SOHBETİN KODU: 108084
SOHBETİN ADI: SÂFFÂT SURESİ 145-182 (Âyetlerin Sırları)
TARİH:15.06.2004
Eûzubillâhimineşşeytânirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki bizleri bir defa daha Allah’ın bir zikir sohbetinde, bir Kur'ân-ı Kerim Tefsiri dersinde bir araya getirdi.
Kur'ân-ı Kerim tefsiri dediğimiz zaman, bir defa daha altını çizerek vurgulayalım ki; Kur'ân-ı Kerim tefsiri, ancak Allah’ın yardımıyla gerçekleşebilen bir olgudur. İnsanlar kendi akıllarıyla Kur'ân’ın ruhuna ulaşamazlar. Bütünün içindeki parçaları bir araya Allah’ın işaret etmek istediği anlamda getiremezler. Bu, mümkün değildir. Kur'ân’daki parçaların, lafzının, Allah’ın emrettiği biçim ve boyutta Allah’ın mozaiğini oluşturması, insanların akılları sebebiyle mümkün değildir. Mutlaka Allah’tan yardım almak gerekir. Kur’ân’ın lafzı da bir bütündür, ruhu da bir bütündür. Kur’ân’ın ruhu 7 safhadan oluşur.
Öyleyse
*İlm’el yakîn; lafzı,
*Ayn’el yakîn; ruhu,
*Hakk’ul yakîn; ruhun ötesini içerir.
Bu dizaynda Kur’ân-ı Kerim’in tefsirini yapmak, sadece Allah’tan bu ilmi alabilenler için geçerlidir.
Ve Kur'ân-ı Kerim Tefsiri dersindeyiz.
Sâffât Suresi, Âyet-145:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
37/SÂFFÂT-145: Fe nebeznâhu bil arâi ve huve sakîm(sakîmun).
Bunun üzerine onu, bitkin (hasta) bir halde boş bir alana (sahile) attık.
fe: Artık, sonunda.
nebeznâ-hu: Onu attık.
bi el arâi: Boş alan.
ve huve: Ve o.
sakîmun: Hasta, bitkin.
“Bunun üzerine onu, bitkin (hasta) bir halde boş bir alana (sahile) attık.”
Balığın karnından Hz. Yunus, sahile hasta, perişan bir halde çıkıyor. Gemiden atlıyor, balık derhal onu yutuyor, balığın karnında yaşamaya devam ediyor ve sahile kadar balık onu götürüyor, sahile atıyor.
146. âyet-i kerime:
37/SÂFFÂT-146: Ve enbetnâ aleyhi şecereten min yaktîn(yaktînin).
Ve onun üzerine (gölgelik olarak) kabak cinsinden (geniş yapraklı) bir ağaç bitirdik (yetiştirdik).
ve enbetnâ: Bitirdik, yetiştirdik.
aleyhi: Onun üzerine.
şecereten: Bir ağaç.
min yaktînin: Kabak cinsinden (geniş yapraklı).
“Onun üzerine kabak cinsinden bir ağaç bitirdik.”
“Onun üzerine.” Niçin? “Gölgelik olarak, kabak cinsinden (geniş yapraklı) bir ağaç bitirdik, yetiştirdik ki yapraklarıyla onu güneşin sıcaklığından korusun diye.”
Hemen bu ağacı Allahû Tealâ bitiriyor ki; Hz. Yunus’u korusun diye. Güneşin yakıcı sıcaklığından korusun diye.
147. âyet-i kerime:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
37/SÂFFÂT-147: Ve erselnâhu ilâ mieti elfin ev yezîdûn(yezidûne).
Ve onu yüz bin veya daha fazla (kişiye), (resûl olarak) gönderdik.
ve erselnâ-hu: Ve onu gönderdik.
ilâ: …e, …a.
mieti: Yüz.
elfin: Bin.
ev: Veya.
yezîdûne: Daha fazla.
“Ve onu, yüz bin veya daha fazla kişiye (resûl olarak) gönderdik.”
“Ve onu, yüz bin veya daha fazlaya gönderdik (yüz bin veya daha fazla nüfuslu bir yere gönderdik).” diyor Allahû Tealâ.
Gönderilen resûldür. O bir nebî resûldü, peygamber resûldü.
“Resûl olarak gönderdik (bir peygamber resûl olarak).”
Âyet-148:
Vazifeli olarak gidiyor şimdi, Hz. Yunus gidiyor.
37/SÂFFÂT-148: Fe âmenû fe metta’nâhum ilâ hîn(hînin).
Böylece âmenû oldular (Allah’a ulaşmayı dilediler). Bunun üzerine onları bir süre kadar metalandırdık (faydalandırdık).
Yani hînin; hîn. Sonda olmasaydı, hînin okuyacaktık.
fe: Böylece, bunun üzerine.
âmenû: Âmenû oldular, Allah'a ulaşmayı dilediler.
fe: Böylece, bunun üzerine.
metta’nâ-hum: Onları yararlandırdık.
ilâ hînin: Bir süre kadar.
“Böylece âmenû oldular (Allah’a ulaşmayı dilediler). Bunun üzerine onları bir süre kadar metalandırdık (faydalandırdık).”
Burada insanların âmenû olduklarından bahsediliyor. Allah’a ulaşmayı dileyenlerin Kur’ân’daki genel ismi, âmenû olmaktır. İnsanların küfürden, dalâletten, hüsrandan, şeytana kul olmaktan ve cehennemden kurtuldukları yer, Allah’ın âyetlerine yakîn hâsıl etmeye başladıkları yer. Âmenû oldular. Bu âmenû olmayı; “O’na îmân ettiler” diye değerlendirmiş birçok müfessir, birçok meal veren kardeşimiz. Ama Allahû Tealâ kime âmenû oldukları konusunda bir şey söylemiyor ve: “Böylece (bunun üzerine, sonunda) âmenû.” diyor, “Âmenû oldular.”
Ne Allah’a âmenû olmak ne Hz. Yunus’a îmân ettiler işareti yok. Âmenû, tek başına Allah’a ulaşmayı dilemenin sembolüdür Kur’ân-ı Kerim’de. Ve böylece takva sahibi olmanın sembolüdür, Allah’ın dostu olmanın sembolüdür.
İşte Yûnus Suresinin 62., 63., 64. âyet-i kerimeleri:
10/YÛNUS-62: E lâ inne evlîyâallâhi lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne).
Muhakkak ki Allah’ın evliyasına (dostlarına), korku yoktur. Onlar, mahzun olmazlar, öyle değil mi?
10/YÛNUS-63: Ellezîne âmenû ve kânû yettekûn(yettekûne).
Onlar, âmenûdurlar (ölmeden evvel Allah’a ulaşmayı dileyenlerdir) ve takva sahibi olmuşlardır.
10/YÛNUS-64: Lehumul buşrâ fîl hayâtid dunyâ ve fîl âhırati, lâ tebdîle li kelimâtillâh(kelimâtillâhi), zâlike huvel fevzul azîm(azîmu).
Onlara, dünya hayatında ve ahirette müjdeler (mutluluklar) vardır. Allah’ın sözü değişmez. İşte O, fevz-ül azîmdir.
Diyor ki Allahû Tealâ:
“Onlara, o Allah’ın evliyası var ya onlara korku yoktur. Onlar mahzun da olmazlar. Onlar âmenû olmuşlardır (Allah’a ulaşmayı dilemişlerdir). (ve kânû yettekûn) Ve böylece takva sahibi olmuşlardır. (Allah’a ulaşmayı dilemişler ve takva sahibi olmuşlardır.) Onlara dünyada da ahirette de müjdeler vardır.” diyor Allahû Tealâ.
İşte Yunus’un da gönderildiği yerde insanlar âmenû olmuşlar, Allah’a ulaşmayı dilemişler. Oradaki “âmenû” kelimesi, Hz. Yunus’a îmân ettiklerini değil, âmenû olduklarını, Allah’a ulaşmayı dilediklerini gösterir ki; Hz. Yunus’a îmân etmeselerdi zaten âmenû olamazlardı.
Âmenû olmak, bir; Allah’a inanmanın garantisidir.
Âmenû olma mefhumu, Allah’a inanmayı muhtevasına alır; bir. Yetmez, Allah’a ölmeden evvel ulaşmaya inanmayı da alır; 2. Gene yetmez ve ruhu Allah’a ulaştırmanın farziyetine de kişinin inanması lâzımdır.
Bundan sonra kişi, bu vasıfların sahibi olarak Allah’a ulaşmayı dilerse o zaman bu da 4. vasıf olacaktır.
4. vasıf: Allah’a ulaşmayı dilemek. Ama bu Allah’a ulaşmayı dileme vasfı da başka bir faktöre daha ihtiyaç gösterir. Allah’a ruhunu mülâki kılacağına kesin şekilde inanma.
Başlangıçtaki 3 vasıf kişiyi âmenû kılar, Allah’a ulaşmayı dileme safhasının anahtarıdır bu. Köklü bir inanç ve kişinin huşû sahibi oluşu, bir başka hedefe yönelmek için hükümfermadır. Bu da Allah’a ulaşmayı dileme davetine değil, Allah’a ulaşma davetine icabeti ifade eder.
Ve Saffat Suresi, 149. âyet-i kerime:
37/SÂFFÂT-149: Festeftihim e li rabbikel benâtu ve lehumul benûn(benûne).
Haydi, onlardan fetva (açıklama) iste: "Kızlar Rabbinin de oğlanlar onların mı?"
festeftihim (fe isteftihim).
fe: Ve böylece, haydi.
istehti-him: Onlardan fetva iste.
e: -mı?
li rabbi-ke: Senin Rabbinin.
el benâtu: Kız çocuklar, kızlar.
ve lehum: Onların.
el benûne: Erkek çocuklar, oğlanlar.
“Haydi, onlardan fetva (açıklama) iste: Kızlar Rabbinin de oğlanlar onların mı?”
Allahû Tealâ Hz. Yunus’a söylüyor: “Âmenû olmayan kesime sor.” diyor, “Kızlar Rabbinin de oğlanlar onların mı?” Böyle bir inancın sahibiymiş kabile. Kızlar Allah’ın, oğlanlar onların. Âyet, yanlış bir inanışı Allahû Tealâ ifade ediyor.
Yanlışlar devam ediyor 150. âyet-i kerimede.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
37/SÂFFÂT-150: Em halaknel melâikete inâsen ve hum şâhidûn(şâhidûne).
Yoksa melekleri, Biz dişi olarak yarattık da onlar şahit mi oldular?
em: Veya, yoksa.
halaknâ: Biz halkettik yarattık.
el melâikete: Melekler.
inâsen: Dişiler, dişi olarak.
ve hum: Onlar.
şâhidûne: Şahit oldular.
“Yoksa melekleri Biz, dişi olarak yarattık da onlar şahit mi oldular?”
Meleklerin dişi olduğu hep ifade ediliyor, aslında meleklerin cinsiyeti yoktur.
Ve 151. âyet-i kerime:
37/SÂFFÂT-151: E lâ innehum min ifkihim le yekûlûn(yekûlûne).
Yalanlarından dolayı mutlaka (şöyle, şöyle) diyenler kesinlikle onlar değil mi?
e lâ: Değil mi?
inne-hum: Muhakkak, mutlaka onlar.
min ifki-him: Yalanlarından dolayı.
le: Gerçekten, kesinlikle.
yekûlûne: Derler.
“Yalanlarından dolayı mutlaka (şöyle) diyenler, kesinlikle onlar değil mi?”
Nasıl dediklerini bir sonraki âyet-i kerimede söylüyor.
“Yalanlarından dolayı (bir sonraki âyette gelecek olan şeyi söyleyecek olanlar) söyleyenler onlar değil mi? Ve bu kesin değil mi?” diyor Allahû Tealâ.
152. âyet-i kerimeye bakıyoruz, Sâffât Suresinin.
37/SÂFFÂT-152: Veledallâhu ve innehum le kâzibûn(kâzibûne).
"Allah doğurdu." Muhakkak ki onlar, kesinlikle yalan söyleyenlerdir.
“veledallâhu.”
velede: Doğurdu.
allâhu: Allah.
“Allah doğurdu.”
ve inne-hum: Ve muhakkak onlar.
le: Elbette, kesinlikle.
kâzibûne: Yalan söyleyenler.
Nasıldı bir evvelki âyet-i kerime?
“Yalanlarından dolayı mutlaka şöyle diyenler kesinlikle onlar değil mi? ‘Allah doğurdu.’ diyenler, muhakkak ki onlar kesinlikle yalan söyleyenlerdir.”
“Muhakkak ki onlar kesinlikle yalan söyleyenlerdir.”
“Allah doğurdu.” diyorlar. Allah’a bir dişilik izafesi, Allah’ı anne olarak düşünüyorlar. “Allah doğurdu.” diyorlar.
Sevgili kardeşlerim, ne kadar yanlış inançların insanları nasıl kemirdiğine dikkatle ve ibretle bakın. Allahû Tealâ Kur’ân’da: “Allah doğmamıştır, doğurmamıştır,” buyuruyor.
112/İHLÂS-3: Lem yelid ve lem yûled.
O, doğurmadı ve doğurulmadı.
Ve zaman yokken Allah vardı. Zamandan evvel de vardı, hep vardı. Allah varken Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı için, Allah’ın varlığı, bir noktaya, Allah’ın evvelce yok olduğu, sonradan var olduğu bir noktaya ulaşmak mümkün değildir. Allah bu sebeple ezelîdir. Ve kıyâmet kopacaktır. Kıyâmetten sonra insanlar cennet ve cehenneme gidecektir. Ve sonsuz bir zaman parçasından sonra cennet ve cehennemin gökleri çatlayacaktır. O zaman cennettekileri de cennetleri de cehennemdekileri de cehennemi de Allahû Tealâ, enerji haline getirecek ve yok edecektir.
Ne diyor? “Her şey fâni olacaktır, herkes fâni olacaktır, sadece senin Rabbin olan, zûl celâli vel ikrâm olan senin Rabbin bakî kalacaktır.” diyor Allahû Tealâ.
55/RAHMÂN-26: Kullu men aleyhâ fân(fânin).
Bütün kişiler (insanlar ve cinler) fanidir (yok olucudur).
55/RAHMÂN-27: Ve yebkâ vechu rabbike zûl celâli vel ikrâm(ikrâmi).
Ve celâl ve ikram sahibi Rabbinin Vechi (Zatı) bâki kalacaktır.
Hiçbir şey yok iken Allah vardı. Allah yaratmayı diledi, enerjiyi yarattı. Enerjiden maddeyi yarattı. Bu enerji, çeşitli âlemleri vücuda getirdi. 4 ve 6 küreden oluşan, 4 küreden oluşan, 4 enerji küresinden oluşan elektronlardan 4 âlem, 6 enerji küresinden oluşan elektronlardan 2 âlem; 6 âlem yarattı Allahû Tealâ. Ve yarattığı bütün âlemler aynı yeri kapsadılar. Hepsi cinsiyetsiz bir insan vücudu oluşturdu. Aynı büyüklükte ve hepsi birbirinin içindeydiler. Aynı hudutların içinde bir insan vücudu şeklinde, Allahû Tealâ 3 asıl, 3 de karşıt olmak üzere, her bir yevmde bir âlem yarattı. 3 asıl, 3 de karşıt; 6 âlem. Bu 6 âlemi vücuda getirdikten sonra Allahû Tealâ’nın ilmi ve rahmeti, o yarattığı bütün bu âlemleri kuşattı. Bu sebeple Allahû Tealâ hepimize şah damarımızdan daha yakındır. Bu sebeple Allahû Tealâ yaptığımız her şeyi anında bilir. Biz onu yapmadan evvel de düşüncemizin bizi nereye sürüklemek istediğini daha önceden de bilir.
Öyleyse: “Allah doğurdu.” diyor insanlar. Allah da diyor ki: “Bunlar kesinlikle yalan söyleyenlerdir.”
Ve 153. âyet-i kerime:
37/SÂFFÂT-153: Astafel benâti alel benîn(benîne).
(Allah), kızları oğlanlara tercih (mi) etti?
astafe: Seçti, tercih etti.
el benâti: Kız çocukları, kızlar.
alâ el benîne: Erkek çocuklarına, oğlanlara.
“(Allah), kızları oğlanlara tercih (mi) etti?”
Böyle bir şeyin varlığı iddia ediliyor, o insanlar tarafından.
Âyet-154:
37/SÂFFÂT-154: Mâ lekum, keyfe tahkumûn(tahkumûne).
Size ne oluyor? Nasıl (böyle) hüküm veriyorsunuz?
mâ: Ne.
lekum: Size.
keyfe: Nasıl?
tahkumûne: Hüküm veriyorsunuz.
“Size ne oluyor? Nasıl (böyle) hüküm veriyorsunuz?” diyor Allahû Tealâ.
Hakikatle ilgisi olmayan bir şeyi insanlar bir hüküm olarak söylüyorlar: “Allah, kızları erkeklere tercih eder.” diyorlar.
Allah’ı erkek olarak, melekleri de dişi olarak vasıflandırıyorlar. Allah’ın da melekleri dişi olarak kendileri kabul ettikleri için dişiyi, erkek olduğu için dişileri tercih ettiğini ima etmek istiyorlar. Baştan aşağı bir hurafe. Yalana dayalı, zanna dayalı bir yanlış hükümler dizisi.
37/SÂFFÂT-155: E fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).
Hâlâ tezekkür etmeyecek misiniz?
e: -mı?
fe: Hâlâ.
lâ tezekkerûne: Tezekkür etmezsiniz, tezekkür etmeyeceksiniz.
“Hâlâ tezekkür etmeyecek misiniz?” diyor Allahû Tealâ.
Bütün bunlar, baştan aşağı sadece yanlışları içerir sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım.
Ve 156. âyet-i kerime:
37/SÂFFÂT-156: Em lekum sultânun mubîn(mubînun).
Yoksa sizin apaçık bir sultanınız (deliliniz) mi var?
em: Yoksa, veya.
lekum: Sizin var.
sultânun: Sultan, delil.
mubînun: Apaçık.
“Yoksa sizin apaçık bir sultanınız mı (deliliniz mi) var?”
“Deliliniz mi var da böyle konuşuyorsunuz?” diyor Allahû Tealâ.
Sâffât Suresi, 157. âyet-i kerime:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
37/SÂFFÂT-157: Fe’tû bi kitâbikum in kuntum sâdikîn(sâdikîne).
Eğer siz sadıklardansanız, o taktirde kitabınızı getirin.
fe’tû: O takdirde getirin.
bi kitâbi-kum : Sizin kitabınızı.
in kuntum: Eğer siz iseniz.
sâdikîne: Sadıklar, doğru söyleyenler iseniz.
“Eğer siz sadıklardansanız, o takdirde kitabınızı getirin.”
“Sadıklardansanız, kitabınızı getirin.” diyor Allahû Tealâ.
Öyleyse bunun mânâsı: “Hangi delile dayanıyorsunuz?” demek. Bunun mânâsı: “Elinizde bunları doğrulayıcı bir kitap mı var?” demek.
Ve 158. âyet-i kerime:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
37/SÂFFÂT-158: Ve cealû beynehu ve beynel cinneti nesebâ(neseben), ve lekad alimetil cinnetu innehum le muhdarûn(muhdarûne).
Ve Allah ile cinler arasında neseb (soybağı) kıldılar (uydurdular). Ve andolsun ki cinler, (cehennemde) mutlaka hazır bulundurulacaklarını biliyorlardı.
ve cealû: Ve kıldılar.
beyne-hu: Onun arasında.
ve beyne: Ve arasında.
el cinneti: Cinler.
neseben: Neseb, soy bağı.
ve lekad: Ve andolsun.
alimeti: Bildi.
el cinnetu: Cinler.
inne-hum: Muhakkak ki onlar.
le: Elbette, mutlaka.
muhdarûne: Hazır bulundurulacak olanlardır.
“Allah ile cinler arasında nesep (soy bağı) kıldılar (uydurdular). Ve andolsun ki cinler, (cehennemde) mutlaka hazır bulundurulacaklarını biliyorlardı.”
Yani Allah’la cinler arasında bir soy bağı kuruyorlar, Allah cinlerden birisiymiş gibi. Akla gelmez büyük yanlışlıkları insanlık tarihi boyunca hep yapmış insanlar sevgili kardeşlerim.
Sâffât Suresi, 159. âyet:
37/SÂFFÂT-159: Subhânallâhi ammâ yasifûn(yasifûne).
Allah, onların vasıflandırmalarından (zanlarından) Sübhan’dır (münezzehtir).
subhâne: Münezzeh.
allâhi: Allah.
ammâ (an mâ): Şeyden, şeylerden.
yasifûne: Vasıflandırıyorlar.
“Allah, onların vasıflandırmalarından (zanlarından) Sübhan’dır (münezzehtir, yücedir).”
“Onların vasıflandırdıklarının dışındadır.”
Yani onlar zanlarıyla ne söylerlerse söylesinler; bu, Allah’ı gerçek anlamda bir vasıflandırma değildir.
37/SÂFFÂT-160: İllâ ibâdallâhil muhlasîn(muhlasîne).
Allah’ın muhlis kulları hariç.
illâ: Hariç.
ibâde allâhi: Allah’ın kulları.
el muhlasîne: Muhlis olanlar.
“Allah’ın muhlis kulları hariç.”
“Allah’ın muhlis kullarının vasıflandırması başka, o hariç.”
Allah bütün insanların; geriye kalan bütün insanların zanlarından, vasıflandırmalarından münezzehtir.
161. âyet-i kerime:
37/SÂFFÂT-161: Fe innekum ve mâ ta’budûn(ta’budûne).
Bundan sonra muhakkak ki siz ve sizin taptıklarınız.
fe: O zaman, bundan sonra.
inne-kum: Muhakkak ki siz.
ve mâ: Ve şeyler.
ta’budûne: Siz tapıyorsunuz.
“Bundan sonra muhakkak ki siz ve sizin taptıklarınız.”
“Bundan sonra siz ve sizin taptıklarınız,” gelecek âyet-i kerimeye atıf yapıyor:
“İster size olsun ister sizin taptığınız putlar olsun, bundan sonra muhakkak ki siz ve sizin taptıklarınız.”
162. âyet:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
37/SÂFFÂT-162: Mâ entum aleyhi bi fâtinîn(fâtinîne).
Onun (Allah’ın) aleyhinde, kimseyi fitneye düşürecek değilsiniz (düşüremezsiniz).
mâ entum: Siz değilsiniz.
aleyhi: Ona.
bi fâtinîne: Fitneye düşürenler.
“Onun (Allah’ın) aleyhinde, kimseyi fitneye düşürecek değilsiniz (düşüremezsiniz).”
“Fitneye düşürecek değisiniz (fitneye düşüremezsiniz).”
Yani: “İnsanları yanlış zanna sürükleyemezsiniz.” diyor Allahû Tealâ. “Ben bu bilgileri Kur’ân-ı Kerim’de vererek buna,” diyor, “müsaade etmiyorum.” Yetmez, mutlaka Yunus (A.S)’a da bu konuda gerekli olanları söylemiş durumda.
Öyleyse Sâffât Suresi, 163. âyet-i kerime:
37/SÂFFÂT-163: İllâ men huve sâlil cahîm(cahîmi).
Ama cehenneme girecek olanlar hariç.
illâ: Hariç.
men: Kimse, kişi.
huve: O.
sâli: Yaslanan, giren.
el cahîmi: Cehennem.
“Ama cehenneme girecek olanlar hariç.” diyor Allahû Tealâ.
“Siz kimseyi fitneye düşüremezsiniz ama cehenneme girecek olanlar hariç. Onlar zaten fitnedeler.”
Yani Allah’ın bütün söylediklerinin dışında bir dünya yaratmışlar zavallı insanlar kendilerine ve bu saçmalıklarla meşguller. Allah meleklerle evleniyor, Allah erkek, melekler dişi, Allah, kızları tercih eder, melekler kızdır. Allah’la cinler arasında akrabalık bağı vardır; daha ne saçmalıklar.
164. âyet-i kerimeye ulaşıyoruz.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
37/SÂFFÂT-164: Ve mâ minnâ illâ lehu makâmun ma’lûm(ma’lûmun).
Ve bizden (hiç) kimse yoktur ki, onun bilinen bir makamı olmasın.
ve mâ: Ve yoktur.
min-nâ: Bizden.
illâ: Hariç, olmayan.
lehu: Onun.
makâmun: Makam, mekân.
ma’lûmun: Bilinen.
“Ve bizden (hiç) kimse yoktur ki; onun bilinen bir makamı olmasın.”
Cehenneme girmeyen kesim için bu söz. Burada: “Bizden hiç kimse yoktur ki; onun bilinen bir makamı olmasın.” sözü, Allah’ın huzur namazında namaz kılan salihler için geçerlidir.
Bu âyet-164, Sâffat Suresi 164. âyet-i kerime: “Bizden hiç kimse yoktur ki; onun bilinen bir makamı olmasın.”
Allah’ın katında namaz kılıyorlarsa huzur namazının başında devrin imamı vardır. Makamı, huzur namazının imamlığıdır. Ondan sonra arkasında onunla beraber kılan ama hayatta olmayan iki kişi vardır, iki nebî. Ondan sonra bir yeni statü içerisinde bundan sonraki makam, gavsa aittir. Ondan sonra da 7 tane kutup gelir. Sonra buradaki dizayna bakın, onarlık sıralar halinde saflar başlar. 7 ikili saf; yetmişleri, ilk 4 saf; kırkları, sonraki 7 saf yetmişleri vücuda getirir ve saflar böylece devam eder. Her biri bir makam sahibidir. Her bir saftakiler, ayrı bir makamın sahibidir.
37/SÂFFÂT-165: Ve innâ le nahnus sâffûn(sâffûne).
Ve muhakkak ki biz, mutlaka (Allah’ın huzurunda) saf saf duranlarız.
“Ve muhakkak ki biz, mutlaka (Allah’ın huzurunda) saf saf duranlarız.”
“Biz, mutlaka saf saf duranlarız.” Nerede? “Allah’ın huzurunda.”
İşte huzur namazında insanların saf halinde durdukları, Sâffât Suresinin demek ki 164 ve 165. âyetlerinde geçerli. Hepsi bir makam sahibidir. Kırklar da yetmişler de daha sonraki birkaç grup daha, hepsi Divan-ı Salihîn üyesidir. Huzur namazının da devamlı müdavimleridir. Oradaki tahtlar da onlara aittir, İndi İlâhi’deki tahtlar. Orada yerden yüksekte duran ve boşlukta duran tahtlar vardır. Yerden yaklaşık 4 metre yukarıdan başlar tahtlar. Tahtlar altındandır, yükseldikçe üzerleri mücevherlerle süslüdür. Ve orada Allahû Tealâ’nın huzurunda, arkadan huzur namazının imamına bakıyorsanız, huzur namazının imamının sol tarafında tahtları göreceksiniz.
Ve 166. âyet-i kerime, gene aynı kişilere Allah’ın huzurunda namaz kılan, huzur namazının müntesiplerine ait. Şöyle diyor Allahû Tealâ: 37/SÂFFÂT-166: Ve innâ le nahnul musebbihûn(musebbihûne). Ve muhakkak ki biz, mutlaka (Allah’ı) tesbih edenleriz.
ve innâ: Ve muhakkak ki biz.
le: Elbette, mutlaka.
nahnu: Biz.
el musebbihûne: Tesbih edenler(iz).
“Ve muhakkak ki biz, mutlaka tesbih edenleriz.”
Kimi? “Allah’ı tesbih edenleriz. Allah İsmi’yle; ‘Allah, Allah, Allah,’ diye irademizin dışında İlâhi İrade’yle, irademizin dışında küllî iradeyle, sünnetullah’la Allah’ı tesbih edenleriz. İrademizle yaptığımız zikri aşanlarız.” Bunların hepsi oradaki üçler, yediler, kırklar, hepsi Allah’ı tesbih edenler, hepsi irade bağlanmalarını tamamlamış olanlar.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
167. âyet-i kerime:
37/SÂFFÂT-167: Ve in kânû le yekûlûn(yekûlûne).
Ve onlar mutlaka, sadece (şöyle) diyorlardı.
ve in: Ve sadece, ancak.
kânû: Oldular.
le: Elbette, mutlaka.
yekûlûne: Derler, diyorlar.
“Ve onlar mutlaka, sadece (şöyle) diyorlardı.”
Ne dedikleri bir sonraki âyet-i kerimede:
37/SÂFFÂT-168: Lev enne indenâ zikren minel evvelîn(evvelîne).
Keşke bizim yanımızda (elimizde) evvelkilere verilenlerden bir zikir (bir kitap) olsaydı.
lev enne: Eğer, keşke olsaydı.
inde-nâ: Bizim yanımızda.
zikren: Zikir.
min el evvelîne: Evvelkilerden.
“Keşke bizim yanımızda (elimizde) evvelkilere verilenlerden bir zikir (bir kitap) olsaydı.”
“Evvelkilerden,” yani: “Evvelkilere verilenlerden bir zikir (bir kitap) bulunmuş olsaydı (var olsaydı, bir kitap olsaydı).”
37/SÂFFÂT-169: Le kunnâ ibâdallâhil muhlasîn(muhlasîne).
(O zaman) mutlaka biz, Allah’ın muhlis kullarından olurduk.
le: Elbette, mutlaka.
kunnâ: Biz olduk, olurduk.
ibâde allâhi: Allah'ın kulları.
el muhlasîne: Muhlis olanlar, muhlisler.
“(O zaman, öyle olsaydı, o kitap olsaydı) mutlaka biz, Allah’ın muhlis kullarından olurduk.”
Böyle derler, ama kitap varken de kitapla ilgilenmezler. İşte 14 asır evvel Kur’ân-ı Kerim inmiş. Kâinatin son şeriat kitabı, Allah’ın yegâne dîninin, tek dîninin son devredekilere hitabı, Kur’ân-ı Kerim. Ama onu dikkate almıyorlar bugünün insanları. İşte tıpkı bunun gibi. Kitapları olmayanlar kendilerine kitap verilmediğini zannederler. Oysaki Kur’ân, sadece bir kavme verilmiş bir kitap değildir, kâinata verilmiş bir kitaptır ve Allah’ın evvelki kitaplarının, şeriat kitaplarının aynıdır.
Ve 170. âyet-i kerime:
37/SÂFFÂT-170: Fe keferû bih(bihî), fe sevfe ya’lemûn(ya’lemûne).
Buna rağmen O’nu (Zikri: Kur’ân-ı Kerim’i) inkâr ettiler. Fakat yakında bilecekler.
fe: O zaman, buna rağmen.
keferû: İnkâr ettiler.
bi-hi: Onu.
fe: Fakat.
sevfe: Yakında.
ya’lemûne: Bilecekler.
“Buna rağmen zikri (Kur’ân-ı Kerim’i) inkâr ettiler. Fakat yakında onu bilecekler.”
“Yakında bilecekler.”
170. âyet-i kerimede bir inkâr söz konusu. Kitap var. Kitap olmasaydı: “Ah keşke bir kitabımız olsaydı da ona îmân etseydik, Allah’ın salih kulları olsaydık.” derler, ama kitap olduğu zaman da kitap var, ama onu inkâr ederler. Yani kitabın oradaki mevcudiyeti onlar için bir hüküm ifade etmez. Var olan kitabı inkâr ederler. Yoksa: “Ah bir kitap olsaydı keşke.” derler.
Ve 171. âyet-i kerime, Allahû Tealâ buyuruyor:
37/SÂFFÂT-171: Ve lekad sebekat kelimetunâ li ibâdinel murselîn(murselîne).
Ve andolsun ki gönderilen kullarımız için Bizim (daha önce) bir sözümüz geçti (onlara söz vermiştik).
ve lekad: Ve andolsun.
sebekat: Geçti.
kelimetu-nâ: Bizim sözümüz.
li: İçin.
ibâdi-nâ: Kullarımız.
el murselîne: Gönderilenler, resûller.
“Ve andolsun ki gönderilen kullarımız için, Bizim (daha önce) bir sözümüz geçti (onlara söz vermiştik).” diyor.
Gönderilen resûllere Allah’ın bir sözü var. Neymiş sözü? 172. âyet-i kerime ifade edecek onu. Bütün resûllere, gönderilen resûllere, ister nebî resûl olsun ister velî resûl olsun, hepsine Allah’ın bir sözü var.
37/SÂFFÂT-172: İnnehum le humul mensûrûn(mensûrûne).
Muhakkak ki onlar, mutlaka yardım edilecek olanlardır.
Kelimelere bakalım:
inne-hum: Muhakkak ki onlar.
le: Elbette, mutlaka.
hum: Onlar.
el mensûrûne: Yardım edilenler.
“Muhakkak ki onlar, mutlaka yardım edilecek olanlardır (yardım edilenlerdir, yardım edilecek olanlardır).” diyor Allahû Tealâ.
Öyleyse: “Onlar mutlaka yardım edilecek olanlardır.” diyor Allahû Tealâ.
Böylece Allahû Tealâ’nın bütün resûllere verilmiş olan bir sözü vardır. Bütün resûller mutlaka kendilerine yardım edilecek olanlardır. Bütün devirlerde de bu devirde de Allah’ın resûllerine Allah’ın yardımı devamlı olarak gelmektedir. İnsanlar onlara düşman olsa bile, Allah’ın yardımıyla onlar hep ayakta olacaklardır.
Ve 173. âyet-i kerime:
37/SÂFFÂT-173: Ve inne cundenâ le humul gâlibûn(gâlibûne).
Ve muhakkak ki gâlip gelecek olanlar, mutlaka Bizim ordularımızdır.
ve inne: Ve muhakkak.
cunde-nâ: Ordumuz, ordularımız.
le: Elbette, mutlaka.
hum: Onlar.
el gâlibûne: Gâlip olanlar.
“Ve muhakkak ki gâlip olacak olanlar, mutlaka Bizim ordularımızdır.”
“Muhakkak ki gâlip olacak olanlar (muhakkak ki gâlip gelecek olanlar), bizim ordularımızdır.” diyor Allahu Tealâ.
Ne diyor? “Yerlerin ve göklerin orduları Allah’ındır ve üstün gelecek olanlar da mutlaka Allah’ın ordularıdır.”
48/FETİH-7: Ve lillâhi cunûdus semâvâti vel ard(ardı), ve kânallâhu azîzen hakîmâ(hakîmen).
Ve göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Ve Allah; Azîz’dir, Hakîm’dir.
Âyet-174:
37/SÂFFÂT-174: Fe tevelle anhum hattâ hîn(hînin).
Artık bir süre kadar onlardan yüz çevir.
fe: Öyleyse, o zaman, artık.
tevelle: Yüz çevir.
an-hum: Onlardan.
hattâ: Oluncaya kadar.
hînin: Bir süre, belirli bir süre.
“Artık bir süre kadar onlardan yüz çevir.”
Ve Allahû Tealâ: “Onlardan yüz çevir.” diyor. Burada hitap, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e.
Ve 175. âyet-i kerime:
37/SÂFFÂT-175: Ve ebsirhum fe sevfe yubsirûn(yubsirûne). Ve onları gözle! Yakında onlar da görecekler.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
ve ebsir-hum: Ve onlara bak, gözle.
fe: Bundan sonra, artık.
sevfe: Yakında.
yubsirûne: Görecekler.
“Onları gözle! Yakında onlar da görecekler.” diyor Allahû Tealâ.
Görecekleri şey de Allah’ın azabı elbette.
Bu âyetlerde ruha ait bir şey yok. Meali vereceklerin, normal standartlarda söylediği şeyler.
Ve 176. âyet-i kerime:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
37/SÂFFÂT-176: E fe bi azâbinâ yesta’cilûn(yesta’cilûne).
Hâlâ azabımızı acele olarak mı istiyorlar?
e: -mı?
fe: Hâlâ.
bi azâbi-nâ: Bizim azabımızı.
yesta’cilûne: Acele (olarak) istiyorlar.
“Hâlâ azabımızı acele olarak mı istiyorlar?”
“Hâlâ azabımızı acele olarak mı istiyorlar.” Yani bütün resûllere bu söylenmiştir. Resûller onları Allah’ın azabıyla ikaz edince, uyarınca: “Hadi bakalım, bu azap neyse cehennem mi diyorsun, hadi atsın bakalım Allahû Tealâ bizi cehenneme. Kıyâmet mi diyorsun, hadi kıyâmet kopsun da bakalım görelim derler.” diyor, “onlar.” Oysaki kıyâmeti görecekler. Herkes görecek. Hangi devirde yaşamış olursa olsun, herkes kıyâmet günü kendi zaman parçasına zaman döndüğünde, yaşadığı ana zaman geri geldiğinde hayatta olacaktır ve yerçekimi kuvveti olmadığı için İndi İlâhi’ye ulaşacaktır.
Öyleyse o insanların bulunacağı yer orasıdır. Evvelâ mahşer meydanı, sonra orada ikinci defa öldükten ve ikinci defa dirildikten sonra, mahşer meydanından İndi İlâhi’ye ulaşacaklardır. Orada hayat filmlerini seyredeceklerdir. Kazandıkları derecelere göre de cennete veya cehenneme ulaşacaklardır. Ve tabiî cehennemde bir azap var. “O azabımızı şimdi mi, acele mi istiyorlar?” diyor Allahû Tealâ burada.
Ve 177. âyet-i kerime:
37/SÂFFÂT-177: Fe izâ nezele bisâhatihim fe sâe sabâhul munzerîn(munzerîne).
Onların sahasına (bulundukları yere) (azap) indiği zaman, işte (o gün) uyarılanların sabahı (ne kadar) kötü oldu (olacak).
fe izâ: O zaman, artık.
nezele: İndi.
bi sâhati-him: Onların sahasına.
fe: Böylece, işte.
sâe: Kötü oldu.
sabâhu: Sabah.
el munzerîne: Uyarılanlar.
“Onların sahasına (bulundukları yere) (azap) indiği zaman, işte (o gün) uyarılanların sabahı ne kadar kötü oldu (olacak).”
“Onların sahasına indiği zaman.” Ne indiği zaman? “Azap.”
“Sahasına (bulundukları yere) azap indiği zaman.” Ne zaman? “O gün (o zaman) uyarılanların sabahı kötü oldu (olacak).” diyor Allahû Tealâ.
Allah’a göre biliyorsunuz, geçmiş zaman ve gelecek zaman diye bir şey yoktur. O, zamanı sıfırlayabilen sonsuz hızı sebebiyle zamanın dışındadır. Bu sebeple Allah için geçmiş zaman da şimdiki zaman da gelecek zaman da hep aynıdır.
Ve 178. âyet-i kerime:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
37/SÂFFÂT-178: Ve tevelle anhum hattâ hîn(hînin).
Ve bir süre kadar onlardan yüz çevir.
ve tevelle: Ve yüz çevir.
an-hum: Onlardan.
hattâ: Oluncaya kadar.
hînin: Bir süre.
“Ve bir süre kadar onlardan yüz çevir.”
Ve onlardan Allahû Tealâ’nın Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e söylediği şey, yüz çevirmesi konusundaki emri. Bunun mânâsı: “Bekle.” demek.
Ve devam ediyor 179. âyet-i kerimede:
37/SÂFFÂT-179: Ve ebsir fe sevfe yubsirûn(yubsırûne).
Ve gözle! Yakında onlar da görecekler.
ve ebsir: Ve bak, gözle.
fe: Artık.
sevfe: Yakında.
yubsırûne: Görecekler.
“Ve gözle! Yakında onlar da görecekler.”
Neyi görecekler? Azabı görecekler.
Ve 180. âyet-i kerime:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
37/SÂFFÂT-180: Subhâne rabbike rabbil izzeti ammâ yasifûn(yasifûne).
Senin izzet sahibi Rabbin onların vasıflandırmalarından (zanlarından) Sübhan’dır (münezzehtir).
subhâne: Sübhan, münezzeh.
rabbike: Senin Rabbin.
rabbi: Rabb.
el izzeti: İzzet.
ammâ (an mâ): Şeyden, şeylerden.
yasifûne: Vasıflandırıyorlar.
“Senin izzet sahibi Rabbin, onların vasıflandırmalarından (zanlarından) Sübhan’dır (münezzehtir).”
Ve Sâffât Suresinin 181. âyet-i kerimesi şöyle:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
37/SÂFFÂT-181: Ve selâmun alel murselîn(murselîne).
Ve gönderilen resûllere selâm olsun.
ve selâmun: Ve selâm olsun.
alâ: Üzerine.
el murselîne: Gönderilen, gönderilmiş olan resûller.
“Ve gönderilen resûllere (gönderilenlere, gönderilen resûllere) selâm olsun.”
Ve 182. âyet-i kerime:
37/SÂFFÂT-182: Vel hamdu lillâhi rabbil âlemîn(âlemîne).
Ve âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun.
ve el hamdu: Ve hamd.
“lillâhi.”
li: İçin.
allâhi: Allah (için) (Allah'a ait).
rabbi: Rabb.
el âlemîne: Âlemler.
“Ve âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun.”
Sevgili izleyenler, dinleyenler, sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım,
Sâffât Suresi inşaallah burada tamamlanıyor.
Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; yeni bir surenin daha tamamlanmasını bizlere nasip kıldı. İnşaallah adım adım, 19 ciltten oluşacak olan Kur’ân-ı Kerim kitaplarımız hazırlanıyor. Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bir yeni surenin daha bitimine bizleri ulaştırdı.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allahû Tealâ’nın hepinizi hem cennet saadetine, hem dünya saadetine ulaştırmasını Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi inşaallah burada tamamlamak istiyoruz.
Allah, hepinizden razı olsun.
İmam İskender Ali M İ H R