}
Kaza ve Kader 27.11.2002
Mp4 Mp3 Link

Sohbet Kodu: 104917

 

SOHBETİN ADI: KAZA VE KADER
TARİHİ: 27.11.2002

Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, can dostlarım, gönül dostlarım, işte yeni bir sohbette bir daha beraberiz. Bir daha bir yeni Allah için konuşma, bizleri bir araya getirdi. Konumuz: Kaza ve Kader.

Öyleyse kaza nedir, kader nedir? Bunları birbirinden ne ayırır? Bu konuda inşaallah Kur’ân’ın ışığında sonuçlara yürüyelim. Allahû Tealâ’nın dizaynında kadere baktığımız zaman şöyle bir tarif getirilebilir: Bizim başımıza gelen bir olayda bir başka irade devreye girmişse; ama bunda bizim bir dâhilimiz yoksa o zaman bu bizim için bir kaderdir. Biliyorsunuz ki; üç tane iradî yapı var.

1- İlâhi İrade; Allah’ın İradesi.
2- Külli irade; yani Allah’ın sünnetullahı.
3- Cüz’î irade; kulun iradesi.

Öyleyse böyle bir ortamda biz insanlar cüz’î iradenin sahibi oluyoruz. Sahip olduğumuz bu cüz’î iradeyle dilediğimiz her şeyi yapmak imkânına sahibiz. iktidarımız dâhilinde olan tabiî. Yani yapabilmek kudretinde olduğumuz, dilediğimiz her şeyi yapabiliriz demekte serbestiz istikametimde kullanıyoruz. Yoksa yer çekimi kuvvetini yok etmeyi diliyoruz. Elbette onu bu aşamada yapamıyoruz. Ama yapılacağı gün gelecek sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler.

Öyleyse muhtevaya bakalım: Bu muhtevada kaza var. Kaza bir şeyi vücuda getirmek, hükümlendirmek, bir olayı vücuda getirmek, kaza etmek. Türkçemizin inceliklerine baktığımız zaman, kaza ile eda birbirinden ayrılmış iki tane faktördür. Eda etmek; yerine getirmektir, uygulamaktır. Kaza etmek de yerine getirmek, uygulamaktır. Ama kaza kelimesinin Türkçede çeşitli mânâları vardır. Meselâ bir tren kazası, otobüs kazası dediğimiz zaman, burada bu kaza muhtevasında tarafların ellerinin, iradelerinin dışında bir olayı vücuda getirmeleri söz konusudur. Kaza ile olan bir olayda bir tren kazası dediğimiz zaman bir irade dışı dikkatsizlikten doğan bir olay diye düşünürüz. Yani iki tane araba birbirine çarpışmıştır; bu bir kazadır deriz. İster kasıtlı olsun, taraflardan biri diğerine kasten arabasıyla vursun ve ona bir zarar ika etsin; bu kazadır deriz. Veya iradesi dışında olsun. Freni patlasın arabanın, bir çarpışmayı vücuda getirsin, gene kazadır deriz; ama burada iradenin devreye girmesi veya girmemesi söz konusu değildir. Halk arasında konuşulan Türkçede, birisi birisini kasten öldürmüş olsa da ölen kişi için: “Otobüs kazasında, tren kazasında, otomobil kazasında öldü,” ifadesi kullanılır. Yani Türkçemizde kaza, zarara sebep olan iki ayrı kişi arasında vücuda gelen bir olaydır. Ama Kur’ân dilinde kaza, o demek değildir.

Kur’ân dilinde kaza, bir iradenin başka bir iradeye bilerek kasten zarar vermesi hâlidir. Bir olayı vücuda getirebilme hâlidir. Öyleyse buradaki muhtevaya dikkatle bakın sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, sevgili kardeşlerim. Bu muhteva içerisinde hepimiz için söz konusu olan şey, kazayı ve kaderi lâzımgelen boyutlarda ayırmak. Kaza dediğimiz zaman; isteyerek bilerek bilinçli olarak vücuda getirdiğimiz bir olay vardır. Bu bir olayın kaza edilmesidir. Kendi irademizle bilerek, isteyerek yaptığımız her şey kaza müessesesinin içine giriyor sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, kendi irademizle bilerek, isteyerek yaptığımız her şey.

Öyleyse muhtevaya bakıyoruz: Bu irademizin dışındaki olaylar, onlar kaza değil. Onlar kader. İster bizim başımıza bir şey gelsin, ister bir başkasının başına bir şey gelsin. Eğer bizim irademizin veya o kişinin iradesinin bir dahli yoksa bir başka irade birisi üzerinde bir tesir vücuda getiriyorsa, bu tesirin adı kaderdir. Bu iradeler, üçü de olabilir. İlâhi İrade bir olay vücuda getirebilir. Cüz’î irade bir olay vücuda getirebilir. Küllî irade bir olay vücuda getirebilir. Ama olayın üzerinde vücuda geldiği kişinin bu olaylarda bir dahli yoksa o zaman bu olay, o kişi için bir kaderdir sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler.

Ve muhtevaya baktığımız zaman kaza ve kaderi ayıran temel unsurun iradî yapı olduğunu görüyoruz. Hangi olay bizim irademizden kaynaklanmışsa, biz o olaydan ya derecat kazanırız ya da derecat kaybederiz. Bunlar bizim kaza ettiğimiz olaylardır. Hangi olay bizim başımıza gelmişse ama bu olayın vücuda gelmesinde bizim bir dâhilimiz yoksa bu olay bizim için kaderdir. Kader sebebiyle derecat kazanabiliriz; ama kader sebebiyle asla derecat kaybetmeyiz. Neden kaybetmeyiz? Çünkü kaderde bizim irademizin bir rolü yok. Başka bir iradenin bizim üzerimizde vücuda getirdiği bir olay sebebiyle, bizim derecat kaybetmemiz mümkün olsaydı, o zaman bu bir adaletsizlik olacaktı.

Bizim irademizin hiç bir rolü olmadığı hâlde başka birinin bizim üzerimizde vücuda getirdiği bir tesir sebebiyle (başka bir iradenin tesiri sebebiyle), bizim derecat kaybetmemiz, bu bir haksızlık olurdu. Allahû Tealâ’nınsa bir adı: “El Hakk”tır. Bir diğer adı da: “El Adl”dir. Hakkı muhafaza eder ve ayrı ayrı kişilerin haklarını da adaletle gerçek yerlerine oturtur. Öyleyse muhtevaya baktığımız zaman kaderle kazayı kesin olarak birbirinden ayıran bir husus var. Kaza; bizim irademizin mahsulü olan her şeydir. Kader; bizim irademizin dışında bir başka iradenin bize tesir etmesi, bizim üzerimizde bir tesir vücuda getirmesi hâlidir.

Şimdi beraberce bir kaç olaya bakalım. Neyin kaza neyin kader olduğunu, daha yakından müşahede edelim. Bir adam birisine düşman bekliyor, onu geçerken yakalıyor. Tabancasındaki bütün kurşunları üzerine boşaltıyor, adamı öldürüyor. Bu nedir? Bu, öldüren için kesin olarak bir kazadır. Taammüden bir cinayet işlenmiştir. Peki, ölen için nedir? Ölen için bir kaderdir. Çünkü ölenin hayatı sona eriyor; ama kendi iradesinin hiç bir dahli yok.

Peki, gene böyle bir ölüm, gene iki kişi var. Birisi tabancasını temizliyor. Bu tabancasını temizlerken, namluda da bir tek kurşun var. O kurşunda tabanca temizlerken tabanca yere düşüyor. Düşerken bir yere takılıyor tetik, tetiğin takılmasıyla tabanca patlıyor. Çıkan kurşun oradan, oradaki bir kişiyi öldürüyor. Bu ölen için, her halükârda bir kaderdir. Kendi iradesinin dışında bir sebeple kişi ölmüştür. Ve bu sebeple ölen için mutlak bir kaderden bahsetmek söz konusudur. Öyleyse peki, gelelim tabancasını temizleyen kişiye, tabancasını temizleyen kişi için bu bir kaza mıdır? Yani o kişiyi bilerek, isteyerek mi öldürmüştür? Hayır, kişinin böyle bir niyeti yok. Böyle bir niyeti olmadığı için sonuçta bir adamın ölmesine sebebiyet verse bile, bu olay ölüme sebebiyet veren kişi için kaza değildir, onun iradesiyle vücuda gelen bir olay değildir; kaderdir. O kişi için de bir kaderdir. Peki, bu kişinin sorumluluğu? Sorumluluğu, dikkatsiz ve tedbirsiz oluşudur.

Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, can dostlarım, gönül dostlarım, burada bir müessese görüyoruz. Bu müesseseye dikkatle bakın: Kaderin veya kazanın ayrıldığı kesin noktalar var. Bu kesin noktaları, Allahû Tealâ’nın Mahkeme-i Kübra’sında nasıl ayırmış olması acaba söz konusu? Allahû Tealâ muhteşem bir çözüm getirmiş olaya. Sadece bizim fiillerimizi değil, düşüncelerimizi de kiramen kâtibîn melekleri filme alıyor. Düşüncelerimizi de filme alıyor. Ne oluyor neticede? Hangi olayı düşüncemizde tasavvur ettiysek, oluşturduysak ve oluşturduğumuz şeyi fiiliyata koymuşsak, tatbikata sokmuşsak, uygulamışsak; bu taammüttür. Bu kasıttır. Kasıtlı olarak başka birinin canına kıymaktır. 1. olay bunu gösteriyor. Adam kasıtlı, özellikle bekliyor. Tabancasının bütün kurşunlarını boşaltıyor. Gayesi, maksadı her şeyi belli adamın; onu öldürmek için orada ve öldürüyor. Burada %100 kasta makrun bir cinayet olayı var.

Öyleyse bu cinayet müessesesini oluşturan asıl odak noktası konunun; kasıttır. Bu sebeple bu olay öldüren için kesinlikle bir kazadır. O kişi, bir adam öldürenin kaybedeceği derecatı kaybedecektir. Hangi standartlarda öldürmüşse o standartlara göre derecat tayini yapılacaktır. Ağır kasıt, hafif kasıt; burada söylediğimiz olayda ağır kasıt söz konusudur. Her şeyin önceden planlandığı, özellikle dikkate alındığı, pusu kurulduğu, beklendiği, yakalar yakalamaz fırsatı kişinin öldürülmesi, öldürüldüğü, ardarda gelen müesseselerdir. Kasti bütünlüyor. Diğerinde, diğer olayda kasıt yok. İhmâl ve tedbirsizlik var. Dikkatsizlik var, ihmâl var, tedbirsizlik var. Sadece bu hususlardan kişi derecat kaybedecektir. Öteki kişiye gelince, ölen kişiye gelince eğer bu tabancadan çıkan bir kurşunla ölmeseydi; başka bir sebeple o kişi gene ölecekti. O kişinin kaderi orada, o noktada ve o saniyede ölmek; ölen kişinin kaderi. Diğer taraf sadece sebep.

Öyleyse ölüm, ölen kişi için evvelden takdir edilmiş bir kaderdir. Ölüme sebebiyet veren Allah’tır. Peki, kişi intihar etmeye karar vermiş ve köprüden kendisini atmış ölmek üzere ve ölmüş. Bu kişi için bu olay bir kaza mıdır, kader midir? Ölüm, her ölen kişi için mutlak bir kaderdir. İki kişi düşünelim şimdi: Birisi aynı köprüden atlıyor ve ölüyor. Ölüme sebebiyet veren kendisiymiş gibi görünüyor. Ama Allahû Tealâ istemeseydi onu öldürmezdi. Nitekim ikinci kişiye bakıyoruz: O da atlıyor köprüden aşağıya. Gayesi, onun da maksadı ölmek yani intihar etmek, kendisini öldürmek. Ama ikinci kişiyi öldürmüyor Allahû Tealâ. Onun vadesi dolmamış. Bu kişi için ölüm olayı tahakkuk etmemiş. Öyleyse ölüme karar veren, kişinin kendisi değildir. Ne kendi ölümümüz ne de başkalarının ölümü, hiçbirisi biz insanların elinde değildir. Kim bir başkasını öldürmüşse bilsin ki, o öldürebildiği kişi var ya o kişi, eğer o öldürmeseydi, başka bir sebeple mutlaka aynı yerde ve aynı dakikada ölecek idi. Takdir-i İlâhi onu ifade ediyor.

Öyleyse olaylardan birinde intihar teşebbüsünden bahsettik iki tane. Birinde ölüm tahakkuk etti. İkincisinde tahakkuk etmedi. Ölüm tahakkuk etmesine rağmen ve kişi buna sebebiyet verdiği hâlde, kişinin ölümü bir kaza değildir; bir kaderdir. Ölüm olayı bizatihi Allahû Tealâ tarafından takdir edilmiş bir zamana ve mekâna dayalıdır. Hem zaman koordinatları bellidir hem mekân koordinatları bellidir. Öyleyse birinci ve ikinci kişi, ikisi de aynı şeyi istiyor. İkisi de intihar etmek istiyor. Yani her ikisi de kendilerini öldürmek istiyorlar. Ama sonuca baktığımız zaman bir tanesinin öldüğünü görüyoruz. Emr-i Hakk onun için vaki. Diğeri ölmüyor, niyeti ölmek olduğu hâlde ölmüyor. Her ikisinin de kendini köprüden atması bir kazadır. Ama ölen kişi için ölümü bir kaza değildir. Bir kaderdir.

Öyleyse sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, Allahû Tealâ’nın dizaynına dikkatle bakın: Ölüm, şundan emin olunuz ki; ölümünüz kimsenin elinde değildir. Ölümünüz sadece Allah’ın elindedir. Öyleyse biliniz ki; her kim ölmüşse hangi sebepten ölürse ölsün, biliniz ki orada ve o dakikada ölecek idi. Başka bir sebeple ölseydi, yani meselâ hastalıktan ölen birisinin hastalıktan öldüğü an, eğer o başka şartların içinde olsaydı, bir başkası tarafından öldürülecekti. Bir bardak su içerken boğazına kaçıp ölecekti. Veya aklınıza gelen herhangi bir sebeple ama orada ve o dakikada, o saniyede o kişi mutlaka ölecekti sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler.

Öyleyse muhtevaya dikkatle bakın: Ölüm olayında ölümün sahibi Allah’tır. Bütün ölümler bir kaderdir. Öyleyse hangi olaylar kaderdir? Eğer bir olayın vücut bulmasına bizim irademiz sebebiyet vermemişse, başka bir irade bizim üzerimize bir tesir vücuda getirmişse bu bir kaderdir; bir. Eğer bizim irademizin tek başına vücuda getiremeyeceği bir olayın, mutlaka başka iradelerin de devreye girerek oluşması söz konusuysa, o zaman o olay da bir kaderdir. Bu sebeple evlilik bir kaderdir. Neden kaderdir? Bizim tek başımıza irademiz bu olayı vücuda getirmeye yetmiyor. Mutlaka karşı tarafın da iradesinin bizim pozitif irademize, karşı tarafın da iradesinin pozitif olarak cevap vermesi lâzım. Ve çoğu zaman bu da yetmez. Bir kişinin, bir erkeğin evleneceği bir hanımın kendisine “evet” demesi, iki iradenin pozitif olması da pek çok zaman yetmez. Ne olması lâzımdır? Birinci tarafın da ikinci tarafın da yakın akrabaları, etraflarındaki kişiler, o kişi üzerinde söz sahibi olan kişilerin de dahli var olayda.

Öyleyse evlilik, bir kişinin iradesini kesin olarak aşan bir müessesedir. Kişinin kendi iradesi ona, “evet” demiş. Ama yetmiyor. Başka bir irade “evet” demedikçe olay tamamlanmıyor. Öyleyse olayın tamamlanması bizim irademizin dışında başka bir iradeye bağlıysa bu bir kaza değildir, bu bir kaderdir. Kaderi yaşıyoruz. Bütün evlilikler bir kaderdir. Öyleyse sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, müesseseyi yerli yerine oturttuğumuz zaman kaderde bizim dışımızdaki irade veya iradelerin mutlaka var olduğunu görüyoruz. Kaza ise sadece bizim irademizden doğan bir olaydır. Dikkat edin ki; Allahû Tealâ olayı bilir ve buna müsaade etmiştir. Bu sebeple olay vücuda gelmiştir. Allah’ın mutlaka ona müsaadesi vardır, istemeseydi engel olurdu.

Burada akla şöyle bir sual geliyor sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, muhtevaya dikkatle bakın: “Öyleyse Allahû Tealâ neden (insanların başkalarına) madem müsaade ediyor, neden başkalarına kötülük etmesine müsaade ediyor?” Sevgili kardeşlerim, yanlış düşünce buradadır. Neden kötülük etmesine müsaade ediyor? Ne olur bize birisi bir kötülük ederse? Ne olur? Hayra ulaşırız, onun için müsaade ediyor. Hayır nedir? Bize derecat kazandıran bütün olaylar. İki şekilde hayır kazanırız. Biz bir başkasını memnun edecek bir davranışta bulunuruz, herhangi bir şekilde ona bir hediye veririz. Onun beğeneceği bir hediye, şu veya bu şekilde onun gönlünü alırız. Bir güler yüz, başka birine bir yardım, onun bir problemini çözme, yardımına ihtiyacı olduğu alanda yardım etme, Ramazan ayında fakir olan kardeşlerimize verilen rızıklar, o Allahû Tealâ’nın verdiği rızkın başkalarına infâk edilmesidir. İşte bu bir hayırdır. Bize derecat kazandırır; kim böyle bir imkânı başkaları için sarf etmişse.

Sevgili kardeşlerim, bir başkasını memnun edeceğiniz, mutlu edeceğiniz hangi davranışınız olursa olsun; o mutlaka size derecat kazandırır. Peki, karşı tarafa derecat kaybettirir mi? Hayır kaybettirmez; ama tersi kesinlikle geçerlidir. Eğer siz bir başkasına bir kötülük ederseniz, siz derecat kaybedersiniz. Kaybettiğiniz derecat karşı taraf tarafından kazanılır.

Öyleyse dikkat edin, sual: “Mademki Allahû Tealâ her şeyden haberdardır; öyleyse neden başkalarına kötülük etmesine bir takım insanların müsaade ediyor?” Kötülük etmesine değil aslında müsaade. Karşı tarafın hayır kazanmasına müsaade. Birisi bir başkasının malını çalıyor. Çalan kişi memnun, hırsız. Kalbi karanlık. Karanlık bir kalpte sadece o çalınan malın kullanılmasının vereceği haz düşünülür. Kişi memnun. İçinden mutlaka bir şeyler onu rahatsız ediyordur ama o, bunlara aldırmıyor. Diğer kişi ise malı çalınmış, o da malının çalındığına üzülüyor. “Ben bunu çalmadım ki.” diyor, “Haksız kazançla elde etmedim ki.” diyor. “Bu benim alın terimle kazandığım parayla aldığım bir şey ve bunu başkasının çalması haksızlık.” diyor, kişi kendisini üzüyor. Bakara Suresinin 216. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:

2/BAKARA-216: Kutibe aleykumul kitâlu ve huve kurhun lekum, ve asâ en tekrahû şey’en ve huve hayrun lekum, ve asâ en tuhıbbû şey’en ve huve şerrun lekum vallâhu ya’lemu ve entum lâ ta’lemûn(ta’lemûne).

Savaş, o sizin için kerih olsa da (hoşunuza gitmese de) üzerinize farz kılındı. Ve hoşlanmayacağınız bir şey olur ki, o sizin için bir hayırdır. Ve seveceğiniz bir şey olur ki, o sizin için bir şerdir. Ve (bütün bunları) Allah bilir, siz bilmezsiniz.


“Kıtâl, sizden evvelkilere yazıldığı gibi, sizin de üzerinize yazıldı. Hoşlanmadığınız bir şey olur ki; o sizin için hayırdır. Hoşlandığınız bir şey olur ki; o sizin için bir şerrdir. Siz bilmezsiniz, Rabbiniz bilir.” diyor.

Sevgili kardeşlerim, o zaman Allahû Tealâ ne demek istiyor burada? İşte şimdi anlatacağımız olayı demek istiyor: Bir hırsız birisinin malını çaldı. Hırsız memnun. Oysaki derecat kaybediyor. Hırsızlık yaptığı için Kur’ân hükümlerine göre zâlim durumunda. Başkalarına kötülük edenlerin hepsi zâlim adını alıyor Kur’ân-ı Kerim’de, zulmettikleri için. Bu kişi başkasına zulmetmiştir. Onun malını çalmıştır, derecat kaybetmiştir. A kadar derecat kaybettiğini düşünelim bu kişinin. Bu kişi seviniyor. İkinci tarafta malı çalınan kişi, o da üzülüyor demin saydığımız sebeplerle. Ama aslında neye üzülüyor bu kişi? Hayra üzülüyor. Neden? Malı çalınan kişinin amel defterine hırsızın kaybettiği dereceler pozitif derecat olarak yazılır. Biliyorsunuz, bir nakıs dereceler var. Yani eksi dereceler var, yani negatif dereceler var. Nakıs, eksi, negatif; hepsi kaybettiğimiz derecelerdir. Bir de kazandığımız dereceler var. Artı dereceler, pozitif dereceler, zait dereceler. Lâtince, Arapça ve Türkçe adlarıyla sıraladık. Hepsi aynı istikamette. Bir kazandığımız dereceler, bir de kaybettiğimiz dereceler var. Hırsız derecat kaybediyor, vücuda getirdiği olay bir şerr. Ama seviniyor. Malı çalınan, yani mazlum -zâlimin zulmettiği kişi mazlum adını alır- Mazlum üzülüyor; ama üzüldüğü şey ona derecat kazandırmış; hayra üzülüyor.

İşte sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, konunun inceliklerine dikkatle baktığınız zaman Allah’ın kanunlarını bileceksiniz. Demek ki; birisi bir başkasına iyilik yaparsa derecat kazanıyor. Ama iyilik yaptığı kişi derecat kaybetmiyor. İyilikte iyiliği yapan, başka birisine hayır ulaştıran kişi derecatı kazanıyor; ama karşı taraf derecat kaybetmiyor. Ne zaman ki birisi bir başkasına bir zarar ilka ediyor; bu sebeple derecat kaybediyor. Karşı taraf kul hakkı doğduğu için derecatı kazanıyor.

Dikkat edin: Kul hakkının doğması sadece zarardan oluşur. Bir başkasına zarar verdiğiniz zaman kul hakkı doğar. Başka birisine bir ihsanda bulunduğunuz zaman, bir yardımda bulunduğunuz zaman bu sizin gönlünüzden kopmuş olan Allah’ın rızasını kazanmak üzere yaptığınız bir güzel olaydır. Bundan derecat kazanırsınız; ama karşı taraf bunu size ödemek mecburiyetinde değildir. Çünkü onun dileğiyle onu vermediniz ona. Siz gönlünüzden öyle bir şey geçirdiniz; karşı tarafın iradesinin hiçbir dahli yok. Sizden bir talepte bulunmamış. Bir, size açıkça bir işaret vermemiş. Siz ona onun dileği üzerine değil, kendi arzunuzla bir şey vermişsiniz. Ve bunun karşılığında siz derecat kazanırsınız muhakkak, ama o, onu aldı diye derecat kaybetmez. Çünkü onun bu konuda derecat kaybetmesi için ya kastı olması lâzım ya da bir kötülük yapmış olması lâzım. Derecat kaybedecek bir olay yapmış olması lâzım. Derecat kaybetmek sadece onun aksiyonu içerisinde. Derecatı kaybetmesi, sizden hiçbir şey istemese ona bir şey verseniz de mümkün değil, sizden bir şey istese, ona onu verseniz de gönül rızasıyla vermeniz hâlinde, gene o kişi derecat kaybetmez.

Derecat kaybedebilmesi onun kendi iradesiyle başkasına zarar veren bir faaliyet işlemesiyle mümkün. Kader hükümlerinin muhtevasında bu var. Öyleyse kader sebebiyle hiç kimse derecat kaybedemez. Ama derecat kaybeden kişi sadece kaza müessesesiyle kaybeder.

İşte kaderin ve kazanın dizaynına dikkatle bakın: Şimdi gelin, herkesin kafasında bir düşünce olan bir, ama neden bu böyle diye sualler sorulan bir olay var. Allahû Tealâ diyor ki Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e: “Onlar hoşlarına giden bir şeye ulaştıkları zaman: ‘Bu bizdendir.’ derler. Ama senin vasıtanla oluşan bir olayda hoşlarına giden bir şey olursa: ‘Bu bizdendir. Biz bunu hak ettik. Bu yüzden bize ulaştı.’ diyorlar. Ama senin sebebinle, senin vücuda getirdiğin bir olay sebebiyle onlar üzülmüşlerse bu sefer diyorlar ki: Bizim üzüntümüzün sebebi sensin. Bu bir şerrdir, sen şerre sebebiyet verdin.” Aradaki farkı anlatmak istiyorum. Allahû Tealâ diyor ki: “De ki: Her ikisi de Allah’tandır.”

4/NİSÂ-78: Eyne mâ tekûnû yudrikkumul mevtu ve lev kuntum fî burûcin muşeyyedeh(muşeyyedetin). Ve in tusıbhum hasenetun yekûlû hâzihî min indillâh(indillâhi), ve in tusıbhum seyyietun yekûlû hâzihî min indike. Kul kullun min indillâh(indillâhi). Fe mâli hâulâil kavmi lâ yekâdûne yefkahûne hadîsâ(hadîsen).

Nerede olursanız olun, ölüm size ulaşır. Hatta sağlam kalelerde olsanız bile. Eğer onlara bir iyilik isabet ederse: “Bu Allah’tandır.” derler. Ve eğer onlara bir kötülük isabet ederse: “Bu sendendir.” derler. De ki: “Hepsi Allah’ın katındandır.” Artık bu topluluğa ne oluyor ki söz anlamaya yanaşmıyorlar?


Şimdi burada çok dikkat etmeniz lâzımgelen bir olay var. Meselenin birinci cephesinde o insanların, münafıkların Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in vücuda getirdiği olaylardan üzülmeleri veya sevinmeleri söz konusu. Neydi, olayın temelinde ne vardı? Kişilerin derecat kazanması veya kaybetmesi. Peki, burada Allah’ın anlatmak istediği şey ne? Bu âyetle anlatmak istediği şey ne? Bu âyetle anlatmak istediği şey şu: Peygamber Efendimiz (S.A.V) Allah’ın tasarrufunda. Öyleyse hiçbir yaptığı şey kendisine ait değil. Hepsi Allah’a ait. O’nun vücuda getirdiği bir olay sebebiyle karşı taraf üzülse de onun vücuda getirdiği bir şey sebebiyle karşı taraf sevinse de vücuda getiren kişi, tasarruf altında olan Peygamber Efendimiz (S.A.V) olduğu için, ister o kişileri sevindiren bir olay olsun, ister o kişileri üzen bir olay olsun; her ikisinde de onu yapan Peygamber Efendimiz (S.A.V)’dir. Bu sebeple olayların ikisi de Allah’tandır. Kişiler ister sevinsinler, ister üzülsünler. İster hoşlarına gitsin, ister hoşlarına gitmesin. Her hâlükârda vücuda getiren Peygamber Efendimiz (S.A.V) ise, O’nun tasarrufunda olduğu Allah’tır. Allah’ın tasarrufundadır. Yani o olayı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e Allah yaptırdığı için: “Her ikisi de Allah’tandır.” diyor Allahû Tealâ.

Ne yazık ki bu âyetteki muhteva 7 tane inanç şartının ki 7. si özellikle devre dışı bırakılmış. 6. inanç şartının yanlış değerlendirilmesine sebebiyet vermiş. Demişler ki: “Hayır da şerr de Allah’tandır.” Hayır, sevgili kardeşlerim, hayırla şerr Allah’tan değildir. Sadece hayır Allah’tandır. Allah’ın müsaadesiyle oluşmuştur. Allah’ın bir kuluna bir başkasını sevindirecek olan bir şey yapmasına müsaade etmesiyle oluşmuştur. Kişi, bir başkasını mutlu edecek olan bir olayı vücuda getirmiştir. Veya kişi Allah’la kendi arasındaki Allah’ın verdiği bir emri yerine getirmiştir. Derecat kazanır. Derecat kazanılan her hayır için Allahû Tealâ’nın müsaadesi söz konusudur. Ve kişi, şerri işlediğinde derecat kaybeder. Hayrı işleyen derecatı kazanır, şerri işleyen derecatı kaybeder.

Öyleyse müesseseye dikkatle bakın: Peygamber Efendimiz (S.A.V) vesilesiyle başkaları üzerinde vücuda gelen bütün tesirler, o kişiler üzülse de sevinse de Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e o olayları yaptıran Allah olduğu için, sevindiren olaylar da onları üzen olaylar da Allah’ın vücuda getirdiği olaylardır. Bu sebeple Allahû Tealâ: “Her ikisi de Allah’tandır.” diyor. Çünkü vasıta olan Peygamber Efendimiz (S.A.V). “Senin sebebinle.” diyor, Onları üzen, onları sevindiren olaylar.”

“Onları sevindiren olaylar olduğu zaman: ‘Biz bunu hak ettik. Bu bizim hakkımızdı, oldu.’ derler.” diyor. Üzüldükleri olaylara gelince: “Bu bizim hakkımız değildi, biz bunu hak etmedik. Senin yüzünden oldu, derler.” diyor. Ama Peygamber Efendimiz (S.A.V) kanalıyla vücuda gelen bütün olaylar, onları üzse de sevindirse de Allahû Tealâ’nın dizaynında mutlaka Allah’tan iki olay, Peygamber Efendimiz (S.A.V) tasarruf altında olduğu için.

Şimdi Kur’ân’ın temel hükümlerinden çıkan sonuç şu: Kader, şerri oluşturmaz. Öyleyse o insanların üzüldükleri şeyler aslında derecat kazandıkları şeyler. Neden? Eğer Peygamber Efendimiz (S.A.V) onlara, onları üzen bir şey yaptıysa bu negatif pozisyonda bir şey olsa da aslında onlara derecat kazandıracaktır. Üzüldükleri şey, aslında onlara derecat kazandıran bir şeydir muhakkak. Diğer tarafa zaten üzülmüyorlar. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in onlara yaptığı güzel davranışlar, onları sadece sevindiriyor. Onları üzen davranışlar; Peygamber Efendimiz (S.A.V) tarafından onların üzerinde vücuda gelen davranışlar eğer onları üzüyorsa, o zaman onlar mutlaka o davranış sebebiyle derecat kazanıyorlar. Yalnız başkalarının, bir başka kişi sebebiyle üzülmelerini vücuda getiren, onlardan bir değer kaybına veya herhangi bir şekilde üzüntüye sebep olan her şey aslında o insanlara sadece derecat kazandırır. Diğeri de derecat kaybettirmez.

Öyleyse münafıkların yaptığı şey, sadece hayra üzülmektir. Başka bir alternatif yok, sevgili kardeşlerim. Peygamber Efendimiz (S.A.V) münafıklar üzerinde yaptığı her olayda ya onların zararına bir şey yapmıştır veya faydasına bir şey yapmıştır. Hoşlarına giden şeyleri zaten değerlendirmiyorlar. “Bunlar bizim hak ettiğimiz güzel şeyler.” diyorlar. Üzüldükleri şeylerse onlara yapılan kendi ölçülerine göre, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in yaptığı diyelim; bir haksızlık. Haksızlık olsaydı, zaten derecat kazanacaklardı. Neden olacaktı? Çünkü kim kime haksızlık yaparsa, haksızlık yapılan taraf mutlaka derecat kazanır. Netice gene hayır. Haksızlık değilse bu sefer bir şey kaybetmeleri söz konusu değil. Bu sebeple her ikisi de Allah’tan oluyor; Peygamber Efendimiz (S.A.V), Allah’ın tasarrufunda olduğu için ve onlar yani münafıklar her iki olayda da derecat kaybetmedikleri için.

Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, ama bu kader ve kaza müessesesinin muhtevasına bakarsak eğer, âmentü müessesesinin 6 unsurunun 6.’sının yanlış olduğu kesinlik kazanıyor. Hayır da şerr de Allah’tan değildir; Sadece hayır Allah’tandır. Şerr Allah’tan olamaz. Nasıl Peygamber Efendimiz (S.A.V) sebebiyle münafıklar derecat kaybetmedilerse, sadece derecat kazanmaları mümkünse, bütün olaylar için aynı şey söz konusudur. Kader kimseye derecat kaybettirmez. Allah’ın hiçbir vücuda getirdiği olay, hiç kimsenin derecat kaybetmesine sebep olamaz.

Öyleyse şerrin Allah’tan olması hiçbir şekilde mümkün değildir. Âmentü müessesesinin 6. unsuru mutlaka değiştirilmelidir. Ve “Hayır Allah’tandır, şerr nefstendir,” şekline dönüştürülmelidir. Sevgili kardeşlerim, bunlar Allah’ın kanunları. Bu kanunlar çiğnenmiş. Ve yerli yerine oturtulacaktır. Gelecek zaman dilimlerinde böyle olduğunu göreceksiniz. Düşünen bütün kafalar, Allahû Tealâ’nın Kur’ân-ı Kerim’ini, Allah’ın emrettiği şekilde yeniden düşündükleri zaman doğrunun bu olduğunu göreceklerdir. Yetmez, Âmentü’nün 7. esası da söz konusu: Ruhun ölmeden evvel Allah’a ulaşması farzdır. Buna da inanmak gerekir.

Öyleyse zaten 6’lı rakamlar, Allah’ın rakamları değildir. Allahû Tealâ, hep 7’den bahseder. Söz konusu olan 7’dir. 7 tane gök katı, 7 tane yer katı, 7 tane âlem, 6 yaratık âlem, bir de yokluk; 7. Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, 6 âlemin hepsini de Allah’ın ilmiyle ve rahmetiyle kuşatması da bir başka kâinatlar dizisine bir yeni varlık ekliyor. Allah’ın ilmi ve rahmetiyle bütün o âlemlerde mevcut olması. Yani bütün âlemlerin birbiri içine kapladığı bir alan var. Bütün âlemler aynı hacmi kaplar. Allahû Tealâ’nın rahmeti ve ilmi de tam bir herhangi bir âlem kadar, bizim meselâ yaşadığımız bu zahirî âlemi de Allahû Tealâ’nın iradesi aynı standartlarda kaplar. Ve Allahû Tealâ’nın ilmi ve rahmetinin kapladığı alan da bütün bu kâinatlar kadar bir yer işgal eder. Bu sebeple gene 7. bir sistem söz konusu.

Öyleyse muhtevaya baktığımız zaman; Allahû Tealâ’nın bu âmentü statüsü:

1- Allah’a inanmak.
2- Allah’ın kitaplarına inanmak.
3- Allah’ın resûllerine inanmak.
4- Allah’ın meleklerine inanmak.
5- Basû badel mevt’e; kıyâmet günü yeniden beas edileceğimize (hayata getirileceğimize) inanmak.
6- Hayrın Allah’tan, şerrin bizden olduğunu inanmak.
7- Allah’a ruhumuzun ölmeden evvel ulaşması lâzımgeldiğine inanmak.

Öyleyse 7 tane şerh oluşuyor. Altıncısı sakat olduğu için mutlaka değiştirilmelidir. Yedincisi ise Allah’ın 7 sistemine göre mutlaka yerli yerine oturtulmalıdır.

Öyleyse sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, ama Allahû Tealâ Kamer Suresinde buyuruyor ki: “Biz, her şeyi bir kaderle yarattık.”

O zaman her şey kaderse cüz’î irade için de kader olan bir olay vücuda gelmesi lâzım. Var mı? Evet var. Eğer ikinci bir irade yoksa devrede, sadece kendi irademizle bir şeyler yapmışsak, niyet ettiğimiz şeyle nasibimiz ya aynı paralelde olacaktır veya tersi oluşacaktır.

Bir misal verelim: Talebeler imtihana giriyorlar. Sınıfı geçmek gibi bir niyetleri var. Niyetleri geçmek, imtihanı kazanmak. Böyle olanlardan bahsedelim sadece. İmtihana giriyorlar; bir kısmı başarıyor. Niyetleri ve nasipleri eşit oluyor. Bir kısmının niyeti sınıfı geçmek olmasına rağmen, geçemiyor; sınıfta kalıyor. Niyeti ve nasibi birbirine eşit çıkmıyor. Burada devreye giren şey liyakattir. Allahû Tealâ’nın kanunlarında; liyakat kanununda sadece lâyık olduğunuzu alabilirsiniz.

Öyleyse kim o imtihanın cevaplarını verebilecek şekilde hazırlanmışsa o, o imtihanı başarıyla verecektir. Niyetiyle nasibi eşit olacaktır; ama kim de buna lâyık değilse, liyakati yoksa o zaman sistemde niyetle nasibin eşit olmaması söz konusudur. Şimdi niyetle nasibi oluşturan standartlara bir üçüncü faktör ekleyelim. Diyelim ki; bir öğretmen kasıtlı olarak sınıfta kalması lâzımgelen bir talebenin notunu değiştiriyor, kazanamadığı hâlde o çocuk sınıfı geçiyor veya tersi oluyor. Kazandığı hâlde kasıtla sınıfta bırakılıyor. O imtihanı ya da bir imtihandan geçemiyor. Niyetle nasibi tersine çeviren olay, kişinin liyakati değildir. Dikkat edin: Burada nasip değil, kader vardır. Bir ikinci irade devreye girmiştir. Olayı, o irade hak etmediği bir şekilde başka birisinin üzerine bir sonuç ulaştırmıştır. Sınıfta kalmayı hak etmeyen çocuk sınıfta kalmıştır. Sınıfta kalmayı hak eden çocuk, sınıfı geçmiştir; ama bir başka irade devreye girmiştir, kader oluşturmuştur. Normal bir uygulamada hakka riayet edilmesi hâlinde liyakat, mutlaka nasiple eşit oluşur.

Öyleyse Allahû Tealâ’nın liyakat kanununda nasibin niyetle aynı sonuca ulaşması, o kişinin liyakatinin derecesini sadece oluşturur. Nasip de bir kader türüdür; ama burada farklı bir müessese vardır. Nasipte bir tek kişi vardır. Bu sebeple tek bir kişinin iradesi hem derecat kazanmayı hem de derecat kaybetmeyi oluşturabildiği için, nasipte derecat kazanmak da vardır, derecat kaybetmek de vardır. Nasipte kader unsuru ikinci bir iradeyle tamamlanmamıştır. Tamamlanmamış bir kader söz konusudur ikinci bir iradeyle. Böyle olduğu için sonucu tayin eden şey kişinin liyakatidir.

Öyleyse normal standartlarda kader adını verdiğimiz müessese, hiç kimseye derecat kaybettirmez; ama derecat kazandırabilir. Dikkat edin ki sevgili kardeşlerim, cehenneme gitmek; kaybedilen derecelerin kazanılan derecelerden fazla olmasına bağımlı Mu’minûn Suresi 103. âyet-i kerimesine göre.

23/MU'MİNÛN-103: Ve men haffet mevâzînuhu fe ulâikellezîne hasirû enfusehum fî cehenneme hâlidûn(hâlidûne).

Ve kimin mizanı (sevap tartıları) hafif gelirse, işte onlar, nefslerini hüsrana düşürenlerdir. Onlar, cehennemde ebediyyen kalacak olanlardır.


Öyleyse bir insan hiçbir zaman başka birinin kendisine yaptığı şu veya bu olaydan dolayı cehennem gidemez. Bu olay kesinlikle mümkün değildir. Herkes; cehenneme giden herkes sadece kendi iradesiyle bilerek, isteyerek kasten yaptığı olaylar sebebiyle, kaybettiği derecelere atfen cehenneme gidebilir. Öyleyse: “Hiç kimse, kimsenin günahını yüklenmez,” demesi Allahû Tealâ’nın, bu standart içindedir.

39/ZUMER-7: İn tekfurû fe innallâhe ganiyyun ankum, ve lâ yerdâ li ıbâdihil kufr(kufra), ve in teşkurû yerdahu lekum, ve lâ teziru vâziretun vizra uhrâ, summe ilâ rabbikum merciukum fe yunebbiukum bimâ kuntum ta’melûn(ta’melûne), innehû alîmun bi zâtis sudûr(sudûri).

Eğer inkâr ederseniz, muhakkak ki Allah, sizden Gani’dir (size ihtiyacı yoktur). Ve O, kulları konusunda küfre razı olmaz. Ve eğer şükrederseniz sizden razı olur. (Hiç)bir günahkâr, diğerinin (başkasının) günahını yüklenmez. Sonra dönüşünüz Rabbinizedir. Böylece size yapmış olduklarınızı haber verecek. Muhakkak ki O, sinelerde olanı bilendir.


Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, bir Ramazan akşamında kaza ve kader müessesini işlemeyi, Allahû Teâla bize nasip kıldığı için O’na sonsuz hamd ve şükrederiz. Allah, hepinizden razı olsun. Allahû Tealâ’nın hepinizi, hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını dileyerek, bu akşamki sohbetimizi inşallah burada tamamlamak istiyoruz.

Allah, hepinizden razı olsun.

İmam İskender Ali M İ H R