TARİHİ: 17.03.2004
Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, bir sohbette Allahû Tealâ gene bizleri birlikte kıldı. Konumuz: Hurafeler. Dînimize sokulan yanlış düşünce demetleri…
Mürşide tâbî olmak şirktir, deniyor.
Mürşide tâbî olmak yedek ilâhlar edinmektir, deniyor.
Mürşide tâbî olmak farz değildir, deniyor.
Mürşid yoktur, deniyor.
“Mürşid yoktur.”u devre dışı bırakalım, ama bir takım insanların Allah’ın mürşidlerine karşı tavır aldıkları ve dînimize bir sürü hurafe soktukları kesin.
Öyleyse ne demek yedek ilâh? Yani tâbî olanlar mürşidlerini ilâh olarak görüyor demek bunun mânâsı.
Bütün mürşidler etrafındakilerle birlikte Allah’a ibadet ederler.
İlâh; kendisine ibadet edilen Tanrı’dır. Tek bir İlâh vardır, O da Allah’tır. Ve Allahû Tealâ mürşidi farz kılmıştır. Öyleyse mürşide tâbiiyet Allah’ın temel emridir, mutlaka gerçekleştirilmek mecburiyetindedir. Mürşid hiçbir zaman bu tarzda bir sözün, bir iftiranın muhatabı olamaz.
Mürşide tâbî olmanın, mürşidi ikinci bir ilâh kabul etmek anlamına geldiğini iddia ediyorlar ve yedek ilâh olduğunu ifade ediyorlar. Yani irşad müessesesinin bir şirk olduğu iddia ediliyor. Ve mürşide tâbî olmanın Allah’tan başka ikinci bir ilâha ibadet etmek mânâsı tazammun ettiği iddia ediliyor.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, böyle bir müessesenin hiçbir zaman gerçekleşmesi söz konusu değildir. Bu sadece Allah’ın Kur’ân’ına atılan bir iftiradır. Şimdi eğer Allahû Tealâ Kur’ân’da irşad müessesesine, mürşide ulaşmayı farz kılmışsa irşad Kur’ân’ın temelini oluşturuyorsa ve Allahû Tealâ irşad müessesesini, tayin ettiği mürşidleri kanalıyla gerçekleştiriyorsa, peygamberlerden tutun, peygamberler, nebî resûller, kavim resûlleri, velî resûller ve onların altındaki bütün irşad kademeleri hepsi kademe kademe Allahû Tealâ’nın emrini yerine getirirler irşad makamı olarak. Ve irşad, Kur’ân-ı Kerim’in temel farzıdır. Böyle bir dizaynda bir farz hüküm oluşuyor, irşad müessesesi konusunda. Bu açık bir muhteva kazanıyor.
Şimdi bir takım iddia sahiplerinin mürşidleri devreden çıkarmak üzere harekete geçtiklerini görüyoruz. Bu açık bir şekilde Kur’ân’ın farz hükümlerine karşı çıkmaktır. Ve bu televizyonları parselleyen o zavallı bedbahtlar mutlaka cevaplarını bizlerden alacaklardır. Bütün yanlışları düzeltmekle vazifeliyiz.
Öyleyse “Mürşide tâbî olmak şirk midir?” sualinin cevabı; “Mürşide tâbî olmak, Allah’ın bir farz emrini yerine getirmektir.” diye cevaplıyoruz. Öyle midir, değil midir; şimdi beraberce öğreneceğiz.
Evvelâ irşad müessesesi Kur’ân-ı Kerim’in temelini teşkil ediyor mu? Elbette. Allahû Tealâ diyor ki A’râf-146 ve 147’de:
7/A'RÂF-146: Se asrifu an âyâtiyellezîne yetekebberûne fîl ardı bi gayril hakkı ve in yerev kulle âyetin lâ yu’minu bihâ ve in yerev sebîler ruşdi lâ yettehızûhu sebîlen ve in yerev sebilel gayyi yettehızûhu sebîlâ(sebîlen), zâlike bi ennehum kezzebû bi âyâtinâ ve kânû anhâ gâfilîn(gâfilîne).
Yeryüzünde haksız yere kibirlenen kimseleri, âyetlerimizden çevireceğim. Bütün âyetleri görseler, ona inanmazlar. Eğer rüşd yolunu görseler, onu yol edinmezler. Ve gayy yolunu görseler, onu yol edinirler. Bu; onların, âyetlerimizi yalanlamaları ve ondan gâfil olmaları sebebiyledir.
7/A'RÂF-147: Vellezîne kezzebû bi âyâtinâ ve likâil âhirati habitat a’mâluhum, hel yuczevne illâ mâ kânû ya’melûn(ya’melûne).
Ve onlar ki; âyetlerimizi ve ahirete ulaşmayı (hayatta iken ruhun Allah’a ulaşmasını) tekzip ettiler (yalanladılar) ve onların amelleri, heba oldu (boşa gitti). Onlar, yaptıklarından başka bir şeyle mi cezalandırılır?
Allahû Tealâ A’râf-146 ve 147’de bunları söylüyor. Diyor ki: “O kişileri âyetlerimizi idrak etmekten, âyetlerimizden çevireceğiz ki, onlar yeryüzünde haksız yere kibirle dolaşırlar.”
İşte bu sözleri söyleyenlerin hepsi, bu haksız yere kibirle dolaşanlardır. Mürşidi bir şirk sayan bu insanlar, şirkte olanlardır. Eğer Allah’a ulaşmayı dileselerdi şirkten kurtulacaklardı. Ama Allah’a ulaşmak diye bir müesseseyi de kabul etmiyorlar. Biliyorsunuz ki Allah’a ulaşmayı dilemeyenler şirktedir.
“Mürşide tâbî olmak şirk midir?” sualinin cevabında birinci etap, Kur’ân-ı Kerim’deki gizli şirkin ne olduğunu gözler önüne sermek olmalıdır diye düşünüyoruz. Ve bu sualin cevabını hemen koyuyoruz ortaya. Rûm Suresinin 31 ve 32. âyetlerinde Allahû Tealâ şöyle diyor. Rûm-31:
30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve O'na karşı takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.
Diyor ki Allahû Tealâ: “Allah’a yönelin. Allah’a yönel. Allah’a ulaşmayı dile ve namaz kıl ve müşriklerden olma.”
Rûm-32’de de diyor ki:
30/RÛM-32: Minellezîne ferrakû dînehum ve kânû şiyeâ(şiyean), kullu hızbin bimâ ledeyhim ferihûn(ferihûne).
(O müşriklerden olmayın ki) onlar, dînlerinde fırkalara ayrıldılar ve grup grup oldular. Bütün gruplar, kendilerinde olanla ferahlanırlar.
“O müşriklerden olma ki, onlar fırkalara ayrılmışlardır. Her biri kendi elindekiyle ferahlanan hizipler oluşturmuşlardır.”
“Her biri kendi ellerindekiyle ferahlanırlar.”
Demek ki, iki grup insan yaşıyor:
1- Tek bir fırka üzerinde olanlar, Allah’a ulaşmayı dileyenler, Allah’a yönelenler.
2- Allah’a yönelmeyenlerin hepsi diğer bütün fırkaları oluşturuyor.
Kaç tane fırkaya ayrılırsa ayrılsınlar, hepsi Allah’a ulaşmayı dilemeyenler ve takva sahibi olmayanlar.
Unutmayın! Cennete sadece takva sahipleri girer. Yedi takvanın birincisi de Allah’a ulaşmayı dilemektir.
Öyleyse kimdir şirkte olanlar? “Allah’a ulaşmayı dilemeyenler.”
Şu televizyonları parsellemiş olanlara baktığımız zaman, hepsinin aynı yolun yolcusu olduğunu görüyoruz. İnsanları Allah’ın Kur’ân’ından men etmek isteyen bir güruh. “Allah’a insan ruhunun dünya hayatını yaşarken ulaşması mümkün değildir.” diyenler.
Şimdi konumuz şirk ve şirki mürşide tâbî olmakta görenler. Mürşide tâbî olan herkes mürşidi ikinci bir ilâh edindiği için Allah’a şirk koşarmış! Oysaki bunu söyleyenler, bu iddiada bulunanlar şirkin tam merkezindeler. Hiç birisi Allah’a ulaşmayı dilemiyor, Allah’a ruhunu ulaştırmak konusunda hiçbir gayretin sahibi değil ve ellerindeki o üniversitelerde öğrendikleri ilimle ferahlanıyorlar. Ve “Biz bu işi biliriz.” diyorlar, oysaki bir şey bildikleri yok.
Eğer Allahû Tealâ Kur’ân hakikatlerini bize öğretmeseydi, biz de onlardan biri olacaktık sevgili kardeşlerim. Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki biz Allah’tan öğreniyoruz. Ve onların söylediklerine Allah’ın bize öğrettiği Kur’ân âyetleriyle mutlak olarak karşı çıkıyoruz. Bir tek Kur’ân var hamd olsun ki ve bütün sözlerimizi ispat ediyoruz ki; onlar yalan söylüyorlar.
Öyleyse şirk nedir? “Gizli şirk; Allah’a ulaşmayı dilememek.” Bu insanların, bu güruhun hepsi Allah’a ulaşmayı dilemeyenler ordusunu teşkil ediyor. Yalnız kendileri bu kanaatin sahibi olsalar bir problem değil sevgili kardeşlerim. Nihayet cehenneme giderler, tamam. Ama bu insanlar başka insanları etkiliyorlar. Ve neticede 60 milyondan fazla insanın cehenneme gitmesine bunlar sebebiyet veriyor. Bu bizi ciddiyetle düşünmeye sevk eden bir büyük sorumluluk oluşturuyor. Biz onlara ve sizlere Allah’ın hakikatlerini anlatmakla vazifeliyiz. Öyleyse evvela şirki ispat ediyoruz size.
Şirk, gizli şirk; Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin içinde bulunduğu durumdur ki; her biri ayrı bir fırkadadır. Her biri ayrı bir hizip oluşturmuştur ve bu insanlar Kur’ân hükümleriyle hiç ilgilenmezler. Onların, o müfredat programlarının esasını teşkil eden kitapları ne yazıyorsa onlara göre dîn odur. Hayır, dîn o değildir. Dîn, Kur’ân’dır.
Öyleyse en büyük hatası, bütün dînlerde aynı hata evvelce yaşanmış, Hıristiyanlıkta, daha evvel Yahudilikte ve şimdi de İslâm’da aynı hata yaşanıyor. Bu hataya dikkatle bakın sevgili kardeşlerim. Kur’ân’ın unutulması, mukaddes kitapların unutulması. Her şeyin aslı Allah’ın söylediğidir. Eğer insanlar çıkıp da Allah’ın söylediğine ters düşen bir şeyler söylerlerse bu bir bid’attır. Ve hiçbir bid’ata Allahû Tealâ müsaade etmiyor, geçit vermiyor.
Sevgili kardeşlerim, öyleyse;
* “Mürşidler yedek ilâhlardır.” diyenler,
* “İnsanları şirke düşürür.” diyenler,
* “Mürşide tâbî olan şirke düşmüştür.” diyenler, açık bir şirk içindedirler, Allah’a ulaşmayı dilemedikleri için.
Dileselerdi ne olacaktı? İkinci etapta mutlaka mürşide tâbî olacaklardı. İşte bu sohbetimizde sizlere mürşidin farz olduğunu ispatlayacağız ve mürşide tâbî olmanın şirk değil, Allah’ın bir farzı olması itibariyle yalanları ortaya çıkacak onların.
Öyleyse dönelim A’râf Suresinin 146 ve 147. âyetlerine. Ne diyordu Allahû Tealâ? Diyordu ki: “Onları âyetlerimizden çevireceğiz ki, onlar yeryüzünde haksız yere kibirle dolaşmaktadırlar.”
Tam bu güruhu anlatıyor. Yeryüzünde kibirle dolaşıyorlar, burunlarından kıl aldırmıyorlar. Ve de bir sürü laf kalabalığı edip aslında hiçbir şey söylememiş oluyorlar. Neticede söylediklerine baktığınız zaman Allah’ın şirk olarak gördükleri şeyi, bu insanların üzerinde net olarak tespit ediyorsunuz.
Nedir şirk? Allah’a ulaşmayı dilememek ve böylece dilemeyenlerin oluşturduğu fırkalardan herhangi birisine tâbî olmak. Bunların hiçbirisi Allah’a ulaşmayı dilemiyorlar. Hepsi aslında şirkteler.
Peki, Allah’a ulaşmayı dileyenler birinci etapta Allah’a ulaşmayı diliyorlar. İkinci etapta mürşidlerine ulaşıp tâbî oluyorlar. Ve onların şirk dedikleri olayı gerçekleştirenler, Allah’ın sevgilileri. Öyleyse şimdi bu birinci etabın muhtevasına A’râf-146 ve 147’de biraz daha girelim.
Diyor ki Allahû Tealâ: “Onlar (yani bu yeryüzünde kibirle dolaşan insanlar) Allah’ın bütün âyetlerini görseler (yani Allahû Tealâ onların kalp gözlerini açsa da âyetleri birer birer gösterse) gene de inanmazlar.”
Kur’ân-ı Kerim’de gördüklerine de inanmıyorlar. Allahû Tealâ teker teker gösterse o âyetleri, tüm âyetlerini görseler, o zaman da inanmayacaklar.
Ondan sonra diyor ki Allahû Tealâ: “Onlar rüşd yolunu gördükleri zaman, o yolu kendilerine yol edinmezler, gayy yolunu kendilerine yol edinirler.” diyor.
Rüşd yolu ve gayy yolu…
İşte rüşd yolu; irşad kelimesinin kökünden gelen bir kelime. Rüşd kelimesi. Raşid kelimesi, mürşid kelimesi, rüşd kelimesi aynı kökten geliyor.
İrşad eden demek mürşid. Rüşd yolunu gösteren, rüşd yoluna davet eden, rüşd yoluna ulaştıran kişi, mürşid. Ve kurtuluş orada.
Rüşd yolunu kendilerine yol edinmeyenler, bir başka ifadeyle Allah’a ulaşmayı dilemeyenler, onlar o tek fırkayı oluşturamayanlar. Tek fırkanın dışında kalıp, bütün diğer fırkaları oluşturanlar, hepsi rüşd yolunun dışındakilerdir. İşte o tekebbür sahibi, gurur sahibi, çalımlarından geçilmeyen, afur tafurlarından geçilmeyen, bu kendini beğenmiş zavallılar Allahû Tealâ’nın hakikatlerinden habersiz olarak yaşamaya devam ediyorlar. Ve onlara, onların okudukları şeylere inandıkları, Kur’ân’ın dışındaki kitaplara ters düşen bir Kur’ân hakikatini söylediğiniz zaman, adamlar küplere biniyor. Binsinler, binsinler! O küplerle başları dertte.
Sevgili kardeşlerim, rüşd yolu ve gayy yolu insanı Allah’a ve taguta kul eden iki ayrı müessesedir.
Bütün insanlar doğuşlarından itibaren gayy yolundadırlar. Bir başka ifadeyle dalâlettedirler.
Ne zaman bir insan gayy yolundan, dalâletten kurtulur da rüşd yoluna girer? Ne zaman bir insan tagutun kuluyken, Allah’ın kulu olur? Allah’a ulaşmayı dilediği zaman. İşte olaya beraberce bakalım. Daha A’râf-146’yı bitirmedik. Şimdi Zumer-17’ye bakıyoruz beraberce, konunun burasında. Zumer-17’de Allahû Tealâ buyuruyor ki:
39/ZUMER-17: Vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâdi.
Ve onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah’a yöneldiler (Allah’a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!
Sahâbeden bahsediyor, diyor ki: “Onlar, Allah’a yöneldiler, Allah’a ulaşmayı dilediler ve şeytana, insan ve cin şeytanlara, taguta kul iken bundan içtinap ettiler, kaçındılar, kendilerini kurtardılar. Taguta kul olmaktan kendilerini kurtardılar, Allah’a ulaşmayı diledikleri için, Allah’a yöneldikleri için. Ve onlara müjdeler vardır, kullarımı müjdele.”
Dünya müjdesini de cennet müjdesini de kazanmışlar. Ve “kullarım” diyor Allahû Tealâ. Allah’a kul olmuşlar.
Hiç kimse başlangıçta Allah’ın kulu değildir. Herkes doğuşundan itibaren tagutun, insan ve cin şeytanların kulu olur. Hayata böyle başlanır. Yani gayy yolunu tercih etmek diye bir şey yoktur, herkes gayy yolundadır. Doğuşundan itibaren gayy yolundadır zaten. Kim rüşd yolunu seçerse o, hidayete adım atmış olacaktır. Rüşd yolunu seçmekse Allah’a ulaşmayı dilemekle gerçekleşen bir olgu. İşte gerçekleşmiş; gayy yolundan, taguta ait olan, insan ve cin şeytanlara ait olan yoldan kişi kendisini kurtarmış, diğer yola ulaşmış.
Öyleyse taguta, insan ve cin şeytanlara kul olmaktan insanı kurtaran şey; Allah’a yönelmek, Rûm-31’deki gibi Allah’a yönelerek takva sahibi olmak.
Sadece takva sahibi olanlar kurtuluşa erenlerdir. Bir insan takva sahibi değilse -ki Allah’a ulaşmayı dilemeyen takva sahibi olamaz- cennete girmesi hiçbir şekilde mümkün değildir.
Şimdi seçimini görüyoruz bu insanların. Bu insanların seçimini görüyoruz; rüşd yolunu görüyorlar, onlara söyleniyor, meselâ biz söylüyoruz ve kabul etmiyorlar onu. “Rüşd yolunu gördükleri zaman onu kendilerine yol ittihaz etmezler.” diyor Allahû Tealâ. İşte bu adamlar bunlar, yol ittihaz etmeyenler. Çünkü yol ittihaz etseler, bir sonraki durak mürşide tâbî olmak. Mürşide karşı adamlar. Şimdi muhtevanın geri kalanına bakalım.
Allahû Tealâ diyor ki: “Onlar rüşd yolunu gördükleri zaman bu yolu kendilerine yol kabul etmezler. Bunun sebebi, onların Allah’ın âyetlerini yalanlamalarıdır, tekzib etmeleridir.” diyor.
Yeter mi? Hayır, yetmez. Yalnız Allah’ın âyetlerini yalanlamaları değil, “Allah’ın âyetlerinden gâfil olmalarıdır.” diyor aynı zamanda.
İşte profesörüz diye geçinen insanlar görüyorsunuz. Televizyonları parsellemişler ve çalımlarından, afur tafurlarından yanlarına varılmıyor adamların. Ama dîni bilmiyorlar. Sadece bildiklerini zannettiren maskeler edinmişler, profesörlük payesi gibi.
Sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ’nın Kur’ân-ı Kerim’inde söylediğine dikkat edin: İrşad yolunu kendisine yol olarak seçmeyen kişi, Allah’ın âyetlerinden gâfildir. Bu dünyada profesörlük titrini elde etmek, onlara bir şey sağlamaz Allah’ın katında. Onlar Allah’ın âyetlerinden gâfil olanlardır. İrşad yolunu seçmedikleri için, mürşidi şirk olarak gördükleri için onlar Allah’ın âyetlerinden gâfil olanlardır.
Allahû Tealâ ondan sonra diyor ki: “Kim Allah’ın âyetlerini tekzip ederse (yalanlarsa) ve Allah’a mülâki olmayı yalanlarsa onların amelleri boşa gider; heba olur.” diyor.
Öyleyse Allah’ın âyetlerini yalanlayanlar, neyi yalanlamış oluyorlar? İrşad yolunu yalanlamış oluyorlar. Bu insanlar da burada yazılı olan insanlar da irşad yolunu yalanlamış olanlar, rüşd yolunu yalanlamış olanlar.
Şimdi bu müessesenin geçtiği bir başka gruba bakacağız. Bakara Suresinin 256 ve 257. âyetleri. Allahû Tealâ buyuruyor:
2/BAKARA-256: Lâ ikrâhe fîd dîni kad tebeyyener ruşdu minel gayy(gayyi), fe men yekfur bit tâgûti ve yu’min billâhi fe kadistemseke bil urvetil vuskâ, lânfisâme lehâ, vallâhu semîun alîm(alîmun).
Dînde zorlama yoktur. irşad yolu (hidayet yolu, Allah’a ulaştıran yol), gayy yolundan (dalâlet yolundan, şeytana, cehenneme ulaştıran yoldan) açıkça (ayrılıp) ortaya çıkmıştır. Artık kim tagutu (şeytanı ve şeytana ulaştıran yolu) inkâr edip de Allah’a îmân ederse (mü’min olur, Allah’a ulaştıran yolu tercih ederse), böylece o, (Allah’tan) kopması mümkün olmayan urvetul vuskaya (sağlam bir kulba, mürşidin eline) tutunmuştur. Allah Sem’î’dir, Alîm’dir.
2/BAKARA-257: Allâhu velîyyullezîne âmenû, yuhricuhum minez zulumâti ilân nûr(nûri), vellezîne keferû evliyâuhumut tâgûtu yuhricûnehum minen nûri ilâz zulumât(zulumâti), ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).
Allah, âmenû olanların (Allah’a ulaşmayı dileyenlerin) dostudur, onları (onların nefslerinin kalplerini) zulmetten nura çıkarır. Ve kâfirlerin dostları taguttur (onlar, şeytanı dost edinirler, şeytan kimseye dost olmaz), onları (onların nefslerinin kalplerini) nurdan zulmete çıkarırlar. İşte onlar, ateş ehlidir. Onlar, orada ebedî kalacak olanlardır.
“lâ ikrâhe fîd dîni: Dînde zorlama yoktur.
kad tebeyyener ruşdu minel gayy: Rüşd yoluyla gayy yolu birbirinden ayrılmıştır, tebeyyün etmiştir, beyan edilmiştir, aralarındaki fark Allahû Tealâ tarafından açıklanmıştır.
fe men yekfur bit tâgûti ve yu’min billâhi: Kim tagutu insan ve cin şeytanları devre dışı bırakır da âmenû olursa (yani Allah’a ulaşmayı dilerse).”
Buradaki ifade son derece açık. Yani iki tane alternatifiniz var sadece: Ya Allah’a ulaşmayı dileyeceksiniz ya da dilemeyeceksiniz.
Sevgili kardeşlerim, bilin ki; eğer Allah’a ulaşmayı dilemezseniz kurtuluşunuz mümkün değil. Ne bu dünyada mutluluğa ulaşabilirsiniz ne de cennete ulaşabilirsiniz. Allah’a ulaşmayı dilemediğiniz sürece demin söylediğimiz Zumer Suresinin 17. âyet-i kerimesi gereğince taguta kul olmak durumundasınız, tagutun kulusunuz. Ne zaman farklı bir dizaynı gerçekleştirirseniz, o zaman o farklı dizaynın muhtevası Allah’a ulaşmayı dilemektir.
İşte burada da Allahû Tealâ; “Kim tagutu inkâr ederse ve Allah’a âmenû olursa Allah’a ulaşmayı dilerse.” diyor.
Allah’a ulaşmayı dileyen bütün insanlar tagutu inkâr etmişlerdir yani devre dışı bırakmışlardır. Artık tagut onlara emir veremez. Tagutun kulu olmaktan Allah’a ulaşmayı diledikleri, Allah’a yöneldikleri anda Zumer-17’ye göre kendilerini kurtarmışlardır. Ve aynı gün şirkten kurtulmuşlardır.
Öyleyse sevgili kardeşlerim, görünüyor ki sadece Allah’a ulaşmayı dilemek;
* Bir insanı şirkten mutlak olarak kurtarır.
* Takva sahibi kılar.
* Küfürden kurtarır.
* Tagutun kulu olmaktan kurtarır.
* Allah’ın âyetlerinden gâfil olmaktan kurtarır.
* Cehennemden kurtarır.
* Dalâletten kurtarır.
* Hüsrandan kurtarır.
* Tagutun dostu olmaktan kurtarır.
* Allah’ın kulu kılar.
* Allah’ın dostu kılar.
Öyleyse kim tagutu inkâr ederse yani taguta kul olmaktan kurtulursa ve Allah’a kul olursa, o kişi ne yapmıştır? Allah’a ulaşmayı dilemiştir.
O zaman Allahû Tealâ diyor ki:
“fe kadistemseke bil urvetil vuskâ, lenfisâme lehâ: O, Allah’tan kopması mümkün olmayan bir kulba sımsıkı yapışmış olur.”
Burada Allahû Tealâ çok enteresan bir şey ifade ediyor, sevgili kardeşlerim. “Allah’tan kopması mümkün olmayan bir kulba sımsıkı yapışmış olur.” Bunun arka mânâsına baktığımız zaman, çevre mânâsına baktığımız zaman şunu görüyoruz: Bu kişi Allahû Tealâ tarafından korunma altına alınıyor, muhafaza altına alınıyor. Kişinin cüz’i iradesi, Allah’ın İlâhi İradesi’nin koruması altına giriyor. Ve tagutun, insan ve cin şeytanların, bunun dışında kalan insan ve cin şeytanların o kişiye hükmetmesi, Allahû Tealâ tarafından önleniyor. O kişi Allahû Tealâ tarafından bir muhafaza altına alınmıştır. İşte bu, Allah’tan kopması mümkün olmayan bir kulptur. Allah’ın vücuda getirdiği, size uzattığı, sizin de Allah’a ulaşmayı dilemekle tuttuğunuz bir kulp. Muhafaza altına alındınız. Ta ruhunuzu Allah’a ulaştıracağınız 21. basamağa ve Allah’a teslim edeceğiniz 22. basamağa kadar, bu Allah’tan kopması mümkün olmayan bu kulp, bu muhafaza sizi muhafazası altında bulundurur.
Öyleyse devam ediyoruz Bakara-256 ve 257’ye. Bakara-257’de Allahû Tealâ diyor ki:
“allâhu velîyyullezîne âmenû: Allah âmenû olanların, Allah’a ulaşmayı dileyen mü’minlerin dostudur.
vellezîne keferû: Ve o kâfirlere gelince.
evliyâuhumut tâgûtu yuhricûnehum minen nûri ilâz zulumât(zulumâti): Kâfirlere gelince onlar da tagutun dostlarıdır. Onlar da tagut tarafından nurdan zulmete götürülürler.”
“Allah âmenû olanların dostudur, Allah’a ulaşmayı dileyenlerin dostudur. Ve onların nefslerinin kalbini zulmetten, %100 karanlıklardan, %100 afetlerle dolu olan nefslerinden kurtarır, zulmetten nura çıkarır. Onlar ki kâfirlerdir, onlar da tagut tarafından nurdan zulmete ulaştırılır.”
İnsanların başlangıçta zaten nefslerinin kalbi kapkaranlık bir haldedirler. Böyle bir şey için tagutun özel bir gayret sarf etmesi gerekmiyor. Zaten herkes kulvara girerken nefslerinin kalbi %100 afetlerle girer. Ruhlarının kalbi de %100 hasletlerle girer. Denge sağlanmıştır. Nefsin kalbi %100 afetlerle dolu, ruhun kalbi %100 hasletlerle dolu.
Sevgili kardeşlerim, böyle bir noktada insanlar ikiye ayrılırlar:
Allah’a ulaşmayı dileyenler ve dilemeyenler.
Dileyenler Allah’ın dostu oluyorlar. Dilemeyenler tagutun dostu.
Başlangıçta Bakara Suresinin 256. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ ne diyordu? “İrşad yolu ile (rüşd yolu ile) gayy yolu tebeyyün etmiştir.”
“kad tebeyyener ruşdu minel gayy: Rüşd yolu ile gayy yolu tebeyyün etmiştir, beyan edilmiştir, açıklanmıştır, sabitlenmiştir, kesin bir şekilde tespit edilmiştir, insanların ıttılaına Allahû Tealâ tarafından sunulmuştur.”
Öyleyse böyle bir noktada Allahû Tealâ’nın beyan ettiği dizayna baktığımız zaman neyi görüyoruz sevgili kardeşlerim?
* Rüşd yolu kişiyi Allah’a dost ediyor ve kişinin kalbi Allah’ın nurlarıyla doluyor.
* Gayy yolu zaten kişinin içinde bulunduğu durum. Taguta dost olmuş kişi ve küfürde.
Rüşd yolunu seçen, Allah’ın dostu oluyor; âmenû olanlar. Özellikleri; tagutu inkâr etmek, tagutu devre dışı bırakmak. Neyle mümkün? Allah’a ulaşmayı dilemekle mümkün. İşte kim Allah’a ulaşmayı dilerse onlar bu hedefe ulaşacak olanlar.
Peki, mürşid farz mıdır? Elbette farzdır. Allahû Tealâ bu konuda açık bir şekilde farz hükmünü koymuş ortaya. Diyor ki:
5/MÂİDE-35: Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete ve câhidû fî sebîlihi leallekum tuflihûn(tuflihûne).
Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı, teslim olmayı dileyenler); Allah’a karşı takva sahibi olun ve O’na ulaştıracak vesileyi isteyin. Ve O’nun yolunda cihad edin. Umulur ki böylece siz felâha erersiniz.
“yâ eyyuhellezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete: Ey âmenû olanlar! (Allah’a ulaşmayı dileyenler!) Takva sahibi olun. (Yani ikinci adımı da atın. Neymiş o ikinci adım?) Allah’a ulaşmaya kim vesile olacaksa, o vesileyi Allah’tan isteyin.” diyor Allahû Tealâ.
Allah’a ulaşmanıza, ruhunuzu Allah’a ulaştırmanıza kim vesile olacaksa yani Kur’ân tabiriyle kim mürşidiniz olacaksa onu Allah’tan isteyin. Yani diyor ki Allahû Tealâ: “Siz zaten rüşd yoluyla gayy yolundan bir tanesini seçtiniz; rüşd yolunu seçtiniz.”
Sadece iki yoldan bahsediyor Allahû Tealâ. Hep böyle söylemiş; rüşd yolu, gayy yolu. Rüşd yolu, gayy yolu.
Rüşd yolunu seçtiğiniz zaman zaten gayy yolundan kendinizi kurtardınız. Allah’a ulaşmayı dilediğiniz anda rüşd yolunu seçtiniz ve takva sahibi oldunuz. Şimdi diyor Allahû Tealâ: “Yeniden takva sahibi olun.” İkinci takvaya nasıl sahip olacaksınız? Allah’a ulaşmaya vesile olan kişiyi Allah’tan isteyerek.
Öyleyse bu bir emir. Allahû Tealâ açıkça: “Allah’a ulaşmaya vesile olacak kişiyi Allah’tan isteyin.” diye emrediyor. Kur’ân-ı Kerim bunu hepinizin üzerine farz kılıyor. Mürşide ulaşmayı üzerinize farz kılıyor. Kur’ân-ı Kerim’i bilmeyen cahillerin itirazları, Allah’ın âyetleri karşısında daima sıfırlanacaktır.
Allahû Tealâ bu seçimi yani Allah’a ulaştıracak kişinin seçimini herkes için Allah Kendi üzerine almıştır. Herkesin mürşidini Allah göstermekle Kendisini vazifeli sayar. Bunun için “İsteyin” diyor “Allahû Tealâ’dan. “Sizi Allah’a ulaştırmaya vesile olacak kişiyi ibtiga edin, Allah’tan isteyin, sorun Allah’a, öğrenin, Allah’tan isteyin.” diyor. Bu bir farz!
Mürşidinizi, Allah’a ulaştırmaya vesile olacak kişiyi Allah’tan sormanız üzerinize farz! Nasıl soracaksınız? Hacet namazıyla soracaksınız.
Nasıl soracağınız, Bakara Suresinin 45 ve 46. âyetlerinde ifade buyuruluyor. Allahû Tealâ diyor ki:
2/BAKARA-45: Vesteînû bis sabri ves salât(salâti), ve innehâ le kebîratun illâ alâl hâşiîn(hâşiîne).
(Allah’tan) sabırla ve namazla istiane (özel yardım) isteyin. Ve muhakkak ki o (hacet namazı ile Allah’a ulaştıracak mürşidini sormak), huşû sahibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir.
2/BAKARA-46: Ellezîne yezunnûne ennehum mulâkû rabbihim ve ennehum ileyhi râciûn(râciûne).
Onlar (o huşû sahipleri) ki, Rab’lerine (dünya hayatında) muhakkak mülâki olacaklarına ve (sonunda ölümle) O’na döneceklerine yakîn derecesinde inanırlar.
Diyor ki Allahû Tealâ: “Allah’tan sabırla ve hacet namazıyla istianeyi isteyin.”
“Sabırla ve namazla…” Bu namaz hacet namazı. Demek ki kişi Allah’a ulaşmayı diledikten sonra yapması lâzımgelen şey Allah’tan mürşidini sormak. Hacet namazıyla soracak.
“Ama” diyor Allahû Tealâ, “bu zor bir iştir.”
İki nev’i insandan birine zor gelir ama ikincisine zor gelmez. Kimlere zor gelir? Huşû sahibi olmayanlar için zor bir iştir, büyük bir iştir. Ne kadar sorsalar, Allahû Tealâ onlara mürşidlerini göstermez. Ama huşû sahibi olanlar için durum ayrılıyor. Huşû sahibi olanlar kimlerdir? Onları söylüyor Allahû Tealâ:
“ellezîne yezunnûne ennehum mulâkû rabbihim ve ennehum ileyhi râciûn(râciûne): Onlar kesin olarak inanırlar ki muhakkak surette inanırlar ki Allah’a mülâki olacaklardır yani ruhlarını ölmeden evvel Allah’a ulaştıracaklardır.”
Buna kesin bir inancın sahipleri, huşû sahipleri olarak ifade buyuruluyor. Sonra da ölümden sonra tekrar Allah’a ruhlarının geri döneceğine dair bir inanç söz konusu. O, ölümden sonraki dönüş.
Öyleyse huşû sahibi kimdir? Allah’a ulaşmayı dileyen kişidir. Sadece Allah’a ulaşmayı dileyenler huşû sahibi olabilirler. Onlar da Allah’a mülâki olacaklarına kesin olarak inananlardır, ruhlarını ölmeden evvel Allah’a ulaştıracaklarına.
Öyleyse Allahû Tealâ’nın emriyle istianeyi Allah’tan isteyeceğiz. Bu istiane sadece Allah’tan istenebilir. Fâtiha Suresinde Allahû Tealâ hepimize onu söylüyor:
1/FÂTİHA-5: İyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn(nestaînu).
(Allah'ım!) Yalnız Sana kul oluruz ve yalnız Senden İSTİANE (mürşidimizi) isteriz.
“iyyâke nestaîn” diyoruz Allah’a: “Yalnız Senden istianeyi isteriz.”
İstianeyi sadece Allah’tan isteyebiliyoruz yani mürşidimizin kim olduğunu. Sonra bu istediğimiz istianeyle Allahû Tealâ bizi Kendisine ulaştıracak. Bu istiane, Allah’tan mürşidimizi sormak. Allah’tan başka kimseden soramıyoruz. Çünkü Allahû Tealâ buyuruyor ki:
16/NAHL-9: Ve alâllâhi kasdus sebîli ve minhâ câirun, ve lev şâe le hedâkum ecmaîn(ecmaîne).
Ve sebîllerin (dergâhlardan Sıratı Mustakîm'e ulaşan bütün yolların yani mürşidlerin) tayini, Allah'ın üzerinedir. Ve ondan sapanlar vardır. Ve eğer O dileseydi, sizin hepinizi hidayete erdirirdi.
“alallâhi kasdus sebîli: Sebîllerin tayini ve tespiti sadece Allah’ın üzerinedir.”
Her mürşidin kendisine tâbî olma özelliğinde bulunulan mürşid, mürşid yardımcısı, birçok çeşit mürşidden herhangi birisi o kişinin ulaşılabileceği bir yerde mutlaka vardır. Ve Allahû Tealâ ona ulaşmasını istiyor, o kişiye ulaşmasını istiyor. İşte bu noktada her mürşidin bulunduğu dergâh, bir sebîlin başlangıcıdır. O dergâhta tâbî olan kişi o sebîle girmiştir. Bu sebîl, o dergâhtan devrin imamının dergâhına kadar ulaşan bir yolun başlangıç noktasıdır. Bu yol fizik standartlarda bir yol değildir. Manevî bir yoldur. Yeryüzünün sathına paralel bir manevî yoldur. O kişinin ruhu ana dergâha ulaşacak noktaya geldiğinde o dergâhtan ayrılır ve ana dergâha yani devrin imamının dergâhına ulaşır.
Öyleyse Allahû Tealâ’nın Kur’ân-ı Kerim’de buyurduğu gibi sadece Allah’tan istiane isteyebiliyoruz. İstianenin yani mürşidimizin kim olduğunun sorulabileceği tek makam Allah’ın Zat’ıdır. Bunun da yolu hacet namazını kılarak Allah’a sormaktır.
Hacet namazı dört rekâtlık bir namaz. Mutlaka boy abdesti alınır:
1. rekâtta: Fâtiha’dan sonra üç tane Âyetel Kursî okunur.
2. rekâtta: Fâtiha’dan sonra İhlâs, Felâk, Nâs okunur.
Normal bir teşehhüd miktarı durulur. Salliler okunur, bariklere geçilmez. Sonra;
3. rekâtta: Fâtiha, İhlâs, Felâk, Nâs okunur.
4. rekâtta: Gene Fâtiha, İhlâs, Felâk, Nâs okunur.
Kalkıldıktan sonra hiç konuşulmaz, konuşma tahakkuk etmez.
Öyleyse buradaki muhtevaya dikkatle bakın. Kişi hiç kimseyle konuşmayacak, yatarken sadece Allah’a üç tane Âyetel Kursî okuduktan sonra Allah’tan talepte bulunacak. Kıbleyi sağına alarak yatağını ona göre tanzim edecek o gece, kıbleyi sağına alarak yatacak ve sağa dönük olarak yatacak. Kulağı yastığın üzerinde, kulağında basınç sebebiyle kalbinin atışlarını hissedeceği bir noktaya gelecek ve orada kalacak. Ondan sonra kalbinin atışlarına paralel olarak dilini de kımıldatmadan içindeki sesle Allah kelimesini tekrar etmek suretiyle yatacak ve Allah’tan isteyecek mürşidini: “Yarabbi! Kime ulaşmam gerekiyorsa mürşidimi Senden soruyorum.” sualiyle Allah’tan mürşid talep edecek. Ulaşabileceği yerde bir mürşidi Allahû Tealâ mutlaka ona gösterecek. Eğer kişi Allah’a ulaşmayı dilemişse Allah’ın göstermemesi söz konusu değildir. Mutlaka gösterir.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah ile olan ilişkilerinizde Allah’ın bir muhteva tayin ettiğini görüyorsunuz. Bu muhtevada Allahû Tealâ’nın dizaynı, irşad makamına mutlaka ulaşmanızı gerektiren bir hüviyet taşır.
Öyleyse Allahû Tealâ irşad makamını Allah’tan istemeyi farz kılmış mı? Kılmış.
Mürşidin tayini Allah’a ait mi? Allahû Tealâ diyor ki:
“alallâhi kasdus sebîli: Sebîllerin tayini, tespiti Allah’ın aittir.” diyor.
Öyleyse sadece Allah hangi sebîle ulaşacağınızı tayin eder. Ve mürşide ulaştığınız zaman, tâbiiyetiniz anına kadar Allah’tan 12 tane ihsan alırsınız zaten. Tâbî olduğunuz anda Allah’ın ni’metleri başlar. Bu ni’metlere dikkatle bakın sevgili kardeşlerim:
1. ni’met, devrin imamının ruhunun başınızın üzerine gelmesidir. Ne oldu? Mürşide tâbî oldunuz ve ni’meti aldınız Allahû Tealâ’dan. Başınızın üzerinde artık bir ni’met var. İşte Fâtiha Suresindeki ifade o:
1/FÂTİHA-5: İyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn(nestaînu).
(Allah'ım!) Yalnız Sana kul oluruz ve yalnız Senden İSTİANE (mürşidimizi) isteriz.
“iyyâke nestaîn” diyoruz: “Yalnız Senden istiane isteriz.”
1/FÂTİHA-6: İhdinâs sırâtel mustakîm(mustakîme).
(Bu istiane'n ile) bizi, SIRATI MUSTAKÎM'e hidayet et (ulaştır).
“İhdinas sırâtel mustakîm(mustakîme).” diyoruz. “Bizi, Sıratı Mustakîm’e ulaştır.”
Niçin?
1/FÂTİHA-7: Sırâtallezîne en’amte aleyhim gayril magdûbi aleyhim ve lâd dâllîn(dâllîne).
O yol (SIRATI MUSTAKÎM) ki; üzerlerine nimet verdiklerinin yoludur. Üzerlerine gadap duyulmuşların ve dalâlette kalmışların (Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin) yolu değil.
“Sırâtallezîne en’amte aleyhim: O yol ki, o Sıratı Mustakîm ki üzerlerinde, başlarının üzerlerinde ni’met olanların yoludur.”
Nedir bu ni’met? Devrin imamının ruhudur. Kimin başının üzerinde devrin imamının ruhu varsa o, Allah’ın ni’metidir. Ve o ni’mete dayalıdır herşey. Çünkü o ruh o kişinin, Allah’a ulaşmayı dileyen kişinin başının üzerine ulaşır. Ve onun ruhuna der ki: “Senin yevm’et telâkın geldi.” Mu’min Suresinin 15. âyet-i kerimesine göre bu görevi yapar:
40/MU'MİN-15: Rafîud deracâti zul arş(arşi), yulkır rûha min emrihî alâ men yeşâu min ıbâdihî li yunzira yevmet telâk(telâkı).
Dereceleri yükselten ve arşın sahibi olan Allah, kullarından (Kendisine ulaştırmayı) dilediği kişinin (Allah’a ulaşmayı dilediği için Allah’ın da Kendisine ulaştırmak istediği kişinin) üzerine (başının üzerine) Allah’a ulaşma gününün geldiğini (o kişinin ruhuna) ihtar etmek için, emrinden (Allah’ın emrini tebliğ edecek) bir ruh (devrin imamının ruhunu) ulaştırır.
Ve o kişinin ruhu vücudundan ayrılır, devrin imamının ruhu kişinin başının üzerinde yer alır. O günden itibaren o kişiye zülmanî ilimler tesir etmez. O kişiye ne cin saldırabilir ne de büyü tesir edebilir. İkisi de o günden itibaren mümkün değildir.
Öyleyse görülüyor ki mürşide tâbî olmak Allah’ın bir farz emridir.
Allahû Tealâ diyor ki Secde Suresinin 24. âyet-i kerimesinde:
32/SECDE-24: Ve cealnâ minhum eimmeten yehdûne bi emrinâ lemmâ saberû ve kânû bi âyâtinâ yûkınûn(yûkınûne).
Ve onlardan, emrimizle hidayete erdiren imamlar kıldık, sabır sahibi oldukları ve âyetlerimize (Hakk’ul yakîn seviyesinde) yakîn hasıl etmiş oldukları için.
“Onlardan imamlar kıldık, emrimizle hidayete erdirsinler diye. Daha sonrasında da: “Âyetlerimize yakîn hasıl ettikleri için ve sabrın sahibi oldukları için.” diyor Allahû Tealâ.
İnsanla Allah arasına Allah vasıta koyuyor mürşidleri. Allah koyuyor. Ve Kur’ân-ı Kerim’in ne olduğunu bilmeyen zavallı bedbahtlar;
* Mürşid farz değildir diyorlar.
* Mürşid yoktur diyorlar.
* Mürşid şirktir diyorlar.
Her nev’i hezeyanı söylüyorlar. Ama Allah’ın dizaynı, açık ve kesin bir dizayn olarak çıkıyor karşımıza.
Allah’a ulaşmayı dileyen kişi, ikinci etapta mutlaka mürşidine ulaşır.
Sonra o kişinin ruhu vücudundan ayrılacak, Allah’a ulaşacaktır, Allah’a teslim olacaktır; 22. basamak.
25. basamakta kişi fizik vücudunu Allah’a teslim edecektir.
27. basamakta nefsini teslim edecektir.
28. basamağın -ki bu İslâm’ın son basamağıdır- 5. kademesinde iradesini de Allah’a teslim edecek ve irşad makamının sahibi olacaktır.
Bundan 14 asır evvel bütün sahâbe mürşid olmuşlardı. Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesi bu büyük hakikati anlatıyor hepimize. Hani şu şirk sebebi olarak görülen mürşidleri, sahâbe oluşturmuştu. Bütün sahâbe mürşiddiler. İşte ensar olsun muhacirîn olsun, bütün sahâbenin mürşid olduğunu söylüyor Allahû Tealâ. Öyleyse mürşidler yedek ilâhlarsa, bütün sahâbe yedek ilâh olmuşlar.
Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesi şöyle, diyor ki Allahû Tealâ:
9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ihsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehâl enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).
O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah'a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden (Mekke'den Medine'ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.
“O sabikûn-el evvelîn var ya; onların bir kısmı ensardandı (Medine’deki yardımcılardan), bir kısmı muhacirîndendi (Mekke’den Medine’ye göçenlerden), bir de ensara ve muhacirîne ihsanla tâbî olanlardandı.” diyor.
İster ensar olsun ister muhacirin, hepsine tâbî olunmuş. Hepsi irşad makamının sahibi. Yani bizim aklı evvellerin söylediği gibi hepsi yedek ilâh olmuşlar meğerse bizim bütün sahâbe. Gördünüz mü sevgili kardeşlerim?
İnsanlar bu Allahû Tealâ’nın âyetlerini nasıl hafife alıyorlar, nasıl yalanlıyorlar ve o öğrendikleri, insanların yazdığı kitaplardan ne hezeyanlar çıkartıyorlar ortaya.
Öyleyse mürşid, Allahû Tealâ emridir. Farzdır. Bütün resûller mürşiddir. Ve huzur namazının imamından başlayarak kademe kademe mürşidler söz konusudur. Her devirdeki en büyük mürşid, huzur namazının imamıdır.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, görüyorsunuz ki mürşid bir şirk değildir, bir yedek ilâh değildir, tam aksine Allah’ın farz kıldığı bir muhteşem müessesedir. Ve unutmayın ki bütün sahâbe mürşidlerdi.
Allahû Tealâ’nın hepinizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi inşaallah burada tamamlamak istiyoruz.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah hepinizden razı olsun.
İmam İskender Ali M İ H R