SOHBET ADI: MUTLULUK SOHBETİ
TARİHİ: 18.11.2002
Eûzubillâhimineşşeytanirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.
Sevgili izleyenler, dinleyenler, sevgili öğrenciler, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bir defa daha bir zikir sohbetinde birlikteyiz. Allah bizleri beraber kıldı, bir mutluluk sohbeti yapmak üzere.
Sevgili kardeşlerim, mutluluk; Allah’ın temel dizaynı, ulaşmanızı istediği yegâne şey; o. Allahû Tealâ’nın bütün insanları yaratmasının arkasında bir tek dilek var. O dileğe dayalı yaratmış bütün insanları. Kâinatta en çok sevdiği mahlûklar olan insanların mutlu olmasını istiyor, hepsi bu kadar sevgili kardeşlerim. Allah, sizlerin mutlu olmasını istiyor. Akıl vermiş insanlara, doğruyu yanlıştan ayırt edebilme kabiliyetini vermiş, mutlu olalım diye yaratmış.
Sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ sizin mutlu olmanızı istiyor. Siz de mutlu olmak istiyorsunuz. Ama bir varlık var ki iblis, o mutlu olmanızı istemiyor. Ve dünyadaki insanların büyük kısmı mutsuz, huzursuz, sıkıntılı.
Mutsuzluğun arkasında ne var? İnsanların bilinçsizliği var. Mutsuzluğa karşı mücâdele edecek bilgileri noksan. Evvelâ Allah’ın yanlış değerlendirilmesi var. Allah kanunlarını koyar ve kişiye verdiği özel iradeyi, cüz’î iradeyi, kişisel iradeyi dokunulmaz olarak değerlendirir. Cüz’î irade ne isterse, nasıl isterse yapmak yetkisinin sahibi kılınmıştır. Ama yapacaklarının karşılığı da kesin bir şekilde Kur’ân-ı Kerim’de yer almıştır.
Öyleyse sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, bu muhtevada Allah’ın istediği ne? Allah’ın istediği; bir defa bütün insanların mutlaka cennete girmesi. Saniyen bütün insanların, şu dünya hayatında da mutlu olması. Ve kanunları koymuş, diyor ki: “Benim cennetime mi girmek istiyorsunuz? Hepinizi cennetime almak için hazırım. Ama bir şartım var: Ruhunuzu ölmeden evvel Bana ulaştırmayı dileyeceksiniz. Dilemezseniz, Benim cehennemimden kurtulamazsınız. İşte siz insan kullarıma bildiriyorum ki; kim Bana ulaşmayı dilerse onlar mutlaka Benim cennetime girerler. Çünkü onları, o dilekleri istikametinde Ben teçhiz edeceğim. Ben onları yönlendireceğim ve Kendime ulaştıracağım.”
42/ŞÛRÂ-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrakû fîhi, kebure alâl muşrikîne mâ ted’ûhum ileyhi, allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).
(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).
Öyleyse kim Allah’a ulaşmayı dilerse o kişi bilsin ki; Allah onu mutlaka Kendisine ulaştıracaktır. Altını çizerek söylüyorum: O kişi ruhunu Allah’a ulaştırmayacaktır, Allah onun ruhunu Kendisine ulaştıracaktır. Bunun içinde bir tek dileği yeterli görüyor Allahû Tealâ, Allah’a ulaşmayı dilemek.
İşte sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, öyleyse Allah’a ulaşmayı dilemek gibi son derece basit ve kolay bir dizaynla Allahû Tealâ, şu dünyada insan olarak yarattığı şu yedi milyar civarındaki bütün varlıkları, insanları cennetine almaya hazır. Hepsini cennetine koymaya hazır. Ama seçme hakkını da kanunlarını bildirerek insana bırakıyor. Herkes kendisinden mesûl.
İnsanlar bu bapta eğer Allah’a ulaşmayı dilerlerse, onlar için üçüncü kat cennet Allahû Tealâ tarafından garanti ediliyor. Dünya saadetinin de %50’den fazlası, gene mutlak olarak garanti ediliyor. Bir tek dileğin karşılığında üçüncü kat cennet ve dünya saadetinin yarısı garantide.
Peki, insanlığın düşmanı olan iblis ne yapacak? İnsanları bu bilgiden ayıracak, bilgiyi yok edecek. İnsanların o bilgiden haberdar olmaması için gayret edecek. Peki, insan hayatı milyar yıllara dayalı. Sevgili kardeşlerim, bu süreç içerisinde Allah’ın bu kanunu hiç değişmedi, ezelî kanun. İnsanları cennetine almaya hazır. Bütün mukaddes kitaplara bu kanununu koymuş Allahû Tealâ. Allah’a ulaşmayı dileyeni mutlaka cennetine alacak, dünya saadetinin yarısından fazlasını verecek.
İblis, başlangıçta kitapların kendisini yok etmeyi başarmış. Tevrat’ı da değiştirmiş, İncil’i de değiştirmiş. Eski Ahit de yeni Ahit de değişiklikler geçirmiş. Zaten dört ayrı İncil’in var olması, bu konunun kesin işaretidir. Değişiklik olduğu kesin. Bir kitap, dört tane ayrı kitap hâline gelmiş. Birbirinden ayrıcalıkları çok.
Ne demek istiyoruz? Şunu demek istiyoruz sevgili kardeşlerim: Şeytan uyumuyor, bizleri uyutuyor. Allah’ın kurtuluş reçetesini yok etmek için Tevrat’ı da İncil’i de değiştirmeyi başarmış. Ama Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’in değiştirilmesine müsaade etmiyor, diyor ki:
15/HİCR-9: İnnâ nahnu nezzelnâz zikre ve innâ lehu le hâfizûn(hâfizûne).
Muhakkak ki zikri (Kur'ân-ı Kerim’i), Biz indirdik. O'nun koruyucuları (da) mutlaka Biziz.
“Bu Kitab’ı (bu Kur’ân-ı Kerim’i) Biz indirdik. Onun muhafızı da Biziz.” diyor Allahû Tealâ, “Biz onun muhafızıyız.” Yani şeytana diyor ki Allahû Tealâ bu ifadesiyle: “Bu Kitab’ı değiştirmene müsaade etmiyorum.” Ve iblis, on dört asırdır Kur’ân-ı Kerim’in hiçbir noktasını değiştirememiş. Sizlere söylediğimiz her şey, Kur’ân-ı Kerim asıllı. Kur’ân-ı Kerim asıllı olan bu söylediklerimizi iblis değiştirememiş.
Şimdi düşünelim akılcı bir yolla: Eğer değiştiremezse ne yapacak, ne yapması lâzım? Değiştirmek imkânı yok, bir şey kalıyor geriye: Unutturmak. Kıyâmete kadar yaşayacak olan bu sefil mahlûk, on dört asırda Kur’ân-ı Kerim’in kurtuluşa müteallik hususlarını, âyetlerini gözlerden nihan etmiş. İnsanlara unutturmayı başarmış.
Dîn öğretimini asırlarca insanlara yazdırdığı kitaplarla, Kur’ân asıllı olmaktan çıkarmış. Öylesine çıkarmış ki kurtuluşu (felâhı), cennet saadetini ve dünya saadetini vücuda getirebilecek olan bütün standartlar, bugünün dîn öğretisinde mukaddes kitaba sahip olan üç dînde de İslâm’da da Hristiyanlıkta da Yahudilikte de artık tamamen devre dışı kalmış.
İslâm âlemi, İslâm’ın beş şartına endekslenmiş. Ne yapmış iblis? Vasıtalarla hedefleri değiştirmiş, vasıtaları hedef hâline getirmiş. Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, İnsanlık tarihi boyunca birden fazla dîn hiç olmamış. Sadece bir tek dîn oluşmuş. Bu dînin Arapça adı İslâm, Allah’a teslim olma dîni. Hazreti İbrâhîm’in lisanında da hanif. İslâm da Hristiyanlık da Yahudilik de sevgili kardeşlerim, aynı esaslara muhtevîdir. Başlangıçta üç peygamber de üç nebî de aynı şeyleri yaşadılar ve kendileriyle beraber olan, kendilerine tâbî olanlara yaşattılar. İşte Allahû Tealâ’nın dîni, hiçbir değişiklik göstermemiş olan, ana çizgilerinde hiçbir değişiklik yapmadığı Allah’ın tek dîni. Bütün kâinatta insanlık tarihi boyunca mevcut olan Hz. Âdem’den (ilk peygamber ve ilk insan), Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz’e kadar (son peygamber), hep aynı dîn söz konusu, tek bir dîn: Allah’a ruhu, vechi, nefsi ve iradeyi teslim etme dîni.
İşte bu teslim müessesi hepimiz için bir bütünü oluşturur. İslâm, kâinatın tek dîni yedi tane safhadan oluşur.
1- Allah’a ulaşmayı dilemek.
2- Tâbiiyet.
3- Ruhun Allah’a ulaştırılarak ilk teslimin; ruhun tesliminin gerçekleştirilmesi.
Buraya kadar olanlar Allahû Tealâ tarafından garanti edilmiş. Kim Allah’a ulaşmayı dilerse bu üç teslimi mutlaka gerçekleştireceğini, 28 basamaklık bir skalanın 21. basamağına, hatta 22. basamağına Allahû Tealâ o kişiyi mutlaka çıkaracağını garanti ediyor.
4. safha: Fizik vücudumuzun, şu vücudumuzun Allah’a teslim edilmesi.
5. safha: Nefsimizin Allah’a teslim edilmesi. Hani rüyaları gördüğümüz, rüyayı yaşadığımız vücudumuzun Allah’a teslim edilmesi.
6.’sı: İrşada ulaşmak.
Ve 7.’si: İrademizin Allah’a teslimi.
İşte sevgli öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, can dostlarım, gönül dostlarım, hangi muhtevadan bahsediyoruz? İnsanların kurtuluş reçetesini ihtiva eden Allah’ın öğretisinden bahsediyoruz. Yedi tane safha ve dört tane teslim; ruhun, vechin, nefsin, iradenin Allah’a teslimi. Dîn bundan ibarettir. Bu ise sonsuz bir mutluluktur.
Evvelâ dünya hayatı ile cennet hayatını bir mukayese edelim. Dünya hayatında çok yaşayın; yüz sene yaşarsınız. Olmaz ama zamanımızda söz konusu değil; ama iki yüz sene yaşadığınızı düşünelim. İki yüz sene yaşayacaksınız; ama cennet sonsuz bir hayat. Düşünün ki; o sonsuz hayatı şu dünyadaki yaşantınızla kazanacaksınız ve kazanmanız işten değil. Sadece bir dilek, sizi cennetlerin üçüncü katına mutlak ulaştıracak olan bir özellik taşıyor. Üçüncü cennete ulaşmak imkânı.
Öyleyse sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, cennet söz konusu sizin için; Allah’ın cenneti. Ve Allahû Tealâ elini uzatıyor: “İşte” diyor, “Bu Benim cennetim, alın bunu. Onu sadece isteyin.” diyor, “Yeter.” “Kim cennete girmek isterse cennete girebilir ama söylemesi lâzımgelen şey, kalbindeki dilek. Ben cennete girmek istiyorum ve bunun için bunu gerçekleştirmek için ruhumu Sana ulaştırmayı diliyorum.” demeniz yeterli sevgili kardeşlerim. Böyle bir talebi; Ben Sana ulaşmayı diliyorum talebini iç dünyanızda hissetmeniz, gerçek anlamda bunu dilemeniz Allah için yeterli. Allah’a ulaşmayı dilemenizi Allah yeterli görüyor. Bir dileğiniz sizi, ruhunuzu Allah’a teslim edebilecek bir noktaya mutlaka ulaştırır. Onun için Allahû Tealâ diyor ki:
2/BAKARA-185: Şehru ramadânellezî unzile fîhil kur’ânu huden lin nâsi ve beyyinâtin minel hudâ vel furkân(furkâni), fe men şehide minkumuş şehra fel yesumh(yesumhu), ve men kâne marîdan ev alâ seferin fe iddetun min eyyâmin uhar(uhara) yurîdullâhu bikumul yusra ve lâ yurîdu bikumul usra, ve li tukmilûl iddete ve li tukebbirûllâhe alâ mâ hedâkum ve leallekum teşkurûn(teşkurûne).
Ramazan ayı ki, insanlar için hidayete erdirici (hidayete erme, Allah’a ulaşma vesilesi) ve beyyineler (açık deliller ve ispat vasıtaları) ve Furkan (hakkı bâtıldan ayırıcı) olarak Kur’ân, Hüda tarafından onda (o ayın içinde) indirildi. Artık içinizden kim bu aya (yetişir de ramazan ayını görüp) şahit olursa o zaman onu, oruç tutarak geçirsin. Ve kim, hasta veya yolculukta olursa, o taktirde (tutamadığı günlerin sayısı) diğer günlerde (oruç tutarak) tamamlanır. Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez. (Size bu kolaylık) sayıyı tamamlamanız ve sizi hidayet erdirdiği şeye karşılık (sizin de) Allah’ı tekbir etmeniz (yüceltmeniz) içindir. Umulur ki böylece siz (bütün bu kolaylıklara) şükredersiniz.
“Allah sizin için güçlük dilemez, Allah sizin için kolaylık diler.”
Sevgili kardeşlerim, geleceğiniz müemmen; yani Allahû Tealâ tarafından teminat altına alınmış. Sadece Allah’a ulaşmayı dileyeceksiniz. Dilediğiniz an Allahû Tealâ iç dünyanızdaki bu talebi, kalbinizdeki bu talebi işitir, bilir ve görür aynı anda. Bu, sizin Allah’ın cennetine girmenizi garanti altına alır.
Öyleyse cennet saadeti, cennet saadeti dedikleri şey; herkesin bir tek dilekle ulaşabileceği bir husus. Dünyanın neresinde olursa olsun insanlar, hangi dînden olduklarını zannederlerse zannetsinler, sadece Allah’a ulaşmayı dilemekle Allah’ın cennetine mutlaka ulaşırlar. Bu, Allah’ın garantisi altında (teminatı altında).
Öyleyse Allahû Tealâ bizleri çok sevmiyor mu sevgili kardeşlerim? Allahû Tealâ bizleri çok sevmiyor mu? Ne kadar çok sevdiği bundan belli değil mi? Bir tek dileğimizle, niyetimizle; ruhumuzu Allah’a ulaştırma niyetimizle Allahû Tealâ bizi cennetine alıyor, hesapsız rızıklandıracak sonsuz bir hayat boyunca. Ayrıca bu dünya saadetinin de yarısından fazlasını garanti ediyor.
Öyleyse Allahû Tealâ bizi sevmiyor mu? Ne kadar çok sevdiği belli değil mi sevgili kardeşlerim? Sadece mutlu olmamız için, o bizler için yarattığı cennetimize ulaşmamız için bizleri de yaratmış. Bu, konunun cennet faslı. Cennete ulaşmak, inanılmayacak kadar kolay bir olaydır. Neden inanılmayacak kadar diyoruz? Çünkü iblis, bütün insanların iç ve dış âlemlerinde cennet tablosunu kapkaranlık bir hâle getirmeyi başarmış.
Yani ne demek istiyoruz? Bir takım insanlar diyorlar ki: “Cennet mi? Allahû Tealâ, sahâbenin bile on tanesine cenneti vaad etmiş, geri kalanların nereye gideceği meçhul. Beni mi Allahû Tealâ cennetine alacak? Umamam. Hiç mi hiç böyle bir şey gerçekleşemez.” Sevgili kardeşlerim, aslında herşey öylesine güzel ki. Evvelâ bu fikrin sahiplerine bir cevap vermemiz lâzım Kur’ân’dan. Allahû Tealâ diyor ki A’râf Suresinin 157. âyet-i kerimesinde:
7/A'RÂF-157: Ellezîne yettebiûner resûlen nebiyyel ummiyyellezî yecidûnehu mektûben indehum fît tevrâti vel incîli ye’muruhum bil ma’rûfi ve yenhâhum anil munkeri ve yuhıllu lehumut tayyibâti ve yuharrimu aleyhimul habâise ve yedau anhum ısrahum vel aglâlelletî kânet aleyhim, fellezîne âmenû bihî ve azzerûhu ve nasarûhu vettebeûn nûrellezî unzile meahu, ulâike humul muflihûn(muflihûne).
Onlar ki, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları ümmî, nebî, resûle tâbî olurlar. Onlara ma’ruf ile (irfanla) emreder, onları münkerden nehyeder ve onlara tayyib olanları (temiz ve güzel olan şeyleri), helâl kılar. Habis olanları (kötü ve pis şeyleri), onlara haram kılar. Ve onların, ağırlıklarını (günahlarını sevaba çevirip, günahlarının ağırlığını) kaldırır. Ve üzerlerindeki zincirleri, (ruhu vücuda bağlayan bağ ve fetih kapısının üzerindeki 7 baklalı altın zincir) kaldırır. Artık onlar, O’na îmân ettiler ve O’na saygı gösterdiler ve O’na yardım ettiler ve O’nunla beraber indirilen Nur’a (Kur’ân-ı Kerim’e) tâbî oldular. İşte onlar, onlar felâha (kurtuluşa, cennet mutluluğuna ve dünya mutluluğuna) erenlerdir.
“Kim, o ümmî nebî resûle tâbî olmuşsa onların hepsi felâha ermiştir.”
Kimdir sahâbe? Hayır, bizim sevgili dîn adamlarımızın söylediği gibi hayattayken Peygamber Efendimiz (S.A.V)’i görenler değildir. O görenlerden O’na tâbî olanlar sahâbedir. İki âyet bunu kesinleştiriyor. Biri Yûsuf Suresinin 108. âyet-i kerimesi:
12/YÛSUF-108: Kul hâzihî sebîlî ed’û ilâllâhi alâ basîratin ene ve menittebeanî, ve subhânallâhi ve mâ ene minel muşrikîn(muşrikîne).
De ki: “Benim ve bana tâbî olanların, basiret üzere (kalp gözüyle basar ederek, Allah’ı görerek) Allah’a davet ettiğimiz yol, işte bu yoldur. Allah’ı tenzih ederim. Ve ben, müşriklerden değilim.”
“Habîbim de ki o ümmîlere ve kitap sahiplerine: Benim ve bana tâbî olanların…”
Kimler diyor, kimler? “Bana tâbî olanlar.”
“De ki: Benim ve bana tâbî olanların, bizim hepimizin basiret üzere (kalbimizdeki basar hassasıyla, kalp gözümüzün görme hassasıyla Allah’ı görerek), Allah’a davet ettiğimiz yol, işte bu yoldur.”
Öyleyse sahâbe Allah’ı görmüşler ve Allah’a davet ediyorlardı. Yûsuf Suresinin 108. âyet-i kerimesi, bütün sahâbenin irşad makamına sahip olduğunu gösteriyor. Çünkü Fussilet Suresinin 33, 34 ve 35. âyetlerinde Allahû Tealâ, mürşid tarifini verirken ki sahâbe de bu kategorinin içinde, hepsi sahâbe adını verdiklerimiz: “Onlar ki Allah’a teslim oldum deyip de (ruhumu da vechimi de nefsimi de irademi de Allah’a teslim ettim deyip de) Allah’a çağırırlar. Onlardan daha güzel sözlü kim vardır.” diyor Allahû Tealâ.
Sonra da diyor ki: “Hiç seyyiatle hasenat (kaybetiğiniz derecelerle kazandığınız dereceleri vücuda getirecek âmeller) aynı olur mu? Onlar ki seyyiati hasenatla önlerler. Bu yetki az insana verilir. Onlar hazz’ul azîm’in sahibidirler.”buyuruyor Allahû Tealâ.
41/FUSSİLET-33: Ve men ahsenu kavlen mimmen deâ ilâllâhi ve amile sâlihan ve kâle innenî minel muslimîn(muslimîne).
Allah’a davet eden ve salih amel (nefs tasfiyesi) yapan ve: “Muhakkak ki ben teslim olanlardanım.” diyenden daha güzel sözlü kim vardır?
41/FUSSİLET-34: Ve lâ testevîl hasenetu ve lâs seyyieh(seyyietu), idfa’ billetî hiye ahsenu fe izâllezî beyneke ve beynehu adâvetun ke ennehu veliyyun hamîm(hamîmun).
Hasene (iyilik) ve seyyie (kötülük), müsavi (eşit) değildir. (Kötülüğü) en güzel şekilde karşıla. O zaman seninle arasında düşmanlık olan kişi, samimi bir dost gibi olur.
41/FUSSİLET-35: Ve mâ yulakkâhâ illâllezîne saberû, ve mâ yulakkâhâ illâ zû hazzın azîm(azîmin).
Ona (kötülüğü iyilikle karşılama hasletine), sabredenlerden ve hazzul azîm (en büyük haz) sahiplerinden başkası ulaştırılmaz.
Öyleyse sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, işte cennet saadetinin de dünya saadetinin de bütününü alanlar onlar, sahâbe, hepsi. Münafıklar değil, görenlerden tâbî olanlar, ihsanla tâbî olanlar. İşte netice ne? Dünya saadetinin bütününe ermişler, sonsuz bir mutlulukla yaşamışlar. İradelerini Allah’a teslim ettikten sonra bütün sahâbe, dünya saadetinin tümüne, cennet saadetinin en üstününe; Adn cennetlerine ehil olmuşlar.
Sevgili kardeşlerim, öyleyse en asgarî standartlarda, en alt seviyede bir insan sadece bir tek dilekle; Allah’a ulaşmayı dilemekle mutlak olarak üçüncü kat cennetin sahibi olur. Allahû Tealâ bunu garanti ediyor Kur’ân-ı Kerim’inde. Öyleyse işte mutluluktan bahsediyoruz. Kim mutlu olmak istiyorsa işte meydan onun. Sadece bir dilek: Allah’a ulaşmayı dilemek. Dileyen kişi, mutlaka ruhunu Allah’a ulaştırır. Daha doğru bir ifadeyle Allah, onun ruhunu Kendisine ulaştırır; 21. basamak. Süre mi? Üç ay, dört ay, beş ay, çok çok altı ay. İşte sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, bu kadarcık bir süre içerisinde üçüncü kat cennetin sahibi olmak herkes için geçerli. Öyleyse mutlu olmak için ve Allah’a çok hamd etmek için, çok sağlam sebepler yok mu sevgili kardeşlerim? Peki, bunların hepsini insanlar nasıl unutmuşlar? İşte burada bütün dehasıyla şeytan giriyor devreye. Herkesle meşgul olan ama herkesle meşgul olan şeytanlar söz konusu.
Bunların en üst seviyesinde olanı iblistir. Kıyâmete kadar dünya hayatını yaşayacak olan iblis, insanlığın en büyük düşmanıdır. İşte bu mahlûk, Kur’ân’da bu söylediklerimin hepsi var olmasına rağmen, insanlara Allah’ın bütün bu garantilerini unutturabilmeyi başarmış. İnsanları Kur’ân-ı Kerim’den koparmayı başarmış. Kur’an-ı Kerim’in hedef emirlerini; yani dört tane teslimi yok etmiş. O teslimlere ulaşmak için kullanılacak olan vasıtaların, o da en önemlisini devre dışı bırakarak; zikri devre dışında bırakarak, beş tanesini hedef olarak insanlara kabul ettirmiş. Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek ve kelime-i şahâdet getirmek. Sevgili kardeşlerim, dikkat edin ki bunların hepsi vasıtalardır ve bu vasıtalar noksandır.
Bu beş tane vasıtadan hepsinin toplamından daha önemli olan başka bir vasıta var: Zikir. Kur’ân okumaktan da namaz kılmaktan da daha büyük olan bir ibadet türü, bir vasıta. İbadetler, sizi Allah’a teslim edecek olan vasıtalardır. Hedefiniz, vasıtaları kullanmak suretiyle -kullanmak mecburiyetindesiniz- hedefe yürümek; ruhunuzu, vechinizi, nefsinizi ve iradenizi Allah’a teslim etmektir.
Öyleyse unutturmayı başarmış mı? Yahudilerde de Hristiyanlarda da İslâm’da da durum aynı olmuş. Geri kalan, dîn olduğu düşünülen ne kadar dîn varsa hepsinde aynı şey olmuş. Asıllar iblis tarafından tamamen yok edilmiş. Yazılı metinlerde asılların, bu üç ana dînin dışındaki, mukaddes kitaba sahip olan üç ana dînin dışındaki dîn zannedilen bu üç ana konu da dîn zannediliyor ama aslında hepsi bir tek dîn. Ayrı ayrı dînler hiç olmamış.
Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, öyle bir müessese ki Allahû Tealâ tarafından insan olarak yaratılmanız, mutlu olmanızın delili olarak kabul edilmiş. “Bana ulaşmayı dile, Ben seni üçüncü kat cennetime ulaştırayım.” İşte karşılıklı ahdleşme bu. Üç dört aylık bir süre içerisinde mutlak bir cennet saadeti. Üçüncü kat cennet, dünya saadetinin yarıdan fazlası.
Peki, biz size neyi öğütlüyoruz sevgili kardeşlerim? “Hayır,” diyoruz, “Orada kalmayın. Hem daha üst kat cennetlerin sahibi olmak için gerekli yeteneğin sahibisiniz hem de dünya saadetinin yarısının değil, tamamının sahibi olmak üzere yaratıldınız.” Öyleyse yaratılma gayenize uygun hareket edin. Yani zikrinizi artırın, otuz üç bin zikirde kalmayın. Fizik vücudunuzu da Allah’a teslim edin, nefsinizi de Allah’a teslim edin, iradenizi de Allah’a teslim edin. O zaman dünyadaki en mutlu insanlardan biri de siz olacaksınız. O gün geldiği zaman kendinizi tamamen başkalarına adamış olacaksınız. Mutluluğun başkalarına adamakla ne kadar yakından ilişkisi olduğunu yakalayacaksınız.
Sevgili kardeşlerim, başkalarına ulaştırdığınız her mutluluk, onlardan katlanarak size geri döner. Daha başkalarına mutluluk vermek üzere düşünmeye başladığınız andan itibaren Allahû Tealâ, sizleri mutluluk üçgeninin içine alır. Bir kenarında Allah, bir kenarında ruhunuzun hasletleri, üçüncüsü de Allah’tan bahsederken, başkalarını mutlu etmek için düşünürken vücuda getirdiğiniz hayrın içinde mutluluğu yaşarsınız.
Sevgili kardeşlerim, mutluluk nedir? Mutluluk; iç âleminiz de hissettiğiniz bir kesintisiz sulh ve sükûn halidir. Yetmez, iç âleminizde nefsinizle ruhunuz arasındaki sulh ve sükûnu sağladığınız zaman, dış âleminizde de kesintisiz bir sulh ve sükûn hâline ulaşırsınız. Başka insanlarla bir sulh ve sükûn dizaynına girersiniz. Aranızdaki kavga sizin cephenizden bitmiştir. Siz, kimseye artık düşman değilsiniz. Böylece sizin cephenizden dış dünyanızda da kesintisiz bir sulh ve sükûn hali oluşur.
Sonra Allah ile olan ilişkilerinizde üçüncü cephe hem emirler cephesinden hem de nehiyler yani yasaklar cephesinden Allah’ın bütün emirlerini yerine getirdiğiniz için, yasak ettiği fiilleri işlemediğiniz için, Allah ile olan ilişkilerinizde de her iki cepheden de emirler cephesinde de yasaklar cephesinden de tam bir sulh ve sükûn hali oluşur. İşte mutluluk budur.
* Birinci özelliği; kesintisiz oluşudur.
* İkinci özelliği; mutlak bir sulh ve sükûn hâli oluşudur.
* Üçüncü özelliği; iç âleminizde de dış âleminizde de Allah ile olan ilişkilerinizde de onun tahakkuk etmesi hâlidir.
Öyleyse nihai nokta bu mu? Evet. Nasıl ulaşılır? Daimî zikirle ulaşılır. Zikir adı verilen müesseseye dikkatle bakın. Ankebût Suresinin 45. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:
29/ANKEBÛT-45: Utlu mâ ûhıye ileyke minel kitâbi ve ekımıs salât(salâte), innes salâte tenhâ anil fahşâi vel munker(munkeri), ve le zikrullâhi ekber(ekberu), vallâhu ya’lemu mâ tasneûn(tasneûne).
Kitaptan sana vahyedilen şeyi oku ve salâtı ikâme et (namazı kıl). Muhakkak ki salât (namaz), fuhuştan ve münkerden nehyeder (men eder). Ve Allah’ı zikretmek mutlaka en büyüktür. Ve Allah, yaptığınız şeyleri bilir.
Allahû Tealâ diyor ki: “Habîbim! Sana kitaptan vahyettiğimizi onlara oku (anlat, tilâvet et).”
Tilâvet etmek, Kur’ân-ı Kerim’imize göre bir zikirdir. Kur’ân tilaveti bir zikirdir.
“Ve namaz kıl.”
Kur’ân-ı Kerim’e göre namaz da bir zikirdir.
“Çünkü namaz münkerden ve fuhuştan men eder.” diyor Allahû Tealâ, “Senin namazın münkerden ve fuhuştan men eder.”
Âyet-i kerime şöyle bitiyor: “ve le zikrullâhi ekber: Ve muhakkak ki Allah’ı zikretmek, Kur’ân-ı Kerim tilâvetinden de namaz kılmaktan da daha büyük bir zikirdir.” Yani en büyük zikirdir.
Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, iblis, insanlara İslâm’ın beş şartını insanları kurtuluşa ulaştıracak bir reçete olarak takdim ederken özellikle asıl önemlisini; zikri devre dışı bırakıyor. Neden? Çünkü şeytan, sadece sizin mutsuz olmanızı ister. Dünya hayatını mutsuz ve huzursuz bir insan olarak yaşamanızı ve cennete asla girememenizi, mutlaka cehenneme girmenizi ister şeytan. Öyleyse bunu isteyen şeytan; mutlaka cehenneme girmenizi dünya hayatında da mutlaka mutsuz olmanızı. Allahû Tealâ da hem dünya hayatında sonsuz mutluluğu yaşamanızı hem de sonsuza kadar cennette, cennetin en üst katında yaşamanızı ister. Siz mutlu olmayı istersiniz, Allah da sizin mutlu olmanızı ister. Ama insanların çoğu mutsuz; Allah’ın ilminden haberdar olmadıkları için. Onun için bu kadar çırpınıyoruz sevgili kardeşlerim. Mutluluk varken, Allah’ın koyduğu temel kanunlar varken, insanların unuttuğu bu hususları Kur’ân asıllarıyla onlara anlatıp, onları mutluluğa ulaştırmak, işte bu hidayet. Ve biz, hidayetle vazifeliyiz. Ruhun hidayeti, vechin hidayeti, nefsin hidayeti, iradenin hidayeti, hepsinin de Allah’a teslim olmasıdır. Ve onun için Allahû Tealâ, bizi rehber ittihaz etti. Onun için varız. Hayatımızı insanların mutluluğuna adamışız. Sevgili kardeşlerim, bu mutluluğa dikkatle bakın. Hepiniz için Allahû Tealâ hazırlamış.
Öyleyse hadi gelin mutsuz bir insanla, mutlu bir insanın mukayesesini yapalım. Dünya hayatındaki mutluluktan bahsediyoruz. İç dünyanızda mutsuzluk; nefsiniz %100 afetlerle yaratılmış, ruhunuz da %100 hasletlerle. Ve şeytan, afetlerinize tesir etmek imkânının sahibi. Çünkü afetleriniz zaten şeytanın istediği şeyleri istiyor. Allah’ın emirlerini yerine getirmemek, yasak ettiği fiilleri de işlemek. Ve nefsin afetleri Allah’ın bütün emirlerine karşı çıkar, yasak ettiği bütün fiilleri de işlemek ister. Ruhunuzun hasletleri de Allah’ın bütün emirlerini yerine getirmek, yasak ettiklerini asla işlememek ister. Yani ikisinin yapıları tamamen birbirine zıttır. İkisi de yapıları icabı mutlaka kendi dediğinin yapılmasını ister. Ve nefsin dediklerinin yapılması kişiyi devamlı mutsuz kılacaktır; ruhun dediklerinin yapılması da mutlu. Öyleyse nefsin talebi ruhun talebinin tamamen tersi, zıddı olduğu için (taban tabana zıddı olduğu için) aralarında devamlı kavga olacaktır. İkisi de akla müracaat edecektir kendi dediğinin olması için. Ve aralarında devamlı bir kavga, kesintisiz bir kavga, bir diyalektik kavga hep var olmakta devam edecektir. Sevgili kardeşlerim, nerede kavga varsa, kaos varsa orada insanlar mutsuzdur. Bu kişi iç dünyasında nefsi ile ruhu arasındaki bu devamlı kavga sebebiyle mutsuz.
Yeter mi? Yetmez, aynı zamanda nefsinin talebi üzerine devamlı hatalar işleyecektir. Başka insanların kalbini kıracaktır. Her türlü hata sebebiyle Allah’ın emirlerini yerine getirmemesi sebebiyle devamlı cezalandırılacaktır. Allahû Tealâ, ona azap edecektir her yaptığı hata sebebiyle. Allah ile ilişkilerinde hata yapması sebebiyle, dış âleminde hata yapması sebebiyle kişinin iç âleminde devamlı bir azap müessesi var olacaktır. Bu insan mutsuzdur, iç dünyasında kavga vardır. Kesintisiz bir sulh ve sükûn hâli, bu kişinin ulaşabildiği bir şey değildir. Tam aksine, kesintisiz bir savaş halidir iç dünyasındaki durum. Bu insan dünya hayatında mutsuzdur, iç âleminde mutsuzdur.
Peki, bu kişi daimî zikre ulaşmış; ayni kişi bir gün daimî zikre ulaşmış; yani ruhunu da vechini de nefsini de Allah’a teslim etmiş. Bu noktada ne olur? Bu noktada nefsinin bütün afetleri yok olmuştur, yerini faziletler almıştır. İşte nefsinin afetlerinin yerini alan bu faziletler neyi ifade eder? Bu faziletler sulh ve sükûnu ifade eder. Nefsinin afetlerinin yerini alan faziletler, Allah’ın bütün emirlerini yapmak ister. Yasak ettiği hiçbir fiili işlemek istemez. Ruhun hasletleri de zaten aynı konumdadır. Öyleyse aralarındaki kavga bitmiştir. Ruh da nefs de Allah’ın bütün emirlerini yerine getirmek, yasak ettiği hiçbir fiili işlememek istikametinde faaliyettedir.
Öyleyse Allah’ın bütün emirlerinin yerine getirilmesi, yasak ettiği hiçbir fiilin işlenmemesi istikametinde kişinin iç dünyasında gerçek anlamda bir sulh ve sükûn oluşmuştur. İç dünyada kesintisiz bir sulh ve sükûn hali. İşte bu kişi nefsindeki bütün afetler yok olduğu, yerini faziletler aldığı zaman fazilet sahibi bir insan olur. Fazıllar aldığı zaman o kişi, Allah’ın bütün emirlerini yerine getiren; yasak ettiği hiçbir fiili işlemeyen bir özellik kazanır. Bu, o kişinin iç dünyasında sulh ve sükûnun kurulduğunun kesin işaretidir.
Gelelim kişinin dış dünyasına: Neden mutsuz insanoğlu dış dünyasında? Nefs başkalarından üstün olmak ister, üstün olduğunu hep başkalarına ispat etmek ister, onları aşağılamak ister, kendisinin üstün olduğunu hep ortaya koymak ister, saygı görmek ister. Nefsin kibir afeti, gurur afeti bunu ister. Böyle olunca bu kişi kalpler kıracaktır. Başkalarına kötü davranacaktır. Nefsindeki afetler sebebiyle başkalarına hakaret edecektir. Onlara kötülükler yapacaktır, intikam almak isteyecektir, kıskanacaktır, kin duyacaktır, düşman olacaktır insanlara. Her biri o kişinin dış dünyasındaki olaylar sebebiyle devamlı üzülmesi demektir. Bu kişi dış dünyasında başkalarına yaptığı her kötü davranış sebebiyle mutsuzdur bu sebepten.
Yeter mi? Yetmez. Başkasına kötü bir davranışta bulunduğu zaman mutsuz olmuştur. Ama karşısındaki kişi bundan muber olmuştur, üzüntü duymuştur. İntikam almaya çalışacaktır. İntikamını da fırsat bulursa mutlaka alacaktır. İntikam almak isteyen bir kişi intikamını almak isteyecektir, başarabildiği an bunu yapacaktır. Yaptığı zaman ne olur? Ona kötü davranmış olan kişi kendisinden intikam alındığı zaman bir defa daha mutsuz olacaktır. Kötü davrandığı zaman niçin mutsuz olmuştur? Allahû Tealâ ona, başkasına yaptığı kötülüğün ardından azap ettiği için ruhu da nefsine huzursuzluk verdiği için. Başka birisi kendisinden intikam aldığı zaman, kendisine karşı bir haksızlık yapılmış gibi telâkki eder bunu kişi. Ve bundan da huzursuzluk duyar. Gene üzülmüştür, ikinci defa. Ve kendisine yapılan bu haksızlığı nefsindeki intikam afeti mutlaka cevaplamak ister. İntikam almak ister kişi. İntikamını alabilirse yeni bir günah işlediği için huzursuz olacaktır. İntikamını alamazsa şuur altı birikimi sebebiyle huzursuz olacaktır. Ama her halükârda huzursuz olacaktır, sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler. Her halükârda huzursuz olacaktır.
Şimdi aynı kişinin daimî zikre ulaştığını düşünün: Nefsi de ruhu da sadece Allah’ın bütün emirlerini yerine getirmek istiyor; yasak ettiği hiçbir fiili işlememek istiyor. Öyleyse bu kişi başkalarına karşı en iyi davranışlarda bulunacaktır. Kimsenin kalbini kırmayacaktır. İnsanlara karşı kötü, onları aşağılayıcı davranışlarda bulunmayacaktır. Bulunmadığı sürece kimseye kötülük etmemiş olacaktır. Her davranışı sebebiyle bir güzel davranışı olacaktır. Davranışı başkalarını mutlu eden davranış olacaktır. Allahû Tealâ arkasından ona huzur verecektir, mutluluk verecektir, ruhu nefsine sürur verecektir. Ve hiç kimse ondan intikam almak istemeyecektir, intikam almayacaktır. Çünkü intikam alınacak bir olaya muhatap olmayacaklardır. O da kendisinden intikam alınmadığı için, başkalarından intikam almayacaktır, almak gereği oluşmayacaktır hiçbir zaman. Ve bu kişi bu sebepler dolayısıyla içinde stres oluşması mümkün olmayan bir insandır. Ve hep huzur içinde bir hayat yaşayacaktır. Dış âleminde de başka insanlarla olan ilişkilerinde de kesintisiz bir ve sulh ve sükûn hâli oluşacaktır; mutluluğunuzun dış âlemlerdeki kesimi.
Gelelim Allah ile olan ilişkilere: Bu kişi, nefsi de ruhu da Allah’ın bütün emirlerini yerine getirmek istediği için Allah’ın bütün emirlerini yerine getirecektir. Bu kişinin nefsi de ruhu da Allah’ın yasak ettiği hiçbir fiili işlemek istemeyeceği için onları işlemeyecektir.
Öyleyse ne emirler cephesinde ne nehiyler cephesinde huzursuz asla olmayacaktır. Emirleri de bütünüyle yerine getirecektir. Yasakları da asla işlemeyecektir. Her iki cephede de kesintisiz bir mutluluğun sahibi olacaktır. İşte Allah’ın hepinizi ulaştırmak istediği yer orasıdır. İç dünyanızda kesintisiz bir mutluluk, kesintisiz bir sulh ve sükûn hâli. Dış dünyanızda, başka insanlarla ilişkilerinizde kesintisiz bir mutluluk, kesintisiz bir sulh ve sükûn hâli. Allah ile olan ilişkilerinizde hem emirler cephesinde hem nehiyler cephesinde kesintisiz bir mutluluk, kesintisiz bir sulh ve sükûn hâli.
İşte Allahû Tealâ, sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, hepinizi bu standartlar içerisinde görmek istiyor. Biz de bunun için varız; size hidayeti, mutluluğu anlatmak, öğretmek ve hepinizi oraya ulaştırmak üzere. Konuya girdiğiniz zaman güç olmadığını yaşayacaksınız. Allahû Tealâ’nın hepinizi hem cennet saadetine hem de dünya saadetine ulaştırmasını, Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi inşaallah burada tamamlamak istiyoruz sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, can dostlarım, gönül dostlarım.
Allah hepinizden razı olsun.
İmam İskender Ali M İ H R