SOHBETİN ADI: SÂFFÂT SURESİ 25-51 (Âyetlerin Sırları)
TARİH: 06.06.2004
Esselâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhu.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bir defa daha Allah’ın bir zikir sohbetinde birlikteyiz. Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, konumuz.
Ve Sâffât Suresinin 25. âyet-i kerimesiyle inşaallah konumuza giriyoruz.
Eûzubillâhimineşşeytânirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.
37/SÂFFÂT-25: Mâ lekum lâ tenâsarûn(tenâsarûne).
Size ne oldu ki yardımlaşmıyorsunuz.
mâ lekum: Size ne oldu?
lâ tenâsarûne: Yardımlaşmıyorsunuz.
tenâsarûn: Nasara kökünden geliyor.
“Size ne oldu ki yardımlaşmıyorsunuz?” Âyet-i kerimenenin açıklaması. İnsanlar arasında yardımlaşma müessesesi.
37/SÂFFÂT-26: Bel humul yevme musteslimûn(musteslimûne).
Hayır, onlar bugün teslim olanlardır.
bel: Aslında negatif suallerin pozitif cevabı.
“Size ne oldu ki yardımlaşmıyorsunuz?” Onun cevabı: “bel.”
“Onlar, bugün teslim olanlardır.”
Şimdi, “Size ne oldu ki yardımlaşmıyorsunuz?” diye soruluyor. Bu sual, birbirlerini şirke düşürenlere sorulan sual. Birbirleri üzerine insanlar tesir sahası vücuda getiriyorlar ve kendileri Allah’ın yolunda değiller, başkalarını da Allah’ın yolundan men ediyorlar.
İşte, “Size ne oldu ki yardımlaşmıyorsunuz?” suali; “Evvelce birbirinizin yardımcılarıydınız, Allah’ın yolundan kendiniz çıkmış olmakla kalmıyordunuz, başka insanları da Allah’ın yolundan çıkarmak konusunda gayret sarfediyordunuz. Ama şimdi kıyâmet gününde orada, cehennemde artık yardımlaşmıyorsunuz. Hakikatleri anladınız. Allah’a ulaşmayı dilemeyenin gideceği yerin cehennem olduğunu ve artık birbirinizle bir sıkı ilişki içerisinde, biriniz diğerini Allah’ın yolundan saptırmaya artık çalışmıyor. Olay bitmiş. Hepinizin gideceği yer cehennem.”
“Hayır.” diyor Allahû Tealâ, “Onlar bugün teslim olanlardır.” Belki de burada, “Evet.” demek lâzım. Bu insanlar isteyerek değil, kerhen teslim oluyorlar. Bu insanlar, teslim olanlar. Yapacakları hiçbir şey yok, cehenneme gitmek mecburiyetindeler ve cehenneme teslim olmak mecburiyetindeler. Cehennemin kapıları açılıp onlar içeri alınıyor.
İşte teslimden, âyet-i kerimenin teslimden muradı, Allah’a teslim olmak değil. Nasıl Allah’a teslim olunur dünya üzerinde? Ruhunuzu teslim edersiniz, 22. basamaktasınız. Fizik vücudunuzu Allah’a teslim edersiniz, 25. basamaktasınız. Birincisinde nefsinizin kalbinde %49 karanlık kalmıştır. İkincisinde nefsinizin kalbinde %19 karanlık kalmıştır. Nefsinizi Allah’a teslim ettiğiniz zaman nefsinizin kalbinde hiç karanlık kalmamıştır, afet kalmamıştır. İradenizi teslim ettiğinizde hem afet kalmamıştır hem de nefsinizin kalbi 19 mertebede müzeyyen olmuştur. Öyleyse buradaki teslim müessesesi Allah’a teslim falan değil, cehenneme bir mecburî teslim. İnsanlar ya cehenneme girerler ya cennete. Bunlar cehenneme teslim olanlar.
27. âyet-i kerime:
37/SÂFFÂT-27: Ve akbele ba’duhum alâ ba’dın yetesâelûn(yetesâelûne).
Ve karşılıklı yönelip birbirlerine (hesap) sorarlar.
ve akbele: Ve karşılıklı.
Mukabele kelimesi, akbele kelimesi, aynı kökten geliyor; karşılıklı demektir, mukabele etmek, karşılıklı, bir şeye karşılık vermek demek.
akbele: Karşılıklı.
ba'du-hum alâ ba'dın: Birbirlerine yönelip.
yetesâelûne: Sorarlar.
“Ve karşılıklı yönelip birbirlerine sorarlar.”
Bu cehennemdekiler orada, cehennemde birbirlerine sorarlar, sual edeler. Aslında burada bir hesap sormak müessesesi. “Birbirlerine sorarlar.” Neyi sorarlar? Taraflardan biri karşı tarafın kendisini nasıl tuzağa düşürdüğünü söyleyerek ona hesap sorar. Ve karşılıklı yönelerek birbirlerine aslında hesap sorarlar. Nasıl tuzağa düşürüldüklerini söylerler. Diğerleri de tabiî buna itiraz edeceklerdir. “Biz sizi tuzağa düşürmedik, siz zaten tuzaktaydınız, siz zaten Allah’a ulaşmayı dilememiştiniz, kâfirlerdendiniz.” gibi karşılıklı müesseseler oluşuyor.
Öyleyse karşılıklı iki taraf, birbirine yönelip soruyor, hesap soruyor, birbirlerini suçluyorlar.
28. âyet-i kerime:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
37/SÂFFÂT-28: Kâlû innekum kuntum te’tûnenâ anil yemîn(yemîni).
"Gerçekten siz bize, sağ taraftan (Allah taraftarıymış gibi) geliyordunuz." dediler (derler).
kâlû: Dediler.
inne-kum: Muhakkak siz, gerçekten siz.
kuntum: Siz oldunuz.
te'tûne-nâ: Bize geliyorsunuz.
an el yemîni: Sağ taraftan.
İşte şimdi zamanımızda dîn ilminin sahibi olduğunu düşünen insanlar, tam buradakiler gibi.
“Gerçekten siz bize sağ taraftan, Allah taraftarıymış gibi geliyordunuz dediler.”
Ne diyorlar? “Size Allah’a ulaşmayı dileyin diyen birtakım sahtekârlar var, sakın onlara inanmayın. Allah’a ulaşmayı dilemek falan diye bir şey yoktur.” diyenler. Oysaki Allah’a ulaşmayı dilemeyen kişinin ne cehennemden kurtulması mümkündür ne küfürden ne dalâletten ne şirkten kurtulması mümkündür. İşte ne oluyor, sağ taraftan geliyorlar, Allah’ın, Allah tarafıymış gibi geliyorlar. Bir ilmi temsil ediyorlar, ama o ilimleri sebebiyle dalâletteler.
Burada ifade çok açık: “Sağ tarafımızdan geliyordunuz.” Yani: “Dîni anlatmak üzere geliyordunuz bize. Ama siz de bilmiyordunuz ve bizi siz tuzağa düşürdünüz, Allah’a ulaşmayı dilemekten bizi siz men ettiniz.”
Sevgili kardeşlerimiz, yapmanız lâzımgelen bir tek şey var: Allah’a ulaşmayı dilemek. Allah’a ulaşmayı dilemekten insanları men edenler, onlara bunu söylüyorlar: “Öyle Allah’a ulaşmayı dilemek diye bir şey yoktur. Siz beş vakit namazınızı kılın, İslâm’ın beş şartını yerine getirin namazla beraber, yeter. Namaz, oruç, zekât, hac, kelime-i şahadet, bunları yaptınız mı doğru cennete gideceksiniz.” diyen insanlar, sağ taraftan geliyorlar. Ama ne kendileri kurtulabilirler ne de başkalarını kurtarabilirler.
29. âyet-i kerime:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
37/SÂFFÂT-29: Kâlû bel lem tekûnû mû’minîn(mû’minîne).
"Hayır, siz mü’min olmamıştınız (Allah’a ulaşmayı dilememiştiniz)." dediler (derler).
kâlû: Dediler.
bel: Hayır.
lem tekûnû: Siz olmadınız.
mû'minîne: Mü'minler, âmenû olanlar (Allah'a ulaşmayı dileyenler).
Ötekiler de diyorlar ki: “Hayır, siz mü’min olmamıştınız.” Yani: “Allah’a ulaşmayı dilememiştiniz.”
Taraflardan biri diğerini suçluyor: “Siz bize sağcılar olarak geliyordunuz.” Yani: “Dînin temsilcileri olarak geliyordunuz, yaklaşıyordunuz bize, bilgiler aktarıyordunuz.” Onlar da onlara yani: “Bu sebeple bizi dalâlette bıraktınız, hidayete ermemize engel oldunuz.” Buna muhatap olanlar da yani sağcı olarak sağ taraftan gelenler de: “Hayır.” diyorlar, “Tam aksine, siz mü’min olmamıştınız, siz Allah’a ulaşmayı dilememiştiniz dediler (derler).”
Zaten bütün mesele bu mü’min olmak meselesi. Ya Allah’a ulaşmayı dileyip mü’min olacaksınız ya da Allah’a ulaşmayı dilemeyeceksiniz, küfürde kalacaksınız. Bütün insanlar için seçim: Allah’a ulaşmayı dilemek veya dilememek. Dînde var olmak ve yok olmak. Allah’a ulaşmayı dilemeyen bir kişi dînde yoktur, dînde değildir, dînin gereklerini hiçbir şekilde yerine getirmesi söz konusu değildir. Kurtuluşu da mümkün değildir.
Ve 30. âyet-i kerime, Sâffât Suresi:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
37/SÂFFÂT-30: Ve mâ kâne lenâ aleykum min sultân(sultânin), bel kuntum kavmen tâgîn(tâgîne).
Ve bizim, sizin üzerinizde bir sultanlığımız, hükümranlığımız olmadı (yoktu). Hayır siz azgın bir kavim olmuştunuz.
ve mâ kâne: Ve olmadı.
lenâ: Bize, bizim.
aleykum: Sizin üzerinizde.
min sultânin: Bir sultanlık, zorlayıcı güç, kuvvet.
bel: Hayır.
kuntum: Siz oldunuz.
kavmen: Bir kavim.
tâgîne: Azgın.
“Ve bizim, sizin üzerinizde bir sultanlığımız (gücümüz, kuvvetimiz) olmadı. Hayır, siz azgın bir kavim olmuştunuz. Sultanlığımız, hükümranlığımız olmadı. Biz size bir tesir icra etmedik. Hayır, siz azgın bir kavim olmuştunuz (siz kendiniz).”
İki taraf da gördüğünüz gibi birbirini suçluyor. Birinci taraf ikinci tarafa: “Siz bize sağ taraftan yaklaştınız, bizi yoldan çıkardınız, yola girmekten men ettiniz.” demiş oluyor. İkinci taraf da: “Hayır bunda bizim bir kabahatimiz yok. Siz, kendiniz Allah’a ulaşmayı dilemediniz.” diyorlar.
Burada da daha kesin bir şekilde: “Aslında bizim sizin üzerinizde bir sultanlığımız, bir hükümranlığımız olmadı, yoktu. Hayır, siz kendiniz azgın bir kavim olmuştunuz.”
Âyet-31:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
37/SÂFFÂT-31: Fe hakka aleynâ kavlu rabbinâ innâ le zâıkûn(zâıkûne).
Artık Rabbimizin (azap) sözü üzerimize hak oldu. Muhakkak ki biz, onu (azabı) mutlaka tadacak olanlarız.
fe: O zaman, artık.
hakka: Hak oldu.
aleynâ: Üzerimize.
kavlu: Söz.
rabbi-nâ: Rabbimiz.
innâ: Muhakkak ki biz.
le: Elbette, mutlaka.
zâıkûne: Tadacak olanlar.
“Artık Rabbimizin (azap) sözü üzerimize hak oldu. Muhakkak ki biz, onu mutlaka tadacak olanlarız.”
“Rabbimizin (azap) sözü üzerimize hak oldu. Muhakkak ki biz, onu mutlaka tadacak olanlarız.”
Onu; yani azabı.
“Allah’ın azap sözü üzerimize hak oldu.”
Şimdi hatırlayalım âyet-i kerimeyi. Allahû Tealâ, Zumer Suresinin 71. âyet-i kerimesinde
olayı anlatıyor.
39/ZUMER-71: Vesîkallezîne keferû ilâ cehenneme zumerâ(zumeran), hattâ izâ câuhâ futihat ebvâbuhâ, ve kâle lehum hazenetuhâ e lem ye’tikum rusulun minkum yetlûne aleykum âyâti rabbikum ve yunzirûnekum likâe yevmikum hâzâ, kâlû belâ ve lâkin hakkat kelimetul azâbi alel kâfirîn(kâfirîne).
Kâfirler, zümre zümre cehenneme sürülürler. Oraya geldikleri zaman, onun (cehennemin) kapıları açılır. Ve onun (cehennemin) bekçileri onlara derler ki: “Size, sizden (sizin aranızdan) olan resûller gelmedi mi ki, size Rabbinizin âyetlerini okusun, bugüne (buraya) geleceğinizi (söyleyerek) uyarsın?” (Cehenneme gidenler) dediler ki: “Evet (geldiler).” Fakat azap sözü kâfirlerin üzerine hak oldu.
Cehenneme insanlar zümre zümre sürülüyorlar. Cehennem bekçileri onlara diyor ki: “Size, sizden olan Allah’ın Resûlleri gelmediler mi? Size Allah’ın âyetlerini söyleyip de buraya, cehenneme geleceğinizi, bugüne ulaşacağınızı söylemediler mi?”
“Allah’ın resûlleri gelmiş, üzerlerinize sizden olan resûller hem de. Cinlere cinlerden olan, insanlara insanlardan olan resûller. Her kavme kendisinden olan resûller gelip de onlara ‘Allah’a ulaşmayı dilemiyorsunuz, gideceğiniz yer cehennemdir. Ya Allah’a ulaşmayı dileyin, kendinizi kurtarın ya da bilin ki; Allah’a ulaşmayı dilemezseniz gideceğiniz yer cehennemdir.” demedi mi Allah’ın resûlleri size gelip de?’ Onlar da derler ki: “Dediler. Ama azap üzerimize hak oldu.”
Öyleyse Nahl Suresinin 36. âyet-i kerimesine bakıyoruz:
16/NAHL-36: Ve lekad beasnâ fî kulli ummetin resûlen eni’budûllâhe vectenibût tâgût(tâgûte), fe minhum men hedallâhu ve minhum men hakkat aleyhid dalâletu, fe sîrû fîl ardı fanzurû keyfe kâne âkıbetul mukezzibîn(mukezzibîne).
Ve andolsun ki Biz, bütün ümmetlerin (milletlerin, kavimlerin) içinde resûl beas ettik (hayata getirdik, vazifeli kıldık). (Allah’a ulaşmayı dileyerek) Allah’a kul olsunlar ve taguttan (insan ve cin şeytanlardan) içtinap etsinler (sakınıp kurtulsunlar) diye. Onlardan bir kısmını (Resûlün daveti üzerine Allah’a ulaşmayı dileyenleri), Allah hidayete erdirdi ve bir kısmının (dilemeyenlerin) üzerine dalâlet hak oldu. Artık yeryüzünde gezin. Böylece yalanlayanların akıbetinin, nasıl olduğuna bakın (görün).
“Biz bütün kavimlere mutlaka resûl göndeririz.” diyor Allahû Tealâ, “O kavimlerdeki insanları şeytana kul olmaktan kurtarsınlar da Allah’a kul etsinler diye. Bir kısmı hidayete erdiler. Bir kısmınınsa üzerine dalâlet hak oldu.”
İşte bir kısım insanların üzerine dalâletin hak olduğu bir nokta. Dalâlet, azabın habercisidir. Sadece bir Allah’a ulaşmayı dileyecek. Resûl onlara diyor ki: “Allah’a ulaşmayı dileyeceksiniz.” diyor, bu kadar. “Geri kalanını,” diyor, “Allah yapacak. Allah sizi Kendisine ulaştıracak. Kim Allah’a ulaşmayı dilerse” diyor resûl, “Mutlaka Allah’a ulaşırsınız, ruhunuz mutlaka Allah’a ulaşır. 3. kat cennetin sahibi olursunuz, dünya saadetinin yarısının sahibi olursunuz, hem de garantidesiniz.” Resûl bunları söylüyor, onlar da: “Hayır” diyorlar, “Azap sözü üzerimize hak oldu.”
İşte burada da: “Allahû Tealâ’nın sözü, azap sözü bizim üzerimize hak oldu.” diyorlar. Burada da aynı şey söz konusu. Dalâletin hak olması, azabın hak olması.
*Nahl-36’da dalâlet hak oluyor.
*Zumer-71’de azap hak oluyor.
Allah’ın resûllerine, onları inkâr ederek sırt çevirenler, yüz çevirenler; onlar için azap söz konusu.
Âyet-32:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
37/SÂFFÂT-32: Fe agveynâkum innâ kunnâ gâvîn(gâvîne).
Evet, sizi biz azdırdık. Gerçekten biz azgınlar olmuştuk.
fe: Artık, öyleyse, böylece, evet.
agveynâ-kum: Sizi biz azdırdık.
innâ: Muhakkak biz, gerçekten biz.
kun-nâ: Biz olduk.
gâvîne: Azgın olanlar.
En sonunda taraflardan biri, baklayı ağzından çıkarıyor:
“Evet, sizi biz azdırdık. Gerçekten biz azgınlar olmuştuk.”
“Evet, sizi biz azdırdık.” diyor.
Her ne kadar, “Bizim sizin üzerimizde bir sultanlığımız yoktu.” demişlerse de başlangıçta, burada artık itiraf ediyorlar: “Biz, o azabı mutlaka tadacak olanlarız. Evet, sizi biz azdırdık ve gerçekten biz, azgınlar olmuştuk.”
Önce azgınlardan oluyor birinci taraf. Yani kendileri Allah’ın yolunda değil, başka insanları da saptıran bir özellik taşıyorlar. Ve de burada açıkça söylüyorlar:
“Evet, sizi biz azdırdık. Gerçekten biz azgınlar olmuştuk.”
İğva: Şeytanın iğvası, azdırmasıdır, Allah’a ulaşmayı dilemekten men etmesi halidir.
Öyleyse Sâffât Suresinin 33. âyet-i kerimesine geliyoruz.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
37/SÂFFÂT-33: Fe innehum yevme izin fîl azâbi muşterikûn(muşterikûne).
İşte muhakkak ki onlar, izin günü azapta ortak olanlardır.
fe: Artık, işte.
inne-hum: Muhakkak onlar.
yevme izin: İzin günü.
fî el azâbi: Azabın içinde, azapta.
muşterikûne: Müşterek, ortak olanlar.
“İşte muhakkak ki onlar, izin günü azapta ortak olanlardır.”
Yani hem birinci taraf azapta olacaktır hem de ikinci taraf azapta olacaktır. Azanlar da azapta olacaktır, azdıranlar da azapta olacaktır.
Öyleyse taraflardan biri ikinci tarafı azdırıyor; onları Allah’ın yolundan men ediyor. Yani bu insanlar Nisâ Suresinin 167. âyet-i kerimesindeki insanlar. Orada Allahû Tealâ açık bir şekilde şöyle söylüyor:
4/NİSÂ-167: İnnellezîne keferû ve saddû an sebîlillâhi kad dallû dalâlen baîdâ(baîden).
Muhakkak ki inkâr edenler ve Allah’ın yolundan alıkoyanlar (saptırmış olanlar), (mürşidlerine ulaşmadıkları için) uzak bir dalâletle sapmışlardır.
4/NİSÂ-168: İnnellezîne keferû ve zalemû lem yekunillâhu li yagfira lehum ve lâ li yehdiyehum tarîkâ(tarîkan).
Muhakkak ki inkâr edenleri ve zulmedenleri (başkalarını da mürşide ulaşmaktan men edip saptıranları), Allah mağfiret edecek değildir ve yola (Allah’a ulaştıran Sıratı Mustakîm’e) hidayet edecek değildir.
innellezîne keferû ve saddû an sebîlillâhi kad dallû dalâlen baîdâ. İnnellezîne keferû ve zâlemu: Onlar muhakkak ki kâfirdirler ve Allah’ın yolundan men ederler. Onlar, uzak bir dalâlettedirler.
Sadece kendileri dalâlette olsaydı, dalâlette olacaklardı. Ama Allah’ın yolundan saptırdıkları için, hidayetten saptırdıkları için uzak bir dalâlet içinde insanlar. Ve dalâlet içinde olan bu insanların özelliğine bakıyoruz: Bu özellik, onların başkalarına zulmetmeleri. Ama başkalarına zulmedince derecat kaybedecekleri için -her derecat kaybeden, kendisine zulmetmiştir- kendilerine de zulmetmeleri.
Öyleyse yoldan çıkaranlar da yoldan çıkmış olanlar da her ikisi de müştereken azabı tadacaklardır, her ikisi de cehennemde olacaklardır. Ama azdıranlar, başkalarının Allah’a ulaşmayı dilemesine bilerek mâni olanlar, onların azabı muhakkak ki daha büyük bir azap olacaktır.
Ve 34. âyet-i kerime:
37/SÂFFÂT-34: İnnâ kezâlike nef’alu bil mucrimîn(mucrimîne).
Gerçekten Biz, mücrimlere (suçlulara) işte böyle yaparız.
innâ: Muhakkak biz, gerçekten biz.
kezâlike: İşte böyle.
nef'alu : Biz yaparız.
bi el mucrimîne: Mücrimlere, suçlulara, günahkârlara.
“Gerçekten Biz, mücrimlere (suçlulara) işte böyle yaparız.” diyor Allahû Tealâ, “Onları cezanlandırırız.” diyor.
Suçlular, günahkârlar. Mücrim; günahkâr. Aslında mücrim, suçlu demek, cürüm işleyen
demek. Cürüm de günahlardan bir tanesidir. O zaman aynı zamanda günâhkar oluyor, ama lügat mânâsı; suçlu, bir suç işleyen kişi, mücrim, cürüm işleyen kişi.
“İşte böyle yaparız.” Yani: “Onları cehenneme koyarız, cehennemde onlara azap ettiririz.” diyor Allahû Tealâ.
Âyet-35:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
37/SÂFFÂT-35: İnnehum kânû izâ kîle lehum lâ ilâhe illallâhu yestekbirûn(yestekbirûne).
Onlara: "Allah’tan başka İlâh yoktur." denildiği zaman, onlar mutlaka kibirleniyorlardı.
inne-hum: Muhakkak onlar.
kânû: Oldular.
izâ: Olduğu zaman.
kîle: Denildi.
lehum: Onlara.
lâ ilâhe: İlâh yoktur.
illâ allâhu: Allah'tan başka.
yestekbirûne: Kibirlenirler, büyüklenirler.
“Onlara: ‘Allah’tan başka İlâh yoktur.’ denildiği zaman, onlar mutlaka kibirleniyordu.”
“Onlara: ‘Allah’tan başka İlâh yoktur.’ denildiği zaman, onlar mutlaka kibirleniyorlardı.”
Yani: “Allah’tan başka İlâh yoktur.” sözüne karşı çıkıyorlardı, “Biz bunu söylemeyiz.” diyorlardı. “Allah’a ulaşmak falan diye bir şey yoktur.” diyorlardı.
Tabiî her grup farklı bir şey söylüyorlardı.
Sâffât Suresi, 36. âyet-i kerime:
37/SÂFFÂT-36: Ve yekûlûne e innâ le târikû âlihetinâ li şâirin mecnûn(mecnûnin).
Ve onlar: "Mecnun (deli) bir şair için, gerçekten biz, ilâhlarımızı terkedenler mi olacağız?" diyorlar(dı).
Ve kelimeler:
ve yekûlûne: Ve söylerler, derler.
e: -mı?
innâ: Muhakkak ki biz.
le: Elbette, mutlaka, gerçekten.
târikû: Terkeden kimseler.
âliheti-nâ: İlâhlarımız.
li şâirin: Şair için.
mecnûnin: Mecnun, deli.
“Ve onlar: ‘Mecnun (deli) bir şair için gerçekten biz, ilâhlarımızı terkeden kimseler mi olalım?’ diyorlardı.”
“Terkedenler mi olalım?” Onlar diyorlardı: “Mecnun (deli) bir şair için gerçekten biz ilâhlarımızı terkedenler mi olacağız?” Yani terketmek istemiyorlardı. İlâhlarını terketmek istemiyorlardı ve bütün devirlerde hep aynı şey olmuştur. İnsanlar ilâhlara, ilâhlar edinmişlerdir, onlara tapmışlardır ve karşılarına her devirde Allah’ın resûlleri çıktıkça hep aynı şeyi söylemişlerdir. “Bu,” demişlerdir, “Delidir veya bir şairdir. Bu deli şair için putlarımızı terk mi edeceğiz?”
37. âyet-i kerime:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
37/SÂFFÂT-37: Bel câe bil hakkı ve saddakal murselîn(murselîne).
Hayır, o hakkı getirdi. Ve mürselleri (gönderilmiş olan resûlleri) tasdik etti.
bel: Hayır.
câe bi: Getirdi.
el hakkı: Hak.
ve saddaka: Ve doğruladı, tasdik etti.
el murselîne: Gönderilen resûller, elçiler.
“Hayır, o hakkı getirdi ve mürselleri (gönderilmiş olan resûlleri) tasdik etti.”
Öyleyse “deli” diyorlar, “mecnun” diyorlar, “şair” diyorlar. Allahû Tealâ da diyor ki:
“Hayır! O, hakkı getirdi size.”
Yani hangi peygamberden bahsediyorsa Hz. Musa’ysa Tevrat’ı getirdi. Hz. İsa’ysa İncil’i getirdi. Hz. Muhammed (S.A.V) Efendimiz’se Kur’ân-ı Kerîm’i getirdi ve kendisinden evvel gönderilmiş olan resûlleri de tasdik etti.
Görülüyor ki insanlar, hep büyük yanlışların içinde yaşamışlar, hep ilâhlar edinmişler kendilerine ve Allah’ın yolundan uzak kalmışlar. Allah’ın yoluna ulaşamamışlar, Sıratı Mustakîm’e ulaşamamışlar Allah’a ulaşmayı dilemedikleri için.
Sâffât Suresinin 38. âyet-i kerimesi:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
37/SÂFFÂT-38: İnnekum le zâikûl azâbil elîm(elîmi).
Muhakkak ki siz, elîm azabı mutlaka tadacak olanlarsınız.
inne-kum: Muhakkak ki siz.
le: Elbette, mutlaka.
zâikû: Tadacak olanlar.
el azâbi: Azap.
el elîmi: Elîm, acı.
“Muhakkak ki siz, elim azabı (acı azabı) mutlaka tadacak olacaklarsınız.”
Allahû Tealâ burada hem “inne” kullanmış hem de “le” kullanmış.
inne: Muhakkak.
le: Mutlaka.
O, bütün cehennemdekiler için bu söyleniyor: “Muhakkak ki siz acı (elîm) azabı elbette tadacaksınız (mutlaka tadacaksınız).”
Âyet-39:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
37/SÂFFÂT-39: Ve mâ tuczevne illâ mâ kuntum ta’melûn(ta’melûne).
Ve yapmış olduklarınızdan başka bir şeyle cezalandırılmazsınız.
ve mâ tuczevne: Cezalandırılmazsınız.
illâ: -den başka.
mâ: Şey.
kuntum: Siz oldunuz.
ta'melûne: Yapıyorsunuz.
“Yapmış olduklarınızdan başka bir şeyle cezalandırılmazsınız.” Yani: “Yapmış olduğunuz kadar, işlediğiniz suç kadar cezalandırılırsınız.”
Yapmış olduğunuz, vücuda getirdiğiniz suç ne ise, hangi hüviyette ise ne kadarsa o kadar cezalandırılırsınız.
Allahû Tealâ ne diyordu? “Her kaybettiğiniz dereceye karşılık, amel defterlerinize bir derece yazılır. Onun misli yazılır. Tam kendisi kadarı yazılır. Ama eğer derecat kazandınızsa o zaman 10 katını alırsınız.” diyor Allahû Tealâ.
6/EN'ÂM-160: Men câe bil haseneti fe lehu aşru emsâlihâ, ve men câe bis seyyieti fe lâ yuczâ illâ mislehâ ve hum lâ yuzlemûn(yuzlemûne).
Kim (Allah’ın huzuruna) bir hasene ile gelirse, artık onun on misli, onundur. Ve kim bir seyyie ile gelirse, o zaman onun mislinden başkası ile cezalandırılmaz. Ve onlar zulmolunmazlar.
Ve Sâffât Suresinin 40. âyet-i kerimesi:
37/SÂFFÂT-40: İllâ ibâdallâhil muhlesîn(muhlesîne).
Allah’ın muhlis (halis) kulları hariç.
illâ: Hariç.
ibâdallâhi (ibâdi allâhi): Allah'ın kulları.
el muhlesîne: Muhlis olan, halis olan.
“Allah’ın halis (muhlis) kulları hariç.” Yani: “Onlar cezalandırılmaz.”
“Allah’ın halis kulları, muhlis kulları, nefs tezkiyesini ve tasfiyesini tamamlamış olan kulları, onlar cezalandırılmaz, onlar hariç.”
Ve Allahû Tealâ 41. âyet-i kerimede buyuruyor ki:
37/SÂFFÂT-41: Ulâike lehum rizkun ma’lûm(ma’lûmun).
İşte onlar; onlar için malûm (bilinen) bir rızık vardır.
ulâike: İşte onlar.
lehum: Onlar için vardır.
rizkun: Bir rızık.
ma'lûmun: Malum, bilinen.
“İşte onlar için malum (bilinen) bir rızık vardır.”
Onlar Allah’ın cennetine gireceklerdir ve o cennette sonsuza kadar rızıklandırılacaklardır. Ve cennet olduğunu bir sonraki âyet-i kerimede ifade ediyor.
42. âyet-i kerime:
37/SÂFFÂT-42: Fevâkih(fevâkihu), ve hum mukremûn(mukremûne).
Ve meyveler, onlar ikram olunanlardır.
fevâkihu: Meyveler.
ve hum: Ve onlar.
mukremûne: İkram olunanlar.
“Ve meyveler; onlar ikram olunanlardır.” Yani: “Kendilerine meyveler ikram edilenlerdir.”
37/SÂFFÂT-43: Fî cennâtin naîm(naîmi).
Naîm cennetlerinde.
fî: İçinde.
cennâtin: Cennetler.
naîmi: Naîm, ni'metler.
“Naîm cennetlerinde.”
Yani ni’metlerle donatılmış cennetlerde.
Öyleyse bu, fî cennâtin naîm: Naîm cenneti, ni’metler cenneti; bütün cennetler ni’metlerle donatılmıştır, çok geniş kapsamlı bir ifade. Naîm kelimesi, belki bütün cennetleri kaplıyor.
fî cennâtin naîm: Naim cennetlerinin içinde.
“Naim cennetlerinde (ni’metler, içinde ni’metler bulunan cennetlerde).”
37/SÂFFÂT-44: Alâ sururin mutekâbilîn(mutekâbilîne).
Karşılıklı tahtlar üzerinde.
alâ sururin mutekâbilîn: Karşılıklı tahtlar üzerinde.
sururin: Tahtlar.
mutekâbilîne: Karşılıklı.
alâ sururin mutekâbilîn: Karşılıklı tahtlar üzerinde.
Yani her biri birbirinin karşısında, tahtlar üzerinde yaslanırlar, tahtlar üzerinde otururlar.
Ve 45. âyet-i kerime:
37/SÂFFÂT-45: Yutâfu aleyhim bi ke’sin min maîn(maînin).
Onların etrafında akan sudan (doldurulmuş) kadehler dolaştırılır.
yutâfu: Tavaf ettirilir, etrafında dolaştırılır.
aleyhim: Onların üzerine.
bi ke'sin: Kadehler ile, kadehler.
min maînin: Akan sudan, kaynaktan.
“Onların etrafında, akan sudan (kaynaktan) doldurulmuş kadehler dolaştırılır.”
“Devamlı ikramdadırlar, etraflarında kadehler dolaştırılır.” diyor Allahû Tealâ.
Ve cennettekilerin muhtevası devam ediyor.
46. âyet-i kerime:
37/SÂFFÂT-46: Beydâe lezzetin liş şâribîn(şâribîne).
Berrak, içenler için lezzetli.
beydâe: Beyaz, berrak.
lezzetin: Lezzetli.
li eş şâribîne: İçenler için.
“Berrak, içenler için lezzetli.”
Berrak bir şarap; onlara bir şerbet ikram ediliyor, beyaz bir şerbet, içenler için lezzetli. Onlara kaynaktan su getiriliyor. Ve burada cenneteki ikramlar sırasıyla yer alıyor. Evvelâ su, sonra bir içki. İçenlere lezzet olan bir içecek. Beyaz renkte veya şeffaf.
37/SÂFFÂT-47: Lâ fîhâ gavlun ve lâ hum anhâ yunzefûn(yunzefûne).
Onun içinde aklı gideren bir şey yoktur. Ve onlar, ondan (o maiden) sarhoş olmazlar.
lâ: Yok.
fîhâ: Onun içinde.
gavlun : Aklı bozan, aklı gideren.
ve lâ hum: Ve onlar olmaz.
an-hâ: Ondan.
yunzefûne: Sarhoş.
“Onun içinde aklı gideren bir şey yoktur ve onlar, ondan (o maîden) sarhoş olmazlar.”
Sarhoş olan kişinin ne olur? Aklı başından gider. Ne yaptığını bilmez, insanlara kötülük edebilir o devrede, sarhoşken. Hudutlar kalkar kendisine göre ve yanlış şeyler yapar kişi. Yani aklı sarhoş olduğu sürece, bir nevi aklı gitmiştir. İçki, alkol onun aklını gidermiştir. Ama Allahû Tealâ diyor ki: “Onlar, o maîden sarhoş olmazlar.”
Ve 48. âyet-i kerime:
37/SÂFFÂT-48: Ve indehum kâsırâtut tarfı în(înun).
Ve onların yanında, bakışlarını saklayan (sadece onlara çeviren) güzel gözlü kadınlar vardır.
ve inde-hum: Ve onların yanında.
kâsırâtu: Hapseden, saklayan, kısan.
et tarfı : Bakışlar.
înun: (Güzel) göz.
“Ve onların yanında, bakışlarını saklayan (sadece onlara çeviren) güzel gözlü kadınlar vardır.”
Öyleyse burada da: “Yalnızca eşlerine bakışlarını saklayan (sadece onlara çeviren) güzel gözlü kadınlar vardır.” diyor Allahû Tealâ.
Âyet-49:
37/SÂFFÂT-49: Ke enne hunne beydun meknûn(meknûnun).
Onlar muhafaza edilmiş (el değmemiş) yumurta gibidir.
ke enne: Gibi muhakkak.
hunne: Onlar.
beydun: Yumurta.
meknûnun: Ekinnetli, örtülü, muhafaza edilmiş, saklı.
“Onlar, muhafaza edilmiş (el değmemiş) yumurta gibidir.”
Yani yumurtaya el değerse ne olur? Yumurta kırılıp içindeki yenir; ama yumurta el değmeden evvel bir bütündür.
“O, kırılmamış olan, hüviyetini kaybetmemiş olan yumurta gibidirler.” diyor Allahû Tealâ.
Çarpıcı, pürüzsüz ve bir yumurtanın güzelliği.
50. âyet-i kerimesi Sâffat Suresinin:
37/SÂFFÂT-50: Fe akbele ba’duhum alâ ba’dın yetesâelûn(yetesâelûne).
Bundan sonra, karşılıklı yönelip birbirlerine sorarlar.
fe: Artık, bundan sonra.
akbele: Karşılıklı.
ba'du-hum alâ ba'dın: Birbirlerine.
yetesâelûne: Karşılıklı sorarlar, karşılıklı sual ederler (karşılıklı konuşurlar).
Ve Sâffât Suresinin 51. âyet-i kerimesi:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
37/SÂFFÂT-51: Kâle kâilun minhum innî kâne lî karîn(karînun).
Onlardan konuşan birisi: "Gerçekten benim bir yakınım vardı." dedi (der).
kâle: Dedi.
kâilun: Konuşan.
min-hum: Onlardan.
innî: Muhakkak ben, gerçekten ben.
kâne: Oldu, idi.
lî: Benim var.
karînun(karîn): Yakın, yakın olan.
“Onlardan konuşan birisi, gerçekten benim bir yakınım vardı, der.”
Neler olduğunu bundan sonraki âyetler söyleyecek.
Allahû Tealâ bu âyetler boyunca, son âyetler boyunca cennetten bir kesit vermiş. Orada insanların nasıl yaşadığını, nasıl karşılıklı tahtlar üzerinde oturduğunu, nasıl sohbet ettiğini, onlara pınarlardan nasıl sular getirildiğini, nasıl şeffaf veya beyaz bir içecekten içtiklerini ama sarhoş olmadıklarını anlatıyor Allahû Tealâ.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bir defa daha sizlerle birlikte, bir Kur’ân tefsirinde birlikte olmayı Allah bizlere nasip kıldı.
Allahû Tealâ’nın hepinizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını, Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi inşaallah burada tamamlamak istiyoruz.
Allah, hepinizden razı olsun.
İmam İskender Ali M İ H R