}
Vel-Asr Suresi 4 (Âyetlerin Sırları) 17.06.2004
Mp4 Mp3 Link

Sohbet Kodu: 108101


SOHBETİN ADI: VEL ASR-4 

TARİHİ: 17.06.2004

  

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! İşte yeniden birlikteyiz; bir defa daha Vel Asr Suresi konusunda konuşmak ve konuyu tamamlamak üzere.

 

Demiştik ki Vel Asr Suresi 4 tane 7 basamaktan oluşur. Son 7 basamağa ulaştık. 21. basamaktan sonraki 22, 23, 24, 25, 26, 27, 28. Bu basamaklar sevgili kardeşlerim, hepsi velâyet makamlarıdır. Ve bir defa daha Vel Asr’ı söyleyelim.

 

103/ASR-1: Vel asri.

Asra yemin olsun.

103/ASR-2: İnnel insâne le fî husr(husrin).

Muhakkak ki insan, gerçekten hüsrandadır.

103/ASR-3: İllâllezîne âmenû ve amilûs sâlihâti ve tevâsav bil hakkı ve tevâsav bis sabrı.

Ama âmenû olanlar (ilk 7 basamağı aşanlar), nefs tezkiyesi yapanlar (ikinci 7 basamağı aşanlar), Allah’a ruhu ulaşıp Hakk’ı tavsiye edenler (üçüncü 7 basamağı aşanlar) ve sabrı tavsiye edenler (dördüncü 7 basamağı aşanlar) hariç.

vel asri: Asra andolsun ki (yemin olsun ki; zamana andolsun ki; zamana yemin olsun ki).

innel insâne le fî husr: İnsanlar muhakkak ki hüsrandadırlar.

illellezîne âmenû: Ama âmenû olanlar hariç (İlk 7 basamak).

ve amilus sâlihâti: Nefsi ıslah edici amellere başlayanlar hariç.

1. 7 basamak bitiyor, 2. 7 basamak, 8. basamaktan itibaren başlıyor. 14. basamakta nefs tezkiyesi başlıyor, nefsi ıslah edici ameller başlıyor.

ve tevâsav bil hak: (3. 7 basamak) Hakk’ı tavsiye edenler.

 

Ruhun Allah’a doğru yükselişi, 7 tane gök katını aşışı, her katta hangi işlevlerden geçtiği ve ruhun Allah’ı Zat’ına ulaşması.

 

Allahû Tealâ’nın dizaynında Hakk’a ulaşmak ve Hakk’a ulaşanların Hakk’ı tavsiye etmeleri söz konusudur. Hakk’a ulaşmış olmalı ki; bu muhteşem olayı yaşamış olmalı ki; başkalarına tavsiye edebilsin. Ve ruhun Allah’a ulaşmasından sonraki kademeler de bu 4. saatin muhtevasını oluşturacak.

 

“ve tevâsav bil hak’tan sonra, 3. 7 basamaktan sonra “ve tevâsav bis sabr: Sabrı tavsiye edenler.”

 

Sabrı tavsiye edenler, sabrın sahipleridir ve sabrın sahibi olmak Allahû Tealâ’nın bir muhteşem dizaynıdır.

 

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allah'a sonsuz hamd ve şükrederiz ki bir defa daha Allah'ın bir zikir sohbetinde, Vel Asr Suresinin 4. ve son bölümünü tamamlamak üzere birlikteyiz. Ne olmuştu? Ruh Allah'a ulaşmıştı. Ve ruh, Allah’ın Zat’ında yok olur. Bu, 4. 7 basamağın 1.’sidir. 7 velâyet makamının da 1.’sidir. Makamın adı: Fenâfillah.

 

fenâ: Fâni olmak, yok olmak, demek.

fî: İçinde.

Allah: Allah.

 

Allah’ın içinde, Allah’ın Zat’ında yok olmak. Ruhun, 7 tane gök katını aşarak Allah’ın Zat’ına ulaşması ve Zat’ta, Allah’ın vechinde yok olması.

 

Allahû Tealâ Nebe Suresinin 39. âyet-i kerimesinde diyor ki:

 

78/NEBE-39: Zâlikel yevmul hakku, fe men şâettehaze ilâ rabbihî meâbâ(meâben).

İşte o gün (mürşidin eli Hakk'a ulaşmak üzere öpüldüğü ve ona tâbî olunduğu gün), Hakk günüdür. Dileyen (Allah'a ulaşmayı dileyen) kişi, kendisine Rabbine ulaştıran (yolu, Sıratı Mustakîm'i) yol ittihaz eder. (Allah'a ulaşan kişiye Allah) meab (sığınak, melce) olur.



“İşte o gün Hakk günüdür. O gün dileyen kişi kendisine Allah’a ulaştıran, Allah’a doğru bir yol ittihaz eder. Ve kimin ruhu Allah'a ulaşırsa, Allah o kişinin ruhuna meab olur, sığınak olur.”

 

Ve Âli İmrân Suresi 14. âyet-i kerime, Allahû Tealâ buyuruyor ki:

 

3/ÂLİ İMRÂN-14: Zuyyine lin nâsi hubbuş şehevâti minen nisâi vel benîne vel kanâtîril mukantarati minez zehebi vel fıddati vel haylil musevvemeti vel en’âmi vel hars(harsi), zâlike metâul hayâtid dunyâ, vallâhu indehu HUSNUL MEÂB(meâbi).

İnsanlara, "kadınlara, oğullara, kantar kantar biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, hayvanlara ve ekinlere olan sevgiden oluşan" şehvetleri (aşırı düşkünlükleri) güzel gösterildi. Bunlar, dünya hayatının menfaatleridir. Ve Allah, O'nun katındaki en güzel sığınaktır.



vallâhu ındehu HUSNUL MEÂB(MEÂBİ): Andolsun ki (yemin olsun ki) Allah’ın katındaki ahsen sığınak, güzellerin en güzeli olan sığınak, Allah’ın Zat’ıdır.

 

İşte böyle olan, ruhlarını hayattayken Allah’a ulaştırmış olan ve Allah’ın Zat’ını meab ittihaz etmiş olanların isimlerine “evvab” deniyor Kur’ân-ı Kerim’de. Evvab; meaba ulaşmış ve sığınmış demek. Allah’a dönmüş, Allah’a ulaşmış, meaba ulaşmış, kendisine Allah’ın Zat’ını meab, sığınak edinmiş kişi.

 

Kaf Suresinin 31 ve 32. âyetlerinde Allahû Tealâ diyor ki:

 

50/KAF-31: Ve uzlifetil cennetu lil muttekîne gayra baîdin.

Ve cennet, takva sahipleri için uzak olmayarak yaklaştırıldı.

50/KAF-32: Hâzâ mâ tûadûne li kulli evvâbin hafîz(hafîzin).

İşte size vaadolunan şey budur (cennettir). Bütün evvab (ruhu Allah’a ulaşarak sığınmış), ve hafîz olanlar (başlarının üzerine devrin imamının ruhu ulaşmış olanlar) için.

“Cennet, takva sahiplerine uzak olmayarak yaklaştırıldı. İşte vaadolunduğunuz cennet budur.” Yani: “Hadi buyurun cennetinize. Bütün evvab olanlar için ve hafîz olanlar için.” diyor Allahû Tealâ.

 

Evvab; meaba geri dönmüş, meaba sığınmış kişi. Ya Hafîz? Hafîz de muhafaza altındaki kişi. Allahû Tealâ kimin başının üzerine devrin imamının ruhunu göndermişse o kişi, Allahû Tealâ’nın o devirdeki en üst yetkilisi tarafından, devrin imamının ruhu tarafından koruma altına alınmıştır. O, muhafızdır.

 

Allahû Tealâ diyor ki: “Biz, bir kavmin üzerine (yani bir topluluktaki insanlar)...” Herhangi bir topluluğun. Allah’a ulaşmayı dileyenlerden, Allah’a ulaşanların oluşturduğu bir toplum. Böyle bir toplumda bu bir kavim, mü'minler kavmi; ruhlarını ölmeden evvel Allah’a ulaştıranlar. İşte ruhlarını Allah'a ulaştırmadan evvel, onların başının üzerine Allah’a ulaşmayı diledikten sonra mürşidin (devrin imamının) ruhu ulaşıyor. Vel Asr Suresinin bir evvelki 3. bölümde anlattığımız, ruhun Allah’a ulaşmasıyla noktalanmasından sonra, Allah’ın Zat’ında ruhun yok olmasına evvab diyoruz. Ya hafîz nedir? Hafîz de Mu’min-15’te anlatılıyor. Diyor ki Allahû Tealâ:

 

40/MU'MİN-15: Rafîud deracâti zul arş(arşi), yulkır rûha min emrihî alâ men yeşâu min ıbâdihî li yunzira yevmet telâk(telâkı).

Dereceleri yükselten ve arşın sahibi olan Allah, kullarından (Kendisine ulaştırmayı) dilediği kişinin (Allah’a ulaşmayı dilediği için Allah’ın da Kendisine ulaştırmak istediği kişinin) üzerine (başının üzerine) Allah’a ulaşma gününün geldiğini (o kişinin ruhuna) ihtar etmek için, emrinden (Allah’ın emrini tebliğ edecek) bir ruh (devrin imamının ruhunu) ulaştırır.

“Dereceleri yükselten ve arşın sahibi olan Allah, kullarından lâyık olanların başlarının üzerine emrinden ruh ulaştırır. O kişinin ruhuna, Allah’a mülâki olma gününün, yevm’et talâkın geldiğini haber vererek onu ikaz etmek için, uyarmak için.”

 

Mucâdele Suresinin 22. âyet-i kerimesine göre, mürşide tâbî olan kişinin başının üzerine devrin imamının ruhu gelir ve yerleşir.

 

58/MUCÂDELE-22: Lâ tecidu kavmen yu’minûne billâhi vel yevmil âhiri yuvâddûne men hâddallâhe ve resûlehu ve lev kânû âbâehum ve ebnâehum ve ihvânehum ev aşîratehum, ulâike ketebe fî kulûbihimul îmâne ve eyyedehum bi rûhin minhu, ve yudhıluhum cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru hâlidîne fîhâ, radıyallâhu anhum ve radû anhu, ulâike hizbullâh(hizbullâhi), e lâ inne hizballâhi humul muflihûn(muflihûne).

Allah’a ve ahiret gününe (ölmeden önce Allah’a ulaşmaya) îmân eden bir kavmi, Allah’a ve O’nun Resûl’üne karşı gelenlere muhabbet duyar bulamazsın. Ve onların babaları, oğulları, kardeşleri veya kendi aşiretleri olsa bile. İşte onlar ki, (Allah) onların kalplerinin içine îmânı yazdı. Ve onları, Kendinden bir ruh ile destekledi (orada eğitilmiş olan, devrin imamının ruhu onların başlarının üzerine yerleşir). Ve onları, altından nehirler akan cennetlere dahil edecek. Onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Allah, onlardan razı oldu. Ve onlar da O’ndan (Allah’tan) razı oldular. İşte onlar, Allah’ın taraftarlarıdır. Gerçekten Allah’ın taraftarları, onlar, felâha erenler değil mi?

“Onların başlarının üzerine Allah’ın katından ruh gönderilir ve onların kalplerinin içine îmân yazılır.” diyor Allahû Tealâ.

 

Bu gönderilen ruhun ne yapacağı, açık bir şekilde ifade ediliyor. Ne yapacak kişinin başının üzerine gelen ruh? O ruha diyecek ki: “Senin yevm’et talâkın geldi. Vücudu terk et. Allah’a ulaş.” Yani bunun mânâsı: “Allah seni bekliyor. O’na ulaş. Senin Allah’a ulaşma günün geldi.”

 

Hiçbir ruh kendiliğinden vücuttan ayrılıp da Allah’a ulaşamaz. Sadece bir tek yolu vardır bunun. Devrin imamının ruhu, o kişinin başının üzerine gelecek. Ancak evvelki 3 safhada anlattığımız olaylar dizisi tahakkuk ederse bu iş, bu meyve olgunlaşır. Kişinin ruhu Allah’ın Zat’ına ulaşır ve Allah’ın Zat’ında yok olur. Böyle olması içinse, kişinin başının üzerine devrin imamının ruhunun mutlaka ulaşması lâzım. Ulaştı; kişi hafîz olur. “Böyle olanlardan oluşan bir kavim durumlarını değiştirmedikçe Biz, onların başının üzerine gönderdiğimiz muhafızı değiştirmeyiz, almayız.” diyor Allahû Tealâ.

 

Öyleyse sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Kişi evvab oldu. Ruhunu Allah’a ulaştırdı, yetmez, evvab oldu yani ruhu, bir sığınak olan, meab olan Allah’a sığındı. Allahû Tealâ ne diyordu Zâriyât-50’de?

 

51/ZÂRİYÂT-50: Fe firrû ilâllâh(ilâllâhi), innî lekum minhu nezîrun mubîn(mubînun).

Öyleyse Allah’a firar edin (kaçın ve sığının). Muhakkak ki ben, sizin için O’ndan (Allah tarafından gönderilmiş) apaçık bir nezirim.

fe firrû ilâllâh(ilâllâhi): Öyleyse Allah'a kaç (Allah'a sığın). Çünkü Allah sığınaktır.

 

Ruhun Allah’ın Zat’ında yok olması, o olay Allah’ın Zat’ında ifna olmaktır. Bu, âyetlerle ifade buyuruluyor Kur’ân-ı Kerim’de.

 

Allah’ın Zat’ında kişinin ruhu yok olduktan sonra ne olur? Kişinin zikri giderek artacaktır. Nefsinin kalbindeki nurlar da %51 iken ruh Allah’a ulaşmıştır. %61’e kadar burada ruhun Allah’ın Zat’ında kaybolması noktasından itibaren, kişinin kalbindeki nurlar %61’e kadar yükselecektir. Burası fenâfillah makamıdır. %61’e ulaşırsa ne olur? O zaman kişi beka makamına ulaşır. Allah’ın indinde, Allah’ın huzurunda bâki olmak. Ne ile bâki olmak? Altın tahtlarda yaslanarak bâki olmak.

 

Huzur namazının saflarına baktığınız zaman (arkadan bakıyorsunuz); en önde devrin imamının ruhu var. O ve arkasındaki iki kişi kefyeli, başlarında sarık yok. Ondan sonra sarıklılar başlıyor, sonuna kadar da hep sarıklılar devam ediyor. Öyleyse bu huzur namazına arkadan bakıyorsunuz. Huzur namazının hedef ittihaz ettiği tarafa, Allah’a yönelik olan huzur namazının imamının (arkadan bakıyorsunuz) sol tarafında tahtlar var, yerden 4 metre yükseklikte başlayan, arşı tutan meleklerin boşlukta tuttuğu (arşı tutan melekler görünmüyor), altın tahtlar. En çok taht, en alt sırada. Bunlar som altından ama üzerinde mücevher yok. Yükseldikçe, daha üst kademelerdeki tahtlarda, mücevherler başlıyor. En üstte ise altın tahtın üzeri tamamen mücevherlerle süslü. Böyle bir dizaynda, Allahû Tealâ diyor ki En’âm Suresinin 127. âyet-i kerimesinde:

 

6/EN'ÂM-127: Lehum dârus selâmi inde rabbihim ve huve veliyyuhum bimâ kânû ya’melûn(ya’melûne).

Rab’lerinin katında onlar için selâm yurdu (teslim yurdu) vardır. Yapmış olduklarından dolayı, O (Allah), onların dostudur.

“Onlara Allahû Tealâ’nın indinde, İndi İlâhi’de yurt vardır. Allahû Tealâ’nın indinde bâki kalmak üzere, Allah’ın indinde onlara yurt verilir.” diyor Allahû Tealâ.

 

Allah’ın huzurunda, Allah’ın Zat’ında değil. Sakın iki olayı birbirine karıştırmayın. “Allah’ın indinde onlara yurt vardır.” İşte bu yurt, bir altın tahttır. Burası, beka makamıdır.

 

Ve kişinin zikri giderek artıyor. Nefsin kalbindeki nurlar, %61’den yukarı doğru devam ediyor. %61’i geçtiği nereden anlaşılır? O kişiye Allah’ın indinde taht ihsan edilişinden anlaşılır. Kişi henüz daimî zikre ulaşmamıştır; zikri giderek artıyor.

 

Sonra daha fazla artıyor kişinin zikri. Öyle bir gün geliyor ki; kişi her gün 12 saatten daha fazla zikretmeye başlıyor. İşte bu nokta, kişinin zühd noktasıdır, zahit olma noktasıdır. Zühd nedir? Zühd; bir şeye karşı ilgisiz olmak, onun zıddına karşı ilgi duymak, onun zıddını ön planda tutmak, böylece diğerini 2. plana almaktır. İşte bütün insanlar, şu dünyada yaşadıkları sürece normal şartlarda hep aynı standartlardadırlar yani dünyaya dönüktürler. 24 saatlik zamanın kendilerine hasredilen, uykunun dışındaki zamanlarını hep dünyaya dönük bir şeyler yapmakla geçirirler. İşte bunlardan her kim, zikrini günün yarısından yani 12 saatten daha öteye çıkarırsa, o kişi zahit olur. Neye karşı zahittir? Dünyaya karşı zahittir. 12 saatten daha fazla zikir yapan kişi, her gün Allahû Tealâ’ya, Allah’a dünyadan daha çok değer verdiğini, dünya hayatının onu 1. derecede etkileyemediğini ispat ediyor.

 

Peki; zühd konusundaki âyet-i kerime? Bir tek âyet-i kerime geçiyor. Bu âyet-i kerime Yûsuf Suresinin 20. âyet-i kerimesidir. Hz. Yûsuf’un kardeşlerinden bahsediyor Allahû Tealâ.

 

12/YÛSUF-20: Ve şerevhu bi semenin bahsin derâhime ma’dûdetin, ve kânû fîhi minez zâhidîn(zâhidîne).

Ve onu (Yusuf’u), az bir fiyatla, birkaç dirheme sattılar. Çünkü; ona karşı zahidlerden idiler.

“Onlar, Yûsuf’a karşı zahittiler yani ona değer vermiyorlardı. Bu sebeple onu birkaç dirheme sattılar, birkaç dirheme verdiler.” diyor.

 

İşte bunun tam tersi olan olay, dünyaya meyletmek yerine, zikri günün yarısından her gün daha yukarı çıkararak her gün 12 saatten daha fazla zikrederek Allah’a, Kendisine karşı zahit olunmadığını, dünyaya karşı zahit olunduğunu ispat etmek.

 

Hiç kimse fizik vücudunu zahit olmadan Allah’a teslim edemez. Fizik vücudun tesliminin temelinde, günün yarısından daha fazla zikir asıldır. Fizik vücut teslim olduğu zaman, o fizik vücut Allah’ın bütün emirlerini yerine getiren, yasak ettiği hiçbir fiili işlemeyen bir özellik kazanır.

 

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Burası, zühd makamıdır. “Zahit” denir zühd makamının sahiplerine. Ve nurlar %70’i burada geçer, %80’e doğru yükselmeye başlar. Kişi zahittir. Bu zahit olan kişi, zikrini günün yarısından öteye geçirdikten sonra daimî zikre doğru adım adım yaklaşacaktır. İşte bu yaklaşımı sırasında, o kişinin nefsinin kalbindeki nurlar %80’i aştığı zaman, %81 olduğu zaman, kişinin fizik vücudu Allah’a teslim olur. Bunun mânâsı nedir? Mânâsı şudur: O kişinin nefsinde hâlâ %19 karanlık vardır. Ama kişi zikrini arttırmaya devam ediyor. Yakın bir gelecekte onlar da kalmayacaktır. Ama bu aşamada, bu noktada o kişi fizik vücuduyla Allah’ın bütün emirlerini yerine getirmeye başlıyor, Allah’ın yasak ettiği hiçbir fiili de işlememeye başlıyor. Peki, daimî zikirde mi? Hayır, değil. Nasıl yapıyor bunu? Nefsinin afetlerini kale almayarak, umursamayarak, onları devre dışı kılarak. İradenin de devreye girmesi söz konusu. İrade; eskiden nefsin afetlerinin %100’üne karşı çıkan irade, şimdi sadece %19’una karşı çıkacaktır. Bu da onun için işten değil. Fizik vücut, Allah’ın bütün emirlerini yerine getiriyor, Allah’ın yasak ettiği hiçbir fiili işlemiyor. İşte sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Burada fizik vücudun teslimi söz konusudur. Öyleyse ne diyor Allahû Tealâ Nisâ Suresinin 125. âyet-i kerimesinde?

 

4/NİSÂ-125: Ve men ahsenu dînen mimmen esleme vechehu lillâhi ve huve muhsinun vettebea millete ibrâhîme hanîfâ(hanîfen). Vettehazallâhu ibrâhîme halîlâ(halîlen).

Ve hanif olarak Hz. İbrâhîm’in dînine tâbî olmuş ve vechini (fizik vücudunu) Allah’a teslim ederek muhsin olan kimseden, dînen daha ahsen kim vardır. Ve Allah, Hz. İbrâhîm’i dost edindi.


ve men ahsenu dînen mimmen esleme vechehu lillâhi ve huve muhsinun.” diyor Allahû Tealâ, “Onlar ki fizik vücutlarını (vechlerini) Allah'a teslim etmiş ve muhsinlerden olmuşlardır. Fizik vücutları onlardan daha ahsen kim vardır?”

Fizik vücudun ahsen olduğu bir noktaya ulaşmak söz konusu. Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Fizik vücudun teslim edilmesi, daimî zikrin henüz ulaşılamadığı bir noktada, daimî zikirdeki davranış biçimlerini tahakkuk ettirmek mânâsına gelir. O kişi Allah’ın bütün emirlerini yerine getirir, yasak ettiği hiçbir fiili işlememeye başlar. Peki, nefsinin kalbi %100 temizlendi mi? Hayır, temizlenmedi. Ama kişi iradesini de güçlenen iradesini; 100’e karşı savaş veren irade) devreye sokup 19’a karşı savaş veriyor. O da zaten zikir arttığı için giderek azalıyor ve hiç dikkate alınmıyor %19’luk muhalefet. %81, bütün işleri toparlayıp götürür. Allah’ın bütün emirlerini yerine getiren, yasak ettiği hiçbir fiili işlemeyen bir fizik vücut var ortada. Bu fizik vücut Allah’a teslim olmuştur.

 

Bundan sonraki safhaya dikkatle bakın. Burası, muhsinler kademesi. Evvelâ neydi? Fenâfillah makamı, sonra bekabillah makamı; Allah ile birlikte bâki olmak makamı iki, üçüncüsü zühd makamı, dördüncüsü muhsinler makamı; fizik vücudun Allah’a teslimi makamı.

 

3. sohbetimizin sonunda, İlm’el yakîn sona ermişti ama Ayn’el yakîn oluşmamıştı. Fena, beka ve zühd makamlarında (evliyalığın başlangıçtaki 3 makamında), fizik vücudun teslimine doğru yaklaşıyor kişi. Fizik vücudunu da Allah’a teslim ediyor ama bu kişi hâlâ Ayn’el yakîne ulaşmamıştır, hâlâ İlm’el yakîn standartlarındadır. Ama burada ilginç bir şeyler olabilir. Kişi ârif olabilir, irfan sahibi olabilir yani bu noktada Allahû Tealâ kişinin kalp gözünü açabilir, kişinin kalp kulağını açabilir. İkisini birden açabilir. Peki, kişi kalp gözü açıldı diye, kalp kulağı açıldı diye Ayn’el yakînin sahibi olmuş mudur? Hayır. Ayn’el yakînin 7 tane özelliği var. Bu özellik, kişiyi ulûl’elbab makamının sahibi kılar. “Kimdir ulûl’elbab?” sualinin cevabına bakalım Kur’ân-ı Kerim’de:

 

3/ÂLİ İMRÂN-190: İnne fî halkıs semâvâti vel ardı vahtilâfil leyli ven nehâri le âyâtin li ulîl elbâb(ulîl elbâbı).

Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde, ulûl elbab için elbette âyetler (deliller) vardır.

3/ÂLİ İMRÂN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).

Onlar (ulûl elbab, lüblerin, Allah'ın sır hazinelerinin sahipleri), ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (daima) Allah'ı zikrederler. Ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve derler ki): "Ey Rabbimiz! Sen bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Sen Subhan'sın, artık bizi ateşin azabından koru.

“li ulîl elbâb, yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim.” diyor Allahû Tealâ, “O ulûl'elbab kullarım ki ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah'ı zikrederler.”

 

Yani bir insan 3 halde bulunabilir: Ayaktadır, oturuyordur veya yatıyordur. Ama 4. hâl yok. Kimse için 4. bir hâl söz konusu değil. 3 hâlin üçünde de Allahû Tealâ zikri farz kılmış mı? Evvelce buna bakmıştık. Ne diyordu Allahû Tealâ Nisâ-103’te?

 

4/NİSÂ-103: Fe izâ kadaytumus salâte fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum, fe izatma’nentum fe ekîmus salât(salâte), innes salâte kânet alâl mu’minîne kitâben mevkûtâ(mevkûten).

Böylece namazı bitirdiğiniz zaman, artık ayaktayken, otururken ve yan üstü iken (yatarken), (devamlı) Allah'ı zikredin! Daha sonra güvenliğe kavuştuğunuz zaman, namazı erkânıyla kılın. Muhakkak ki namaz, mü'minlerin üzerine, "vakitleri belirlenmiş bir farz" olmuştur.

“fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum: Öyleyse ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah'ı zikret.” diyor. Daimî zikrin sahiplerine ise “ulûl’elbab” adını veriyor Allahû Tealâ.

 

Peki, bütün sahâbe evvelâ fizik vücutlarını Allah’a teslim etmişler miydi? Kesin. İşte Âli İmrân Suresi 20. âyet-i kerime; bütün sahâbe fizik vücutlarını Allah’a teslim etmişler. Allahû Tealâ Âli İmrân Suresinin 20. âyet-i kerimesinde diyor ki:

 

3/ÂLİ İMRÂN-20: Fe in hâccûke fe kul eslemtu vechiye lillâhi ve menittebeani, ve kul lillezîne ûtûl kitâbe vel ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe innemâ aleykel belâgu, vallâhu basîrun bil ibâd(ibâdi).

Bundan sonra eğer seninle tartışırlarsa o zaman onlara de ki: “Ben ve bana tâbi olanlar vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah'a teslim ettik.” O kitab verilenlere ve ümmîlere: “Siz de vechinizi (fizik vücudunuzu) (Allah'a) teslim ettiniz mi?” de. Eğer teslim ettilerse, o taktirde, hidayete ermişlerdir. Ve eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir. Ve Allah, kullarını en iyi görendir.

“Habîbim! O ümmîlere ve kitap sahiplerine de ki: Ben ve bana tâbî olanlar, biz hepimiz vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah'a teslim ettik.”

 

Başta Peygamber Efendimiz (S.A.V) olmak üzere bütün sahâbe, hepsi fizik vücutlarını Allah’a teslim etmişler. Öyleyse bütün sahâbe fenâ makamının sahibi, beka makamının sahibi. Bütün sahâbe, fizik vücutlarını Allah’a teslim etmişler. Arada da zühd makamını yaşamışlar. Zikirleri günün yarısını aşmış ve daimî zikre yaklaşmışlar. Nefslerinin kalbinde %80’i geçmiş nurlar. Bu noktadan sonra ne olur? Bu noktadan sonra daimî zikrin sahibi olurlar yani ulûl’elbab olurlar. Peki, bütün sahâbe ulûl’elbab olmuş mu? Evet, olmuş. İşte Zumer Suresinin 18. âyet-i kerimesi, Allahû Tealâ bütün sahâbe için buyuruyor ki:

 

39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahsenehu, ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).

Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).

“Onlar, sözü dinlerler. Sözün ahsen olanına tâbî olurlar.”

 

Yani Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz tarafından söylenen söz, ahsen olandır. Neden? O’na Allah söylettiği için ahsen olandır; bir. İkincisi de Kur’ân-ı Kerim okuyor ama kalbindeki Kur’ân-ı Kerim’i okuyor. Gene konuşuyor, Kur’ân-ı Kerim ahsen olduğu için gene ahseni söylüyor. Ve sahâbe, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in söylediklerine de itaat ediyorlar, Kur’ân-ı Kerim hükümlerine de itaat ediyorlar. İtaat ettikleri de kesin. Çünkü Allahû Tealâ Âli İmrân-119’da buyuruyor ki:

 

3/ÂLİ İMRÂN-119: Hâ entum ulâi tuhıbbûnehum ve lâ yuhıbbûnekum ve tu’minûne bil kitâbi kullihi, ve izâ lekûkum kâlû âmennâ, ve izâ halev addû aleykumul enâmile minel gayz(gayzi), kul mûtû bi gayzikum, innallâhe alîmun bi zâtis sudûr(sudûri).

İşte siz (mü'minler) böylesiniz, siz onları seversiniz ve onlar sizi sevmezler ve siz kitabın tamamına îmân edersiniz. Ve sizinle karşılaşınca “Biz îmân ettik.” dediler, yalnız kaldıkları zaman, size karşı öfkelerinden parmak uçlarını ısırdılar. De ki: “Öfkenizden ölün.” Muhakkak ki Allah, sinelerde olanı en iyi bilendir.

“Ey sahâbe! O, düşmanlarınız size buğz ettikleri halde siz onlara karşı gene de muhabbet beslersiniz. Çünkü siz Kur’ân’ın, Kitab’ın bütününe îmân edersiniz (yani bütününü gerçekleştiririniz).”

 

Îmân etmek, onun tatbikatında bulunmak demek. Kalbî îmânın, tahkikî îmâna ulaşması demek. Tahkikî îmânın ilk işareti, cezbedir. Kişi Allahû Tealâ’dan cezbe aldığı zaman, kendisinin dışında bir kuvvetin kendisini sarstığını kesin olarak tespit eder. Bu, Allah’a olan güvenini, Allah’ın kendisine pozitif istikamette tesir etmeye başladığını işaret eden son derece önemli bir olgudur. Tahkikî îmânın başlangıcıdır.

 

Peki, daimî zikre ulaşınca ne olur kişi? Tahkikî îmân çok büyük bir güç kazanır. Ne olur? Kişi ulûl’elbabsa, daimî zikrin sahibiyse ne olur? O kişinin 1. özelliği, daimî zikrin sahibi olmaktır. Olursa ne olur? Daimî zikrin sahibi olan kişinin, kalbindeki bütün afetler sona ermiştir. Neden? Çünkü zikirle başlayan, kalbin üst kapısını oluşturan mühür, salâvât ve rahmet, salâvât ve fazl nurlarının birlikte hareket etmesiyle kalbin alt boyutuna iner. Salâvâtın rahmetin, salâvâtın fazlın baskısı, onu zülmanî kapıya kadar iter ve zikir devam ettiği sürece, yukardan gelen güç daima üstündür ve mührü, zülmanî kapının üzerine kilitler. Zülmanî kapının üzerine kilitlenen mühür, zülmanî kapının açılmasına müsaade etmez. Mühür  kapıyı kilitlemiştir, karanlıklar kalbe giremezler.

 

Kişi daimî zikre ulaşmadan evvel, bir süre zikir yaptıktan sonra zikir bitecektir. Zikir sona erince mührün üzerindeki baskı kalktığı için mühür, zülmanî güçler (zülmanî karanlıklar) tarafından yukarı doğru itilecek ve Rabbanî kapıya kadar geri gönderilecektir ve kalbi karanlıklar işgal edecektir. Ne kadarını işgal edebilecektir? Îmân kelimesinin etrafında toplanmaya başlayan fazılların dışındaki alanları işgal edebilecektir. Burada ise kalbin tamamı, Allah’ın nurlarıyla işgal edilmiş. Öyleyse sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Böyle bir dizaynda olay son derece açık olarak tahakkuk eder. Kişinin nefsinin kalbi, Allah’ın nurlarıyla tamamen dolar. Daimî zikir olmasa da zikir yaptığı anda kişi, 4-5 dakikanın içinde, nefsinin kalbi %100 nurla dolar. Kişi daimî zikrin sahibi olduğu için hiçbir zaman mühür, zülmanî kapıdan ayrılmaz. Ve kişinin nefsinin kalbi sonsuz bir şekilde, hep Allah’ın nurlarıyla doludur. Ve sadece Allah’ın emirlerini yerine getirir, yasak ettiklerini de asla işlemez çünkü nefsin kalbinde artık hiç afet kalmamıştır.

 

 

1. özellik; daimî zikrin sahibi.

2. özellik; nefsin kalbi Allah’ın nurlarıyla tamamen dolmuştur, hiç afet kalmamıştır.

3. özellik; Allahû Tealâ, o kişinin mutlaka kalp gözünü açar.

4. özellik; o kişinin mutlaka kalp kulağını da açar.

 

Yani Allah’ın kendisine söylediği her şeyi bu kişi kalbî kulağıyla, kalbiyle işitir. Allah’ın kendisine gösterdiği her şeyi, orada kalbindeki gözle görür. Kalp kulağı ve kalp gözü açılmıştır. 4 özellik oldu, bunlar o kişinin 4 tane temel şartıdır. Kim daimî zikre ulaşırsa, bu temel şartlar ona muktesap hak olarak mutlaka Allahû Tealâ tarafından tevdi edilir, teslim edilir. Bu 4 temel şartın sonucu olarak o kişi;

 

5. özellik; ehl-i tezekkür olur.

6. özellik; ehl-i hayır olur.

7. özellik; ehl-i hikmet olur.

 

4 tane temel şart, 3 tane de vasıf şartı oluşturuyor. Niçin ehl-i tezekkürdür kişi? Tezekkür edebilen kişi demek, Allahû Tealâ ile her konuyu müzakere eden, karşılıklı konuşabilen kişi demektir yani Allah’tan vahiy alan kişi demektir. Çünkü Şûrâ Suresinin 51. âyet-i kerimesi diyor ki:

 

42/ŞÛRÂ-51: Ve mâ kâne li beşerin en yukellimehullâhu illâ vahyen ev min verâi hıcâbin ev yursile resûlen fe yûhıye bi iznihî mâ yeşâu, innehu aliyyun hakîm(hakîmun).

Allah’ın hiçbir insanla konuşması olmamıştır, illâ vahyile veya perde arkasından veya dilediğine izniyle vahyetsin diye resûl (melek) göndererek. Allah, bilir ve hikmet sahibidir.

“Allah'ın hiçbir insanla konuşması olmamıştır, illâ vahyile.”

 

Sadece vahiy ile konuşur Allahû Tealâ. Kiminle konuşursa konuşsun, sadece vahiy ile konuşur.

 

Allahû Tealâ Mâide Suresinin 111. âyet-i kerimesinde, Hz. İsa’nın havarilerine vahyettiğini söylüyor.

 

5/MÂİDE-111: Ve iz evhaytu ilâl havâriyyîne en âminû bî ve bi resûlî, kâlû âmennâ veşhed bi ennenâ muslimûn(muslimûne).

Ve havarilere; “Bana ve Resûl'üme îmân edin.” diye vahyettiğim zaman, onlar da “Îmân ettik ve bizim (Hakk'a) teslim olduğumuza şahid ol.” demişlerdi.

Allahû Tealâ bir başka âyet-i kerimede, Hz. Musa’nın annesine vahyettiğini söylüyor.


20/TÂHÂ-38: İz evhaynâ ilâ ummike mâ yûhâ.

Vahyedilecek şeyi annene vahyetmiştik.

 Öyleyse bir sonuca ulaşıyoruz sevgili kardeşlerim! Bu kişi ehl-i tezekkürdür, Allah ile devamlı tezekkür ediyor, konuşuyor. Öyleyse böyle bir dizaynda ulaşılan noktaya bakıyoruz. Burada kişi ehl-i hayırdır.

 

“Kim daimî zikre ulaşmışsa, ulûl’elbab olmuşsa, hikmet sahibi olmuşsa ona büyük hayır verilmiştir.” diyor Allahû Tealâ. İşte büyük hayır, daimî zikir sebebiyle kişinin her an derecat kazanmasının adıdır. Ve bu kişi hüküm sahibi olmuştur, hikmet sahibi olmuştur. Hangi âyete baksa, 28 basamağın neresine onun oturduğunu net olarak o kişi bilir ve kendisi ister hâkim olarak ister hakem olarak görev alsın, mutlaka Allahû Tealâ’dan sorarak kanaat bildireceği cihetle, bu istikamette en sağlam teminattır. Ehl-i hüküm, hükmünü icra eder.

 

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Görünüyor ki; Allah ile olan ilişkilerimizde konuların güzellikleri söz konusu ve kişi daimî zikre ulaştığı zaman, bütün kâinat ayaklarının altına serilir. Allahû Tealâ ona, bu âlemin dışından çok şeyler gösterir. 7 tane gök katını gösterir birer birer. İşte başlangıç noktasında, ulûl’elbab makamında gök katları gösterilmez, önce 7 tane yer katları gösterilir, 7 kattaki cehennem ayrı ayrı o kişiye gösterilir (yerlerin melekûtu). Ayrıca zemin katta bulunan devrin imamının dergâhı da gösterilir. Oradaki altın paralardan oluşan bir küme, oradaki sıralanma, sağ kanat velîsi sağda, sol kanat velîsi solda ve 10’arlık diziler halinde, önlerinde rahleler olan insanların dizaynı vs. Böyle bir dizaynda her şeyin en güzel olduğu bir noktaya ulaşıyor kişi. Ana dergâhı da Allahû Tealâ o kişiye gösteriyor.

 

Bütün sahâbe ulûl’elbab olmuşlar mıydı? Gördük ki hepsi ulûl’elbab olmuşlar. Allahû Tealâ Zumer Suresinin 18. âyet-i kerimesinde, bütün sahâbenin ulûl’elbab olduğunu söylüyor, daimî zikrin sahipleri olduğunu söylüyor.

 

Öyleyse yerlerin melekûtu bitti. Bundan sonra ne olur? Bundan sonra Allahû Tealâ göklerin melekûtunu göstermeye başlayacaktır. Daha 1. katı gösterdiği anda, kişi ulûl’elbab makamını geçmiştir, ihlâs makamına ulaşmıştır. Yeni bir makam. 28. basamaktan bir evvelki basamak, 27. basamak. Ve ihlâs makamı, kişi hâlis oluyor. Beyyine Suresi 5. âyet-i kerime:

 

98/BEYYİNE-5: Ve mâ umirû illâ li ya’budûllâhe muhlisîne lehud dîne hunefâe ve yukîmûs salâte ve yu’tûz zekâte ve zâlike dînul kayyimeh(kayyimeti).

Ve onlar, Allah için hanifler olarak dînde halis kullar olmaktan (nefslerini halis kılmaktan) ve namazı ikame etmekten ve zekâtı vermekten başka bir şeyle emrolunmadılar. İşte kayyum dîn (kıyâmete kadar devam edecek dîn) budur.

ve mâ umirû illâ li ya’budullâhe muhlisîne lehud dîne hunefâe: Onlar, emrolunmadılar, ve Allah'a, Allah'ın dîninde Allah'a halis kullar olmakla emrolundular.

 

İşte kalbin halis olduğu nokta, nefsin kalbinde hiçbir afetin kalmadığı noktadır. Ve burası başlangıç noktası da değildir bu konunun. Nefsin kalbinde hiçbir afet kalmadığı noktadan itibaren Allahû Tealâ ona 7 tane yer katını gösteriyor; yerlerin melekûtunu. Ve ne yapıyor kişi? O kişinin kalbi 7 defa müzeyyen oluyor 7 tane yer katı gösterildiği için. Sonra 1. gök katından başlayarak 7 tane gök katı gösterilir kişiye. Bu gök katlarını söylemiştik size.

 

1.      gök katında secde.

2.      gök katında suvarılma.

3.      gök katında iki katlı mescitte secde.

4.      gök katında Beyt-ül Makdes’in aslında secde.

5.      gök katta, Beyt-ül Haram’ın aslında secde.

6.      gök katında, Allah’ın boyasıyla boyanma.

7.      katta da fetih kapısından geçerek 7. kata ulaşma, 7. katta 7 tane âlem geçme söz konusu.

 

İşte 7. katın 7 tane âlemi de o kişiye birer birer gösterilir. 7. katın 7. âlemi İndi İlâhi’dir, Allahû Tealâ’nın huzurudur. Orası gösterildiği zaman, onun tamamının görülebilmesi, İndi İlâhi’deki yaprakları kâinatın en güzel renkleriyle donatılmış olan bir ağaçtır. Bu ağaç, son noktadaki ağaçtır. “Sidre” ağaç demek, “münteha” da son demek. Sondaki, varlıklar âleminin en üst noktasındaki muhtevadan bahsediyoruz.

 

Öyleyse sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allahû Tealâ’nın dizaynına güzelce bakalım ve muhtevayı tahlil edelim. Ne zaman Allahû Tealâ bir kişiye Sidret-ül Münteha’yı gösterirse, onun ihlâs makamı tamamlanmıştır. Sidret-ül Münteha’nın görülmesiyle, Tövbe-i Nasuh olayı gerçekleşir. Allahû Tealâ o kişiyi Tövbe-i Nasuh’a davet eder. Yani mensuh olmayan, değiştirilmesi mümkün olmayan bir tövbe. Nasıl bu kişi evvelce mürşidin önünde tövbe etmiştir. Ne yapmıştır? Mürşidi kendisine Allahû Tealâ tarafından tayin edilmiştir. Allah ona mürşidini göstermiştir. Mürşidinin söylediklerini tekrar etmek suretiyle kişi tövbe etmiştir. Şimdi de Allah’ın söylediklerini dinleyip tövbe ediyor. Bu, Tövbe-i Nasuh’tur. Bu tövbenin bir daha değişmesi mümkün değildir. Neden değildir? Çünkü kişinin nefsinin kalbinde artık yeminini, tövbesini değiştirecek olan afetler mevcut değildir. Mevcut olmadığı cihetle, o kişi zaten daimî zikirdedir. Tövbesini bozması, oradan düşmesi hiçbir şekilde mümkün değildir. Tövbe-i Nasuh’u Tahrîm Suresinin 8. âyet-i kerimesinde söylüyor Allahû Tealâ.

 

66/TAHRÎM-8: Yâ eyyuhâllezîne âmenû tûbû ilâllâhi tevbeten nasûhâ(nasûhan), asâ rabbukum en yukeffire ankum seyyiâtikum ve yudhilekum cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru, yevme lâ yuhzîllâhun nebiyye vellezîne âmenû meahu, nûruhum yes'â beyne eydîhim ve bi eymânihim yekûlûne rabbenâ etmim lenâ nûrenâ vagfir lenâ, inneke alâ kulli şey'in kadîr(kadîrun).

Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı dileyenler)! Allah’a Nasuh Tövbesi ile tövbe edin! Umulur ki Rabbiniz, sizin günahlarınızı örter ve sizi altından nehirler akan cennetlere koyar. O gün Allah, nebîleri ve O’nunla beraber olanları mahzun etmez. Onların nurları, önlerinde ve sağlarında koşar. “Rabbimiz, bizim nurumuzu tamamla ve bize mağfiret et (günahlarımızı sevaba çevir). Muhakkak ki Sen, herşeye kaadirsin.” derler.

“Öyle bir tövbeyle tövbe edin ki bu, Tövbe-i Nasuh olsun.” diyor, “Değişmeyen tövbe olsun.”

 

Değiştirilmeyen, yenilenmeyen, vazgeçilerek yeniden tövbe etme talebiyle Allah’ın huzuruna gelinmeyen, sadece bu tövbeyi yapmakla ömrünün sonuna kadar tövbenin bozulmadığı bir müessese, Tövbe-i Nasuh.

 

Ne diyor Allahû Tealâ orada? “O gün Allah nebîlerini ve onunla beraber olanları üzmeyecektir. Onlar, nurları önlerinde ve sağlarında olarak yürürler. Ve derler ki: Yarabbi! Bizim nurumuzu tamamla. Bizim günahlarımızı ört ve bize mağfiret eyle.” diyor.

 

İşte böyle bir dizaynın var olduğu yer; Tövbe-i Nasuh. Kim Sidret-ül Münteha’yı görürse, (Allah ona İndi İlâhi’yi gösterdikten sonra Sidret-ül Münteha’yı da gösterirse), o kişi Tövbe-i Nasuh’a ehildir. Allahû Tealâ tarafından, Tövbe-i Nasuh’a davet edilir. Ve kişi Allah’ın söylediği her kelimeyi birer birer tekrar ederek Tövbe-i Nasuh’unu tamamlar. Ve ne olmuştur? Ulûl’elbab makamında 7 kademe, 7 mertebe nefsinin kalbi müzeyyen olan bu kişi, ihlâs makamında 7 mertebe daha kalbi müzeyyen olmuştur. Bundan sonra ne olacaktır? Allahû Tealâ, o kişinin Tahrîm Suresinin 8. âyet-i kerimesine göre günahlarını örtecektir. Sonra ne olacaktır? O kişinin başına salâh nurunu verecektir. Ve böylece kişi, devrin imamının ruhunu nuruyla beraber başının üzerinde taşıdığı için üstünde, ön tarafında devrin imamının ruhu ve nuru. Sağ tarafında da nurları önlerinde ve sağlarında olarak yürümek söz konusu. Sağ tarafında da kendine ait olan salâh nuru oluşuyor kişinin ve: “Yarabbi! Nurumu tamamla.” diyor. Herkes böyle söylüyor ya da toplum olarak: “Yarabbi! Bizim nurumuzu tamamla.” diyorlar. Ama bundan evvel, nurun tamamlanmasından evvel iki olay olmuş.

 

1. olay; günahları örtülmüş kişinin.

2. olay; salâh nuru verilmiş.

 

Hem önünde hem sağında iki nur ile yürümeye başlayan bu kişi, Allahû Tealâ’dan talepte bulunuyor: “Bizim günahlarımıza mağfiret eyle ve nurumuzu tamamla.”

 

Allahû Tealâ 4. aşamada (salâh makamının 4. kademesinde), kişinin günahlarını sevaba çeviriyor.

 

Salâh makamının;

 

1.      aşaması, Tövbe-i Nasuh.

2.      kademesi, o kişinin günahlarının örtülmesi.

3.      kademesi, salâh nurunun verilmesi.

4.      kademesi de o kişinin günahlarının sevaba çevrilmesi, o kişiye mağfiret edilmesi.

 

Böylece 18 mertebe oluyor. 7, bir daha 7, 14 olmuştu. 4 mertebe de burada 18 mertebe oluyor. Ve kişi burada irşada ulaşıyor.

 

Bütün sahâbenin ulûl’elbab olduğunu, ihlâsa ulaştığını gördük. Hepsi halis olmuşlar. Peki, bütün sahâbe irşada da ulaştılar mı? Hepsinin irşada ulaştığını söylüyor Allahû Tealâ.

 

49/HUCURÂT-7: Va’lemû enne fîkum resûlallâh(resûlallâhi), lev yutîukum fî kesîrin minel emri le anittum ve lâkinnallâhe habbebe ileykumul îmâne ve zeyyenehu fî kulûbikum, ve kerrehe ileykumul kufre vel fusûka vel isyân(isyâne), ulâike humur râşidûn(râşidûne).

Ve aranızda Allah’ın Resûl'ü olduğunu biliniz. Eğer işlerin çoğunda size itaat etseydi, mutlaka sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah, size îmânı sevdirdi ve onu kalplerinizde müzeyyen kıldı. Küfrü, fıskı ve isyanı size kerih gösterdi. İşte onlar, onlar irşad olanlardır.

Diyor ki: “Ey sahâbe! Biliniz ki aranızda Allah'ın resûlü var. Eğer o sizin sözlerinize tâbî olsaydı, bundan çok zarar görürdünüz. Hatta Allah'ın lânetine de uğrayabilirdiniz. Ama Allah size îmânı sevdirdi, fıskı, küfrü, isyanı kerih gösterdi. Ve kalbinize yazdığı îmân kelimesiyle kalbinizi müzeyyen kıldı. Bu îmânla kalbinizi müzeyyen kıldı.” diyor. Ve bütün kâinata ilân ediyor: “İşte onlar, irşada ulaşanlardır.” diyor.

 

Bütün sahâbe irşada da ulaşmışlar. Sonra mı? Sonrası Hakka tukatihi takva, bihakkın takva ve yolun sonu; irşad makamına “İrşada memur ve mezun kılındın.” cümlesiyle tayin. Kişinin nefsinin kalbinde 19. müzeyyen olma noktası da burada oluşuyor. Ve o kişi için Hakk’ul yakîn takvası da tahakkuk ediyor. Hakk’ul yakîn buradadır. Hakk’ul yakîn takvası, bihakkın takva aynı takvadır. Hakka tukatihi takva, gene aynı takvadır.

 

Allahû Tealâ Bakara Suresinde: “Öyle bir tövbe ile tövbe edin ki bu, Hakka tukatihi takva olsun ve siz ölmeyin; önce İslâm olun (Allah’a teslim olun yani iradenizi de Allah’a teslim edin) sonra ölün.” diyor.

 

2/BAKARA-132: Ve vassâ bihâ ibrâhîmu benîhi ve ya’kûb(ya’kûbu), yâ beniyye innallâhestafâ lekumud dîne fe lâ temûtunne illâ ve entum muslimûn(muslimûne).

Ve, İbrâhîm (a.s) onu (Allah’a teslim olmayı) kendi oğullarına vasiyet etti. Ve Yâkub (a.s) da: “Ey oğullarım! Muhakkak ki Allah, bu dîni sizin için seçti. Artık siz, Allah’a teslim olmadan ölmeyin.” diye (vasiyet etti)..

İşte bütün sahâbe bu takvaya ulaşmışlar. Bihakkın takvanın sahibi olmanın sonucunda, kim bu takvanın sahibi olmuşsa Allahû Tealâ onlara: “İrşada memur ve mezun kılındın.” cümlesiyle irşad makamının sahibi olmaları imkânını teslim eder. Bu noktada bütün sahâbe bu hedefe ulaşmışlar. Tabiî aralarındaki münafıklar hariç. Sahâbeden bahsediyoruz, münafıklardan değil. Ama ister ensar olsun ister muhacirîn, hepsi bihakkın takvanın sahibi olmuşlar, irşad makamının sahibi olmuşlar. İşte Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesi konunun ispatı. Allahû Tealâ diyor ki:

 

9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ihsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehâl enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).

O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah'a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden (Mekke'den Medine'ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.

“O sabikûn-el evvelîn var ya onlardan bir kısmı ensardandı, bir kısmı muhacirîndendi. Bir de ensara ve muhacirîne ihsanla tâbî olan tâbiîndi.” diyor.

 

Öyleyse sahâbeye ister ensar olsun ister muhacirîn, tâbî olunduğu kesindir. Hepsi irşad makamının sahibi, bihakkın takvanın sahibi. Mükâfatı? Mükâfatı; Allah’ın Zat’ını görmek. Bütün sahâbe, bu büyük şerefe erdiler. Hepsi Zat’a, kalp gözleriyle O’nu görmek şerefine ererek, Allah’ın Zat’ına teslim-i külli ile teslim oldular.

 

İşte sevgili kardeşlerim! Gördük ki Vel Asr Suresi, Kur’ân-ı Kerim’in bütününü; 28 basamağın hepsini kapsıyor. Bu, 28. basamağın 5. kademesidir. 6. kademesinde resûller söz konusu, her kavimdeki resûller. 7. kademesinde de devrin imamları söz konusu. Hepsi yani ister daimî zikrin sahibi olup da irşad makamına tayin edilsin, ister resûl olsun, ister devrin imamı olsun, hepsi Adn cennetlerindedir. İki kapısı söz konusudur. İrşad makamına tayin olan resûl olmayanlar, her kavimdeki resûller, ikisi bir, aynı cennettedirler. Ayrı ayrı kapılardan girilir. Üçüncüsü de devrin imamları, ayrı bir cennettedirler.

 

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Burada Vel Asr Suresi sona eriyor. 28 basamaklık bir dizaynın, İslâm merdiveninin 28. basamağının, normal standartlardaki bir insanın çıkabilmesi mümkün olan en üst noktasına bütün sahâbe ulaşmış, hepsi irşad makamının sahibi olmuşlardır.

 

Burada sözlerimizi inşaallah tamamlıyoruz. Vel Asr Suresi, Kur’ân’ın bütününü ihtiva eden muhteşem bir dizaynı içerir, ihata eder.

 

Allahû Tealâ’nın hepinizi Hakka tukatihi takvaya ulaştırarak, hem cennet saadetinin hem de dünya saadetinin en üst boyutlarında sizlere mutluluğu yaşatmasını, Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi inşaallah burada tamamlıyoruz sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım!

 

İmam İskender Ali  M İ H R