}
Davete İcabet 28.09.2003
Mp4 Mp3 Link

Sohbet Kodu: 107010

 

SOHBETİN ADI: DAVETE İCABET
TARİH: 28.09.2003

Eûzubillâhimineşşeytânirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.

Sevgili öğrenciler, izleyenler dinleyenler, sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki bir defa daha Allah’ın bir zikir sohbetinde birlikte olduk.

Konumuz: Davet ve Davete İcabet.

Öyleyse böyle bir muhteva içerisinde davetin oluşması bir mutlak farziyet oluşturuyor.

Allah’ın bütün resûlleri davetin sahipleridir. Her devirde her kavimde mutlak olarak Allah’ın resûlleri var olmuştur ve görevleri insanları Hakk’a davet etmektir. Allahû Tealâ: “Allah’ın daveti Kendisinedir.” diyor, “Hakk’adır.” diyor. Ve Allahû Tealâ herkesin bu standartlar içerisinde Allah’a ulaşmayı dileyerek Allah’a ulaşmasını hedef almıştır. Bütün sistemin bütün mukaddes kitapların elimizde hiç değişmeyen son mukaddes kitap, son şeriat kitabı Kur’ân-ı Kerim vardır. 14 asırdır hiç bir tarafı değişmemiştir.

Öyleyse bu şeriat kitabının kıyâmete kadar değişmesi söz konusu değildir. Çünkü peygamberlik müessesesi, şeriat kitaplarını muhtevasına alan peygamberliktir. Her peygambere Allahû Tealâ aynı şeriatı vermiştir ve bütün resûllerin üzerine daveti yüklemiştir Allahû Tealâ. Davet, Allah’ın Zat’ınadır. İşte bütün zaman parçalarına baktığımız zaman davetin sahiplerinin her devirde asla kabul edilmediğini görüyoruz, büyük insan toplulukları tarafından. Her kavimdeki resûller, mutlaka o kavmin büyük çoğunluğu tarafından reddedilmişlerdir; inkâr edilmişlerdir. Öyleyse herkes en çok kimi inkâr ediyorsa o, Allah’ın Resûl’üdür.

Allahû Tealâ’nın dizaynı açık ve kesin. Mu’minûn Suresinin 44. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:

23/MU'MİNÛN-44: Summe erselnâ rusulenâ tetrâ, kullemâ câe ummeten resûluhâ kezzebûhu fe etbâ’nâ ba’dahum ba’dan ve cealnâhum ehâdîs(ehâdîse), fe bu’den li kavmin lâ yu’minûn(yu’minûne).

Sonra Biz, resûllerimizi ardarda (arası kesilmeksizin) gönderdik. Her ümmete resûlü geldiği zaman, her defasında onu yalanladılar. Biz de onları birbiri arkasından (helâk ettik). Ve onları efsane kıldık. Artık mü’min olmayan kavim (Allah’ın rahmetinden) uzak olsun.


“Biz, resûllerimizi ard arda göndeririz (ardı arkası kesilmeksizin). Hangi kavme resûl gönderdiysek, bütün kavimler resûllerini inkâr ettiler.” diyor Allahû Tealâ.

Hep aynı şey olmuş sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler. Her devirde Allah’ın resûlleri bütün kavimlerde var olmuş ama bütün kavimlerdeki bu resûller, toplumun büyük kısmı tarafından mutlak olarak reddedilmişler.

Öyleyse nasıl bir muhtevadan bahsediyoruz sevgili kardeşlerim? Muhteva açık olarak geliyor Allahû Tealâ tarafından. Allahû Tealâ, hiçbir zaman parçasında davetin mevcut olmadığı bir devreye asla müsaade etmiyor. Buyuruyor ki:

17/İSRÂ-15: Menihtedâ fe innemâ yehtedî li nefsihî, ve men dalle fe innemâ yadıllu aleyhâ, ve lâ teziru vâziratun vizra uhrâ, ve mâ kunnâ muazzibîne hattâ neb’ase resûlâ(resûlen).

Kim hidayete erdiyse, sadece kendi nefsi için (nefsini tezkiye ettiği için) hidayete erer. Öyleyse kim dalâlette ise sorumluluğu sadece kendi üzerinde olarak dalâlette kalır. Yük taşıyan (günahı yüklenen) bir kimse, bir başkasının yükünü (günahını) yüklenmez. Ve Biz, bir resûl göndermedikçe azap edici olmadık.


“Biz, bir resûl göndermedikçe azap edici olmadık (azap etmeyiz).”

“Bütün kavimlerde resûl vardır.” diyor Allahû Tealâ, “Biz, bir resûl göndermedikçe hiçbir kavme azap etmeyiz. Bütün kavimlerde resûl vardır.”diyor.
İbrâhîm Suresinin 4. âyet-i kerimesi:

14/İBRÂHÎM-4: Ve mâ erselnâ min resûlin illâ bi lisâni kavmihî li yubeyyine lehum, fe yudillullâhu men yeşâu ve yehdî men yeşâu, ve huvel azîzul hakîm(hakîmu).

Hiçbir resûlümüz yoktur ki; Biz, onu kendi kavminin lisanıyla göndermiş olmayalım. Onlara (kendi lisanlarıyla) beyan etsin (açıklasın) diye. Öyleyse Allah, dilediğini (Allah’a ulaşmayı dilemeyenleri) dalâlette bırakır. Dilediğini (Allah’a ulaşmayı dileyenleri) hidayete erdirir. Ve O, Azîz’dir, Hikmet Sahibi’dir.


“Her devirde her kavim içinde onların lisanıyla onlara hitap etsinler diye, her kavme onların lisanıyla hitap edecek olan resûller göndeririz.” diyor.

Öyleyse muhtevaya baktığımız zaman resûller var. Ve hem âyetlerin tilâveti resûllerin işi hem de bütün kavimlerde onların lisanlarıyla onlara hitap edecek olan resûller, bütün devirlerde var olmuşlardır. Kıyâmete kadar var olmaya devam edeceklerdir. Hepsi de tilâvetle vazifelidir. İşte Allahû Tealâ Cuma Suresinin 2. âyet-i kerimesinde: “Ümmîler içerisinde resûl beas ederiz.” diyor.

62/CUMA-2: Huvellezî bease fîl ummiyyîne resûlen minhum yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmete, ve in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn(mubînin).

Ümmîler arasında, kendilerinden bir resûl beas eden (görevlendiren) O’dur. Onlara, O’nun (Allah’ın) âyetlerini okur, onları tezkiye eder (nefslerini temizler), onlara Kitab’ı (Kur’ân-ı Kerim’i) ve hikmeti öğretir. Ve daha önce (Allah'a ulaşmayı dilemeden evvel) elbette onlar, sadece açık bir dalâlet içinde idiler.


Ümmî deyince sadece okuma yazma bilmeyenleri değil; Allah’a ulaşmayı dilemeyenleri kastediyor Allahû Tealâ. Ve resûlün hitap ettiği kitle daima onlardır başlangıçta; Allah’a ulaşmayı dilemeyenler. Bu, davettir. Resûl’ün daveti haktır, Allah’a davettir. Her devirde her kavimde resûl mutlaka bulunacaktır ve davet edecektir ve âyetleri tilâvet edecektir.

İşte Allahû Tealâ: “Biz, bütün kavimlerde resûl beas ederiz.” diyor, “Ümmîlerin arasından beas ederiz; onlara Allah’ın âyetlerini tilâvet etsin diye, onların nefslerini tezkiye etsin diye, onlara kitap öğretsin diye, onlara hikmet öğretsin diye. Ondan evvel (bu resûllerden evvel; bu resûllere muhatap olmadan evvel), onlar apaçık bir dalâlet içindeydiler.” diyor Allahû Tealâ.

Her devirde hep resûller olmuş sevgili kardeşlerim ve tilâvet göreviyle görevliler. Allahû Tealâ Âli İmrân Suresinin 164. âyet-i kerimesinde diyor ki:

3/ÂLİ İMRÂN-164: Lekad mennallâhu alâl mu’minîne iz bease fîhim resûlen min enfusihim yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmete, ve in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn(mubînin).

Andolsun ki Allah, mü’minlerin (başlarının) üzerine (devrin imamının ruhu) bir ni’met olmak üzere (onların aralarında, kendi kavminin içinde) kendilerinden bir resûl beas eder. Onlara O’nun (Allah’ın) âyetlerini tilâvet eder, onları tezkiye eder ve onlara kitap ve hikmeti öğretir. Ondan evvel (Allah'a ulaşmayı dilemeden evvel) onlar gerçekten açık bir dalâlet içinde idiler.


“Mü’minlerin üzerine bir ni’met olmak üzere onların aralarından ve onların içinden bir resûl beas ederiz (vazifeli kılarız); onlara Allah’ın âyetlerini okusun diye (tilâvet etsin diye, anlatsın diye), onların nefslerini tezkiye etsin diye, onlara kitap öğretsin diye, onlara hikmet öğretsin diye.” diyor.

Bu âyetlerdeki resûl müessesesi, Nahl Suresinin 36. âyet-i kerimesindeki resûldür. O resûle dikkatle bakın: Nahl-36 şöyle söylüyor:

16/NAHL-36: Ve lekad beasnâ fî kulli ummetin resûlen eni’budûllâhe vectenibût tâgût(tâgûte), fe minhum men hedallâhu ve minhum men hakkat aleyhid dalâletu, fe sîrû fîl ardı fanzurû keyfe kâne âkıbetul mukezzibîn(mukezzibîne).

Ve andolsun ki Biz, bütün ümmetlerin (milletlerin, kavimlerin) içinde resûl beas ettik (hayata getirdik, vazifeli kıldık). (Allah’a ulaşmayı dileyerek) Allah’a kul olsunlar ve taguttan (insan ve cin şeytanlardan) içtinap etsinler (sakınıp kurtulsunlar) diye. Onlardan bir kısmını (Resûlün daveti üzerine Allah’a ulaşmayı dileyenleri), Allah hidayete erdirdi ve bir kısmının (dilemeyenlerin) üzerine dalâlet hak oldu. Artık yeryüzünde gezin. Böylece yalanlayanların akıbetinin, nasıl olduğuna bakın (görün).


“Biz, bütün kavimlerde (bütün kavimlerde diyor) resûl beas ederiz.” (Bütün kavimlerde.)

Bakara Suresinin 87. âyet-i kerimesinde de Allahû Tealâ aynı şeyi söylüyor:

2/BAKARA-87: Ve lekad âteynâ mûsâl kitâbe ve kaffeynâ min ba’dihî bir rusuli ve âteynâ îsâbne meryemel beyyinâti ve eyyednâhu bi rûhil kudus(kudusi), e fe kullemâ câekum resûlun bimâ lâ tehvâ enfusukumustekbertum, fe ferîkan kezzebtum ve ferîkan taktulûn(taktulûne).

Andolsun ki, Biz, Musa’ya kitap verdik ve ondan sonra ardarda resûller gönderdik. Ve Meryem’in oğlu İsa’ya beyyineler (açık deliller) verdik ve onu Ruh’ûl Kudüs ile destekledik. Öyle ki, nefslerinizin hoşlanmadığı bir şeyle gelen resûle karşı, her defasında kibirlendiniz. Bu sebeple bir kısmını yalanladınız ve bir kısmını da öldürüyorsunuz.


“Biz, bütün kavimlerde resûl beas ederiz (bütün kavimlere resûl göndeririz). Ve ardarda göndeririz.” diyor Bakara Suresinin 87. âyet-i kerimesinde.

Nahl Suresinin 36. âyet-i kerimesinde: “Biz, bütün kavimlere resûl göndeririz. O kavimdekileri taguta kul olmaktan kurtarsınlar da Allah’a kul etsinler diye. Bir kısmı bu sebeple hidayete erdiler.” diyor Allahû Tealâ. Davete kulak vermişler. “Bir kısmınınsa üzerine dalâlet hak oldu.”

Resûl’ün davetine icabet edenler, icabet etmeyenler. Öyleyse görülüyor ki resûl, vazifesini yapacaktır. Ama bir de nebî resûller var. Nebî resûllerde görev, 4’ten 5’e çıkıyor. Bütün resûllerin; kavim resûllerinin görevi 4’tür:

1-Allah’ın âyetlerini okumak ve anlatmak, tilâvet etmek.
2-Bu âyetlerin okunmasının (tilâvetinin) ardından onların nefslerini tezkiye etmek, onları velâyete ulaştırmak.
3-Onlara kitap öğretmek.
4-Onlara hikmet öğretmek.

Ama bir de beşincisi var: Hikmetin de ötesinde bildikleri şeyi söylemek. İşte Bakara Suresinin 151. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ bundan bahsediyor. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den bahsediyor. Bir kavim resûlünden değil; bir nebî resûlden bahsediyor. “İşte,” diyor Allahû Tealâ, “Tıpkı onlar gibi Allah, sizler için de ni’met olmak üzere sizin aranızdan birini resûl gönderdi.”

2/BAKARA-151: Kemâ erselnâ fîkum resûlen minkum yetlû aleykum âyâtinâ ve yuzekkîkum ve yuallimukumul kitâbe vel hikmete ve yuallimukum mâ lem tekûnû ta’lemûn(ta’lemûne).

Nitekim size, aranızda (görev yapmak üzere), sizden (kendinizden) bir Resûl (Peygamber) gönderdik ki, âyetlerimizi size tilâvet etsin (okuyup açıklasın) ve sizi (nefsinizi) tezkiye (ve tasfiye) etsin, size Kitap’ı (Kurânı Kerim’i) ve hikmeti öğretsin ve (hikmetin de ötesinde) bilmediğiniz şeyleri öğretsin.


Bir evvelki âyet-i kerimede Allahû Tealâ bir ni’met olmak üzere kavimlere bir şeyler gönderdiğini söylüyor. 151. âyet-i kerimede de: “Tıpkı onun gibi” diyor, “Üzerinize bir ni’met olmak üzere size, sizin aranızdan bir resûl (bir peygamber resûl) gönderdim.”

Ama muhtevaya baktığınız zaman: “Size Allah’ın âyetlerini okur, sizin nefsinizi tezkiye eder, size kitap öğretir, size hikmet öğretir ama hikmetin de daha ötesini de öğretir ki; siz onları bilmiyorsunuz.” diyor Allahû Tealâ. Öyleyse peygamber resûllerin 5 tane görevi var. Davet, bütün kavim resûllerinde 4 aşama gösterir. 5. aşama, hidayetin ötesidir.

Öyleyse davet müessesesinin ne olduğuna daha yakından bakalım. Allahû Tealâ bakalım ne diyor, Âli İmrân Suresinin 193. âyet-i kerimesinde, diyor ki:

3/ÂLİ İMRÂN-193: Rabbenâ innenâ semi’nâ munâdiyen yunâdî lil îmâni en âminû bi rabbikum fe âmennâ, rabbenâ fagfir lenâ zunûbenâ ve keffir annâ seyyiâtinâ ve teveffenâ meal ebrâr(ebrâri).

Rabbimiz! Muhakkak ki biz, “Rabbiniz’e âmenû olun” diye îmâna davet eden davetçiyi işittik, böylece îmân ettik (davetçiye tâbî olarak âmenû olduk) Rabbimiz artık bizim günahlarımızı mağfiret et, seyyiatlarımızı ört ve bizi ebrar olan (Allah'a ulaşan ve veli olan cennetlik) kullarınla beraber vefat ettir.


rabbenâ: Rabbimiz.
innenâ: Muhakkak ki biz.
semi’nâ: İşittik.
munâdiyen: Nida eden, nida edici, bir seslenici, bir davetçi.
yunâdî: Davet ediyor (nida eden, seslenen).
lil îmâni: Îmân için, insanların âmenû olması için, insanların Allah’a ulaşmayı dilemeleri için,îmân sahibi olsunlar, inansınlar diye.
en âminû bi rabbikum: Rabblerine âmenû olsunlar diye (Rabb’lerine ulaşmayı; Allah’a ulaşmayı dilesinler diye).

“fe âmennâ: Ve âmenû olduk biz.” diyor kişi, “Ve âmenû olduk.

Öyleyse sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, bir davet eden var, bir de davete icabet eden var. Âli İmrân-193, burada davetçiyi de davete icabet edeni de açıklıyor. İşte bu davet, her şeyden evvel bütün kavimlerde o kavmin resûlünün işidir. Ve insanların çok büyük bir kısmı mutlaka resûle karşı çıkacaklardır. Bütün devirlerde bu olmuştur sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, bütün devirlerde bu olmuştur. Allah’ın resûllerine mutlaka kavmin büyük kısmı, hatta çok büyük bir kısmı mutlaka karşı çıkmıştır. Sevgili kardeşlerim, sadece meyve veren ağaç taşlanır. Bu da eşyanın tabiatına uygun bir sonuçtur. Bütün resûllerin mutlak olarak taşlanması, kendilerine karşı çıkılması.

Ondan sonra ne diyor Âli İmrân Suresinin 193. âyet-i kerimesi?

rabbenâ fagfir lenâ zunûbenâ: Yarabbi! Bizim günahlarımızı mağfiret et (günahlarımızı sevaba çevir, seyiatimizi hasenata çevir, bize mağfiret eyle).
ve keffir annâ seyyiâtinâ: Ve bizim günahlarımızı ört.
ve teveffenâ meal ebrâr: Bizi ebrar ile birlikte öldür (ebrar olarak öldür, birrin sahiplerinden kılarak öldür).

Şimdi âyet-i kerimenin muhtevasına bakıyoruz. Kimdir ebrar? İnsanlar ikiye ayrılıyor:

1- Ebrar
2- Füccar.

Mutafffin Suresinin 8 ve müteakip âyetlerinde Allahû Tealâ, ebrarın kader hücrelerinin (rakamlı kitaplarının) zemin kattan yukarıda; 7. gök katında illiyinde olduğunu söylüyor. Kader hücreleri zemin kattan 7 kat yukarıda illiyinde.

83/MUTAFFİFÎN-18: Kellâ inne kitâbel ebrâri le fî illiyyîn(illiyyîne).

Hayır, muhakkak ki ebrar olanların (Allah’a ulaşmayı dileyenlerin, hidayette olanların) kitapları (kayıtları, hayat filmleri) elbette illiyyin’dedir (zemin kattan 7 kat yukarıda olan birinci âlemdeki kader hücrelerindedir).


Füccarın kader hücreleri ise zeminden 7 kat aşağıda siccînde olduğunu söylüyor.

83/MUTAFFİFÎN-7: Kellâ inne kitâbel fuccâri le fî siccîn(siccînin).

Hayır, muhakkak ki, füccarın (şeytanın fücuruna tâbî olan kâfirlerin) kitapları (kayıtları, hayat filmleri) elbette siccîndedir (zemin kattan 7 kat aşağıda olan zülmanî kader hücrelerindedir).


Allahû Tealâ, bütün resûllerine mutlaka illiyini gösterir. 7. katın ilk âlemi kader hücreleridir.

Öyleyse ebrar kimdir? Sadece tek bir tarif; Allah’a ulaşmayı dileyenlerin hepsi ebrardır. Allah’a ulaşmayı diledikleri anda füccar olmaktan kendilerini kurtarmışlardır ve ebrar arasına girmişleridir. Onlar, birrin sahipleridir. Onlar, Allah’ın cennetine girecek olanlardır. Müşterek özellikleri; hepsinin Allah’a ulaşmayı dilemiş olmasıdır.

Ve Allah’a ulaşmayı dileyen kişinin mutlaka günahları örtülecektir. Allah’a ulaşmayı diledikten sonra bu insanlar üzerinde Allah, Rahîm esmasıyla mutlaka tecelli edecektir. Daha kişi Allah’a ulaşmayı diler dilemez; Allah onun kalbinde bir şeyler görüyor. Bu kalbi dileği anında onun kalbinde görür, işitir ve bilir. Gördüğü, işittiği ve bildiği an aynı andır ve derhâl Rahîm esmasıyla tecelli eder. Bu, o kişinin nefsinin kurtuluşunun işaretini taşır. Ve Allahû Tealâ, onların üzerinde işlemlerini gerçekleştirir. Onların gözlerindeki hicab-ı mestureyi alır, görme hassalarının üzerindeki gışaveti alır. Kulaklarındaki vakrayı alır, işitme hassalarının üzerindeki mührü alır. Kalplerindeki küfrü ve ekinneti alır, kalplerinin mührünü açar, kalplerindeki küfrü dışarı alır, ekinneti dışarı alır ve yerine ihbat koyar.

İşte ekinnet ve ona bağlı olan küfrün kalpten alınması, yerine ihbat konulması, kalbin mührünün açılması, gözlerdeki hicab-ı mesturenin, gışavetin alınması işitme hassasından, kulaklardaki vakranın alınması, işitme hassasının mührünün açılması; her biri bir işlemdir. Bu işlemler Allahû Tealâ tarafından birer furkan olarak verilir. Her biri doğruyu yanlıştan ayırıcı bir faktördür ve her biriyle birlikte Allahû Tealâ, o kişinin günahlarından bir kısmını örter. 7 defa da o kişinin bütün günahlarını örter. Ve bu işlem, o kişinin Allah’a ulaşmasından sonraki 5-6 dakika içinde tamamlanır. Ne olmuştur? Buradaki olay tahakkuk etmiştir. Allah, o kişinin seyyiatını örtmüştür. İfade: “ve keffir annâ seyyiâtinâ: Bizim seyyiatimizi (günahlarımızı), ört (kaybettiğimiz dereceleri ört).”

Allahû Tealâ ondan sonra ne yapacak? O kişilerde başka işlemler vücuda getirerek onu mutlaka 12 tane ihsanla huşû sahibi kılarak, hacet namazıyla mürşidini göstererek mürşidine ulaştıracak veya o kişi, devrin imamının çevresinden biridir, devrin imamına tâbî olacak. Yani o kavmin resûlüne tâbî olacak. Tâbiiyet gerçekleştiği anda ne olur? Tâbiiyet gerçekleştiği anda o kişinin bütün günahları sevaba çevrilir.

İşte Allahû Tealâ Hadid Suresinin 28. âyet-i kerimesinde diyor ki:

57/HADÎD-28: Yâ eyyuhâllezîne âmenût tekûllâhe ve âminû bi resûlihî yû’tikum kifleyni min rahmetihî ve yec’al lekum nûren temşûne bihî ve yagfir lekum, vallâhu gafûrun rahîm(rahîmun).

Ey âmenû olanlar (ölmeden önce Allah’a ulaşmayı dileyenler), Allah’a karşı takva sahibi olun. Ve O’nun Resûl’üne îmân edin ki, size rahmetinden iki kat versin. Ve sizin için, onunla beraber yürüyeceğiniz nur kılsın (versin). Ve sizi mağfiret etsin (günahlarınızı sevaba çevirsin). Ve Allah; Gafur’dur, Rahîm’dir.


yâ eyyuhâllezîne âmenût tekûllâhe: Ey Allah’a âmenû olanlar! Allah’a karşı takva sahibi olun.
ve âminû bi resûlihî: Ve resûllerine tâbî olanlar(resûlüne âmenû olanlar).
“Allah’a takva sahibi olup da resûlüne âmenû olanlar.”

Takva sahibi olduğunuz an Allah’a, bunun mânâsı ruhunuzu Allah’a doğru yola çıkardınız, takva sahibi oldunuz. Bunun mânâsı, o.

Rûm Suresinin 31. âyet-i kerimesi:

30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).

O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve O'na karşı takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.


“Allah’a ulaşmayı dile ve takva sahibi ol.”

Hadîd-28’de de diyor ki: “yâ eyyuhellezîne âmenûttekullahe: Ey âmenû olanlar! Takva sahibi olun.”

Bütün âmenû olanlar, Allah’a ulaşmayı dileyenlerdir ve onların hepsi takva sahipleridir. Ve Allahû Tealâ diyor ki: “Ve Resûl’üne de îmân edin.” Aynı zamanda bunun mânâsı: “Tâbî olun.”

“yu’tikum kifleyni min rahmetihi: Ve Allah size rahmetinden iki kat versin.”

Ne zaman verecek? Burada Allahû Tealâ: “âminû bi resûlihi” demekle, “Resûl’üne tâbî olun,” ifadesini kullanmış oluyor. Aslında âmenû olmak; inanmak. Ama aynı zamanda Allahû Tealâ: “İtaat edin.” diyor. “O’na tâbî olun. Onun emrine tâbî olun, O’na itaat edin.” diyor. Bu da resûle tâbiiyeti gösteriyor. Tâbiiyet hâlinde ne olur? Tâbiiyet hâlinde devrin imamının ruhu o kişinin başının üzerine gelir. Allah, o güne kadar onun zikri üzerine ona rahmetle fazl verirken, sadece o kadarken tâbî olduğu andan itibaren rahmetle fazla rahmetle salâvâtı da ilâve ediyor. Yani rahmetle salâvât da gelmeye başlıyor. 2 kat oluyor. Burada da “Rahmetinden iki kat versin.” diyor Allahû Tealâ.

İşte Nûr Suresinin 21. âyet-i kerimesi:

24/NÛR-21: Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tettebiû hutuvâtiş şeytân(şeytâni), ve men yettebi’ hutuvâtiş şeytâni fe innehu ye’muru bil fahşâi vel munker(munkeri) ve lev lâ fadlullâhi aleykum ve rahmetuhu mâ zekâ minkum min ehadin ebeden ve lâkinnallâhe yuzekkî men yeşâu, vallâhu semî’un alîm(alîmun).

Ey âmenû olanlar, şeytanın adımlarına tâbî olmayın! Ve kim şeytanın adımlarına tâbî olursa o taktirde (şeytanın adımlarına uyduğu taktirde) muhakkak ki o (şeytan), fuhşu (her çeşit kötülüğü) ve münkeri (inkârı ve Allah’ın yasak ettiklerini) emreder. Ve eğer Allah’ın rahmeti ve fazlı sizin üzerinize olmasaydı (nefsinizin kalbine yerleşmeseydi), içinizden hiçbiri ebediyyen nefsini tezkiye edemezdi. Lâkin Allah, dilediğinin nefsini tezkiye eder. Ve Allah, Sem’î’dir (en iyi işitendir) Alîm’dir (en iyi bilendir).


“ve lev lâ fadlullâhi aleykum ve rahmetuhu: Allah’ın rahmeti ve fazlı üzerinize olmazsa.”

Rahmet ve fazl; sadece 2 tane.

Bakara Suresinin 156. ve 157. âyet-i kerimeleri:

2/BAKARA-156: Ellezîne izâ esâbethum musîbetun, kâlû innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn(râciûne).

Onlar ki, kendilerine bir musîbet isabet ettiği zaman: “Biz muhakkak ki Allah içiniz (O’na ulaşmak ve teslim olmak için yaratıldık) ve muhakkak O’na döneceğiz (ulaşacağız).” derler.


Allahû Tealâ buyuruyor: “Onlar kendilerine bir musîbet isabet ettiği zaman derler ki: innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn: Biz muhakkak ki Allah içiniz ve mutlaka Allah’a döndürüleceğiz (mutlaka Allah’a döneceğiz).”

157. âyet-i kerimede ise Allahû Tealâ buyuruyor:

2/BAKARA-157: Ulâike aleyhim salâvâtun min rabbihim ve rahmetun ve ulâike humul muhtedûn(muhtedûne).

İşte onlar (dünya hayatında Allah’a mutlaka döneceklerinden emin olanlar) ki Rab’lerinden salâvât ve rahmet onların üzerinedir. İşte onlar, onlar hidayete ermiş olanlardır.


“Allah’ın rahmeti ve salâvâtı onların üzerinedir. Onlar, muhakkak ki hidayete erecek olanlardır.”

Öyleyse Nûr Suresinde rahmet ve fazl geçiyor; Nûr-21’de bu geçiyor. Bakara-157’de, Allah’ın rahmeti ve salâvâtı geçiyor. Rahmetle fazl ve rahmetle salâvât. İşte Allahû Tealâ hem rahmetle fazl hem de rahmetle salâvât veriyor. Ve Allah’ın nurları böylece, Allah’ın fazlı ikiye katlanıyor. Ve Allah’ın rahmeti ikiye katlanıyor. Rahmetle fazl ve rahmetle salâvât. Ve Allahû Tealâ diyor ki Hadîd-28’de: “Size nur versin beraberinizde yürümek için (onunla birlikte yürümek için, devrin imamının ruhu ve üzerindeki nur; salâh nuru). ve yagfir lekum: Ve sizin günahlarınızı sevaba çevirsin.”

İşte böyle bir dizayn söz konusu. Âli İmrân Suresinin 193. âyet-i kerimesiyle Hadîd Suresinin 28. âyet-i kerimesi arasında sıkı bir ilişki söz konusu mağfiret açısından, Allah’ın Resûl’üne tâbiiyet açısından.

Şimdi bakıyoruz, En’âm Suresinin 36. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ şöyle buyuruyor:

6/EN'ÂM-36: İnnemâ yestecîbullezîne yesmeûn(yesmeûne), vel mevtâ yeb’asuhumullâhu summe ileyhi yurceûn(yurceûne).

(Davete) ancak işitenler icabet eder. Ve Allah, ölüleri (ölü olan sem’î isimli işitme hassasını, ölü olan fuad isimli idrak hassasını, ölü olan basar isimli görme hassasını) diriltir. Sonra O'na döndürülürler. (Hayatta iken ruhu mürşid eliyle Allah’a döndürülür.)


innemâ yestecîbullezîne yesmeûn: Davete ancak işitenler icabet eder.
vel mevtâ yeb’asuhumullâhu: Ve Allah, ölüleri diriltir.
(vel mevtâ: Ve ölüler.)
summe ileyhi yurceûn: Sonra Allah’a döndürülürler.

Ne demek istiyor Allahû Tealâ? Davete ancak işitenler icabet eder. Allah’a ulaşmayı dilemiş kişi. Niçin dilemiş? Davete icabet etmiş. Devrin imamı ve o kavimdeki resûller veya o kavimdeki mürşidler, o kişiye davette bulunmuşlar; “Allah’a ulaşmayı mutlaka dilemen lâzım. Yoksa gideceğin yer cehennemdir,” diye. O kişi de davete uymuş; Allah’a ulaşmayı dilemiş. Dilediği anda Allahû Tealâ harekete geçmiş ve onun kulaklarındaki vakrayı ve işitme hassasındaki mührü almış. Ne olmuş? Kişi işitmeye başlamış. İşitmeye başlayınca davete icabet söz konusu. Davete icabet, irşad makamına Allah’a ulaşmayı diledikten sonra. İlk davete icabet; Allah’a ulaşmayı dilemektir. Ondan sonra davete icabet, ruhun Allah’a ulaşmasını sağlayacak olan temel hedefe yürümektir. İrşad makamına ulaşmaktır. Kişi hacet namazını kılıp Allah'tan mürşidini sorar ve ona ulaşır. Önünde diz çöküp tövbe ettiği zaman demin söylediğimiz olaylar cereyan eder. Allah’ın günahlarını örtmesi, sonra sevaba çevirmesi; seyyiati örtmesi, günahları da sevaba çevirmesi.

İşte kişinin davete icabeti için; ruhunu Allah’a ulaştırabilmek için mutlaka ulaşması lâzımgelen yer mürşiddir. Tâbiiyet olduğu zaman vücuda gelen 7 tane ni’metin, o kişinin davete icabetini kesinleştirdiği ve ruhun Allah’a ulaşmasına sebebiyet verdiğini görüyoruz. Kim Allah’a ulaşmayı dilediyse, Allah onda gerekli değişiklikleri yapınca ona 7 tane furkan verince günahları da örtülür. Bu kişide daha sonra göğsünden kalbine nur yolu açılacaktır ve mürşidine ulaşacaktır huşû sahibi olup. Allah ona mürşidini gösterecek, ulaşacak, tâbî olacaktır. Tâbî olduğu zaman ne olur? Tâbî olduğu zaman devrin imamının ruhu, o kişinin başının üzerine derhâl gelir, yerleşir. Ve o kişinin kalbinin içine Allah îmânı yazar, Mucâdele Suresi 22. âyet-i kerime:

58/MUCÂDELE-22: Lâ tecidu kavmen yu’minûne billâhi vel yevmil âhiri yuvâddûne men hâddallâhe ve resûlehu ve lev kânû âbâehum ve ebnâehum ve ihvânehum ev aşîratehum, ulâike ketebe fî kulûbihimul îmâne ve eyyedehum bi rûhin minhu, ve yudhıluhum cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru hâlidîne fîhâ, radıyallâhu anhum ve radû anhu, ulâike hizbullâh(hizbullâhi), e lâ inne hizballâhi humul muflihûn(muflihûne).

Allah’a ve ahiret gününe (ölmeden önce Allah’a ulaşmaya) îmân eden bir kavmi, Allah’a ve O’nun Resûl’üne karşı gelenlere muhabbet duyar bulamazsın. Ve onların babaları, oğulları, kardeşleri veya kendi aşiretleri olsa bile. İşte onlar ki, (Allah) onların kalplerinin içine îmânı yazdı. Ve onları, Kendinden bir ruh ile destekledi (orada eğitilmiş olan, devrin imamının ruhu onların başlarının üzerine yerleşir). Ve onları, altından nehirler akan cennetlere dahil edecek. Onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Allah, onlardan razı oldu. Ve onlar da O’ndan (Allah’tan) razı oldular. İşte onlar, Allah’ın taraftarlarıdır. Gerçekten Allah’ın taraftarları, onlar, felâha erenler değil mi?


“Onların üzerine Allah’ın katından ruh gönderilir ve o ruhla desteklenirler.” diyor Allahû Tealâ, “Ve onların kalplerinin üzerine îmân yazılır.”

Sonra ne diyor Allahû Tealâ? Sonra, o kişi mürşidine tâbî olduktan sonra o kişinin bütün günahları sevaba çevrilir Furkân Suresinin 70. âyet-i kerimesiyle. Bir de Zumer Suresinin 53. âyet-i kerimesi gereğince önceki günahları sevaba çevrilir.

Diyor ki Allahû Tealâ, Zumer suresinin 53. âyet-i kerimesinde:

39/ZUMER-53: Kul yâ ıbâdiyellezîne esrefû alâ enfusihim lâ taknetû min rahmetillâh(rahmetillâhi), innallâhe yagfiruz zunûbe cemîâ(cemîan), innehu huvel gafûrur rahîm(rahîmu).

De ki: "Ey nefsleri üzerine israf yüklemiş (haddi aşmış) kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Muhakkak ki Allah, günahların hepsini mağfiret eder (sevaba çevirir). O, muhakkak ki O; Gafûr’dur (mağfiret eden), Rahîm’dir (rahmet nuru gönderen)."


kul yâ ıbâdiyellezîne esrefû alâ enfusihim: Ey nefslerine zulmetmekte haddi aşan kullarım
lâ taknetû min rahmetillâh: Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin.
innallâhe yagfiruz zunûbe cemîâ: Allah, bütün günahları mağfiret eder.
innehu huvel gafûrur rahîm: O, Gafûr’dur, Rahîm’dir.

Öyleyse burada açık ve kesin bir şekilde Allahû Tealâ’nın bütün günahları sevaba çevirmesi söz konusudur. Çeviriyor, o kişiye o güne kadar 1’e 10 verirken 1’e 100 vermeye başlıyor ve sonra da 1’e 700’e kadar arttıracak onu. Sonra o kişi zikir yapmaya başlıyor bu noktada. Zikir, nefs tezkiyesinin başlangıcını teşkil ediyor. O kişinin nefsi, nefs tezkiyesine başlıyor. Allah'tan gelen rahmet fazl ve salâvâtın fazılları, o kişinin nefsinin kalbindeki îmân kelimesinin yapışıyor. Allah nefsinin kalbine îmân kelimesini yazmıştır. Ona yapışıyor ve fazıllar orada birikmeye başlıyor. Neticede kişiyi fazilet sahibi kılacak olan fazılların birikimi, nefs tezkiyesini ifade eder. Burada kişinin nefsi tezkiyeye başlamıştır. Sonra ne olacaktır? Her %7 nur birikiminde o kişinin ruhu Allah’a doğru yola çıkacaktır. Ruh ne olmuştur? Ruh, vücuttan ayrılmıştır. Mu’min Suresinin 15. âyet-i kerimesine göre devrin imamının ruhu o kişinin başının üzerine gelmiştir. Diyor ki:

40/MU'MİN-15: Rafîud deracâti zul arş(arşi), yulkır rûha min emrihî alâ men yeşâu min ıbâdihî li yunzira yevmet telâk(telâkı).

Dereceleri yükselten ve arşın sahibi olan Allah, kullarından (Kendisine ulaştırmayı) dilediği kişinin (Allah’a ulaşmayı dilediği için Allah’ın da Kendisine ulaştırmak istediği kişinin) üzerine (başının üzerine) Allah’a ulaşma gününün geldiğini (o kişinin ruhuna) ihtar etmek için, emrinden (Allah’ın emrini tebliğ edecek) bir ruh (devrin imamının ruhunu) ulaştırır.


“Dereceleri yükselten ve arşın sahibi olan Allah, kullarından lâyık olanların üzerine (başının üzerine) katından (emrinden) ruh gönderir.” diyor.

Dereceleri yükselten ve arşın sahibi olan Allah; yani hem arşı tutan meleklerin görev aldığını hem de kişinin derecelerini yükselttiğini ifade ediyor. Hem günahları sevaba çevirerek hem de o kişiye 1’e 10 verirken 1’e 100 vermeye ve sonra da 1’e 100’ü, 1’e 700’e kadar yükseltmeye çalışacak.

Böyle bir dizaynda kişinin ruhuna, başının üzerine gelen ruh ki; “Onların başlarının üzerine ruh gönderirim katımdan (emrimden ruh gönderirim).” diyor Allahû Tealâ, ‘Onlara Allah’a ulaşma günün geldi demek için; bununla ihtar için.” diyor. Yani: “Vücudu ruhun terk etmesi, Allah’a doğru yola çıkması için. Ve ruh, Allah’a doğru yola çıkar.”

Allah’a doğru yola çıkan, Sıratı Mustakîm’e ulaşan ruh, Allah’a nasıl ulaşacaktır? Allah’a ruhun ulaşmasının arkasında o kişinin yapacağı nefs tezkiyesi vardır. Nefsin kalbinde her %7 fazilet birikimi, fazl birikiminde ruh bir gök katı yükselir. 7 defa 7 tane gök katını aşan ruh, sonunda Allah’ın Zat’ına ulaşacaktır ve davete icabeti tamamlanacaktır. “Allah’a dön,” emri, “irciî ilâ rabbiki,” emri (Fecr Suresi 27, 28. âyet-i kerime), Allah’a rücû etmesi ruhun gerçekleşecektir, Allah’ın Zat’ında yok olacaktır. Nefs tezkiyeye başlayacaktır. Nefs tezkiyesinin yarıyı geçtiği noktada nefs tezkiye olmuştur. Nefsin kalbindeki nurlar yarıyı geçtiği zaman nefs tezkiye olmuştur ve ruh, Allah’a doğru yola çıkmıştır. O kişi mürşidine ulaşıp tâbî olduğu zaman bu noktada 21. basamakta Allah’a ulaşmıştır. Davete tam icabet, ruhun Allah’a ulaşıp Allah’ın Zat’ına yok olmasıyla tahakkuk eder. Ama davet o kadar değildir; fizik vücudun da teslimini ister Allahû Tealâ. Davet eder, nefsin de teslimini ister, buna davet eder kişiyi. İradenin de teslimini ister. İrşada ulaşmasını da ister. Bu bir bütündür.

Öyleyse Allahû Tealâ: “Ölüleri hayata geçirir.” diyor En’âm Suresinin 36. âyet-i kerimesinde ve davete sadece işitenlerin icabet ettiğinin söylüyor.

İşitmek için gerekli işlemler tamamlandıktan sonra o kişi, mutlaka mürşidine ulaşacaktır. İşte bu, davete icabet etmektir. Nefs tezkiyesi, ruhun Allah’a doğru yola çıkmasını icabet ettirir. Allah’a doğru yola çıkan ruhu, nefsin tezkiyesi ancak Allah’a ulaştırır. Nefs tezkiyesi yoksa ruhun Allah’a ulaşması da söz konusu değildir. İşlemler birbiri arkasından geliyor.

Allah: “lehu da’vetul hakk(hakkı): Allah’ın daveti O’nadır (Kendisinedir; Kendi Zat’ınadır).” diyor.

13/RA'D-14: Lehu da’vetul hakk(hakkı), vellezîne yed’ûne min dûnihî lâ yestecîbûne lehum bi şey’in illâ ke bâsitı keffeyhi ilâl mâi li yebluga fâhu ve mâ huve bi bâligıhî, ve mâ duâul kâfirîne illâ fî dalâl(dalâlin).

Hakkın daveti O’nadır (Kendisinedir, Allah’adır). O'ndan başkasına davet ettikleri (şeyler), onlara bir şeyle icabet etmezler. Onlar ancak suya, onun ağzına, suyun ulaşması için avucunu açmış kimse gibidir. O (su), ona ulaşacak değildir. Ve kâfirlerin daveti, dalâletten (su nasıl onların ağızlarına ulaşamıyorsa, dalâlette olanlar da hidayete ulaşamaz) başka bir şey değildir.


Öyleyse yola çıktınız, Allah’a ulaşmayı dilediğiniz an, davete ilk icabet tamamdır. Ama asıl icabet, ruhumuzun Allah’a doğru yola çıkarılmasıdır. Davet; Allah’a davettir. Ruhumuzun yola çıkarıldığı an 14. basamaktayız. Allah’a ruhumuzun ulaştığı, davete tamamen icabet ettiğimiz an 21. basamaktayız. Ruhun Allah’ın Zat’ında kaybolduğu an 22. basamaktayız.

Allahû Tealâ’nın daveti açıkça Kur’ân-ı Kerim’de yer alıyor. Diyor ki Yûnus Suresinin 25. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ:

10/YÛNUS-25: Vallâhu yed'û ilâ dâris selâm(selâmi), ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin mustekîm(mustekîmin).

Ve Allah, teslim (selâm) yurduna davet eder ve (teslim yurduna, Zat'ına ulaştırmayı) dilediği kimseyi, Sıratı Mustakîm'e ulaştırır.


vallâhu yed'û ilâ dâris selâm: Allah, selam yurduna (aynı zamanda teslim yurdu anlamına gelir; selam yurdu olan Kendi Zat’ına) davet eder.

Aynı zamanda bir cennet daveti de söz konusu. Ama burada Allah’ın Zat’ına davet olduğu arkadan gelen cümleden belli oluyor:

ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin mustekîm: Ve dilediği kişiyi Sıratı Mustakîm’e hidayet eder (ulaştırır).

Sıratı Mustakîm, Allah’a ulaştıran yolun adı. Allahû Tealâ diyor ki:

15/HİCR-41: Kâle hâzâ sırâtun aleyye mustekîm(mustekîmun).

Allahû Tealâ şöyle buyurdu: “İşte bu, Bana yönlendirilmiş (Bana ulaştıran) yoldur.”


sıratı ileyye mustakîm: Bana istikamet üzere olan yol, Sıratı Mustakîm’dir.

Öyleyse Allahû Tealâ’nın buradaki ifadesinde mutlaka bir davet var. Bu davet, Allah’ın Zat’ına davettir. Selâm kelimesi, teslim kelimesi, müslim kelimesi, müslüman kelimesi, İslâm kelimesi, teslim kelimesinin çevresinde teşekkül ediyor; slm kökünden geliyor; sin, lâm, mim.

Ve böylece bir sonuca ulaşıyoruz. Allah’ın daveti Zat’ınadır. Zat’a ulaşmak, davete icabeti ifade eder. Ve Kim Allah’a ulaşmayı dilerse o dileyen kişi, küfürden kurtulan kişidir. Allah’a ulaşmayı dilemeyen herkes küfürdedir. Yani Allah’a göre kâfir hüviyetindedir. Bu söz insanlara çok kötü tesir ediyor. Ama Kur’ân-ı Kerim böyle söylüyor: “Allah’a ulaşmayı dilemeyen kişi, küfürdedir.” diyor ve küfürde olanın özelliklerini veriyor: “Onlar kör, sağırdır, dilsizlerdir.”

İşte Bakara Suresinin 171. âyet-i kerimesi:

2/BAKARA-171: Ve meselullezîne keferû ke meselillezî yen’ıku bi mâ lâ yesmeû illâ duâen ve nidââ(nidâen), summun bukmun umyun fe hum lâ ya’kılûn(ya’kılûne).

Ve o inkâr edenlerin (kâfirlerin) hali, haykırması sebebiyle bağırıp çağırmadan başka bir şey işitmeyen (anlamayan) kimsenin durumu gibidir. (Onlar) sağır, dilsiz ve kördürler. Bu yüzden onlar akıl edemezler (idrak edemezler).


ve meselullezîne keferû: Ve kâfirlerin durumu.
ke meselillezî yen’ıku bi mâ lâ yesmeû illâ duâen ve nidââ: Tıpkı haykırması sebebiyle (bağırması sebebiyle) işitmeyen, sadece bağırıp çağıran kişinin durumu gibidir.
summun bukmun umyun: Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler.
fe hum lâ ya’kılûn: Ve onlar akıl etmezler.

Allahû Tealâ burada: “Kâfirler kördür, sağırdır, dilsizdir.” diyor. Bakara Suresinin 6. ve 7. âyetlerinde de aynı şeyi söylüyor: “Habîbim! O kâfirlere sen ne söylersen söyle, tesir edemezsin. Onlar (o kâfirler), mü’min olmazlar. Onların basar isimli görme hassalarının üzerinde gışavet adlı bir perde vardır (görmezler). Onların işitme hassaları mühürlüdür, işitmezler. Onların kalpleri de mühürlüdür, idrak etmezler.” Yani: “Onlar kör, sağır ve dilsizdir.” demiş oluyor Allahû Tealâ. Ama uzuvlardan hareket etmiyor, hassalardan hareket ediyor. Kalpteki idrak hassası mühürlü, kişinin idrak hassası mühürlü, kalbi mühürlüdür. Kişinin işitme hassası mühürlü, sem’î (işitme) hassası mühürlü, kişinin görme hassasının üzerinde gışavet var; o da mühürlü. Bu kişi kör, sağır ve dilsizdir. Kim bu insan? Kâfir. İşte burada Bakara Suresinin 171. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ, kâfirlerin sağır, dilsiz ve kör olduklarını söylüyor. Bakara-171 ile gene Bakara-6 ve 7, birbirine tamamen uyan 2 tane âyet-i kerime. Birinde hassalardan bahsediyor Allahû Tealâ (Bakara-7). Birinde uzuvlardan bahsediyor; uzuvların kör, sağır ve dilsiz oluşu. Ve de hassaların çalışmaz olduğunun bir başka ifadesi de sayılabilir. Çünkü burada uzuvların adını kullanmamış. A’râf Suresi 179’da Allahû Tealâ dalâlette olanlar için diyor ki: “Bu kişi, aynı zamanda dalâlettedir. Onların gözleri vardır; görmezler. Kulakları vardır; işitmezler. Kalpleri vardır; fıkıh etmezler. Bunlar kâfirlerdir.” diyor Allahû Tealâ. “Kör, sağır, dilsizler ve kâfirlerdir.” diyor.

Şimdi bir işaret daha geliyor davetle alâkalı: “fe hum lâ ya’kılûn.” diyor. Bu standartlar içerisinde buna göre onlar akıl edemezler; idrak edemezler.

Mulk Suresinin 8, 9 ve 10. âyetlerine bakıyoruz, diyor ki:

67/MULK-8: Tekâdu temeyyezu minel gayz(gayzi), kullemâ ulkıye fîhâ fevcun seelehum hazenetuhâ e lem ye’tikum nezîr(nezîrun).

(Cehennem) nerede ise öfkesinden çatlayacak gibi olur. Oraya herbir grup atılışında onun (cehennemin) bekçileri onlara: “Size nezir (uyarıcı) gelmedi mi?” diye sordu.

67/MULK-9: Kâlû belâ kad câenâ nezîrun fe kezzebnâ ve kulnâ mâ nezzelallâhu min şey'in entum illâ fî dalâlin kebîr(kebîrin).

Onlar (cehenneme atılanlar) dediler ki: “Evet, bize nezir gelmişti. Fakat biz onu yalanladık ve Allah hiçbir şey indirmemiştir, siz ancak büyük bir dalâlet içindesiniz, dedik.”

67/MULK-10: Ve kâlû lev kunnâ nesmeu ev na'kılu mâ kunnâ fî ashâbis saîr(saîri).

Ve: “Eğer biz işitmiş veya akıl etmiş olsaydık, alevli ateş halkı arasında olmazdık.” dediler.


“Kâfirler zümre zümre cehenneme sürülürler. Cehennem bekçileri onları karşıladıkları zaman derler ki: Size Allah’ın nezirleri gelip de (sizden olan nezirler gelip de) size buraya (cehenneme) geleceğinizi söylemediler mi?”

Ne demiş oluyor nezir? “Davete icabet etmiyorsunuz; Allah’a ulaşmayı dilemiyorsunuz. Gideceğiniz yer cehennemdir.” diyor.

“Size nezirler gelip de buraya cehenneme geleceğinizi söylemediler mi?”

Cevap: “Söylediler.”

1- “Biz onlara inanmadık.”
2- “Allah hiçbir şey indirmemiştir, dedik.”

Yani kâfirlerin, dalâlette olanların temel fonksiyonları: Bir; Resûllere inanmamak. İki; Allah’ın kitaplarına inanmamak.

3- “Biz seni dalâlette görüyoruz. Apaçık bir dalâlet içinde görüyoruz, dedik.”

Dalâlette olanlar, Allah’ın Resûl’üne böyle söylüyor: “Seni dalâlette görüyoruz.” Bütün devirlerde olduğu gibi bugün de aynı şey söyleniyor.

Ve 4. faktör: “Eğer biz işitmiş, görmüş ve akıl etmiş olsaydık; burada, cehennemde mi olurduk?”

İşte akıl etmek; idrak etmek demektir. Görmeyle ilgili, işitmekle ilgili ve kalbe indirerek idrak etmekle ilgili bir konudur.

Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, sevgili kardeşlerim, Allah hepinizi Kendisine davet ediyor. Üzerinize Allah’ın daveti, Allah’a ulaşmayı dileme daveti ve Allah’ın Zat’ına ulaşma daveti tam 12 defa üzerinize farz kılınmış. Ve bu daveti gerçekleştiren kişi, gerçekleştirmeye Allah’a ulaşmayı dilemekle başlar. Ve dilediği an felâha ermiştir. 1. rıza, 1. felâh burada gerçekleşir. Öyleyse Allah davet eder, biz kullar da davete icabet etmekle mükellefiz. Öyleyse Allahû Tealâ’nın dizaynında daveti görüyoruz. Görüyorsunuz ki davete icabet haktır.

Allahû Tealâ’nın hepinizi davete icabet ederek nihai noktaya kadar ulaştırmasını, ruhunuzu da vechinizi de nefsinizi de iradenizi de Allah’a teslim ettiğiniz bir güne ulaştırmasını, bütün mutlulukları size vermesini, Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi inşaallah burada tamamlamak istiyoruz.

İmam İskender Ali M İ H R