}
Fâtır Suresi 19-31 (Âyetlerin Sırları) 20.05.2004
Mp4 Mp3 Link

Sohbet Kodu: 107981

SOHBETİN KODU: 107981

SOHBETİN ADI: FÂTIR SURESİ 19-31 (Âyetlerin Sırları)

TARİH: 20.05.2004


Eûzubillâhimineşşeytânirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.


Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bir defa daha Allah’ın bir zikir sohbetinde, bir Kur’ân Tefsiri sahasında birlikteyiz.


Fâtır Suresinin 19. âyet-i kerimesi ile inşaallah başlıyoruz.


Eûzubillâhimineşşeytânirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.


35/FÂTIR-19: Ve mâ yestevîl a’mâ vel basîr(basîru).

Ve âmâ (kör) olanla basiret sahibi olan (gören) müsavi (eşit) olmaz.



Kelimeler:


ve mâ: Ve değil, olmaz.

yestevî : müsavi, eşit.

el a’mâ: Âmâ, kör, görmeyen.

ve el basîru: Ve gören, basiret sahibi olan.


“Âmâ (kör) olan ve basiret sahibi olan (gören), müsavi (eşit) olmaz.”


“Gözleri kör olanla basiret sahibi olan (gören) müsavi olmaz.”


Görme hassamızın adı; basar. Görmek de bu dizayn içerisinde “basiret” adını alıyor.


Burada Allahû Tealâ: “Kör olanla (görmeyenle, âmâ olanla) basiret sahibi olan (gören) müsavi olmaz (eşit olmaz).” diyor.


Aslında bildiğiniz gibi bütün insanların gözleri kördür Allah’a göre, Allah’a ulaşmayı o kişi dilemedikçe. Burada da Allahû Tealâ, Allah’a ulaşmayı dileyenle dilemeyen arasındaki farkı belirtmek üzere bunu söylüyor. İnsanlar Allah’a ulaşmayı dilemedikçe kördürler, sağırdırlar ve dilsizdirler. Burada kör olandan bahsediyor.


Ve Allahû Tealâ, Fâtır Suresinin 20. âyet-i kerimesinde şöyle söylüyor:


35/FÂTIR-20: Ve lez zulumâtu ve len nûr(nûru).

Ve zulmet (karanlık) ve nur (aydınlık) da (eşit olmaz).


ve lâ: Ve değil, olmaz.

ez zulumâtu: Karanlıklar.

ve lâ: Ve değil, olmaz.

en nûru: Ve nur, aydınlıklar.


“Ve zulmet (karanlık) ve nur (aydınlık) da (eşit olmaz)” diyor.


Görmeyen bir insan için her taraf devamlı karanlıktır.

“Zulmetle (karanlıkla) nur (aydınlık) da (eşit olmaz).”

“Eşit olmaz” kelimesi, âyet-i kerimenin içinde mevcut değil. Ama bir evvelkine dayalı olarak öyle ifade etmek gerekiyor, parantez içinde ilâveyle.


Ve devam ediyor Allahû Tealâ’nın mukayeseleri.


35/FÂTIR-21: Ve lez zıllu ve lel harûr(harûru).

Ve gölge ve sıcaklık da (eşit olmaz).


ve lâ: Ve değil, olmaz.

ez zıllu: Gölge.

ve lâ: Ve değil, olmaz.

el harûru: Sıcaklıklar.


“Ve gölge ve sıcaklık da (eşit olmaz).”        

Allahû Tealâ, bu 3 âyet-i kerimede bir şeyleri ifade ediyor:


“Karanlıkla aydınlık, gölgeyle sıcak ve görenle kör eşit olmaz.” diyor Allahû Tealâ.


Ve eşit olmayanlar devam ediyor, 22. âyet-i kerimesi Fâtır Suresinin:


Bismillâhirrahmânirrahîm.

35/FÂTIR-22: Ve mâ yestevîl ahyâu ve lâl emvât(emvâtu), innallâhe yusmiu men yeşâu, ve mâ ente bi musmiin men fîl kubûr(kubûri).

Ve hayy (diri) olanlar ve ölüler eşit olmaz. Muhakkak ki Allah, dilediğine işittirir. Ve sen, kabirlerde (mezarlarda) olanlara işittirici değilsin.


ve mâ yestevî: Ve musavi (eşit) değil.

el ahyâu: Hayy, diri, canlı.


“ve lâ el emvâtu.”

ve lâ
: Ve değil, olmaz.
el emvâtu: Ölüler.


inne allâhe
: Muhakkak ki Allah.

yusmiu: İşittirir.

men: Kim, kimse, kişi.

yeşâu: Diler.

ve mâ: Ve değil, olmaz.

ente: Sen.

bi: İle.

musmiin: İşittiren, işittirici.

men: Kim, kimse, kişi.

fî el kubûri: Kabirlerde.


Ve şöyle bir sonuç çıkıyor:


“Ve hayy (diri) olanlar ve ölüler eşit olmaz. Muhakkak ki Allah, dilediğine işittirir. Ve sen, kabirlerde (mezarlarda) olanlara işittirici değilsin.” diyor Allahû Tealâ.


Ve Allahû Tealâ bu âyet-i kerimede: “Ve hayy (diri) olanlar ve ölüler eşit olmaz.” diyor.


Şimdi diri olmakla ölü olmak arasındaki farklılığı ifade ediyor:


“Muhakkak ki Allah, dilediğine işittirir. Ve sen, kabirlerde (mezarlarda) olanlara işittirici değilsin.”

Öyleyse hem ölü olmak ve diri olmak Allah’a göre farklı bir mânâ ifade ediyor hem de işitmek ve görmek Allah’a göre farklı bir mânâ ifade ediyor. Yani bu dünyaya gelen, gözleri gören, kulakları duyan ve söylenenleri; insanların söylediklerini idrak edebilen, anlayabilen kişi, bizim ölçülerimizde o bir canlıdır, hayattadır. Ama Allahû Tealâ manevî açıdan olaya bakıyor. Eğer o insanlar Allah’a ulaşmayı dilememişlerse:


“Onlar,” diyor, “Kördürler.”

“Onlar,” diyor, “Sağırdırlar.

“Onlar,” diyor, “Dilsizdirler.”


Ve hükmünü koyuyor:


“Ve onlar ölüdürler.” diyor. “O mezardaki ölüler nasıl görmezlerse, işitmezlerse, duymazlarsa ve idrak edemezlerse insanlar da” diyor, “Sizin söylediklerinizi işiten, sizi gören, işittiklerini de idrak eden, mânâsına varan o insanlar size göre diridir, ama Bana göre ölüdür.” diyor Allahû Tealâ. “Onlar kördürler, sağırdırlar, dilsizdirler ve ölüdürler.” diyor.


Kim bu insanlar? Allah’ a ulaşmayı dilemeyen insanlar. Onları Allahû Tealâ hayata getiriyor. Ne zaman? Allah’a ulaşmayı diledikleri zaman, Allah onları hayata getiriyor. Onları hayatın sahibi kılıyor Allahû Tealâ.


Öyleyse bütün insanlar başlangıçta Allah’a göre ölüdürler. Bize göre bu dünya hayatında diridirler. Gözleri görür, kulakları işitir ve mânâya da varırlar. Onlar bize göre diridirler ama Allah’a göre ölüdürler. Allah’ın istediği hayat tarzında, Allah’ın istediği şekilde gören, işiten ve bilen bir insan olmak lâzım. Bu da bir tek şarta dayalı: Allah’a ulaşmayı dilemek.


Kim Allah’a ulaşmayı dilerse o kişi, o noktada Allah’ın bir hükmüne muhatap olur.


*O kişinin gözlerindeki hicab-ı mestureyi alır Allahû Tealâ.

*Kulaklarındaki vakrayı alır.

*Kalbindeki ekinneti alır.

*O kişinin görme hassasının üzerindeki gışaveti alır.

*İşitme hassasının üzerindeki mührü açar.

*Kalbindeki mührü de açar.


Enfâl Suresi, 29. âyet-i kerime:


8/ENFÂL-29: Yâ eyyuhâllezîne âmenû in tettekullâhe yec’al lekum furkânen ve yukeffir ankum seyyiâtikum ve yagfir lekum, vallâhu zul fadlil azîm(azîmi).

Ey âmenû olanlar! Allah’a karşı takva sahibi olursanız sizi furkan (hak ve bâtılı ayırma özelliği) sahibi kılar! Ve sizden (sizin) günahlarınızı örter ve size mağfiret eder (günahlarınızı sevaba çevirir). Ve Allah, büyük fazl sahibidir.



*Ve o kişinin kalbine ihbat koyar; idraki sağlayan bir müessese koyar.


Ne yapmıştır Allahû Tealâ?


*O kişinin görmeyen gözlerini görür hale getirmiştir.

*İşitmeyen kulaklarını işitir hale getirmiştir.

*İdrak etmeyen kalbini idrak eder hale getirmiştir.

*O kişinin görme hassasını görür hale getirmiştir.

*O kişinin işitme hassasını işitir hale getirmiştir.

*O kişinin idrak hassasını idrak eder hale getirmiştir Allahû Tealâ.


Öyleyse buradaki muhtevaya dikkat edin ki; Allahû Tealâ’nın bu verdiği 7 tane faktörün her birinde, o kişinin günahlarının 7’de 1’ini sevap olarak o kişiye kaydeder Allahû Tealâ. Ve kim Allah’a ulaşmayı dilerse o kişinin bütün günahları örtülür. Örtülünce artık o kişinin sevap tartıları günahlarından fazla bir insan olur. Bu, birkaç dakikada gerçekleşen bir iştir. Allah’a ulaşmayı dileyen herkesi Allahû Tealâ birkaç dakika içinde gören, işiten ve idrak eden bir insan haline getirir. Ve o kişi Allah’ın cenneti için ehil olmuştur.


İşte burada Allahû Tealâ, o kişiyi ölüyken diriltiyor. Bu âyet: “Hayy ve diri olanlarla ölü olanlar eşit olmaz.” Allah’a göre bir ölü olmak ve diri olmak söz konusu. Bu, evvelki âyetlerin ışığı altında buraya ulaşıyoruz. 22’ye gelene kadar Allahû Tealâ,19’dan başlıyor: “Körle gören bir olmaz.” diyor. “İşitmeyenle işiten bir olmaz.” diyor burada da. Ve arada başka faktörlerden de bahsediyor. Ama sonuç odur; hayatta olan insanlar, aslında Allah’a göre ölüdürler, eğer Allah’a ulaşmayı dilemiyorlarsa. Ve onlar, bütün ölüler gibi kör sağır ve dilsizdirler. Ve kalpleri de idraksizdir.


Ve Allahû Tealâ: “Sen mezarda olanlara işittiren değilsin.” diyor, “İşittirici değilsin.” diyor.


İsim halini kullanmış Allahû Tealâ, “musmiin” kullanmış; işittirici olmak.


“Ve sen işittirici değilsin.”


Arkasından, 23. âyet-i kerime geliyor:


Bismillâhirrahmânirrahîm.

 

35/FÂTIR-23: İn ente illâ nezîr(nezîrun).

Sen sadece bir nezirsin (uyarıcısın).


“Sen, sadece bir nezirsin (uyarıcısın).”

 

Nezir, nezretmekten geliyor. İnzar, nezir, nezaret; hep aynı kökten gelen kelimeler. Nezir de nezaret eden, inzar eden, uyaran demek. Nezaret kelimesi, nuzr kökünden geliyor. Orada nezaret etmek söz konusu. Nezir, nezaret eden değil. Nezir; inzar eden, uyaran kişi.


Öyleyse nezaret müessesesine dikkatle bakın: Nezarette uyarma işlemi var. Nezarette gözlemleme, kontrol altında tutma işlemi var. Ama nezir, uyaran kişidir.


Allahû Tealâ diyor ki:


“Biz resûllerimizi göndeririz; âmenû olanları müjdelesinler diye, geri kalanları uyarsınlar diye.”

 

6/EN'ÂM-48: Ve mâ nursilul murselîne illâ mubeşşirîne ve munzirîn(munzirîne), fe men âmene ve asleha fe lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne).

Biz resûlleri “uyarıcılar ve müjdeleyiciler” olmaktan başka (bir şey için) göndermeyiz. Artık kim âmenû olur (Allah’a ulaşmayı dilerse) ve ıslâh olursa (nefs tezkiyesi ve tasfiyesi yaparsa) artık onlara korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar.



“Nezirlerimizi göndeririz.” diyor, aynı ifadeyi kullanıyor: “Âmenû olanları müjdelesinler diye ve geriye kalanları, diğerlerini uyarsınlar diye.”


Peygamber Efendimiz (S.A.V):


1- Nebîdir.

2- Resûldür.

3- Aynı zamanda nezirdir.


Bütün resûller, bütün nebîler aynı zamanda mutlaka nezirdir. Ama bütün nezirler, resûl değillerdir. Bütün nezirler, nebî değillerdir.


Öyleyse nezir; nezreden, insanları ikaz eden kişi, bir mertebe müessesesi. Allahû Tealâ diyor ki:


“Biz bütün beldelere, bütün kasabalarda da nezir vazifeli kılarız.” diyor.

34/SEBE-34: Ve mâ erselnâ fî karyetin min nezîrin illâ kâle mutrefûhâ innâ bimâ ursiltum bihî kâfirûn(kâfirûne).

Ve Bizim nezir göndermediğimiz hiçbir yer yoktur. Her karyenin (ülkenin) refah içinde olanları (ileri gelenleri): "Muhakkak ki biz, sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyi inkâr edenleriz." demekten başka bir şey söylemediler.

26/ŞUARÂ-208: Ve mâ ehleknâ min karyetin illâ lehâ munzirûn(munzirûne).

Ve hiçbir kasabayı, nezirler olmadıkça (ona nezirler göndermedikçe) helâk etmedik.


O zaman nezirin, risaletin altındaki bir kademesinin de mevcut olduğu kesin. Çünkü resûller, milletin resûlüdür. Her kasabanın ayrı resûlü olmaz, her şehrin ayrı resûlü olmaz. Ama her milletin şu anda dünya üzerinde mutlaka bir resûlü vardır.


Fâtır Suresinin 24. âyet-i kerimesi:


Bismillâhirrahmânirrahîm.


35/FÂTIR-24: İnnâ erselnâke bil hakkı beşîren ve nezîrâ(nezîren), ve in min ummetin illâ halâ fîhâ nezîr(nezîrun).

Muhakkak ki Biz seni, hak ile müjdeleyici ve nezir (uyarıcı) olarak gönderdik. İçinden bir nezir gelip geçmiş olmayan hiçbir ümmet yoktur.



innâ: Muhakkak ki Biz.

erselnâ-ke: Seni gönderdik.

bi el hakkı: Hak ile.

beşîren: Müjdeleyici.

ve nezîren: Ve nezir, uyarıcı.

ve in: Ve eğer.

min: -den.

ummetin: Bir ümmet.

illâ: Sadece, hariç, olmadan.

halâ: Gelip geçmiş olan.

fîhâ: Orada.

nezîrun: Nezir, uyarıcı.


“Muhakkak ki Biz seni, hak ile müjdeleyici ve nezir (uyarıcı) olarak (ikaz edici olarak) gönderdik (nezredici olarak gönderdik). İçinden bir nezir gelip geçmiş olmayan hiçbir ümmet yoktur.”

Öyleyse burada bütün ümmetlerin içinde mutlaka bir uyarıcının mevcut olduğunu söylüyor Allahû Tealâ.


halâ: Gelip geçmiş olmasın.

fîhâ: Orada.

nezîrun: Nezir, uyarıcı.


Bu âyet-i kerimede: “İçinden bir nezir, uyarıcı gelip geçmiş olmasın.” diye bir ifade var.


Mu’minûn Suresinin 44. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ, bütün kavimlere resûl gönderdiğini söylüyor ve ardarda, arkası kesilmeden gönderdiğini söylüyor.


23/MU'MİNÛN-44: Summe erselnâ rusulenâ tetrâ, kullemâ câe ummeten resûluhâ kezzebûhu fe etbâ’nâ ba’dahum ba’dan ve cealnâhum ehâdîs(ehâdîse), fe bu’den li kavmin lâ yu’minûn(yu’minûne).

Sonra Biz, resûllerimizi ardarda (arası kesilmeksizin) gönderdik. Her ümmete resûlü geldiği zaman, her defasında onu yalanladılar. Biz de onları birbiri arkasından (helâk ettik). Ve onları efsane kıldık. Artık mü’min olmayan kavim (Allah’ın rahmetinden) uzak olsun.



Bütün kavimlerde, bütün zamanlarda resûllerin var olduğunu görüyoruz.


Ve Nahl Suresinin 36. âyet-i kerimesinde de Allahû Tealâ: “fî kulli ummetin resûlen.” diyor.


16/NAHL-36: Ve lekad beasnâ fî kulli ummetin resûlen eni’budûllâhe vectenibût tâgût(tâgûte), fe minhum men hedallâhu ve minhum men hakkat aleyhid dalâletu, fe sîrû fîl ardı fanzurû keyfe kâne âkıbetul mukezzibîn(mukezzibîne).

Ve andolsun ki Biz, bütün ümmetlerin (milletlerin, kavimlerin) içinde resûl beas ettik (hayata getirdik, vazifeli kıldık). (Allah’a ulaşmayı dileyerek) Allah’a kul olsunlar ve taguttan (insan ve cin şeytanlardan) içtinap etsinler (sakınıp kurtulsunlar) diye. Onlardan bir kısmını (Resûlün daveti üzerine Allah’a ulaşmayı dileyenleri), Allah hidayete erdirdi ve bir kısmının (dilemeyenlerin) üzerine dalâlet hak oldu. Artık yeryüzünde gezin. Böylece yalanlayanların akıbetinin, nasıl olduğuna bakın (görün).



“Bütün ümmetlerde bütün milletlerde mutlaka resûl vardır (her zaman vardır).”


Allahû Tealâ, İsrâ-15’te diyor ki:


17/İSRÂ-15: Menihtedâ fe innemâ yehtedî li nefsihî, ve men dalle fe innemâ yadıllu aleyhâ, ve lâ teziru vâziratun vizra uhrâ, ve mâ kunnâ muazzibîne hattâ neb’ase resûlâ(resûlen).

Kim hidayete erdiyse, sadece kendi nefsi için (nefsini tezkiye ettiği için) hidayete erer. Öyleyse kim dalâlette ise sorumluluğu sadece kendi üzerinde olarak dalâlette kalır. Yük taşıyan (günahı yüklenen) bir kimse, bir başkasının yükünü (günahını) yüklenmez. Ve Biz, bir resûl göndermedikçe azap edici olmadık.



“Biz, bir resûl göndermedikçe azap edici olmayız.” diyor.


Anlıyoruz ki; bütün ümmetlerde, bütün zaman parçalarında Allah’ın resûlleri mutlaka bulunurlar, mutlaka mevcut olurlar.


Peygamber Efendimiz (S.A.V); her şeyden evvel nebîdir (peygamberdir); Bir. İkincisi: Resûl’dür. Nübüvvet, onunla beraber (peygamberlik onunla beraber) sona ermiştir. Ama risalet, yaşamakta devam eder kıyâmete kadar. Üçüncüsü: Aynı zamanda da nezirdir. Bütün nebîler, bütün resûller mutlaka nezirdir. Ama her nezir resûl değildir, her nezir nebî değildir.


Ve 25. âyet-i kerime:


Bismillâhirrahmânirrahîm.

35/FÂTIR-25: Ve in yukezzibûke fe kad kezzebellezîne min kablihim, câethum rusuluhum bil beyyinâti ve biz zuburi ve bil kitâbil munîr(munîri).

Ve eğer seni tekzip ediyorlarsa (yalanlıyorlarsa), o taktirde (bil ki) onlardan öncekiler de (resûllerini) yalanlamışlardı. Onların resûlleri, onlara beyyineler (mucizeler, açık deliller) ve zuburi (sayfalar) ve nurlandırıcı kitap getirdiler.



Kelimeler:


ve in: Eğer.

yukezzibû-ke: Seni yalanlıyorlar.

fe: Artık, oysa.

kad: Olmuştu.

kezzebe: Yalanladı.

ellezîne: Onlar, o kimseler.

min kabli-him: Onlardan önce.

câet-hum: Onlara getirdiler.

rusulu-hum: Onların resûlleri.

bi el beyyinâti: Apaçık delilleri, beyyineleri.

ve bi ez zuburi: Ve Zebur’u, sayfaları.

ve: Ve.

bi: İle.

el kitâbi: Kitap.

el munîri: Nurlandırıcı.


“Eğer seni tekzip ediyorlarsa (yalanlıyorlarsa), onlardan öncekiler de yalanlanmışlardı.”


“(Bil ki) eğer seni tekzip ediyorlarsa (yalanlıyorlarsa) o takdirde…”

fe” kullanmış Allahû Tealâ; “O zaman, o takdirde.”  Biz de parantez için de “bil ki”yi ifade ediyoruz, ilâve ediyoruz.

“Onlardan öncekiler de yalanlanmışlardı. Onların resûlleri, onlara beyyineler (mucizeler, açık deliller) ve Zebur (sayfalar) ve nurlandırıcı kitap getirdiler.”


“Onlardan öncekiler de yalanlamışlardı. Onların resûlleri, onlara beyyineler (açık mucizeler) getirmişlerdi. Ayrıca nurlandırıcı kitap getirmişlerdi.”


“Onlardan öncekiler de resûllerini yalanlamışlardı ki; onların resûlleri onlara beyyineler ve Zebur, ayrıca nurlandırıcı kitap getirmişlerdi.”


Fâtır Suresinin 26. âyet-i kerimesi:


Bismillâhirrahmânirrahîm.

35/FÂTIR-26: Summe ehaztullezîne keferû fe keyfe kâne nekîr(nekîri).

Sonra inkâr edenleri yakaladım. Bundan sonra inkârım (inkâr edilmem) nasıl oldu?


summe
: Sonra.

ehaztu: Aldım, yakaladım.

ellezîne: Onlar.

keferû: İnkâr ettiler.

fe: Artık, bundan sonra, bunun üzerine.

keyfe: Nasıl.

kâne: Oldu.

nekîri: İnkârım (benim inkâr edilmem).

 

“Sonra inkâr edenleri yakaladım (ahzettim). Bundan sonra inkârım (cezam) nasıl oldu?”


“Bundan sonra inkârım nasıl oldu.” Yani: “İnkâr edilmem nasıl oldu?” Yani: “İnkâr edenleri yakaladım, cezalandırdım.” diyor Allahû Tealâ. “Bundan sonra inkârımın nasıl olduğunu gör. Beni inkâr edenler mutlaka cezalanırlar.” diyor Allahû Tealâ.


Ve Fâtır Suresi, 27. âyet-i kerime:


Bismillâhirrahmânirrahîm.


35/FÂTIR-27: E lem tere ennallâhe enzele mines semâi mâen, fe ahrecnâ bihî semerâtin muhtelifen elvânuhâ, ve minel cibâli cudedun bîdun ve humrun muhtelifun elvânuhâ ve garâbîbu sûd(sûdun).

Allah’ın suyu, semadan indirdiğini görmedin mi? Böylece onunla çeşitli renklerde ürünler (meyveler) çıkardık. Ve dağlardan beyaz, kırmızı, çeşitli renklerde ve kara ve kapkara (koyu siyah) yollar (kıldık).


e: -mi?

lem tere: Görmedin.

e lem tere: Görmedin mi?

enne allâhe: Muhakkak ki Allah.

enzele: İndirdi.

min es semâi: Semadan, gökten.

mâen: Su.

fe: Artık.

ahrecnâ: (Biz) çıkardık.

bi-hi: Onunla.

semerâtin: Ürünler, meyveler.

muhtelifen: Muhtelif, çeşitli.

elvânu-hâ: Onun renkleri.

ve min el cibâli: Ve dağlardan.

cudedun: Dağlar arasındaki yol, yol.

bîdun: Beyazlık, beyaz.

ve humrun: Ve kırmızılık, kırmızı.

muhtelifun: Muhtelif, çeşitli.

elvânu-hâ: Onun renkleri.

ve garâbîbu: Kapkara, simsiyah, koyu siyah.

sûdun: Siyah, kara.


Şöyle oluyor sonuç:


“Allah’ın suyu semadan indirdiğini görmedin mi? Böylece onunla çeşitli renklerde ürünler (meyveler) çıkardık. Ve dağlardan beyaz, kırmızı, çeşitli renklerde (onun dışındaki renklerde) ve kara yollar (kıldık).”


“Beyaz, kırmızı ve onun dışındaki çeşitli renklerde ve kara yollar kıldık.”


Türkçemizde karayolları diye bir ifade vardır, yani karada taşıyıcılık yapılan yollar. Ve onu da Allahû Tealâ, renklerini siyah olarak değerlendiriyor. Her yerdeki toprağın rengi değişik olduğu için ve daha asfalt olmadığı devrede her toprağın rengi değişik olduğu için, her yol ayrı bir renk gösteriyor. Ama Allahû Tealâ: “Kara yollar kıldık.” demekle bu zamanı da muhtevasına almış. Çünkü bu kara yollar, asfalt yolları ifade ediyor. Renk, gerçekten karadır.


Ve 28. âyet-i kerime:


Bismillâhirrahmânirrahîm.

35/FÂTIR-28: Ve minen nâsi ved devâbbi vel en’âmi muhtelifun elvânuhu kezâlik(kezâlike), innemâ yahşâllâhe min ibâdihil ulemâu, innallâhe azîzun gafûr(gafûrun).

Ve bunun gibi insanlardan, davarlardan, yürüyen hayvanlardan da çeşitli renkte olanlar vardır. Ancak kullarından ulema (âlimler), Allah’a karşı huşû duyar. Muhakkak ki Allah; Azîz’dir (üstün, yüce), Gafûr’dur (mağfiret eden).


ve min en nâsi: Ve insanlardan.

ve ed devâbbi            : Ve davarlar.

ve el en’âmi: Ve hayvanlar.

muhtelifun: Muhtelif, çeşitli.

elvânu-hu: Onun renkleri.

kezâlike: İşte böyle.

innemâ: Sadece, ancak.

yahşâllâhe (yahşâ allâhe): Allah’a (karşı) huşû duyanlar.

min ibâdi-hi: Kullarından.

el ulemâu: Âlimler.

inne allâhe: Muhakkak ki Allah.

azîzun: Üstün ve güçlü olan.

gafûrun: Gafûr, mağfiret eden, günahları sevaba çeviren.


Mânâ şöyle oluşuyor:


“Bunun gibi insanlardan, davarlardan, yürüyen hayvanlardan da çeşitli renkte olanlar vardır. Ancak kullarından ulemâ (âlimler), Allah’a karşı huşû duyar.”


Allah’ın öğrettiklerini bilenlere ve Allah’a karşı huşû duyanlara Allahû Tealâ, “âlimler” diyor.


Huşû müessesesinin biliyorsunuz başladığı nokta, Allah’a ulaşmayı dileme noktasıdır. Bu noktadan itibaren insanlar huşû sahibidir. Ve de bunlara “ulemâ” diyor, “âlimler” diyor. Allahû Tealâ.
 

Neden acaba böyle bir ifade kullanıyor Allahû Tealâ? Şunun için kullanıyor, Allahû Tealâ’nın ifadesi, Yûnus Suresinin 7 ve 8. âyet-i kerimelerinde şöyle:


10/YÛNUS-7: İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatmeennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).

Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah’a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.

10/YÛNUS-8: Ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).

İşte onların kazandıkları (dereceler) gereğince varacakları yer ateştir (cehennemdir).



Diyor ki Allahû Tealâ:


“Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (mülâki olmayı) dilemezler. Onlar dünya hayatından razıdırlar. Dünya hayatıyla mutlu olurlar, mutmain olurlar (doyuma ulaşırlar). Onlar, Bizim âyetlerimizden gâfil olanlardır.” diyor.


Allah’a ulaşmayı dilemeyenler, ilim sahibi kabul edilmiyor Allahû Tealâ tarafından. Dünyadaki ilim seviyeleri ne olursa olsun, onlar Allah’ın âyetlerinden gâfil olanlar. Peki, kim Allah’a ulaşmayı dilerse onlar, Allah’ın âyetlerinden gâfil olmayı aşanlar. Bu sebeple Fâtır Suresinin bu 28. âyet-i kerimesi, Allah’a ulaşmayı dileyenleri âlim standartlarına sokuyor. Ötekiler, Allah’ın âyetlerinden gâfil olanlardır ve huşû, Allah’a ulaşmayı dilediğiniz noktada başlar.

Öyleyse huşûnun başladığı yer, Allah’a ulaşmayı dilemektir. “Ancak âlimler Allah’a karşı huşû sahipleridir.” diyor Allahû Tealâ. Anlaşılıyor ki; Yûnus Suresinin 7. âyet-i kerimesinde geçen Allah’a mülâki olmayı dilemeyen insanların Allah’ın âyetlerinden gâfil olmaları, onları ulemâ içerisine sokmuyor, ulemânın dışında tutuyor, ilim sahiplerinin, âlimlerin dışında tutuyor. Onlar âlim değiller. Âlimler huşû sahipleri. Huşûnun da başladığı yer, Allah’a ulaşmayı dilemek.


Kim Allah’a ulaşmayı dilemişse o kişi, huşû sahibidir. Bu huşû sahipleri için Allahû Tealâ diyor ki:


“Onların kalplerini Allah’a çeviririz. Onlar Allah’a karşı huşû duyarlar ve Biz, huşû sahiplerinin kalplerini Allah’a çeviririz.” diyor.


50/KAF-33: Men haşiyer rahmâne bil gaybi ve câe bi kalbin munîbin.

Gaybda Rahmân’a huşu duyanlar ve münib (Allah’a ulaşmayı dileyen) bir kalple (Allah’ın huzuruna) gelenler (için).


Ve ilk huşû, Allah’a ulaşmayı dilediğimiz noktada mutlaka oluşuyor. Allahû Tealâ huşûyu, Allah’a ulaşmayı dilediğimiz noktaya almış ve onlar, âlimler (ulemâ) ama Allah’a ulaşmayı dilemeyenler hiçbir şekilde âlim sınıfının içinde kabul edilmiyor Allahû Tealâ tarafından. Onların burada isimleri verilmemiş ama Allah’ın âyetlerinden gâfil olanlar oldukları kesin, âlim olmadıkları kesin.

 

Fâtır Suresinin 29. âyet-i kerimesine ulaşıyoruz, diyor ki Allahû Tealâ:


35/FÂTIR-29: İnnellezîne yetlûne kitâballâhi ve ekâmûs salâte ve enfekû mimmâ rezaknâhum sirren ve alâniyeten yercûne ticâreten len tebûr(tebûre).

Muhakkak ki Allah’ın Kitabı’nı okuyanlar, namazı ikame edenler, onları rızıklandırdığımız şeylerden gizli ve açık infâk edenler, asla kesilmeyecek (devam edecek) bir ticaret (kazanç) ümit ederler.


inne
: Muhakkak.

ellezîne: O kimseler, onlar.

yetlûne: Okuyorlar, okurlar.

kitâbe allâhi: Allah’ın Kitab’ı.

ve ekâmû es salâte: Ve namazı ikame ettiler.

ve enfekû: Ve infâk ettiler.

mimmâ (min mâ): Şeylerden.

rezaknâ-hum: Onları rızıklandırdık.

sirren: Sır, gizli olarak.

ve alâniyeten: Ve alenî olarak, açık olarak.

yercûne: Ümit ederler, umarlar.

ticâreten: Ticaret, kazanç.

len tebûre: Asla kesilmeyecek olan, devam edecek olan.  

“Asla kesilmeyecek olan, devam edecek olan bir ticaret umarlar.” diyor Allahû Tealâ.


Ve şöyle bir sonuç çıkıyor:


“Muhakkak ki Allah’ın Kitab’ını okuyanlar, namazı ikame edenler, onları rızıklandırdığımız şeylerden gizli ve açık infâk edenler, asla kesilmeyecek (devam edecek) bir ticaret (kazanç) ümit ederler.

 

“Allah’ın Kitab’ını (Kur’ân-ı Kerim’i) okuyanlar, namazı ikame edenler, onları rızıklandırdığımız şeylerden gizli ve açık infâk edenler, asla kesilmeyecek olan bir kazancı ümit edebilirler.” buyuruyor Allahû Tealâ.


Ve Fâtır Suresinin 30. âyet-i kerimesi:


Bismillâhirrahmânirrahîm.


35/FÂTIR-30: Li yuveffîyehum ucûrehum ve yezîdehum min fadlih(fadlihi), innehu gafûrun şekûr(şekûrun).

Onların ecirleri (mükâfatları) onlara vefa edilir (ödenir). Ve (Allah), onlara fazlından artırır. Muhakkak ki O; Gafûr’dur (mağfiret eden), Şekûr’dur (şükredilen).



li: İçin.

yuveffîye-hum: Onlara vefa edilir, ödenir.

ucûre-hum: Onların ecirleri, mükâfatları.

ve yezîde-hum: Ve onlara arttırır.

min fadli-hi: Kendi fazlından.

inne-hu: Muhakkak ki O.

gafûrun: Gafûr, mağfiret eden.

şekûrun: Şükredilen.


“Onların ecirleri (mükâfatları, ücretleri) onlara vefa edilir (ödenir). Ve (Allah), onlara fazlından arttırır. Muhakkak ki O, Gafûr’dur (mağfiret edendir), Şekûr’dur (şükredilendir).”

Öyleyse burada Allahû Tealâ, bir evvelki âyet-i kerimede geçenlere atıf yapıyor:


“Allah’ın Kitab’ını okuyanlar, namazı ikame edenler, onları rızıklandırdığımız şeylerden gizli ve açık infâk edenler, asla kesilmeyecek bir ticaret ümit ederler.” diyor Allahû Tealâ.

Bunlar, daha evvel kurtuluşa erenler olarak vasıflanan, Allah’ın ulemâsı, Allah’a ulaşmayı diledikleri için âlimlerden sayılanlar. Ve onların vasıflarını veriyor Allahû Tealâ burada, neler yaptıklarını: Namaz kılıyorlar, Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’ini okuyorlar ve infak ediyorlar. Hem başka insanlara infak ediyorlar hem de fizik vücutlarına Allahû Tealâ’nın gönderdiği rahmeti, fazlı ve salâvâtı nefslerinin kalbine ulaştırarak, nefslerini infâk ediyorlar. 


“Onlar için mükâfatları onlara ödenir.” diyor Allahû Tealâ.


Peki, Allahû Tealâ: “Fazlından arttırır.” diyor. Ne demek istiyor?


Onların mükâfatları 1’e 1 verilmez. 1 derece kazanana, onun amel defterine 1 derece yazılmaz; en az 10 derece yazılır. Normal standartlar altında Allah’ın fazlı 1’e 10’dur. Fazlından verdiği şey, daima herkes için geçerlidir. O kişi hangi standartların sahibi olursa olsun, dünyanın en kötü insanı bile olsa, her yaptığı bir güzel işlev sebebiyle 1 derece kazanmışsa o kişi, mutlaka ona 10 derece yazılır. Ama bu kişi mürşidine ulaşmışsa, Allah’a ulaşmayı diledikten sonra mürşidine ulaşmışsa, tâbiiyetini gerçekleştirmişse bu 1’e 10, 1’e 100’e çıkar. Ruhu henüz zemin katla birinci kat arasındadır. Birinci kattayken de 1’e 10 devam eder. Ne zaman o kişinin ruhu ikinci gök katına ulaşırsa, bu 1’e 100 müessesesi, 1’e 200’e çıkar.


Kişi mürşidine ulaşıp da tâbî olduğu anda derecat açısından iki büyük hedefe ulaşır. Birincisi:  Allahû Tealâ ona o güne kadar 1’e 10 öderken (kazandığı her dereceye 10 katını öderken), tâbiiyetini gerçekleştiren kişiye bu rakam 1’e 100 olarak ödenmeye başlar; 1’e 100. Sonra ruh, 2., 3., 4., 5., 6., 7. gök katlarına çıktığı zaman, bu 1’e 100, 1’e 200, 300, 400, 500, 600 ve 700 olur. İşte bu, fazlından arttırmasıdır.


Allahû Tealâ Bakara Suresinin 261. âyet-i kerimesinde, onlara verdiklerinin 1 başağında 100 dane bulunan 7 başaklı bir nebatla paralel olduğunu söylüyor.


2/BAKARA-261: Meselullezîne yunfikûne emvâlehum fî sebîlillâhi ke meseli habbetin enbetet seb’a senâbile fî kulli sunbuletin mietu habbetin, vallâhu yudâifu li men yeşâu, vallâhu vâsiun alîm(alîmun).

Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her sünbülünde (başağında) yüz adet tane (tohum) olmak üzere, yedi sünbül (başak) veren bir tek tohumun durumu gibidir. Allah, dilediği kimse için (onun rızkını) kat kat artırıp verir. Ve Allah Vâsi’dir, Alîm’dir.



Kim bu insanlar? İki özellikleri var:


1- Allah’ın yolunda olanlar, fî sebîlillâh olanlar.

2- İnfâk edenler.


Burada da Allahû Tealâ, infâk edenlerden bahsediyor. Verdiklerimizden; kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli ve açık olarak infâk edenler, onlara Allahû Tealâ 1’e 10’ken, 1’e 700’e kadar yükseltiyor. Yetmez, irşad makamına ulaşıldığı takdirde, Allahû Tealâ onların günahlarını sevaba çeviriyor. Daha bu kişi Allah’a ulaşmayı dilediği an, onun bütün günahları örtülmüştü. İrşad makamına ulaştığı zaman günahları sevaba çevrilir.


Görüyor musunuz sevgili kardeşlerim, ne kadar günah işlerse işlesin, günahları ne kadar büyük olursa olsun, Allahû Tealâ bir kişi Allah’a yöneldiği zaman onun bütün günahlarını örtüyor, mürşidine ulaşıp tâbiiyetini gerçekleştirince sevaba çeviriyor. İşte bu, kazandıklarının onlara verilmesi, Allah’ın ecirlerini ödemesidir.


Ama fazlından arttırması:


*Evvelâ 1’e karşılık 10 vermesi, Allah’ın fazlından arttırmasıdır.

*Sonra 1’e 10’ken, 1’e 100’e çıkarması fazlından arttırmasıdır.

*1’e 700’e kadar yükseltmesi, fazlından arttırmasıdır.

*O kişi Allah’a ulaşmayı dilediği anda günahlarının örtülmesi, Allah’ın fazlından onların sevaplarını arttırmasıdır.

*Ve tâbiiyet sırasında onların günahlarını sevaba çevirmesi, Allah’ın fazlından arttırmasıdır.


Bu sebeple Allahû Tealâ, fazlından arttırdığı için: “Gafûr’dur.” ifadesini kullanıyor Allahû Tealâ burada, “Mağfiret edendir.” Çünkü mağfiret, günahların sevaba çevrilme ameliyesinin adıdır.

“Ve Şekûr’dur (Kendisine şükredilendir, şükürleri kabul edendir).”


Fâtır Suresinin 31. âyet-i kerimesi, Allahû Tealâ şöyle buyuruyor:


35/FÂTIR-31: Vellezî evhaynâ ileyke minel kitâbi huvel hakku musaddikan limâ beyne yedeyh(yedeyhi), innallâhe bi ibâdihî le habîrun basîr(basîrun).

Ve sana kitaptan vahyettiğimiz, onların ellerindekini tasdik edici olarak haktır. Muhakkak ki Allah, kullarından mutlaka haberdar olandır, (onları) görendir.



ve ellezî: Ve ki o.

evhaynâ: Vahyettik.

ileyke: Sana.

min el kitâbi: Kitaptan.

huve: O.

el hakku: Haktır.

musaddikan: Tasdik eden.

limâ: Şeyleri.

beyne: Arasındaki.

yedeyhi: Elleri.

inne allâhe: Muhakkak ki Allah.

bi ibâdi-hi: Onun kulları.

le: Mutlaka, gerçekten.

habîrun: Haberdar olan.

basîrun: Gören.

           

Allahû Tealâ buyuruyor ki: “Ve sana kitaptan vahyettiğimiz, onların ellerindekini tasdik edici olarak haktır. Muhakkak ki Allah, kullarından mutlaka haberdar olandır ve (onları; kullarını) görendir.”


Öyleyse Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’i indiriyor, Kur’ân-ı Kerim indirilmesi sırasında kendilerine daha evvel kitap verilen Yahudiler var, Hz. Musa’dan beri ellerinde bir mukaddes kitap taşıyorlar, bir nur olan, bir hidayet rehberi olan bir kitap. Kur’ân aynen böyle söylüyor.


6/EN'ÂM-154: Summe âteynâ mûsel kitâbe tamâmen alâllezî ahsene ve tafsîlen li kulli şey’in ve huden ve rahmeten leallehum bi likâi rabbihim yu’minûn(yu’minûne).

Sonra Musa (A.S)’a, ahsen olanlara tamamlayıcı olarak, herşeyi açıklayan ve rahmet olan ve hidayete erdiren kitabı (Tevrat’ı) verdik. Böylece onlar, Rab’lerine mülâki olacaklarına inanırlar (îmân ederler).



Ondan sonra Hristiyanlar var, ellerinde gene bir nur olan, bir hidayet rehberi olan bir başka kitap var, onun da adı İncil.


5/MÂİDE-46: Ve kaffeynâ alâ âsârihim bi îsâbni meryeme musaddıkan limâ beyne yedeyhi minet tevrâti ve âteynâhul incîle fîhi huden ve nûrun ve musaddıkan limâ beyne yedeyhi minet tevrâti ve huden ve mev’ızeten muttekîn(muttekîne).

Onların izleri üzerine, Tevrat’tan ellerinde bulunanı tasdik edici olarak Hz. Meryem’in oğlu İsâ’yı gönderdik. Ve ona, içinde bir hidayet ve bir nur olan, Tevrat’tan ellerinde bulunanı tasdik eden ve müttekîler (takvâ sahipleri) için, hidayete erdirici ve vaaz edici (öğüt verici) olan İncil’i verdik.



Hem İncil’in sahipleri hem Tevrat’ın sahipleri için Allahû Tealâ diyor: “Sana kitaptan vahyettiğimiz her şey, onların kitaplarında da vardır,” anlamına; “Onların ellerindekini tasdik edici olarak, hak olarak indirilmiştir.” diyor Allahû Tealâ. Sonra da: “Kullarından haberdar olandır.” diyor. Yani: “Senden nasıl haberdarsak, sana nasıl hükmediyorsak, Biz onlardan da haberdarız. Onların bütün kalplerinden geçeni, aralarındaki konuşmaları biliriz.” diyor Allahû Tealâ.


Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bir Kur’ân Tefsiri dersini inşaallah burada tamamlamış bulunuyoruz.


Allahû Tealâ’nın hepinizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını, Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi inşaallah burada tamamlamak istiyoruz, sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım.


Allah, hepinizden razı olsun.


İmam İskender Ali M İ H R