yagfira lehum ve lâ li yehdiyehum tarîkâ(tarîkan). illâ tarîka cehenneme hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden).”
Allahû Tealâ burada, bir defa daha mürşidlerine ulaşmayanların cehenneme gideceğini kesin olarak ifade ediyor.
Diyor ki: “Onlar muhakkak ki kâfirdirler ve onlar Allah’ın yolundan insanları men ederler. Kendileri Allah’a ulaşmayı dilemezler. Hiçbir zaman da bir mürşide tâbî olmayacaklardır. Ama Allah’ın yolundan men ederler,” diyor, “bu insanlar. Onlar uzak bir dalâlet içindedirler.”
Dalâlette olanlar kâfir olanlardır. Dalâlette olanlar Allah’ın yolundan men edenlerdir. Allah’ın yolundan men ettikleri için bunlar dalâlette olanların uç noktasında bulunanlar. Allah’ın yolundan men ettikleri için uzak dalâlet içinde olanlar.
“Onlar kâfirdirler ve zâlimdirler.” diyor Allahû Tealâ, başka insanlara da zulmettikleri için, onların Allah’ın yoluna ulaşmalarına mâni oldukları cihetle ve diyor ki: “Allah, onlara asla mağfiret etmez.”
Onlar eğer Allah’a ulaşmayı dileselerdi, o zaman mürşidlerine ulaşacaklardı. Ulaştıkları takdirde Allah, onlara mağfiret edecekti. Ama mağfiret etmez; onların günahlarını sevaba çevirmez. Çünkü onlar hiçbir zaman mürşidlerine ulaşmayacakladır. Onların gidecekleri yer, “Allah, onları sadece cehennem yoluna ulaştırır.” diyor Allahû Tealâ, “Allah, onları asla Tarîki Mustakîm’e ulaştırmaz. Onları sadece cehennem yoluna ulaştırır ve onların gidecekleri yer cehennemdir; ebediyyen orada kalacaklardır. Ve Allah onlara mağfiret etmez.” buyuruyor Allahû Tealâ. Yani: “Onların günahlarını sevaba çevirmez.”
Ne zaman Allahû Tealâ bize mağfiret eder; günahlarımızı ne zaman sevaba çevirir? Eğer biz Allah’a ulaşmayı dilersek (dilemişsek), Allahû Tealâ bizim üzerimizde 10 tane ihsan oluşturur. Rahîm esması ile tecelli eder. Gözlerimizdeki hicab-ı mestureyi alır. Kulaklarımızdaki vakrayı alır, kalbimizdeki ekinneti alır, yerine ihbat koyar. Sonra kalbimize ulaşıp kalbimizin nur kapısını Allah’a çevirir. Sonra göğsümüzden kalbimize, göğsümüzü şerh ederek nur yolu açar. Sonra zikir yaptığımız zaman, nefsimizin kalbine %2 rahmet nurunu doldurur, huşû sahibi kılar bizi. Huşû sahibi kılınca mürşidimizi gösterir. Bu 10 tane ihsan arka arkaya geldikten sonra, Allahû Tealâ irşad makamını gösterir bize ve o makama mutlaka ulaşmamızı ister. Dikkat edin ki seçim, bize ait değildir. Mürşidin seçimi müridin yetkisinde değildir. Seçimi Allah yapar.
Öyleyse sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, can dostlarım, gönül dostlarım, Allahû Tealâ’nın dizaynına dikkatle bakın: Kim irşad makamına ulaşmayı dilerse bilin ki o, Allahû Tealâ tarafından onun içine konulmuş bir sevgi ile gerçekleşir. Allah hangi mürşide onu ulaştıracaksa, o kişi hangi çeşmeden su içecekse Allahû Tealâ onun kalbine o mürşidin sevgisini koyar. Ve o sevgi ile kişi mürşidine ulaşır. Bu noktaya kadar kişi namaz kılmayı sevmiştir. Asıl ifadesi ile Allahû Tealâ tarafından sevdirilmiştir. Oruç tutmayı sevmiştir. Zikir yapmayı sevmiştir. Allah’ın güzel amellerinin hepsini sevmiştir. Allah, bunu otomatik olarak sevdirir. Çünkü Allah’ın sözü var: Kim Allah’a ulaşmayı dilerse mutlaka Allah onu Kendisine ulaştıracaktır.
Hiç kimsenin ruhu mürşidine ulaşmadan vücudundan ayrılmayacağı için, Allahû Tealâ kişiyi mürşidine ulaştırır. Ve bu sebeple mürşide ulaşan kişinin mutlaka o mürşidi sevmesi gerekir ki tâbiiyetini gerçekleştirsin. Bu sevgiyi Allah koyar; müridin; Allah’a varmayı murad eden kişinin -mürid; Allah'a varmayı murad eden kişidir- o kişinin kalbine bu sevgiyi Allah koyar ve kişi mürşidine ulaşır, önünde diz çöker, el öper ve tövbe eder. İşte bu tövbenin sonundaki işleme bakalım, ne diyor Allahû Tealâ acaba Furkân Suresinin 69. ve 70. âyetlerinde? Diyor ki Furkân-69’da:
25/FURKÂN-69: Yudâaf lehul azâbu yevmel kıyâmeti ve yahlud fîhî muhânâ(muhânen).
Kıyâmet günü onun azabı kat kat artar. Ve orada alçaltılmış olarak ebediyyen kalır.
“Onlar, cehenneme giderler ve cezaları her gün biraz daha artar.”
Furkân-70’de:
25/FURKÂN-70: İllâ men tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât(hasenâtin), ve kânallâhu gafûran rahîmâ(rahîmen).
Ancak kim (mürşidi önünde) tövbe eder (böylece kalbine îmân yazılıp, îmânı artan) mü’min olur ve salih amel (nefs tezkiyesi) yaparsa, o taktirde işte onların, Allah seyyiatlerini (günahlarını) hasenata (sevaba) çevirir. Ve Allah, Gafur’dur (günahları sevaba çevirendir), Rahîm’dir (rahmet nuru gönderendir).
“Ama kim tövbe ederse (yani irşad makamının önünde tövbe ederse, yani Allah’a ulaşmayı dilemişse, 10 tane ihsanla mürşidine ulaşmışsa ve onun önünde tövbe ederse) ve mü'min olursa…”
Çünkü kalbine îmân yazılacaktır, tövbe ettiği zaman. Mucâdele Suresinin 22. âyet-i kerimesine göre kalbine îmân yazılacağı için kişi, kalbi de mü'min olan kişi olacaktır.
“Ve mü'min olursa ve amilüsalihat yaparsa (nefsi ıslah edici amel işlerse)…” Ki nefsi ıslah edici ameller bu noktada başlar. Bu noktada o kişi, nefsini tezkiye etmeye başlar. Bu noktada Allahû Tealâ’nın o kişiye verdiği dizayn, nefs tezkiyesinin başlangıç noktasını ifade eder. Nefs tezkiyesi, tezkiyet-ün nefs. Kişi zikir yapar; Allah’ın katından gelen rahmetle fazl o kişinin göğsüne, oradan kalbine ulaşır. Kalbindeki Allah'ın yazdığı îmân kelimesi mürşide ulaşınca yazılmıştır. Rahmet fazl ve salâvâtlardan fazılları kendisine çekip îmân kelimesinin etrafında yerleştirmeye başlar. Bunun adı, nefs tezkiyesidir.
Nefs tezkiyesinin bir başka adı nefsi ıslah edeci amellerdir; amilüssalihat. Salih ameller; ıslâha ulaştırıcı ameller. Bu amel zikirdir. Allah’ın İsmi’ni, “Allah, Allah, Allah, Allah,” diye zikretmektir veya Esma-ül Hüsna’dan herhangi birisini çekmektir. Nefsin kalbine fazıllar yerleştikçe bütün afetlerde yerleşen fazılların yüzdesine paralel azalma olur. Bu nefs tezkiyesidir yani amilüssalihattır. Sadece kalbine Allah’ın îmânı yazdığı, göğsünden kalbine yol açtığı, mürşidine ulaşmış olan kişiler sadece, irşad makamına ulaşıldığı zaman o kişinin kalbine Allah tarafından îmân kelimesi mutlaka yazılır. Şart budur: Allah’a ulaşmayı dilemek, Allah’tan 10 tane ihsan almak. Ancak 10. ihsanda Allah’ın ona mürşidini göstermesi ve kişinin mürşidine ulaşması, tâbiiyetini gerçekleştirmesi. Ve bu noktada o kişinin acaba, kalbine îmân yazılan, böylece nefsini ıslâh edici amellere başlayan bu kişinin bundan sonra alacağı mükâfat nedir? Onun bütün günahlarını Allahû Tealâ sevaba çevirir.
“Onların seyyiatini hasenata çeviririz.” diyor Allahû Tealâ bu âyette (Furkân-70).
Kişinin bütün günahları sevaba çevriliyor.
“allâhu,” diyor Allahû Tealâ, “Gâfûr’dur, Rahîm’dir (rahmet nurunu gönderendir).
Rahmet nuru taşıyıcıdır. Fazılları da salâvâtı da taşıyan rahmet nurudur.
“Allah, rahmet nuru gönderendir ve mağfiret edendir.” diyor Allahû Tealâ.
Mağfiretse seyyiatin hasenata çevrilmesidir. Allahû Tealâ bu hususu açıklıyor Kur'ân-ı Kerim'de, Nisâ Suresi 64. âyet-i kerime, Allahû Tealâ buyuruyor:
4/NİSÂ-64: Ve mâ erselnâ min resûlin illâ li yutâa bi iznillâh(iznillâhi). Ve lev ennehum iz zalemû enfusehum câûke festagferûllâhe vestagfera lehumur resûlu le vecedûllâhe tevvâben rahîmâ(rahîmen).
Ve Biz, (hiç) bir resûlü, Allah’ın izniyle kendilerine itaat edilmesinden başka birşey için göndermedik. Ve onlar nefslerine zulmettikleri zaman, eğer sana gelselerdi, böylece Allah’tan mağfiret dileselerdi ve Resûl de onlar için mağfiret dileseydi, mutlaka Allah’ı, (iki tarafın da) tövbelerini (onların tövbesini ve Resûl’ün mağfiret talebini) kabul eden ve rahmet edici olarak bulurlardı.
“Habîbim! O nefslerine zulmedenler (günah işleyenler; henüz senin yoluna girmemiş olup da günahları devamlı artanlar), eğer sana gelselerdi ve tövbe etselerdi ve Allah’tan mağfiret dileselerdi ve sen de onların Resûl’ü olarak Allah’tan onlar için mağfiret dileseydin, Allahû Tealâ’nın her iki talebi de kabul ettiğini görecektin.” Yani: “Allah sahâbenin talebi üzerine onların günahlarını affedecekti.” diyor Allahû Tealâ, “Senin talebin üzerine bir defa daha affedecekti (yani günahları sevaba çevirmiş olacaktı).”
İşte Allah’ın söylediği şey böyle bir dizayn; günahların sevaba çevrilmesi müessesesi. Günahların sevaba çevrilmesi. Sevgili kardeşlerim, Furkân Suresinin 70. âyet-i kerimesi bunu söylüyor. Tâbiiyeti gerçekleşen kişinin günahları sevaba çevrilir. Bunun adı mağfiret. Şimdi Nisâ-167, 168’le bağlayalım, ne diyordu Allahû Tealâ? Kâfirler, Allah’ın yolundan men edenler, uzak dalâlet içinde olanlar, zâlimler hep aynı kişiler. “Kendileri Allah’ın yoluna ulaşmayıp da Allah’a ulaşmayı dilemeyip de başka insanları da Allah’ın yolundan men edenler; Allah onlara asla mağfiret etmez.” diyor, “Onların günahlarını sevaba çevirmez.” diyor. Niye? Bu insanlar hiçbir zaman mürşide ulaşmayacaklardır. Yetmez, herhangi bir insanın herhangi bir mürşide ulaşıp da önünde diz çöküp tövbe etmesi Allah'a göre bir şey ifade etmiyor. Mürşidi Allah gösterecektir kişiye. Hepimiz mürşidimize böyle ulaştık. İrşad makamına ulaşmak, Allah’ın gösterdiği kişiye ulaşmak şeklinde tecelli eder.
Öyleyse Allah, mutlaka işaretini gönderir ve o kişiye sizi ulaştırır. Ona ulaştığınız zaman ve Allah’a ulaşmayı dileyip de Allahû Tealâ’dan 10 ihsan aldığınız takdirde geçerli sözümüz. 10 ihsan aldıysanız Allahû Tealâ’dan, işte bu aldığınız 10 tane ihsanla siz Allah’ın size gösterdiği mürşide, Allah’ın kalbinize verdiği o mürşide karşı sevgi ile ulaşırsınız ve o sevginin sahibi olarak bu konuda başarı kazanırsınız. Mürşidinize ulaştığınız an Allahû Tealâ günahlarınızı, Furkân Suresinin 70. âyet-i kerimesi gereğince sevaba çevirir.
İşte sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, kim mürşidine ulaşmayı dilemezse neden dilemez? Mürşidi Allah’ın, kendisinden daha üstün kıldığını kabul etmez. Kişinin nefsindeki kibir ve gurur afeti bunu ona kabul ettirmez. Bunlar Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerdir. Bunlar, irşad makamının tâbî olunması lâzım gelen bir makam olduğunu kabul etmeyenlerdir. Onlar asla bir mürşide ulaşmayacaklardır, tâbî olamayacaklardır. Mürşidin yolu olan irşad yolunu; Allah’a ulaşmayı dileyen, Allah’a ulaştıran Sıratı Mustakîm’i asla kendilerine yol edinmeyeceklerdir. Allahû Tealâ, A’râf Suresinin 146. âyet-i kerimesinde bu standartta olan insanlardan bahsediyor. Allah’a ulaşmayı asla dilemeyen, irşad yolunu kendilerine yol olarak seçmeyen, dalâlet yolunda kalmayı tercih eden insanlar. Bakınız, ne diyor Allahû Tealâ:
7/A'RÂF-146: Se asrifu an âyâtiyellezîne yetekebberûne fîl ardı bi gayril hakkı ve in yerev kulle âyetin lâ yu’minu bihâ ve in yerev sebîler ruşdi lâ yettehızûhu sebîlen ve in yerev sebilel gayyi yettehızûhu sebîlâ(sebîlen), zâlike bi ennehum kezzebû bi âyâtinâ ve kânû anhâ gâfilîn(gâfilîne).
Yeryüzünde haksız yere kibirlenen kimseleri, âyetlerimizden çevireceğim. Bütün âyetleri görseler, ona inanmazlar. Eğer rüşd yolunu görseler, onu yol edinmezler. Ve gayy yolunu görseler, onu yol edinirler. Bu; onların, âyetlerimizi yalanlamaları ve ondan gâfil olmaları sebebiyledir.
7/A'RÂF-147: Vellezîne kezzebû bi âyâtinâ ve likâil âhirati habitat a’mâluhum, hel yuczevne illâ mâ kânû ya’melûn(ya’melûne).
Ve onlar ki; âyetlerimizi ve ahirete ulaşmayı (hayatta iken ruhun Allah’a ulaşmasını) tekzip ettiler (yalanladılar) ve onların amelleri, heba oldu (boşa gitti). Onlar, yaptıklarından başka bir şeyle mi cezalandırılır?
“se asrifu an âyâtiyellezîne yetekebberûne fîl ardı bi gayril hakkı ve in yerev kulle âyetin lâ yu’minu bihâ ve in yerev sebîler ruşdi lâ yettehızûhu sebîlen ve in yerev sebilel gayyi yettehızûhu sebîlâ(sebîlen), zâlike bi ennehum kezzebû bi âyâtinâ ve kânû anhâ gâfilîn(gâfilîne), vellezîne kezzebû bi âyâtinâ ve likâil âhirati habitat a’mâluhum.”
Allahû Tealâ diyor ki: “Onları âyetlerimizin gerçek anlamlarından çevireceğiz ki (âyetlerimizin mânâlarını anlamalarından çevireceğiz ki, âyetlerimizden çevireceğiz ki); onlar Allah’ın bütün âyetlerini görseler inanmazlar. Onlar irşad yolunu görseler; o yolu (irşad yolunu) yol ittihaz etmezler.”
Nasıl edecekler? İrşad makamına tâbî olarak. Ama âyet-i kerimede geçen yeryüzünde haksız yere kibirle dolaşanlar; onlara kibirleri mâni oluyor. “Onun benden ne üstünlüğü varmış ki gidecekmişim ona tâbî olacakmışım. Hem de elini öpecekmişim. Böyle saçmalık olur mu? Ben ondan üstünüm.” diye düşünürler ama aslında eğer Allah’a ulaşmayı dileselerdi zaten böyle olmazdı. Çünkü Allahû Tealâ onların gözlerindeki hicab-ı mestureyi, kulaklarındaki vakrayı, kalplerindeki ekinneti alacaktı. Onlar da irşad makamının söylediğini işitmeye, irşad makamını irşad makamı olarak görmeye ve sözlerini idrak etmeye başlayacaklardı. Hangi takdirde olacaktı bu? Allah’a ulaşmaya dilemeleri yani irşad yolunu kendilerine yol olarak seçmeleri hâlinde geçerli olacaktı. Ama dilemiyorlar; irşad yolunu kendilerine yol olarak seçmiyorlar. O takdirde ne olur? O takdirde irşad yolunu kendilerine seçmeyenler, gayy yolunu seçmiş olurlar. Gayy yolundadırlar zaten. Yani Sıratı Mustakîm’in dışında kalmışlardır, dalâlette kalmışlardır. Bu, gayy yolunda olmaktır.
Allahû Tealâ diyor ki: “Onlar, gayy yolunu gördükleri zaman o yolu yol edinirler. İrşad yolu onlar için seçilecek yol değildir.”
Şimdi bu haksız yere yeryüzünde kibirle dolaşanların aslî hüviyetlerini çıkartıyor ortaya Allahû Tealâ, diyor ki: “Bunun sebebi onların âyetlerimizden gâfil olmaları ve âyetlerimizi yalanlamalarıdır.” Ne yapıyor bu insanlar? Bu insanlar diyorlar ki: “Öyle insan ruhunun Allah'a ölmeden evvel ulaşması diye bir olay yoktur. Ruh insana hayat verir ve sadece ölülerin ruhu Allah’a ulaşır. Ölmeden evvel ruh Allah’a ulaşmaz.” Bunu diyen insanlar, Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerdir. Allah’ın âyetlerinden gâfil olanların temel vasfı; Allah’ın âyetlerinden gâfil olmalarıdır. Allah’a ulaşmayı dilemeyenler, onlar Allah’ın âyetlerinden gâfillerdir. Bakınız, ne kadar net olarak söylüyor Allahû Tealâ, Yûnus Suresi 7 ve 8. âyetler:
10/YÛNUS-7: İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatmeennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).
Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah’a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.
10/YÛNUS-8: Ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).
İşte onların kazandıkları (dereceler) gereğince varacakları yer ateştir (cehennemdir).
“innellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatmeennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).” diyor Allahû Tealâ.
“Onlar, Bize mülâki olmayı (ruhlarını ölmeden evvel Bize ulaştırmayı) dilemezler. Onlar, dünya hayatından mutmain olurlar (tatmin olurlar, doyuma ulaşırlar). Dünya hayatından razıdırlar.”
Kimmiş bu insanlar? Allah’a ulaşmayı dilemeyenler, dünya hayatından razıdırlar.
Ve sonuç: “Onlar, Bizim âyetlerimizden gâfil olanlardır.”
Kimmiş Allah’ın âyetlerinden gâfil olanlar? Allah'a ulaşmayı dilemeyenler. Bu insanlar Allah’a ulaşmayı dilemedikleri için kalplerindeki ekinnet alınmamıştır. Alınmadığı için Allah’ın Kur'ân-ı Kerim'deki sözlerini idrak etmeleri mümkün değildir. Dünya üzerinde birçok makamın sahibi olurlar, ilâhiyat fakültesinde dekan bile olurlar, Diyanet İşleri’nin başkanı bile olurlar ama Allah’ın âyetlerinden gâfildirler. Allah’a ulaşmayı dilemedikleri gibi, insan ruhunun ölmeden evvel Allah’a ulaşmasını kabul etmezler. İrşad yolunu kesinlikle reddederler, dalâlet yolunu tercih ederler. A'râf-146, bunu söylüyor. Sebebi, arkasında yatan sebep: Allah’ın âyetlerinden gâfil olmak.
Sevgili kardeşlerim, üniversite bitirmek, doktora yapmak, master yapmak, doktora yapmak, doçent olmak, profesör olmak, dekan olmak Allah’ın âyetlerinden gâfil olmayı yok etmiyor. Allah’ın âyetlerinden gâfil olarak kalıyorlar hayatları boyunca. Ölçü: Allah’a ulaşmayı dilememek. Başka özellikleri var mı? Var. Bunlar uzak bir dalâlet içindeler. Başka özellikleri var mı? Var. Başka insanları da Allah’ın yolundan men ederler. Hiçbir zaman irşad yolunu yol olarak kabul edip de bir mürşide tâbî olmayacaklardır. Allah’ın bir farzını kesinkes çiğneyeceklerdir.
Ne diyor Allahû Tealâ? “Kim Bizim âyetlerimizi yalanlarsa (tekzip ederse) ve yevm’il âhiri (ruhun ölmeden evvel Allah’a ulaşmasını) tekzip ederse (yalanlarsa) onların amelleri boşa gitmiştir.”
Allahû Tealâ, Kehf Suresinin 105. âyet-i kerimesinde de öyle söylüyor: “Onlar ki” diyor “Allah’a mülâki olmayı ve Allah’ın âyetlerini küfrederler, örterler, inkâr ederler. Onların amelleri boşa gitmiştir.” diyor.
18/KEHF-105: Ulâikellezîne keferû bi âyâti rabbihim ve likâihî fe habitat a’mâluhum fe lâ nukîmu lehum yevmel kıyameti veznâ(veznen).
İşte onlar, Rab’lerinin âyetlerini ve O’na mülâki olmayı (ölmeden evvel ruhun Allah’a ulaşmasını) inkâr ettiler. Böylece onların amelleri heba oldu (boşa gitti). Artık onlar için kıyâmet günü mizan tutmayız.
Bu insanların özellikle gizledikleri, sakladıkları şey odur; hidayet müessesesini saklamak. Onun için bugün hidayet çağındayız. Onun için bize bu hidayet görevi verildi. Onun için bütün insanlığa hidayeti anlatmakla görevliyiz. Ve başka başka dînlerde olduklarını zanneden insanları, o Allah'ın hidayeti etrafında toplamakla görevliyiz. Öyleyse yardımcımız Allah’tır. Yardımcımız, Allah’ın geçmiş bütün nebîleridir ve mutlaka yardım alırız.
Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, böyle bir dizaynda Allahû Tealâ’nın temel emirlerinin unutulduğu bir ortamda insanlar yaşıyor. Bunlar yeryüzünde kibirle dolaşıyorlar, “Biz biliriz.” diyorlar. “Biz profesörüz.” diyorlar, “Dekanız.” diyorlar, “Başkanız.” diyorlar, “Biz biliriz.” diyorlar. İrşad yolunu net olarak reddediyorlar ve dalâlet yolunda kalmayı tercih ediyorlar. Allah’ın yoluna kendileri girmedikleri gibi başkalarını da Allah’ın yolundan men ediyorlar. Onlara Allahû Tealâ mağfiret etmiyor. Ne yapacaklardı? Aksi olsaydı, irşad yolunu benimseselerdi; o zaman Allahû Tealâ onların kalp gözlerini… Allah onların kalbine mutlaka îmânı yazacaktı. Onlara irşad makamını gösterecekti. Ulaştıkları zaman da bütün günahlarını sevaba çevirecek onlara mağfiret edecekti. Ama kim Allah’ın yolundan men ederse Allah onlara asla mağfiret etmiyor; Nisâ-168 de anlattığı gibi. Onların günahlarını sevaba çevirmiyor, onlar hiçbir zaman irşad makamına ulaşmayacakları için.
Öyleyse irşad makamına ulaşmamak ve ulaşmak; iki ayrı yere götürür. Bakara Suresinin 256 ve 257. âyetlerinde Allahû Tealâ, irşad müessesesini rüşd yolu ve dalâlet müessesini gayy yolu olarak bir defa daha açıklıyor. Diyor ki:
2/BAKARA-256: Lâ ikrâhe fîd dîni kad tebeyyener ruşdu minel gayy(gayyi), fe men yekfur bit tâgûti ve yu’min billâhi fe kadistemseke bil urvetil vuskâ, lânfisâme lehâ, vallâhu semîun alîm(alîmun).
Dînde zorlama yoktur. irşad yolu (hidayet yolu, Allah’a ulaştıran yol), gayy yolundan (dalâlet yolundan, şeytana, cehenneme ulaştıran yoldan) açıkça (ayrılıp) ortaya çıkmıştır. Artık kim tagutu (şeytanı ve şeytana ulaştıran yolu) inkâr edip de Allah’a îmân ederse (mü’min olur, Allah’a ulaştıran yolu tercih ederse), böylece o, (Allah’tan) kopması mümkün olmayan urvetul vuskaya (sağlam bir kulba, mürşidin eline) tutunmuştur. Allah Sem’î’dir, Alîm’dir.
“lâ ikrâhe fîd dîni kad tebeyyener ruşdu minel gayy(gayyi), fe men yekfur bit tâgûti ve yu’min billâhi fe kadistemseke bil urvetil vuskâ, lânfisâme lehâ.”
“Dînde zorlama yoktur.”
Kimse Allah ile arasındaki ilişkilerden başkası tarafından çevrilemez. Herkes dilediğini; Allah ile olan ilişkilerinde dilediğini serbestçe yapar. Bu dilediklerini serbestçe yapma yetkisini insanlara tanıyan Allah’ın âyeti, bu Bakara-256.
“Dînde zorlama yoktur.” dedikten sonra, diyor ki: “kad tebeyyener ruşdu minel gayy(gayyi): İrşad yolu (irşada ulaştıracak yol, rüşd yolu), cehenneme ulaştıracak olan gayy yolundan kesinlikle tebeyyün edilmiştir (beyan edilmiştir, açıklığa kavuşturulmuştur, kesin olarak ayrılmıştır).”
Birisi aşağı doğru giden bir yol; cehenneme götürür, birisi yukarı doğru çıkan bir yol; Allah’a götürür. Birisi Sıratı Mustakim, öteki Sıratı Cehîm. “İrşad yoluyla” diyor Allahû Tealâ, “gayy yolu birbirlerinden kesin şekilde ayrılmıştır.”
Sonra ne diyor?
“İnsanlardan her kim tagutu (insan ve cin şeytanları) inkâr ederse (devre dışı bırakırsa, kendinden uzak tutmayı başarırsa) ve âmenû olursa (Allah’a ulaşmayı dilerse) o zaman,” diyor Allahû Tealâ, “o kişi Allah’tan kopması mümkün olmayan bir kulba (irşad makamına) sımsıkı sarılır.” diyor.
“Allah’tan kopması mümkün olmayan bir kulba sarılır.” diyor.
Kim? Tagutu inkâr eden. İnsan ve cin şeytanlar, her an sizi Allah’ın yolundan saptırmaya çalışırlar. Her an sizi, Allah’ın yoluna ulaşmak konusunda bir talebin sahibi iseniz; o talebinizi yok edip o yola ulaştırmamaya çalışırlar. Bütün insanlar doğdukları andan itibaren zaten dalâlet yolundadır, gayy yolundadırlar. Kişi kendi iradesi ile gayy yolundan ayrılacaktır; rüşd yoluna geçecektir. Allah’a ulaşmayı dilediği takdirde bu mutlaka gerçekleşir. Kişi gayy yolundan ayrılır, rüşd yoluna ulaşır. Bu iki seçimin neticeleri bir sonraki âyet-i kerimede; Bakara-257’de çok çarpıcı bir biçimde açıklığa kavuşturuluyor. Diyor ki Allahû Tealâ:
“allâhu velîyyullezîne âmenû.”
2/BAKARA-257: Allâhu velîyyullezîne âmenû, yuhricuhum minez zulumâti ilân nûr(nûri), vellezîne keferû evliyâuhumut tâgûtu yuhricûnehum minen nûri ilâz zulumât(zulumâti), ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).
Allah, âmenû olanların (Allah’a ulaşmayı dileyenlerin) dostudur, onları (onların nefslerinin kalplerini) zulmetten nura çıkarır. Ve kâfirlerin dostları taguttur (onlar, şeytanı dost edinirler, şeytan kimseye dost olmaz), onları (onların nefslerinin kalplerini) nurdan zulmete çıkarırlar. İşte onlar, ateş ehlidir. Onlar, orada ebedî kalacak olanlardır.
“Allah, Allah’a ulaşmayı dileyenlerin; âmenû olanların…”
Bir evvelki âyet-i kerimede: “Kim âmenû olursa ve tagutu inkâr ederse” olayının neticesinde âmenû olanlar için Allahû Tealâ diyor ki: “Allah, âmenû olanların dostudur. Onları; onların kalplerini zulmetten (karanlıklardan) nura çıkarır.” diyor Allahû Tealâ.
Onların kalplerini zulmetten nura çıkarır; yani nefs tezkiyesi yapmalarına sebebiyet verir ve Allah’ın katından gelen fazıllar, o kişinin kalbinde adım adım yerleşerek her %7 nur yerleşiminde o kişinin vücudundan ayrılmış olan ruhu Allah’a doğru seyr-i sülûk isimli bir yolculuk yapar. Neticede, “Allah onların kalplerini nura çıkarır,” diyor, “zulmetten nura çıkarır.”
İfade çok çarpıcı. Bir insanın ruhunun Allah’a ulaştığı nokta nefsinin kalbinde %2 rahmet, %49 fazilet birikim noktasıdır. Başlangıçta şu arkamdaki koltuk kadar kara bir kalbi vardır kişinin ve bu karanlıkla temsil olunur. Afetler, karanlıkla temsil olunurlar. Ne zamanki Allah’ın fazılları rahmet nurları tarafından getirilir ve îmân kelimesi ne zamanki fazılları toplamaya başlar, kalpte aydınlıkla temsil olunan fazıllar aydınlığı oluştururlar. Bir kalbin zulmetten nura çıkması demek, o nefsin kalbindeki nurların %50’yi aşması demek. Artık karanlığın hâkimiyeti bitmiştir, nurun hâkimiyeti başlamıştır. Nur, %51’dir. Bu noktada kişinin ruhu Allah’a ulaşır.
“Allah, âmenû olanların dostudur. O âmenû olanların kalplerini zulmetten nura çıkarır.”
Peki, sonra? Bu kişiyi Allahû Tealâ, Zat’ına ulaştırır. Bu kişinin kalbini %51 nurla müzeyyen kılar; %51 nurla aydınlatır. Müzeyyen kılma olayı burada değildir. Aydınlanma olayı tahakkuk eder. Bu aydınlanmanın; %51 aydınlanmanın arkasından kişi Allah’ın koruyucu kalkanının dışına çıkarılır. Allah, verdiği sözü tamamlamıştır. Ne söz vermiştir? “Kim Bana ulaşmayı dilerse Ben, onu mutlaka Kendime ulaştırırım.” diyor Allahû Tealâ.
Şûrâ Suresi 13. âyet-i kerime:
42/ŞÛRÂ-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrakû fîhi, kebure alâl muşrikîne mâ ted’ûhum ileyhi, allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).
(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).
“allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu): Allah, kullarından dilediğini Kendisine seçer ve onlardan kim Allah’a yönelirse (Allah’a ulaşmayı dilerse) Allah, onları Kendisine ulaştırır.” diyor Allahû Tealâ.
“Onlardan kim Allah'a ulaşmayı dilerse Allah, onları Kendisine ulaştırır.”
Kendisine ulaştırmayı dilediği Allah’ın, Allah’a ulaşmayı dileyen kişiyi Allah da Kendisine ulaştırmayı diler ve ulaştırır. Kendisine ulaştırmayı da diler mi? Evet. En’âm Suresinin 125. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ, bir kısım insanları Allah’ın Kendisine ulaştırmayı dilediğini söylüyor.
6/EN'ÂM-125: Fe men yuridillâhu en yehdiyehu yeşrah sadrahu lil islâm(islâmi), ve men yurid en yudıllehu yec’al sadrahu dayyikan haracen, ke ennemâ yassa’adu fîs semâi, kezâlike yec’alûllâhur ricse alâllezîne lâ yu’minûn(yu’minûne).
Öyleyse Allah kimi Kendisine ulaştırmayı dilerse onun göğsünü yarar ve (Allah’a) teslime (İslâm’a) açar. Kimi dalâlette bırakmayı dilerse, onun göğsünü semada yükseliyormuş gibi daralmış, sıkıntılı yapar. Böylece Allah, mü’min olmayanların üzerine azap verir.
“fe men yuridillâhu en yehdiyehu yeşrah sadrahu lil islâm(islâmi).”
“Allah, kimi Kendisine ulaştırmayı dilerse onların göğsünü şerh eder.” diyor Allahû Tealâ, “Ve İslâm’a (Allah’a teslim olmaya) açar.”
Kişinin Allah’a teslim oluşuyla nefsinin kalbindeki Allah’ın nurlarının artışı, aynı orandaki bir gidişatı ifade eder. Öyleyse Allahû Tealâ’nın bu dizaynında, âmenû olanları Allah zulmetten nura ulaştırır. Kalplerinde karanlıktan daha çok nur oluşur. Ama bu noktadan sonra, Allah sözünü tamamladığı için; gereğini yerine getirdiği için: “Kim Bana ulaşmayı dilerse Ben, onu mutlaka Kendime ulaştırırım.” sözünü yerine getirdiği için Allah’ın koruyucu kalkanı burada kalkar. Bu kalkanın kalkmasından sonra eğer o kişi Allah’a tevekkül etmişse, zikrini giderek; vuslattan sonra zikrini giderek daha çok artıracaktır ve arkasından fizik vücudunu, arkasından nefsini, sonra iradesini Allah’a teslim edecektir. Ama eğer kişi, Allah’a tevekkül edememişse o zaman zikrini artırmayacaktır. Allah’ın koruması kalktığı için o kişinin zikri giderek azalacaktır. Görevlerine karşı duyarlılığı yavaş yavaş azalacaktır ve kişi, adım adım kaybedecektir; kazandıklarını yavaş yavaş kaybedecektir. Bu durumu da Allahû Tealâ, tagutla olan ilişki açısından aynı âyette yani Bakara Suresinin gene 257. âyet-i kerimesinde, bir defa daha söyleyelim, 257. âyet-i kerimesinin başlangıcını:
“allâhu velîyyullezîne âmenû, yuhricuhum minez zulumâti ilân nûr(nûri): Allah, âmenû olanların dostudur. Onları (onların kalplerini), zulmetten nura ulaştırır.
Ve devam ediyor:
“vellezîne keferû evliyâuhumut tâgûtu yuhricûnehum minen nûri ilâz zulumât(zulumâti): Onlar ki kâfirdirler ve tagutun dostudurlar. Onlar da tagut tarafından (onların kalpleri) nurdan zulmete döndürülür.”
İnsan ve cin şeytanlar, her zaman insan şeytanlar çoğunluktadır. Allahû Tealâ “tagut” deyince, insan şeytanlardan ve cin şeytanlardan bahsediyor, açık bir şekilde Kur’ân-ı Kerim’de. Sevgili kardeşlerim, şu hakikati tam olarak yerli yerine oturtun, bu Allah’ın kanunudur: Kim Allah’a çağırıyorsa o, Allah’ın dostudur. Kim Allah’a çağıranın karşısında ise o, Allah’ın düşmanıdır; şeytanın dostudur. Unutmayın, bundan 14 asır evvel bütün sahâbe Allah’a çağırıyordu.
Öyleyse sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, ne diyor Allahû Tealâ Yûsuf-108’de:
12/YÛSUF-108: Kul hâzihî sebîlî ed’û ilâllâhi alâ basîratin ene ve menittebeanî, ve subhânallâhi ve mâ ene minel muşrikîn(muşrikîne).
De ki: “Benim ve bana tâbî olanların, basiret üzere (kalp gözüyle basar ederek, Allah’ı görerek) Allah’a davet ettiğimiz yol, işte bu yoldur. Allah’ı tenzih ederim. Ve ben, müşriklerden değilim.”
Diyor ki: “ Habîbim! O ümmîlere ve kitap sahiplerine de ki: Ben ve bana tâbî olanlar; bizim hepimizin basiret üzere (yani kalp gözümüzle Allah’ı görerek) Allah’a davet ettiğimiz yol, işte bu yoldur (Sıratı Mustakîm’dir). Bu, bizim yolumuzdur.”
Ne yapıyorlarmış? Allah’a çağırıyorlarmış, “Ruhunuzu ölmeden evvel Allah’a ulaştırmak mecburiyetindesiniz. 12 defa üzerinize farz.” diyorlarmış. İşte sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, Allah’a ulaşmayı dilemeyenler, Nisâ-167’de anlatıldığı gibi Allah’ın yolundan men edenlerdir; Allah’a ulaşmaktan insanları men edenlerdir. Ve Allahû Tealâ, kişilerin Allah’a ulaşmasını mutlaka irşad makamıyla paralellik içine koymuş. Ve Allahû Tealâ irşadı, irşad makamına ulaşmayı farz kılmış. Mâide-35’te diyor ki:
5/MÂİDE-35: Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete ve câhidû fî sebîlihi leallekum tuflihûn(tuflihûne).
Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı, teslim olmayı dileyenler); Allah’a karşı takva sahibi olun ve O’na ulaştıracak vesileyi isteyin. Ve O’nun yolunda cihad edin. Umulur ki böylece siz felâha erersiniz.
“yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete: Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı dileyenler)! Allah’a karşı takva sahibi olun ve Allah’a ulaşmaya vesileyi (sizi Allah’a ulaştırmaya kim vesile olacaksa onu) isteyiniz.” diyor Allahû Tealâ.
Bu, bir farz. İrşad makamına ulaşmanız Allahû Tealâ tarafından farz kılınıyor üzerinize, isteniyor ve Allahû Tealâ Fâtiha Suresinde bizim Kendisine şunları söylememizi istiyor:
1/FÂTİHA-5: İyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn(nestaînu).
(Allah'ım!) Yalnız Sana kul oluruz ve yalnız Senden İSTİANE (mürşidimizi) isteriz.
1/FÂTİHA-6: İhdinâs sırâtel mustakîm(mustakîme).
(Bu istiane'n ile) bizi, SIRATI MUSTAKÎM'e hidayet et (ulaştır).
1/FÂTİHA-7: Sırâtallezîne en’amte aleyhim gayril magdûbi aleyhim ve lâd dâllîn(dâllîne).
O yol (SIRATI MUSTAKÎM) ki; üzerlerine nimet verdiklerinin yoludur. Üzerlerine gadap duyulmuşların ve dalâlette kalmışların (Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin) yolu değil.
“iyyâke na’budu: Yalnız Sana kul oluruz.”
“ve iyyâke nestaîn(nestaînu): Ve yalnız Senden istiane isteriz.”
“ihdinâs sırâtel mustakîm(mustakîme): Bizi Sıratı Mustakîm’e ulaştır.”
“sırâtallezîne: O yol ki.”
“en’amte aleyhim: Üzerlerinde (başlarının üzerlerinde) ni'met olanların (yoludur).”
Öyleyse: “Yalnız Senden istiane isteriz.” dedirtiyor Allahû Tealâ bize günde 40 defa.
“İstianeyi (mürşidimizin kim olduğunu) yalnız Senden isteriz. O’na ulaşalım ki tâbî olalım, ruhumuz vücudumuzdan ayrılsın ve Sıratı Mustakîm’e ulaşalım.”
“iyyâke nestaîn(nestaînu),” ve “ihdinâs sırâtel mustakîm(mustakîme),” ifadesi, ardarda bunu ifade ediyor.
İnsanlar 40 defa günde bunu söylüyorlar. Ondan sonra da diyorlar ki, utanç duymaksızın diyorlar bunu: “Hayır, insan ruhunun Allah’a ulaşması diye bir şey yoktur.” Sevgili kardeşlerim, yalancının mumu yatsıya kadar yanar. Doğrular, Kur’ân-ı Kerim doğrularıdır. Öyleyse Allahû Tealâ istianeyi nasıl isteyeceğimizi de söylüyor. Kimlerin istianenin cevabını alabileceğini de söylüyor Kur’ân-ı Kerim’de. Bakara-45 ve 46, Allahû Tealâ buyuruyor:
2/BAKARA-45: Vesteînû bis sabri ves salât(salâti), ve innehâ le kebîratun illâ alâl hâşiîn(hâşiîne).
(Allah’tan) sabırla ve namazla istiane (özel yardım) isteyin. Ve muhakkak ki o (hacet namazı ile Allah’a ulaştıracak mürşidini sormak), huşû sahibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir.
2/BAKARA-46: Ellezîne yezunnûne ennehum mulâkû rabbihim ve ennehum ileyhi râciûn(râciûne).
Onlar (o huşû sahipleri) ki, Rab’lerine (dünya hayatında) muhakkak mülâki olacaklarına ve (sonunda ölümle) O’na döneceklerine yakîn derecesinde inanırlar.
“vesteînû bis sabri ves salât(salâti), ve innehâ le kebîratun illâ alâl hâşiîn(hâşiîne), ellezîne yezunnûne ennehum mulâkû rabbihim ve ennehum ileyhi râciûn(râciûne).”
“İstianeyi (Allah’tan isteyeceğiniz o mürşidin kim olduğu konusunu) Allah’tan sabırla ve namazla (bu namaz, hacet namazıdır) (hacet namazıyla) isteyin.” diyor Allahû Tealâ. “Ama” diyor, “bu, kebiretün; büyük bir iştir.”
Neden? Çünkü bunun istenmesi (istianenin istenmesi), sadece Allah’a ulaşmayı dileyenlerin cevap alabileceği bir husustur. Allah’a ulaşmayı dilemeyen bir kişi, ne kadar hacet namazı kılarsa kılsın; bir irşad makamı göremez. Çünkü onun için irşad makamı yoktur, tayin edilmemiştir; o Allah’a ulaşmaya dilemediği sürece. 10 âyet-i kerime irşad makamına ulaşamayanların dalâlette olduğunu söylüyor. Ve irşad makamı ancak Allah’a ulaşmayı dileyenlerin; ruhlarını Allah’a ulaştırmayı kesin olarak inançla kabul edenlerin bulabilecekleri bir makamdır. İşte bu âyetler; Bakara-45 ve 46 onu söylüyor.
Bakara-46 da Allahû Tealâ diyor ki: “Sabırla ve hacet namazı ile istianeyi Allah’tan isteyin.” dedikten sonra, “Bu büyük bir iştir.” diyor. “Ama huşû sahipleri için büyük değildir (güç değildir). O huşû sahipleri ki onlar yakîn hasıl ederek kesin bir şekilde inanırlar ki; ruhlarını ölmeden evvel Allah’a mülâki kılacaklardır (Allah’a ulaştıracaklardır; bunu kesin şekilde buna yakîn hâsıl ederek inanırlar) ve ruhlarını; ölümden sonra da tekrar Allah’a geri ruhları döndürülecektir.”
İşte her kim buna inanırsa o, Allah’tan soracaktır mürşidinin kim olduğunu. Başka hiç kimse mürşid tayin etmede yetkili değildir. Çünkü Allahû Tealâ diyor ki: “ve alâllâhi kasdus sebîli.”
16/NAHL-9: Ve alâllâhi kasdus sebîli ve minhâ câirun, ve lev şâe le hedâkum ecmaîn(ecmaîne).
Ve sebîllerin (dergâhlardan Sıratı Mustakîm'e ulaşan bütün yolların yani mürşidlerin) tayini, Allah'ın üzerinedir. Ve ondan sapanlar vardır. Ve eğer O dileseydi, sizin hepinizi hidayete erdirirdi.
Sebîllerin (mürşidlerin) her birinin bulunduğu dergâhtan devrin imamının dergâhına bir sebîl vardır. Onun için Allahû Tealâ, mürşidlerden bahsederken onların sebîllerinden bahsediyor: “Sebîllerin tayini (tespiti, kast edilmesi) sadece Allah’ın üzerine vazifedir.” diyor.
Allah’tan soracaksınız. Onun için Fâtiha Suresinde: “Yalnız Senden istiane isteriz; yalnız Senden mürşidimizi sorarız.” ifadesi var.
Sevgili kardeşlerim, şunu biliniz ki; kim mürşidine ulaşamazsa o kişi dalâlettedir. 10 âyet-i kerime bunu söylüyor. Kasas-50’de Allahû Tealâ diyor ki:
28/KASAS-50: Fe in lem yestecîbû leke fa’lem ennemâ yettebiûne ehvâehum, ve men edallu mimmenittebea hevâhu bi gayri huden minallâh(minallâhi), innallâhe lâ yehdil kavmez zâlimîn(zâlimîne).
Bundan sonra eğer sana icabet etmezlerse (senin hidayete erdirme davetine uymazlarsa), bil ki onlar heveslerine tâbîdirler. Allah’tan bir hidayetçi olmaksızın (hidayetçiye değil de) kendi heveslerine tâbî olandan daha çok dalâlette kim vardır? Muhakkak ki Allah, zalimler kavmini hidayete erdirmez.
“Habîbim! Eğer senin davetine icabet etmezlerse bil ki onlar, kendi hevalarına tâbîdir. Kim Allah’ın davetçisine değil de hevasına tâbî olursa onlardan daha çok dalâlette olan kim vardır?”
Tâhâ-123’de diyor ki:
20/TÂHÂ-123: Kâlehbitâ minhâ cemîan ba’dukum li ba’dın aduvvun, fe immâ ye’tiyennekum minnî huden fe menittebea hudâye fe lâ yadıllu ve lâ yeşkâ.
(Allahû Tealâ şöyle) dedi: “İkiniz oradan (aşağı) inin! Hepiniz (şeytan ve siz), birbirinize düşman olarak. Bundan sonra Benden size mutlaka hidayet gelecek. O zaman kim hidayetime tâbî olursa artık o, dalâlette kalmaz ve şâkî olmaz.”
“Hadi oradan hepiniz aşağı inin. Size hidayetim gelecek. Kim hidayetçime tâbî olursa onlar dalâletten kurtulurlar; şâkî de olmazlar.”
Allahû Tealâ Kehf-17’de diyor ki:
18/KEHF-17: Ve terâş şemse izâ taleat tezâveru an kehfihim zâtel yemîni ve izâ garabet takrıduhum zâteş şimâli ve hum fî fecvetin minhu, zâlike min âyâtillâhi, men yehdillâhu fe huvel muhted(muhtedi), ve men yudlil fe len tecide lehu veliyyen murşidâ(murşiden).
Ve güneşin doğduğu zaman mağaralarının sağ tarafından geldiğini ve battığı zaman sol taraftan onların yanlarından geçtiğini görürsün. Ve onlar, onun (mağaranın) geniş sahası içinde bulunuyorlardı. İşte bu, Allah’ın âyetlerinden (mucizelerinden)dir. Allah, kimi Kendisine ulaştırırsa, işte o hidayete ermiştir. Ve kimi dalâlette bırakırsa (kim Allah’a ulaşmayı dilemezse) artık onun için velî mürşid (irşad eden evliya) bulunmaz.
“Allah kimi Kendi Zat'ına ulaştırırsa, o kişi o zaman hidayet erer. Kim de dalâlette ise onlar için bir velî mürşid bulunmaz.”
Tayin etmiyor Allahû Tealâ, Allah’a ulaşmayı dilemeyene mürşid tayin etmiyor. Hacet namazı bile kılsa adam göstermiyor.
Ve 4. âyet-i kerime, Câsiye-23:
45/CÂSİYE-23: E fe raeyte menittehaze ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin ve hateme alâ sem’ihî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveten, fe men yehdîhi min ba’dillâhi, e fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).
Hevasını kendisine ilâh edinen kişiyi gördün mü? Ve Allah, onu ilim (onun faydasız ilmi) üzere dalâlette bıraktı. Ve onun işitme hassasını ve kalbini mühürledi. Ve onun basar (görme) hassasının üzerine gışavet (perde) çekti. Bu durumda Allah’tan sonra onu kim hidayete erdirir? Hâlâ tezekkür etmez misiniz?
“Habîbim! O hevalarını kendilerine ilâh edinenleri görüyor musun? Allah, onları onların ilimleri üzerine dalâlette bıraktı.”
Beşinci âyet-i kerime, Cuma-2:
62/CUMA-2: Huvellezî bease fîl ummiyyîne resûlen minhum yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmete, ve in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn(mubînin).
Ümmîler arasında, kendilerinden bir resûl beas eden (görevlendiren) O’dur. Onlara, O’nun (Allah’ın) âyetlerini okur, onları tezkiye eder (nefslerini temizler), onlara Kitab’ı (Kur’ân-ı Kerim’i) ve hikmeti öğretir. Ve daha önce (Allah'a ulaşmayı dilemeden evvel) elbette onlar, sadece açık bir dalâlet içinde idiler.
“Allah, bütün kavimlerde ümmîler arasından resûl baes eder. O resûle tâbî olmadan evvel onlar, apaçık bir dalâlet içindeydi.”
Tâbiiyet yoksa dalâlet kesin.
Ve altıncı âyet-i kerime, Âli İmrân-164:
3/ÂLİ İMRÂN-164: Lekad mennallâhu alâl mu’minîne iz bease fîhim resûlen min enfusihim yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmete, ve in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn(mubînin).
Andolsun ki Allah, mü’minlerin (başlarının) üzerine (devrin imamının ruhu) bir ni’met olmak üzere (onların aralarında, kendi kavminin içinde) kendilerinden bir resûl beas eder. Onlara O’nun (Allah’ın) âyetlerini tilâvet eder, onları tezkiye eder ve onlara kitap ve hikmeti öğretir. Ondan evvel (Allah'a ulaşmayı dilemeden evvel) onlar gerçekten açık bir dalâlet içinde idiler.
“Allah, mü'minlerin başlarının üzerine ni'met olsun diye resûl beas eder. O resûle tâbî olmadan evvel onlar, apaçık bir dalâlet içindeydiler.”
Yedinci âyet-i kerime, Ahkâf-32:
46/AHKÂF-32: Ve men lâ yucib dâiyallâhi fe leyse bi mu’cizin fîl ardı ve leyse lehu min dûnihî evliyâu, ulâike fî dalâlin mubîn(mubînin).
Ve Allah’ın davetçisine icabet etmeyen kimse, yeryüzünde (Allah’ı) aciz bırakacak değildir. Ve onun Allah’tan başka dostları yoktur. İşte onlar apaçık dalâlet içindedirler.
“Allah’ın davetçilerine tâbî olmayanlar, Allah’ı yeryüzünde aciz bırakamazlar ve onlar, tâbî olmadıkları için apaçık bir dalâlet içindedirler.”
Görüyorsunuz ki tâbiiyet yoksa dalâlet kesin. Allahû Tealâ, 8. âyet-i kerimesi; Nahl-36’da şöyle söylüyor:
16/NAHL-36: Ve lekad beasnâ fî kulli ummetin resûlen eni’budûllâhe vectenibût tâgût(tâgûte), fe minhum men hedallâhu ve minhum men hakkat aleyhid dalâletu, fe sîrû fîl ardı fanzurû keyfe kâne âkıbetul mukezzibîn(mukezzibîne).
Ve andolsun ki Biz, bütün ümmetlerin (milletlerin, kavimlerin) içinde resûl beas ettik (hayata getirdik, vazifeli kıldık). (Allah’a ulaşmayı dileyerek) Allah’a kul olsunlar ve taguttan (insan ve cin şeytanlardan) içtinap etsinler (sakınıp kurtulsunlar) diye. Onlardan bir kısmını (Resûlün daveti üzerine Allah’a ulaşmayı dileyenleri), Allah hidayete erdirdi ve bir kısmının (dilemeyenlerin) üzerine dalâlet hak oldu. Artık yeryüzünde gezin. Böylece yalanlayanların akıbetinin, nasıl olduğuna bakın (görün).
“Allah bütün kavimlerde resûl beas eder; o kavimlerdeki kişiler şeytana kul olmaktan içtinap etsinler de Allah’a kul olsunlar diye. Bir kısmı bu sebeple hidayete erdiler, bir kısmının üzerine ise dalâlet hak oldu.”
Ve Zumer-23’de Allahû Tealâ diyor ki:
39/ZUMER-23: Allâhu nezzele ahsenel hadîsi kitâben muteşâbihen mesâniye takşaırru minhu culûdullezîne yahşevne rabbehum, summe telînu culûduhum ve kulûbuhum ilâ zikrillâh(zikrillâhi), zâlike hudallâhi yehdî bihî men yeşâu, ve men yudlilillâhu fe mâ lehu min hâd(hâdin).
Allah, ihdas ettiği (nurların) ahsen olanlarını (rahmet, fazl ve salâvâtı), ikişer ikişer (salâvât-rahmet ve salâvât-fazl), Kitab’a müteşabih (benzer) olarak indirdi. Rab’lerinden huşû duyanların ciltleri ondan ürperir. Sonra onların ciltleri ve kalpleri Allah’ın zikriyle yumuşar, sükûnet bulur (yatışır). İşte bu, Allah’ın hidayetidir, dilediğini onunla hidayete erdirir. Ve Allah, kimi dalâlette bırakırsa artık onun için bir hidayetçi yoktur.
“Allah, nurlarını Kitab’a ve içindeki sözlere müteşabih olarak ikişer ikişer indirir. Bu nurlar kişiyi huşû sahibi kılar. Derileri ürperir, kalpleri Allah’ın bu gelen nurları ile titrer ve yumuşar. Kim de dalâlette ise onlar için bir hidayetçi yoktur.”
Allah’a ulaşmayı dilemeyen bir insan için hidayetçi söz konusu değildir.
Ve A’râf-186, Allahû Tealâ buyuruyor:
7/A'RÂF-186: Men yudlilillâhu fe lâ hâdiye lehu, ve yezeruhum fî tugyânihim ya’mehûn(ya’mehûne).
Allah kimi dalâlette bırakırsa, artık onun için bir hidayetçi (hidayete erdiren) yoktur. Ve onları azgınlıkları (isyanları) içinde şaşkın (bir halde) terkeder (bırakır).
“Allah, dilediğini dalâlette bırakır. Onlar için bir hidayetçi yoktur. Allah, onları isyanları içinde şaşkın bir hâlde bırakır.”
İsyanları içinde olan, Allah’a ulaşmayı dilemeyen, başkalarını da Allah’ın yolundan men edenleri Allahû Tealâ dalâlette bırakıyor. 10 âyet-i kerime, insanların irşad makamına ulaşmadıkları takdirde dalâlette kalacaklarını ifade ediyor. Allah’a ulaşmayı dilemeyen bir insana hidayetçi tayin edilmediğini de kesinleştiriyor. Öyleyse mürşid, Allahû Tealâ’nın standartlarında Mâide Suresinin 35. âyet-i kerimesinde kesin bir emirle insanların üzerine farz kılınmıştır. Öğrenilmesinin de Allah’tan olacağı kesinleşmiştir ve bütün insanlar için farzdır.
5/MÂİDE-35: Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete ve câhidû fî sebîlihi leallekum tuflihûn(tuflihûne).
Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı, teslim olmayı dileyenler); Allah’a karşı takva sahibi olun ve O’na ulaştıracak vesileyi isteyin. Ve O’nun yolunda cihad edin. Umulur ki böylece siz felâha erersiniz.
Allahû Tealâ’nın hepinizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını, Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi inşaallah burada noktalıyoruz.
Allah hepinizden razı olsun.
İmam İskender Ali M İ H R