SOHBETİN ADI: ŞUARÂ SURESİ 01-19 (ÂYETLERİN SIRLARI)
TARİH:15.07.2003
Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bir defa daha Allah’ın bir zikir sohbetinde inşaallah birlikteyiz. Bir Kur’ân tefsiri. Kur’ân tefsiri, Kur’ân’ın ruhunu anlatmaktır. Mutlaka ruhu Allah’tan öğrenmeyi gerektirir. Lâfızla alâkalı konularda bu tefsir de diğerlerinden farklı bir hüviyet taşımaz. Ama ruh söz konusu olduğu zaman, o zaman asıl olanın bu tefsir olduğunu yerli yerine herkes oturtmalıdır. Kur’ân’ın ruhuna müteâllik açıklamalar, Allahû Tealâ tarafından bildirilir ve buradan açıklanır.
Şuarâ Suresi 1. âyet:
Eûzubillâhimineşşeytânirracîm, bismillâhirrahmânirrâhîm.
26/ŞUARÂ-01: Tâ, Sîn, Mîm.
Tâ, Sin, Mim.
“Tâ, Sîn, Mim.”
Üç harf.
Şuarâ Suresi 2. âyet-i kerime:
Bismillâhirrahmânirrâhîm.
26/ŞUARÂ-02: Tilke âyâtul kitâbil mubîn(mubîni).
Bunlar, Kitab-ı Mübin’in âyetleri’dir.
tilke: Bu, bunlar.
âyâtu: Âyetler.
elkitâbi: Kitap.
elmubîni: Apaçık.
“Bunlar, Kitab-ı mübîn’in âyetleridir.” Yani “Kitabın (Kur’ân-ı Kerim in) apaçık âyetleridir.”
Ve 3 numaralı âyet-i kerime:
Bismillâhirrahmânirrâhîm.
26/ŞUARÂ-03: Lealleke bâhıun nefseke ellâ yekûnû mu’minîn(mu’minîne).
Onlar mü’min olmuyorlar diye, neredeyse kendini helâk edeceksin.
lealleke: Böylece sen.
bâhıun: Üzüntüden kendini helâk eden kimse.
nefseke: Senin nefsin, sen kendin.
ellâyekûnû: Onların olmaması.
mu'minîne: Mü'minler.
“Onlar mü’min olmuyorlar diye neredeyse sen kendini helâk edeceksin.”
Sevgili kardeşlerim, tebliğ edenin görevi, tebliğdir. Bu sebeple Allahû Tealâ, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e diyor ki:
Seni kimsenin üzerine (Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin üzerine) bekçi tayin etmedik. Dileyen, kendisine Allah’a ulaştıran bir yol tutar.” diyor.
Sadece dileyen kişi için geçerli. Neyi dileyen? Allah’a ulaşmayı dileyen. Öyleyse mü’min olmamaları yani Allah’a ulaşmayı dilememeleri söz konusu. Hıristiyanlar da Allah’a inanıyor, Yahudiler de Allah’a inanıyor, putperestler de Allah’a inanıyor. Allah’a inanmamak diye bir şey yok. Mü’min kelimesi, îmân kelimesiyle Allah’a inanç açısından değerlendirilmiyor âyet-i kerimede, Allah’a ulaşmayı dilemek açısından değerlendiriliyor. Allah’a ulaşmayı dileyenler mü’minlerdir. Sadece Allah’a ulaşmayı dileyip de takva sahibi olan ve şirkten kurtulanlar mü’minlerdir. Allahû Tealâ, Rûm Suresinin 31 ve 32. âyetlerinde diyor ki:
30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve O'na karşı takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.
“Allah’a ulaşmayı dile, Allah’a yönel ve takva sahibi ol ve böylece müşriklerden olma, müşriklerden olmaktan kurtul.”
32. âyet-i kerime (Rûm-32):
30/RÛM-32: Minellezîne ferrakû dînehum ve kânû şiyeâ(şiyean), kullu hızbin bimâ ledeyhim ferihûn(ferihûne).
(O müşriklerden olmayın ki) onlar, dînlerinde fırkalara ayrıldılar ve grup grup oldular. Bütün gruplar, kendilerinde olanla ferahlanırlar.
“O müşrikler ki onlar, fırkalara ayrılmışlardır. Her bir fırka kendi elindekiyle ferahlanır.”
Öyleyse fırkalara ayrılmayanlar, sadece Allah’a ulaşmayı dileyenlerdir. Kim onlar? Onlar, mü’minler. İşte Sebe Suresinin 20. âyet-i kerimesi, Allahû Tealâ buyuruyor:
34/SEBE-20: Ve lekad saddaka aleyhim iblîsu zannehu fettebeûhu illâ ferîkan minel mu’minîn(mu’minîne).
Ve andolsun ki iblis, onlar üzerindeki zannını (hedefini) yerine getirdi. Böylece mü’minleri oluşturan bir fırka (Allah’a ulaşmayı dileyenler) hariç, hepsi ona (şeytana) tâbî oldular.
“Kıyâmet günü şeytan, insanlara olan vaadini yerine getirmiş oldu. Mü’minleri oluşturan bir fırka hariç, diğer bütün fırkalar şeytana kul oldular.”
İşte bir fırkayla, fırkalara ayrılanlar. Mü’minler, o tek fırkayı oluşturuyor. Fırkalara ayrılanlar da diğer bütün fırkaları oluşturuyor. Allah’a ulaşmayı dileyenler, tek fırkanın sahipleri, onlar mü’minler olarak adlandırılıyor. Fırkalara ayrılıp şirkte olanlar da şeytana kul olanlar olarak ifade ediliyor. Öyleyse burada geçen (3. âyette geçen); “Onlar mü’min olmuyorlar diye neredeyse kendini helâk edeceksin.” ifadesi, “Onlar, Allah’a ulaşmayı dilemiyorlar diye.” mânâsına geliyor. Allah’a inanmaları kimseyi kurtarmaz. Allah’a inanmak hiç kimseyi Allah’ın cennetine alamaz. Sadece Allah’a ulaşmayı dileyenler, Allah’ın cennetine girerler.
Öyleyse muhtevaya dikkatle bakın; “Onlar mü’min olmuyorlar diye neredeyse kendini helâk edeceksin.” ifadesi, “Onlar, Allah’a ulaşmayı dilemeyip kendini kurtaramayanlar diye.” mânâsını tazammun ediyor. Kim Allah’a ulaşmayı dilemezse onun gideceği yer ne yazık ki cehennemdir, Yûnus Suresinin 7 ve 8. âyetleri gereğince. Allahû Tealâ diyor ki:
10/YÛNUS-7: İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatmeennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).
Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah’a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.
10/YÛNUS-8: Ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).
İşte onların kazandıkları (dereceler) gereğince varacakları yer ateştir (cehennemdir).
“Onlar, Bize ulaşmayı dilemezler. Onlar dünya hayatından razıdırlar, dünya hayatıyla mutmain olurlar. Onlar, Bizim âyetlerimizden gâfil olanlardır ve onların gidecekleri yer, kazandıkları dereceler itibariyle ateştir.”
Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin gidecekleri yer, ne yazık ki cehennem. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’i üzen de bu; insanların gözünün önünde cehenneme gitmeleri. İşte bugün de bütün bu inancın sahibi olan insanları ta yüreklerinden vuran şey odur ki; insanlar Allah’a ulaşmayı tamamen unutmuşlar. Ne yazık ki unutanların hiçbirisinin kurtulması mümkün değildir. Bu, insanlığa duyurulmazsa kitle halinde insanların cehenneme gitmesiyle noktalanan bir faciayı oluşturacaktır. Buna mâni olmak hepimizin üzerine borçtur.
Ve 4. âyet-i kerime:
Bismillâhirrahmânirrâhîm.
26/ŞUARÂ-04: İn neşe’ nunezzil aleyhim mines semâi âyeten fe zallet a’nâkuhum lehâ hâdıîn(hâdıîne).
Eğer dileseydik gökten onlara âyet indirirdik. Böylece onların boyunlarını gölgelerdi de (hükmü altına alırdı da) ona itaat ederlerdi.
in: Eğer, ise.
neşe': Dileriz.
nunezzil: İndiririz.
aleyhim: Onların üzerine, onlara.
min es semâi: Semadan, gökten.
âyeten: Bir âyet, mucize.
fe: Böylece, artık.
zallet: Gölge yaptı, gölgeledi.
a'nâkuhum: Onların boyunları.
lehâ: Ona.
hâdıîne: Boyun eğenler, itaat edenler.
“Eğer dileseydik, onlara gökten âyet indirirdik. Böylece onların boyunlarını gölgelerdi de ona itaat ederlerdi.”
“Onların boyunlarını gölgelerdi.” diyor Allahû Tealâ. Yani, “Onları hükmü altına alırdı ve ona itaat ederlerdi.”
Burada “zallet” kelimesi, ‘kalın z’ ile yazılıyor. Zillet kelimesi ise ‘ince z’ ile yazılıyor. Buradaki kalın z, gölgelemek istikametinde kullanılması lâzım.
Ve Şuarâ Suresi 5. âyet-i kerime:
Bismillâhirrahmânirrâhîm.
26/ŞUARÂ-5: Ve mâ ye’tîhim min zikrin miner rahmâni muhdesin illâ kânû anhu mu’ridîn(mu’ridîne).
Ve Rahmân’dan hiçbir yeni zikir (emir) gelmez ki, ondan yüz çevirmiş olmasınlar.
Kelimeler:
ve mâ ye'tîhim: Ve onlara gelmez.
min zikrin: Zikirden, bir zikir.
min er rahmâni: Rahmân'dan.
muhdesin: Yeni.
illâ: Ancak, sadece.
kânû: Oldular.
anhu: Ondan.
mu'ridîne: Yüz çevirenler.
Cümleyi topladığımız zaman; “Ve Rahmân’dan hiçbir yeni zikir gelmemiştir ki (gelmez ki); ondan yüz çevirmiş olmasınlar.” diyor, “Ne zaman Allah’tan yeni bir zikir gelirse, ondan mutlaka yüz çevirirler.”
Allahû Tealâ hangi öğüdü verse, bu insanlar ondan mutlaka yüz çeviriyorlar. Allah’ın emirlerini yerine getirmiyorlar. Allah’ın zikri onlara hiçbir tesir etmiyor. Evvelâ Allah’a ulaşmayı dilemiyorlar. Dilemezlerse de kurtulmaları hiçbir şekilde mümkün değil.
Ve Şuarâ Suresinin 6. âyet-i kerimesi:
Bismillâhirrahmânirrâhîm.
26/ŞUARÂ-6: Fe kad kezzebû fe se ye’tîhim enbâu mâ kânû bihî yestehziûn(yestehziûne).
Böylece onlar yalanladılar. Fakat alay etmiş oldukları şeyin haberleri onlara yakında gelecek.
fe: Böylece.
kad: Olmuştu.
kezzebû: Yalanladılar.
fe: Böylece, bundan sonra, fakat.
seye'tîhim: Onlara gelecek.
enbâu: Haberler.
(nebe: Haber, enbâu: Haberler).
mâ: Şey.
kânû: Oldular.
bihî: Onunla.
yestehziûne: Alay ederler.
Cümle şöyle oluşuyor:
“Böylece onlar yalanladılar, tekzip ettiler. Fakat alay etmiş oldukları şeyin haberleri onlara yakında gelecek.”
Allah, âyetler indiriyor; onlar da yalanlıyorlar. Yalanlamakla kalmıyorlar, alay da ediyorlar Allah’ın söyledikleriyle. Oysaki Allah’ın söylediği her şey, her emrettiği şey, onların kurtuluşu için. Ve zavallı insanlar hem Allah’ın âyetlerini reddediyorlar; inkâr ediyorlar hem de kendi kurtuluşlarını böylece önlemiş oluyorlar ve Allah’a ulaşmayı dilemiyorlar. Neticede ne yazık ki gidecekleri yer cehennem oluyor. Sadece inanmamakla kalmıyorlar, alay da ediyorlar. Ama bundan devamlı kaybedenler oluyorlar.
Ve 7. âyet-i kerime:
Bismillâhirrahmânirrâhîm.
26/ŞUARÂ-7: E ve lem yerav ilâl ardı kem enbetnâ fîhâ min kulli zevcin kerîm(kerîmin).
Onlar yeryüzünü görmediler mi? Orada çeşit çeşit çiftlerin hepsinden, nicelerini (nice bitkiler) yetiştirdik.
e ve lem yerev ilâ: Ve görmüyorlar mı, görmediler mi?
el ardı: Yeryüzü.
kem: Kaç, nice.
enbetnâ: Yetiştirdik.
fîha: Orada.
minkulli: Hepsinden.
zevcin: Çift.
kerîmin: Kerim, bol, çok çeşit, çeşit çeşit.
“Onlar, yeryüzünü görmediler mi? Orada çeşit çeşit, çiftlerin hepsinden nicelerini yetiştirdik.”
Her çeşit bitki, ağaç, burada nebatların bitmesi, bitkilerin yetişmesi söz konusu; “Hepsinden nicelerini, nice bitkiler yetiştirdik.”
Allahû Tealâ, binlerce çift, binlerce çeşit bitki türünü yetiştiriyor. Her şeyi en güzel yetiştiren, vücuda getiren O’dur.
Ve Şuarâ Suresi 8. âyet-i kerime:
Bismillâhirrahmânirrâhîm.
26/ŞUARÂ-8: İnne fî zâlike le âyeten, ve mâ kâne ekseruhum mu’minîn(mu’minîne).
Muhakkak ki bunda elbette âyet vardır. Ve (fakat) onların çoğu mü’min olmadılar.
inne: Muhakkak ki.
fî zâlike: Bunda.
le: Elbette, gerçekten.
âyeten: Âyet.
ve mâ kâne: Ve olmadı.
ekseruhum: Onların çoğu.
mu'minîne: Mü'minler.
“Muhakkak ki bunda elbette âyet vardır. Ve fakat onların çoğu mü'min olmadılar.”
Hâlbuki her âyet, kişinin mü’min olması için bir vasıtadır, bir sebeptir. Ama mü’min olmak deyince, sadece inanmak değil sevgili kardeşlerim, mü’min olmak deyince Allah’ın söylediği şey sadece Allah’a inanmak değil, Allah’a ulaşmayı dilemek. Dilemeyen hiç kimse mü’min olamaz. Öyleyse burada da “Onların çoğu mü’min olmadılar” dan Allahû Tealâ’nın muradı; “Fakat onlar, Allah’a ulaşmayı dilemediler” mânâsınadır. Çünkü Allah’ı en çok ilgilendiren şey, kâinatta üzerine titrediği, bütün kâinatı kendileri için yarattığı insanları kurtarmak, cennetine almak ve dünya saadetini onlara yaşatmak. Eğer insanlar öyle yaparlarsa, Allah’a ulaşmayı dilemezlerse, ne cennet saadeti ne dünya saadeti onlara ulaşamaz ve insanları, bütün yarattığı diğer mahlûkatın hepsinden fazla seven Allahû Tealâ da bunu yanlış bir şey olarak telâkki eder. Kişilerin kendi sorumluluklarını müdrik olmamaları sebebiyle mutsuz olmaları Allah’ın hoşuna gitmez. O, bütün insanların yarattığı bütün insanların mutlu olmasını ister. Serbest iradeyle yarattığı insanın, kendi iradesiyle Allah’a ulaşmayı dileyerek mutluluğa ulaşması lâzım ve bir evvelki âyette görüyoruz ki; hayır, mü’min olmuyorlar. Yani Allah’a ulaşmayı dilemiyorlar. Yani ne cennet saadeti ne dünya saadeti, ikisine de sahip olamazlar.
Şuarâ Suresi 9. âyet-i kerime:
Bismillâhirrahmânirrâhîm.
26/ŞUARÂ-9: Ve inne rabbeke le huvel azîzur rahîm(rahîme).
Ve muhakkak ki senin Rabbin, elbette Azîz’dir (yüce), Rahîm’dir (Rahîm esmasıyla tecelli eden).
ve inne: Ve muhakkak.
rabbeke: Senin Rabbin.
le: Elbette, mutlaka.
huve: O.
elazîzu: Azîz, yüce.
er rahîme: Rahîm, rahmet nuru gönderen, Rahîm esmasıyla tecelli eden.
“Muhakkak ki senin Rabbin, elbette Azîz'dir (yücedir) ve Rahîm'dir. (Rahîm esmasıyla tecelli edendir).”
Allah’a ulaşmayı dileyen kişiye derhal Allah, Rahîm esmasıyla tecelliye başlar. Bu tecelli, kişinin kurtuluşunun temel sebebidir. Bu tecelli sebebiyle kişilere Allahû Tealâ, furkân verir. Onların gözlerini görür hale getirir, kulaklarını işitir hale getirir, kalplerini idrak eder hale getirir ve o insanların günahlarını örter. Bu, onların kurtuluşudur. Bir evvelki âyete baktığımız zaman; “Ve fakat onların çoğu mü’min olmadılar.” sözünün arkasından Allah’ın bunu ifade etmesi, yani “Eğer mü’min olsalardı, Allah’a ulaşmayı (Bize ulaşmayı) dileselerdi, onlara Rahîm esmamızın gereğini yapacak, Rahîm esmasıyla tecelli edecektik. Onların bütün günahlarını örtecek, daha sonra irşad makamına ulaştırıp bir de o günahlarını sevaba çevirecektik. Ruhlarını Kendimize ulaştıracaktık. Onları hem cennet saadetinin hem dünya saadetinin sahibi yapacaktık.” demiş oluyor AllahûTealâ.
Şuarâ Suresinin 10. âyet-i kerimesi:
Bismillâhirrahmânirrâhîm.
26/ŞUARÂ-10: Ve iz nâdâ rabbuke mûsâ eni’til kavmez zâlimîn(zâlimîne).
Ve Rabbin, Musa (A.S)’a zalimler kavmine gitmesi (için) nida etmişti.
ve iz nâdâ: Ve seslenmişti.
rabbuke: Senin Rabbin.
mûsâ: Musa (A.S).
eni'ti: Gitmesi.
el kavme: Kavim.
ezzâlimîne: Zalimler.
“Ve Rabbin, Musa (A.S)'a zalimler kavmine gitmesi için nida etmişti.”
Hangi kavim bu? Mısır kavmi. Firavun’un başında olduğu Mısırlılar, etraflarına zulmediyorlardı. O zamanlar tekniğin sahibi onlardı. O zamanki teknikle üstün şeyler yapmışlardı. Piramitler, çok yüksek tavanlı şehirler kurmuşlardı. Ve bundan 3000 sene evvel böyle bir medeniyet ve çok büyük boyutta olan o taşların Mısır Piramitlerinin üzerine insan gücüyle çekilmesi çok akla yakın gelmiyor. Tekniğin sahibi olan bu insanlar, etraflarındaki insanlara zulmediyorlardı.
Ve 11. âyet-i kerime:
Bismillâhirrahmânirrâhîm.
26/ŞUARÂ-11: Kavme fir’avn(fir’avne), e lâ yettekûn(yettekûne).
Firavun kavmi (hâlâ) takva sahibi olmuyorlar mı?
kavme: Kavim.
fir'avne: Firavun.
e: Mi?
lâ yettekûne: Takva sahibi olmuyorlar.
“Firavun kavmi hâlâ takva sahibi olmuyorlar mı?” Yani “Allah’a ulaşmayı dilemiyorlar mı?”
Biliyorsunuz takva, Allah’a ulaşmayı dilemekle başlar. Rûm Suresi 31. âyet-i kerime:
30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve O'na karşı takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.
munîbîne ileyhi vettekûhu: O'na (Allah'a) yönel, Allah'a ulaşmayı dile ve takva sahibi ol.
ve lâ tekûnû minel muşrikîn: Ve müşriklerden olma.
Takva sahibi olan kişi, hem müşriklerden kurtuluyor hem de cennet ehli oluyor Allah’a ulaşmayı dileyerek. Ve kişinin manevî hayatı başlıyor.
Şuarâ Suresinin 12. âyet-i kerimesi:
Bismillâhirrahmânirrâhîm.
26/ŞUARÂ-12: Kâle rabbi innî ehâfu en yukezzibûni.
(Musa A.S): “Rabbim, muhakkak ki ben, beni tekzip etmelerinden (yalanlamalarından) korkuyorum.” dedi.
kâle: Dedi.
rabbî: Rabbim.
innî: Muhakkak ki ben.
ehâfu: Korkuyorum.
en yukezzibûn: Beni yalanlamaları.
“Musa (A.S); Rabbim! Muhakkak ki ben, beni tekzip etmelerinden (yalanlamalarından) korkuyorum dedi.”
Musa (A.S), bir defa daha geçiyor. Kur’ân-ı Kerim’in birçok yerinde Musa (A.S) ve kardeşi Harun (A.S)’ın Firavuna gitmesi konu edilmiştir. Burada da, Şuarâ Suresinde de bir defa daha konu ediliyor, “Oraya gidersem beni tekzip etmelerinden (yalanlamalarından) korkuyorum Rabbim!” diyor.
13. âyet-i kerime:
Bismillâhirrahmânirrâhîm.
26/ŞUARÂ-13: Ve yadîku sadrî ve lâ yentaliku lisânî fe ersil ilâ hârûn(hârûne).
Ve göğsüm daralıyor ve dilim dönmüyor. Bunun için Harun’a gönder.
ve yadîku: Ve daralıyor.
sadrî: Benim göğsüm.
ve lâ yentaliku: Ve dönmüyor.
lisânî: Benim dilim.
fe: Böylece, bu nedenle.
ersil: Gönder.
ilâ hârûne: Harun'a.
Ve Hz. Musa’nın dili biraz sürçüyor, göğsü de daralıyor. Bunun için, “Bana gelen bu Cebrail (A.S)’ı Harun’a gönder, Harun’la konuşsun.” diyor.
Allahû Tealâ bir risalet görevi veriyor, nübüvvet görevi veriyor Hz. Musa’ya Cebrail (A.S) vasıtasıyla ve bunun için “Benim dilim dönmez, doğru dürüst konuşamam. Ayrıca onların beni dinlemeyeceklerini düşünüyorum, beni yalanlamalarından korkuyorum.” diyor Hz. Musa ve kardeşi Harun’u devreye sokmak istiyor.
Ve 14. âyet-i kerime:
Bismillâhirrahmânirrâhîm.
26/ŞUARÂ-14: Ve lehum aleyye zenbun fe ehâfu en yaktulûni.
Ve onlara göre ben, günahkârım. Bu yüzden beni öldürmelerinden korkuyorum.
ve lehum: Ve onlar için, onlar.
aleyye: Bana, benim üzerime.
zenbun: Suç, günah.
fe: Artık, böylece.
ehâfu: Korkuyorum.
en yaktulûni: Beni öldürmelerinden.
“Ve onlara göre ben günahkârım. Bu yüzden beni öldürmelerinden korkuyorum.” diyor.
Yani Hz. Musa birisini öldürmek mecburiyetinde kalmıştı ve “Bu kavme göre ben günahkârım. Benim bu günahımı, bu suçumu benim başıma kalkıp da beni öldürmeleri söz konusu olabilir. Beni öldürmelerinden korkuyorum.” diyor.
Şuarâ Suresi 15. âyet:
Bismillâhirrahmânirrâhîm.
26/ŞUARÂ-15: Kâle kellâ, fezhebâ bi âyâtinâ innâ meakum mustemiûn(mustemiûne).
(Allahû Tealâ): “Hayır, haydi âyetlerimizle (ikiniz birden) gidin! Muhakkak ki Biz, sizinle beraber işitenleriz.” dedi.
kâle: Dedi.
kellâ: Hayır.
fe ezhebâ: Haydi ikiniz gidin.
bi: İle.
âyâtinâ: Âyetlerimiz.
innâ: Muhakkak ki biz.
meakum: Sizinle beraber.
mustemiûne: İşitenleriz.
“(Allahû Tealâ): Hayır, haydi âyetlerimizle ikiniz birden gidin. Muhakkak ki Biz, sizinle beraber işitenleriz, dedi.”
Allahû Tealâ, hem Hz. Musa'yı hem Harun (A.S)'ı beraberce gönderiyor.
Ve Şuarâ Suresi, 16. âyet-i kerime:
Bismillâhirrahmânirrâhîm.
26/ŞUARÂ-16: Fe’tiyâ fir’avne fe kûlâ innâ resûlu rabbil âlemîn(âlemîne).
Haydi, firavuna (ikiniz) gidin ve böylece ona: “Muhakkak ki biz, âlemlerin Rabbinin resûlleriyiz.” deyin.
fe'tiyâ: Artık ikiniz gidin, haydi ikiniz gidin.
fir'avne: Firavun.
fe: Böylece, ve de.
kûlâ: Deyin.
innâ: Muhakkak ki biz.
resûlu: Resûl, elçi.
rabbil âlemîn: Âlemlerin Rabbi.
“Haydi, Firavun’a ikiniz birden gidin ve ona; ‘Muhakkak ki biz, âlemlerin Rabbinin Resûlleriyiz.’ deyin ve böylece ona söyleyin.”
Burada Allahû Tealâ, “fe” kullanmış. Hiçbir şey kullanılmasa da olur. “Haydi, Firavun’a ikiniz gidin ve ona; ‘Muhakkak ki biz, âlemlerin Rabbinin Resûlleriyiz.’ deyin.”
Şuarâ Suresinin 17. âyet-i kerimesindeyiz.
Bismillâhirrahmânirrâhîm.
26/ŞUARÂ-17: En ersil meanâ benî isrâîl(isrâîle).
Benî İsrail’i (İsrailoğulları’nı) bizimle beraber gönder!
en ersil: Göndermesi.
meanâ: Bizimle beraber.
benî isrâîle: İsrailoğulları.
“Benî İsrail'i (İsrailoğulları'nı) bizimle beraber gönder (İsrailoğulları'nı bizimle beraber gönder).”
Allahû Tealâ diyor ki: “Ona gideceksiniz, diyeceksiniz ki: Biz, âlemlerin Rabbi olan Allah'ın elçileriyiz ve sana tebliğ etmeye geldik ki İsrailoğulları'nı bizimle beraber gönder.”
Ve 18.âyet-i kerime:
Bismillâhirrahmânirrâhîm.
26/ŞUARÂ-18: Kâle e lem nurabbike fînâ velîden ve lebiste fînâ min umurike sinîn(sinîne).
“Seni biz çocukken, içimizde himaye edip yetiştirmedik mi? Ve ömrünün birçok yılında içimizde kalmadın mı?” dedi.
kâle: Dedi.
e: Mi?
lem nurabbike: Senin Rabbin, himaye edip yetiştiren olmadık.
fînâ: İçimizde, aramızda.
velîden: Çocuk olarak, çocukken.
ve lebiste: Ve sen kaldın.
fînâ: İçimizde, aramızda.
min umûrike: Senin ömründen.
sinîne: Seneler, yıllar.
“Seni biz, çocukken içimizde himaye edip yetiştirmedik mi ve ömründen birçok yıl ve ömrünün birçok yılında içimizde kalmadın mı?”
Gerçekten Hz. Musa bilindiği gibi bir ters devrede doğuyor. Firavun karar vermiş; İsrailoğulları’nın erkeklerini öldürecek ve her yeni doğan çocuğu mutlak olarak öldürüyor, erkeği, erkek çocuğu. Kız çocukları serbest bırakıyor. Allahû Tealâ da Hz. Musa’nın annesine Hz. Musa doğduktan sonra diyor ki:
20/TÂHÂ-38: İz evhaynâ ilâ ummike mâ yûhâ.
Vahyedilecek şeyi annene vahyetmiştik.
20/TÂHÂ-39: Enıkzifîhi fît tâbûti fakzifîhi fîl yemmi felyulkıhil yemmu bis sâhıli ye’huzhu aduvvun lî ve aduvvun lehu, ve elkaytu aleyke mehabbeten minnî ve li tusnea alâ aynî.
(Onu sandığa koymasını, sonra onu denize (Nil Nehri’ne) bırakmasını (vahyetmiştik). Böylece deniz, onu sahile atsın, Benim ve onun düşmanı, onu alsın. Ve gözümün önünde (korumam altında) yetiştirilmen için sana, Kendimden muhabbet (sevgi) verdim.
“Sen çocuğu bir sepete koy ve Nil Nehri’ne bırak.”
Annesi bırakıyor ve Nil Nehri’ne giren bu sepetin içindeki Musa saraya kadar ulaşıyor. Hz. Musa, saray tarafından sepetten alınıyor ve sarayda büyütülüyor. Firavunun hanımının hoşuna gitmiş Musa. Firavun’un oğluyla aynı yaştalar ve beraberce büyüyorlar. Firavunun dediği gibi onların içlerinde kalmış durumda. Ve Firavun “Seni himaye ettik, yetiştirdik.” diyor.
Ve Şuarâ Suresi 19. âyet-i kerime:
Bismillâhirrahmânirrâhîm.
26/ŞUARÂ-19: Ve fealte fa’letekelletî fealte ve ente minel kâfirîn(kâfirîne).
Ve sen, yapacağın işi yaptın (cinayet işledin). Ve sen, kâfirlerdensin.
ve fealte: Ve sen yaptın.
fa'leteke: Senin işin.
elletî: Ki o.
fealte: Sen yaptın.
ve ente: Ve sen.
minel kâfirîne: Kâfirlerden, inkâr edenlerden.
“Ve sen, yapacağın işi yaptın.”
ve ente minel kâfirîne: Ve sen, kâfirlerdensin.
Burada Hz. Musa’nın kendisine söylenen; “Yapacağın işi yaptın.” demesi, bir cinayet. “Yapacağın işi yaptın.” Yani; “Cinayet işledin.” Ve Hz Musa’yı, kendi dînlerinin dışında, kâfirler olarak değerlendiriyor.
Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, bir Kur’ân-ı Kerim konusundaki ders de inşaallah burada tamamlanıyor, Kur’ân-ı Kerim tefsiri burada inşaallah tamamlanıyor. Allahû Tealâ’ya sonsuz hamd ve şükrederiz ki; sizlerle beraber bir güzel zamanı daha Allah’ın Kur’ân’ından bahsetmek suretiyle geçirmeyi Allah, bizlere nasip kıldı.
Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allahû Tealâ’nın hepinizi, hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi inşaallah burada tamamlamak istiyoruz.
Allah hepinizden razı olsun.
İmam İskender Ali M İ H R