}
Kaza ve Kader 15.07.2004
Mp4 Mp3 Link

Sohbet Kodu: 108182

SOHBETİN ADI: KAZA VE KADER
TARİHİ: 15.07.2004


Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bir defa daha birlikteyiz, bir zikir sohbeti yapmak üzere, Allah’tan bahsetmek üzere, Kur’ân’dan bahsetmek üzere. Bugünkü, bu akşamki konumuz, kaza ve kader.

Kaza Nedir? Kader Nedir?

Böyle bir şey için iradelerden bahsederek devreye girmemiz lâzım. 3 tür iradeden bahsediyor Allahû Tealâ.

1- İlâhî irade: Allah’ın iradesi.
2- Küllî irade: Adına kısaca sünnetullah denen, kâinatı her zerresiyle kontrolü altında tutan bir İlahî bilgisayar sistemi. Her yağmur damlasını oluşturan, aşağı kadar indiren, birbirine değmeden toprağa ulaşmalarını sağlayan nizam. Her kar tanesini farklı hüviyette yaratan nizam; sünnetullah. Toprağa attığınız tohumu bitkiye çeviren kontrol mekanizması. Ozon tabakasını dizayn eden, klorofil özümlemesiyle, fotosentez yolu ile bitkilere karbonhidratları sağlayan sistem. Bir muhteşem dizayn.

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Bu 3 iradeden, kaza ve kaderde bizi en çok alâkadar eden kişisel irade. Herkes her olayı kendi iradesi ile vücuda getirir. Öyle olmasını istediği için o olayı yapmıştır. Kişisel irade yani bir başka adıyla cüz’i irade, ferde ait olan irade, bir şeyi yapmayı dilemiştir, onu gerçekleştirmiştir. Bunun adına “kaza” diyor Kur’ân-ı Kerim. Bir hususu kaza etmek, vücuda getirmek, oluşturmak.

Burada bir açıklama yapmak mecburiyetini net olarak hissediyoruz; kaza deyince otobüs kazası, tren kazası gibi bir şey sanmayın. Orada biz insanlar, kaza kelimesini tamamen farklı bir mânâda kullanıyoruz. Nasıl evliya kelimesini -ki bu kelime velî kelimesinin, dost kelimesinin çoğuludur- evliya kelimesini nasıl tekil olarak kullanıyor da Allah dostu mânâsına bir mânâ veriyorsak kendisine ama lügat mânâsı velîler demekse, dostlar demekse biz gene de onu tekil olarak kullanıyorsak, yanlış bir kullanım ama artık oturmuş, girmiş lisanımıza. Her şey yerli yerine oturmuş. Onu gramatikal açıdan çoğul da olsa biz tekil olarak kullanıyoruz. “Hacı Bayram Velî mi? Ha, o evliyadır. Hacı Bektaş-ı Velî de evliyadır, Mevlâna Celaleddin-i Rumî de evliyadır, Erzurumlu İbrâhîm Hakkı Hazretleri de evliyadır.” diyoruz. Hani şu, “Biz uzayı Tillo’nun sokaklarından daha iyi biliriz.” diyen zat, Erzurumlu İbrâhîm Hakkı Hazretleri.

Sevgili kardeşlerim! İşte böyle bir dizaynda biz otobüs kazası dediğimiz zaman kaza kelimesinin tam tersi bir mefhumu anlatmış oluyoruz. Yani kişisel iradenin dışında bir olay, kasten oluşmuyor, isteyerek oluşmuyor ve bunun adı kaza oluyor. Oysaki Kur’ân’daki kaza bu kaza değil. Kaymakamlık hüviyetindeki bir beldeyi ifade eden mânâda da kaza değil.

İşte sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Bir otobüs kazası olmuş dediğimiz zaman ne anlıyoruz? Bir otobüs, kaza geçirmiş. Yani şoför o olayı isteyerek gerçekleştirmemiş, tamamen iradesinin dışında o, kendine düşen bütün dikkat ve ihtimamı sarf ettiği halde bir kaza olmuş. Otobüs başka bir otobüsle çarpışmış, bir kamyonla çarpışmış veya bir elektrik direğine çarpmış veya uçurumdan aşağı düşmüş ama şoför kendisinden beklenen dikkat ve ihtimamı göstermesine rağmen onun iradesinin dışında bu olay cereyan etmiş. Meselâ gecenin saat üçünde uykusu gelmiş şoförün, otobüsü kullanmaya da kararlı ama yenilmiş uykuya. Uyuyakalınca da otobüs devrilmiş. Burada o şoför bilerek, isteyerek kazayı vücuda getirmiyor. Kendisi de yara alıyor zaten. Ama kaza dediğimiz olay vücuda geliyor. Bu, halk arasındaki kaza tabiri. Yani bilerek, isteyerek, iradî yapının vücuda getireceği bir olay değil, tam onun tersi irade dışı bir olay, istenmeyen ama başa gelen bir olay, kişinin iradesi tahtında olmayan, iradesini aşan bir konu.

Öyleyse pek çok şey var ki; biz onları yanlış algılamışız ama dilimize öyle girmiş. Öyleyse otobüs kazası, tren kazası dediğimiz zaman, bu kazalar iradî yapının tamamen dışında vücut bulan, istenmediği halde başımıza gelen olaydır. Kur’ân mânâsıyla kaza değildir, kaderdir.

Öyleyse kaza kelimesi aynı zamanda yargı istikametinde de kullanılır. Kaza-i kuvvet, teşri-i kuvvet, icra-i kuvvet, devlet hükümranlığının üç ayrı hüviyetini ifade eder.

Kaza-i kuvvet: Mahkemeler, adalet müessesesi.
İcra-i kuvvet: İktidar, parlamentonun hükümete dönüşen kesimidir. Parlamento üyelerinin bir kısmı iktidarı kazanır. Onların aralarından hükümet üyeleri seçilir, bunlar icra-i kesimdir.
Teşri-i kuvvetse: Kanunları koyan kuvvet.

Öyleyse teşri-i kuvvet, kaza-i kuvvet ve icra-i kuvvet, 3 ayrı hüviyet oluşturuyor. Devlet idaresinin temel fonksiyonları bunlar. Orada da kaza, adalet mekanizmasını ifade ediyor. Yani mahkemeler, kaza-i kuvvetin standartları. Parlamento kanunu koyar ama kanunu uygulamak, adalet açısından uygulamak kaza-i kuvvetin işidir. Meclis teşri-i kuvveti temsil eder. Kanunu koyar, kanun vazeder. Uygulanması gereken hükümleri vazeder. Şer’i hükümler, uygulanan hükümler mânâsına kullanılıyor.

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Kaza dediğimiz zaman, bizim kaza dediğimiz şey ne mahkeme ve yargıyı muhtevasına alıyor ne de bir vilâyetten daha küçük bir idarî bölgeyi bünyesine alıyor ne de otobüs kazası gibi irade dışı bir dizaynı alıyor. Biz Kur’ân’daki adıyla kazadan bahsediyoruz.

Kaza; bir kişinin kendi iradesiyle bilerek, isteyerek vücuda getirdiği her olayın adıdır. Olay gerçekleşir, gerçekleştiği zaman olay kaza edilmiştir. Düşünce, talebin sahibidir. İradî yapı talebi gerçekleştirdiği zaman talep kaza edilmiştir, talep gerçekleşmiştir.

Allahû Tealâ diyor ki: “Biz sizin de emrinize aklı verdik.”

Akıl, bir sonsuz müessesedir. Herkes ondan eşit miktarda en üst seviyede kullanmak hakkının sahibidir. Ama aklı, kuvveden fiile sokacak olan sistem beyindir. Akıl herkese eşit seviyede ulaşır ama herkesin beyni, kendisine kumanda eden aklı farklı konularda ve farklı ölçülerde, her konuda da farklı ölçüde gerçekleştirir. Bu sebeple zeki insanlar vardır, aptal insanlar vardır, akıllı insanlar vardır, geri zekâlı insanlar vardır. Bunlar aslında akılları çok olan veya az olan insanlar değil. Akıl herkese eşit seviyede ulaşır. Bir çeşme akıyor, herkese eşit seviyede geliyor çeşme ama kişi, o çeşmeden ne kadar su içebilirse o kadarını içebilir.

Herkesin beyin yapısı, anne ve baba kromozomlarının yarı yarıya bölünmesiyle oluşur ve her seferinde farklı bir ortam insan vücudunu oluşturur, insan beynini oluşturur. Bu beyin, insan beyni, Allah’ın bütün insanları faydalandırdığı aklı, kendi kapasitesi, kendi yapabilirliği ölçüsünde kullanabilir. Herkesin beyni her açıdan farklılıklar gösterir başka insanlara göre. Bu sebeple söylediğimiz gibi akıllı insanlar, akılsız insanlar, zeki insanlar, aptal insanlar, kurnaz insanlar, budala insanlar gibi tabirler kullanılır. Aslında hepsinin de aklı birbirine eşittir ama aklın beyni kullanabilme kapasitesi, beyni kullanabilme imkânı beyinle hudutludur, bu sebeple farklı insanlar var sevgili kardeşlerim!

Şimdi biz insanlar olayları yaşarız. Olayları yaşadığımız zaman iki tane alternatif oluşur; derecat kazanmak veya derecat kaybetmek. Eğer Allah’ın emrettiği bir fiili gerçekleştirmişsek, Allah “Namaz kılın.” diyor. Sabah namazını eda etmişsek, yerine getirmişsek, kaza kelimesinin bir başka anlamı da burada tahakkuk ediyor. Namazlar vaktinde kılınıyorsa bunun adı namazın eda edilmesidir, ödenmesidir, yerine getirilmesidir. Ama o namazı, sabah namazını imsakle güneş doğması arasındaki sürede kılamamışız, şu veya bu sebeple. Kılamadıysak, onu bu saatten sonra öğlene kadar olan zamanda da kılabiliriz, öğlen namazının girdiği dakikaya kadar kılabiliriz. Bu devrede kıldığımız zaman da adı gene edadır. Yani namazı eda ediyoruz, henüz kaza etmiyoruz. Ne zaman ki öğle namazının vakti girer, sabah namazını imsakla güneş doğuşu arasındaki zamanda kılamamışız, ondan sonra da öğleye kadar olan geçen zamanda da kılamamışız, öğlenin vakti girmiş, ondan sonra sabah namazı kılıyoruz. Burada eda kelimesi kullanılamaz artık. Sabah namazının kazasını kılmak mecburiyetindeyiz. İşte burada farklı bir olay söz konusu, onun da adı kaza. Kaza; yerine getirmek demek aslında, uygulamak demek, iradenin talep ettiği şeyi gerçekleştirmek demek. Ama buradaki kaza vaktinde kılınamamış bir namazın, vaktinden sonra kaza edilmesidir. Dikkat edin ki eda ile kaza arasında farklılık vardır. Vaktinde kılınan bir namaz eda edilmiştir. Vaktinde kılınamadıysa, yeni bir vakit girmişse, o vakitte kılınıyorsa o namaz eda edilemez, kaza edilecektir. Bu da farklı bir kaza kelimesinin tatbikatı.

Öyleyse yaptığımız filler veya yaşadığımız olaylar ayrı isimler alır. Biz kendi irademizle hangi fiili işlersek işleyelim, bunun adı kazadır. Kendi irademizle işlediğimiz bütün olaylar kaza adını alır. Kur’ân-ı Kerim statüsünde kazanın yegâne mânâsı budur. Yani olaya kaza-kader açısından bakıyorsak, kaza; kendi irademizle gerçekleştirdiğimiz bütün olaylardır. Eğer yine Kur’ân-ı Kerim statüsünde kazayı; namazın vaktinde kılınıp kılınmaması açısından inceliyorsak, o zaman kaza edilen namaz, o vakitte kılınamayıp da ondan sonraki yeni bir vaktin girmesi söz konusu olduktan sonra; sonraki vakitte evvelki vakitler için kılınan namazın adı, o namazın kaza edilmesi şeklinde telâffuz edilir. Ama kazanın gerçek anlamı, kaza etmek. Yani bir olayı gerçekleştirmek, iradî yapının talebini realize etmek, oluşturmak, vücuda getirmek, gerçekleştirmek.

Kendi irademizle yaptığımız her olay kazadır. Tekrar edelim ki; otobüs kazasıyla, tren kazasıyla tamamen ters istikamette bir Kur’ân hakikatiyle karşı karşıyayız ve büyük çoğunluk öyle kullandığı için; tren kazası, otobüs kazası diye, biz de Türkçemizde irademizin dışında olan o olaya kaza diyoruz. Oysaki Kur’ân’da fiiller, ef’al çerçevesi içerisinde olayları aldığımız zaman, gerçekleştirmek istediğimiz ve gerçekleştirdiğimiz her olay bizim için kaza edilmiştir.

Peki, kader nedir? Bizim tesir aldığımız ama bizim cüz’i irademizin devreye girmeden bizim üzerimizde vücuda gelen ve bizim tesir aldığımız bir olay, bizim için kaderdir. Başka birisinin bize yaptığı bir iyilik, bize yaptığı bir kötülük, bizim üzerimizde tesir vücuda getiren hangi tür olursa olsun her olay bizim için kaderdir.

Öyleyse kader müessesesine baktığımız zaman en az iki irade söz konusudur. Birinci irade, olayı vücuda getiren iradedir, kaza eden iradedir. İkinci irade, olayın üzerinde vücuda geldiği, olayın tesirinin oluştuğu iradedir. Bu ikinci iradedir; olaydan tesir alan irade. Öyleyse olaydan tesir alan irade için olay bir kaderdir, olayı vücuda getiren irade için olay kazadır. “Kaderim bu.” deriz, “Alnımın kara yazısı.” deriz, “Alnımıza yazılmış.” deriz. Aslında çok ilginç bir ifade “Alnımıza yazılmış.” ifadesi.

Biliyor musunuz sevgili kardeşlerim? Kâinat tam bir insan vücudu şeklindedir. Cinsiyetsiz bir insan vücudu düşünün;  o vücut, kâinatı ifade eder. Yani her biriniz ayrı bir kâinatsınız. Evet, elektron noktasına kadar ulaştığınızda bir kâinatla karşılaşacaksınız. Düşününüz ki; bir tek elektronunuzda, bir hidrojen atomu düşündüğünüz zaman, bir tek elektronunuzun 3675 tanesi bir araya gelmiştir, bunlar 3676 tane karşıt elektronla birleşmiştir, 1 proton oluşmuştur. 3675 tane elektron, 3676 tane karşıt elektron, 1 proton oluşturur. Çevrede dönen 1 elektronla beraber denge kurulur. 3676. elektron çevrede döner ve proton içinde zaten 3676 tane karşıt elektron vardır. Bütün sistemlerde, bütün elementlerde elektron ve karşıt elektron dengesi mutlaka korunmuştur. Ne kadar elektron varsa aynı sayıda karşıt elektron bütünü oluşturur.

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Olaylar diyoruz, nasıl olaylar? Gecenin saat 3’ü, etraf karanlık, adam tabancasını hazırlamış, köşe başında bekliyor. Taammüden adam öldürmeye karar vermiş. İradî yapısı başka birini öldürmek için hazır ve de oradan o saatte geçeceğini biliyor, geçerken çekiyor tabancasını, içindeki 6 kurşunu da kalbine boşaltıyor ve orada o kişiyi öldürüyor. Öldüren kişi için (olayı vücuda getiren irade) bu olay bir kazadır. Bir kaza etme işlemi tamamlanmıştır. Bilerek, isteyerek, taammüden iradî yapının bütünlüğü ile bir cinayet işlenmiştir. Cinayeti işleyen kişi için bu olay bir kazadır.

Kaza deyince Kur’ân-ı Kerim’deki kaza ifadesinden bahsediyoruz. Yani düşünce platformunda düşünülmüş, tasarlanmış ve bilerek, isteyerek, taammüden, kasıtlı olarak o kişi öldürülmüştür. Kişinin kafasındaki kuvve standartları yani düşünce standartları, fiiliyata geçmemiş olan düşünce, o da kiramen kâtibîn melekleri tarafından filme alınıyor. O düşünce ile filme alınan olay birbirinin aynı. Düşüncesinde kişi tasarlıyor; nereye gidecek, nerede pusu kuracak, nasıl öldürecek. Bütün statüyü hazırlıyor ve o kişiyi tam o düşündüğü saatte yakalıyor orada, kurşunları boşaltıyor üzerine ve öldürüyor. Ve öldüren kişi için bu bir kaza işlemidir. Kuvve platformundaki, düşünce platformundaki hususu fiile tahvil etmiştir, fiile dönüştürmüştür ve fiil tamamlanmıştır. Yani düşüncede tasarlanan şey kaza edilmiştir, gerçekleştirilmiştir. İşte bu, cinayeti işleyen kişi için bir kazadır. Ölen kişi için nedir? Ölen kişi kendi iradesiyle mi ölmüştür? Hayır. O, her akşamki yolundan evine dönüyordu, dönerken yolda birisi, onu öldürmek isteyen birisi onu öldürdü. O öldü ve ölme fiili kendisine ait olan bir fiil değil. Fiil, katil tarafından kaza edildi yani gerçekleştirildi, düşünce platformundan fiiliyat platformuna sokuldu, kuvveden fiile dönüştü ve kiramen kâtibîn melekleri o kişinin öldürmeyi nasıl planladığını da filme aldılar, öldürmenin gerçekleşmesini de filme aldılar.

Hayatımızın filminin derecelendirilme sistemi, mizan adı verilen bir müessese ile gerçekleşir. Öyle bir elektronik sistemdir ki; kâinatta mevcut olabilecek olan bütün suçlar, bütün davranış biçimleri mizanın bu elektronik sistemi içindedir ve taammüt miktarına göre ayrı ayrı dereceler, adaletsizliğe en ufak bir imkân bırakmayacak kadar en ince standartlarda dizayn edilmiştir ve taammüt miktarı, o kişinin düşünceleri de filme alındığı için net olarak bellidir. Mizan, hem onu görür (düşünceleri) hem de fiili görür ve kendi şaşmaz ölçüleri içinde milyarda bir bile hata ihtimali olmaksızın taammüdün %100’ü üzerinden, taammüt miktarının tam anlamıyla miktarı üzerinden hükme gider. Bu, öldüren kişinin kaybedeceği derecatı ifade eder. Bu derecatı, mizan kırmızı rakamlarla o kişinin amel defterinde sol tarafa kaydeder. Ama aynı zamanda öldürülen kişinin de amel defterinin sağ tarafına aynı rakam yeşil rakamlarla yazılır. Öldürülen kişi eğer haksız bir şekilde, %100 haksız bir şekilde öldürüldüyse o, taammüdün o miktarı üzerinden derecat alır. Aynı miktar derecatı diğeri kaybeder ve böylece birinin kaybettiği derecat diğeri tarafından kazanılır. Şimdi burada derecat sistemi devreye giriyor. Adaletin Allah katındaki uygulamasından bahsediyoruz.

Sevgili kardeşlerim! Bütün insanlar ya cehenneme giderler ya da cennete giderler. Sadece iki grup insan yaşar, üçüncü bir grup söz konusu değildir. Bütün insanlar cehennemle cennet arasında dağıtılacaktır. İkisinin dışında kalan insan olmayacaktır. Ya cehenneme gidecektir insanlar ya da cennete ama cennet ve cehennemdeki insanların toplamı, yaşamış olan bütün insanların toplamına eşittir.

Bir insanın cennete girmesini temin eden faktör, kazandığı derecelerin kaybettiği derecelerden fazla olması hali, cehenneme girmeye sebebiyet veren şeyse, kazandığı derecelerin kaybettiği derecelerden az olması hali. Öyleyse kimin kazandığı dereceler kaybettiklerinden azsa, onun gideceği yer cehennemdir. Kimin kazandığı dereceler kaybettiklerinden çoksa, onun gideceği yer de Allah’ın cennetidir.

İşte Allahû Tealâ’nın şaşmaz adaleti, kiramen kâtibîn melekleri ki bunlardan birisi sürücüdür yani kameraman, diğeri de şahittir. Yani kameramanın da hatasız olduğuna, kiramen kâtibîn meleklerinin düşünceyi tam olarak çektiklerine, filme aldıklarına ve mizanın da o düşünce platformunu da dikkate almak suretiyle fiilin milyarda bir bile yanlışlığına sebebiyet vermeyecek en doğru derecelendirmesinin yapıldığına mizan şahitlik eder. Mizanın oraya koyduğu derecat, milyarda bir bile hata payına müsait değildir.

Sevgili kardeşlerim! Bir sonuçla karşı karşıyayız. Nasıl o gün mizan bu dereceyi o kişinin amel defterine; katilin amel defterine de maktulün amel defterine de kaydetmişse, katilin yani öldürenin amel defterine kırmızı rakamlarla sol tarafa, maktulün (katledilenin) amel defterine yeşil rakamlarla, amel defterinin sağ tarafına yazılması söz konusudur. Birinin kaybettiği derecatı öbür taraf kazanmıştır.

Şimdi burada amellerle dereceleri karşılaştırmak söz konusudur. O kişinin fiiline taammüt miktarını da tam olarak hesaplamak suretiyle karşılık verilmesi lâzımgelen negatif dereceler, katilin taammüden işlediği cinayetin karşılığında ona verilmesi gereken negatif dereceler şaşmaz bir teraziyle taammüt miktarına göre %100 doğru olarak, milyarda milyar doğru olarak o kişinin amel defterine yazılır. Katilin amel defterine kaybettiği dereceler olarak, maktulün amel defterine kazandığı dereceler olarak kaydedilir. Allah’ın indindeki eşitlik sağlanmıştır. Kişi ölmüştür ama öldürülerek ölmüştür. Öyleyse onu öldüren kişinin kaybettiği derecatı kazanma hakkı doğmuştur, o kişinin amel defterine bu rakam yazılır. İşlenen fiille kaybedilen derecat birbirine Allah’ın katında eşittir. Allah’ınsa bir adı El Adl’dır. Adaletin kâinattaki en üstün temsilcisidir. Şaşması mümkün olmayan bir adalet sistemi ile hükmeder. Bir adı da El Hakk’tır. Hak, biliyorsunuz subjektiftir, enfüsîdir. Adaletse objektiftir, âfakidir. Yani adalet, insanlar arasındaki ilişkileri, hak ise herkesin Allah ile olan ilişkilerini ifade eder.

Allah’ın adalet müessesesinde, öldüren kişinin amel defterine baktığımız zaman onun amel defterinde o öldürdüğü kişiye ait kaybettiği derecatı görmemiz söz konusu olur, kırmızı rakamlarla sol tarafta. Maktulünse, ölen kişininse yeşil rakamlarla sağ tarafta aynı rakamı görürüz. Ne olmuştur? Fiille kaybedilen derecat katil için, fiille ya da neticeye ulaşılan sonuçla kazanılan dereceler de öldürülen kişinin, maktulün amel defterinde gene birbirine eşittir. Adalet yerine gelmiştir.

Şimdi anlıyor muyuz acaba sevgili kardeşlerim Allahû Tealâ’nın; “Allah hesabı çabuk görendir: allahu serîul hısâb.” demesinin ardında yatan gerçeği?

24/NÛR-39: Vellezîne keferû a’mâluhum ke serâbin bi kîatin yahsebuhuz zam’ânu mâen, hattâ izâ câehu lem yecidhu şey’en ve vecedallâhe indehu fe veffâhu hisâbehu, vallâhu serîul hısâb(hısâbi).

Ve kâfirlerin amelleri düz arazideki serap gibidir. Susamış olan, onu su zannetti. Ona ulaştığı zaman, bir şey bulamadı. Ve yanında (karşısında) Allah’ı buldu. Böylece (Allah), onun hesabını ona tam olarak ödedi. Ve Allah, hesabı seri (çabuk) görendir.


Aynı anda Allah’ın İlâhî mahkemesi kararı oluşturmuştur, kararı vermiştir, milyarda bir bile hata olması mümkün olmayan bir mizan sistemi ile bütün alternatifler değerlendirilerek, kılı kırk yararak bir sonuç çıkmıştır ortaya. Şaşmaz bir adalet ve bir anda tahakkuk eden bir adalet, aynı anda; olayın işlendiği an adalet, Allahû Tealâ’nın indinde tahakkuk etmiştir. Ölen kişi derecat kazanmıştır, öldüren kişi derecat kaybetmiştir. Bu, öldürenin fiile uygun derecat kaybı, bu, ölenin fiile uygun derecat kazancını ifade eder.

Peki, bir adam da tabancasını temizliyor, bahçede yapıyor bu işi. Temizlerken silah elinden kayıyor. Namluda da bir tek kurşun var. Bir yere takılan tetik, tabancanın ateşlenmesine sebebiyet veriyor, yoldan geçen, hiç haberi olmayan bir kişiyi de öldürüyor. Ölen kişi hayatını kaybetmiştir. O, belki yaşasaydı; derecat kazanacaktı ve de belki kendini kurtaracaktı ama o derecatı kazanamadan gitmiştir, bir başkası tarafından ölümüne sebebiyet verilmiştir.

Burada öldürülmüştür, diyemiyoruz. Neden diyemiyoruz? Çünkü o kişinin bu konuda kastı yok, yoldan geçen kişiyi öldürmeyi düşünmüyor. Tabancasını bahçede temizlemek gibi bir büyük yanlışı yapmış ve hiç, olması belki de milyonda bir olan bir olay tahakkuk etmiş. Namluda kurşunu unutması da bir olay, o kurşunun namludan çıkıp diğerinin kalbine ulaşması da bir olay, birçok unsur bir araya gelmiş ve yoldan geçen bu adamla, aralarında hiçbir anlaşmazlık olmayan birisi ölmüştür. Bu kişi gene derecat kaybedecektir. Ama bir katil hükmüyle hükümlenmeyecektir. Taammüden cinayet işlemiş bir insan değildir o. Mizan, bütün boyutları ile o kişinin düşünceleri de orada kesin olarak göründüğü için o kişinin düşünce platformunda, kuvve platformunda, yoldan geçen kişinin öldürülmesi konusunda hiçbir tasarım mevcut değil. Bu sebeple bu kişi yani ölüme sebebiyet veren kişi; ihmâl, teseyyüp ve tedbirsizlikle derecat kaybeder. Ama öldürme açısından bir taammüt unsuru mevcut değildir. Gecenin saat 3’ünde yoldan çevirip, pusu kurup, diğer kişiyi tabancasındaki kurşunları boşaltarak öldüren kişiyle bu kişi aynı teraziye konulamaz. Bu kişi için bir kaza işlemi söz konusu değildir. Bilerek, isteyerek birisini öldürmemiştir. Ama hani Türkçemizde kullandığımız kaza vücuda gelmiştir; istemeyerek birinin ölümüne sebebiyet vermiştir. Dikkatsizliği var, ihmâli var, teseyyübü var bu kişinin. Bu sebeple derecat kaybedecektir. O kaybettiği derecat da ölen kişinin amel defterine mutlaka yazılacaktır. Öyleyse burada taammüt yok, burada bilerek, isteyerek, kasten adam öldürme fiili işlenmemiştir. Bu sebeple kaybedilen derecat, kasten cinayet işleyen bir kişinin kaybettiği derecatla kabili kıyas olamaz. Ondan çok daha aşağıda bir derecat kaybı söz konusudur. Birinci işlemde yani cinayet olayında, bilerek, isteyerek, taammüden işlenen cinayet olayında cinayeti işleyen için bu bir kazadır. Bilerek, isteyerek gerçekleşmiş, kaza edilmiş bir olaydır, ölen kişi içinse kaderdir, ölümde hiçbir dahli yoktur ama öldürülmüştür.

İkinci olaya geliyoruz; tabancanın temizlenmesi sırasında öldürülen kişi için bu bir kaderdir. Ölen kişi, başka birisi tarafından öldürülmüşse yani kendi iradesinin dışında bir sebeple ölmüşse, mutlaka onun için bir kaderdir bu. Ama ölüme sebebiyet veren kişiye bakıyoruz, o bunu kasten öldürmemiş. Öyleyse öldüren kişi için de bu bir kaderdir, kaza değildir. Onun iradesinin mahsulü olarak diğer kişi ölmemiştir. Onun dikkatsizliği sebebiyle ölmüştür. Kasıt yoktur, taammüt yoktur. Bu sebeple bu kişi için kaza unsuru gerçekleşmemiştir.

Öyleyse kaza ve kader müesseseleri bu standartlarda anlatılıyor Kur’ân-ı Kerim’de. Ama Allahû Tealâ da diyor ki: “Biz her şeyi bir kaderle yarattık.” diyor.

54/KAMER-49: İnnâ kulle şey’in halaknâhu bi kader(kaderin).

Muhakkak ki Biz, herşeyi, bir kaderle (takdir edilmiş olarak) yarattık.


Acaba Allahû Tealâ ne demek istiyor? Gördük ki kaderin oluşması için mutlaka 2 irade gerekli.

1- Fiile sebebiyet veren, fiili kaza eden, gerçekleştiren kişi.
2- Kadere kurban olan kişi. Yani kendi iradesinin dışında bir irade tarafından hayatına son verilen kişi.

Öyleyse kendi iradesinin dışında bir olayla kişi hangi tesiri alırsa alsın bu, onun için bir kaderdir.

Şimdi gördük ki kaderde iki kişi var. Ama talebeler imtihana giriyorlar, hepsi geçmek ümidi ile imtihana giriyor ve bir kısmı geçiyor, bir kısmı kalıyor. Ama hepsinin niyetleri, sınıfı geçmekti. Geçebilenler, niyetleriyle nasipleri birbirine eşit olan insanlar. Kabiliyetleri sınıfı geçebilecek bir hüviyet ifade etmiş. Hangi şartlar altında? Elektronik bir sistemde bir üçüncü kişi devreye girmemişse ve verilen rakamsal değerlemeler, o kişinin sınıfta kalmasına sebebiyet vermişse, onun niyeti ile nasibi birbirine eşit değildir.

İşte neden elektronik sistemi devreye soktuk? Başka bir kişinin devreye girmemesini ifade için kullandık. Devreye girmemiş başka birisi, otomatik olarak değerlendirilmiş her şey ve sınıfı geçmek üzere imtihana giren bir çocuk sınıfta kalmış. Ama notu gerçekten sınıfta kalacak olan bir not. Niyeti tahakkuk etmemiş, niyeti nasip olmamış. Niyeti ile nasibi arasında farklılık var, imtihanı kazanamamış. Çünkü yapabildiği, vücuda getirebildiği sonuç, onun sınıfı geçmesine imkân verecek bir sonuç değil. Bu sebeple nasibi niyetinin altında kalmış, hedefe ulaşamamış. Çünkü kişi ehil değil. İmtihanı kazanmak için ehliyeti yok. Yeterli olmamış bilgisi ve sınıfta kalmış. Bu bir niyet ve nasip meselesidir. Bir tek kişi var ama bu çocuk imtihana girmiş ya da başka bir çocuk imtihana girmiş, notları sınıfta kalacak gibi ama bir öğretmen de o çocuğu seven bir öğretmen, onun notlarını arttırmış ve de sınıfı geçmesine sebebiyet vermiş. Bu kişinin niyetiyle nasibi birbirinden farklı mı diyeceğiz? Hayır, niyeti ile kaderi burada karşılaştırmak mecburiyetindeyiz çünkü ikinci bir irade devreye girdi. İkinci bir irade devreye girmişse, o irade sebebiyle bizim üzerimizde bir tesir oluşuyorsa, bunu adı kaderdir. Burada kader vardır artık. Başka bir irade vasıtasıyla sınıfını geçen bu çocuğun niyeti sınıfı geçmekti, nasibi de sınıfı da geçmek oldu, diyebilir miyiz? Hayır. Niyeti sınıfı geçmekti, kaderi sınıfı geçmek oldu. Öyleyse burada niyetle nasibi karşılaştıramıyoruz çünkü kader oluşmuştur burada.

Tersi olduğunu düşünün; çocuk geçecek not almıştı, öğretmenlerden birisi çocuğun notunu indirdi ve sınıf geçecek olan bu çocuk sınıfta kaldı. Niyeti ile nasibi birbirine eşit değil. Onun liyakatsizliği sebebiyle mi? Hayır, liyakatsizliği sebebiyle olmadığı için, başka birisi devreye girdiği için niyetiyle kaderi eşit olmadı. Niyeti sınıfı geçmekti, sınıfı geçecek olan bir hüviyet kazanmasına rağmen onun kaderi başka birinin devreye girmesiyle oluşan kader, onun sınıfta kalmasına sebebiyet verdi. Geçemeyecek olan bir çocuğun sınıf geçmesi hali de geçecek olan bir çocuğun sınıfta kalması hali de kader oluşturur. Bir yabancı el,  bir başka irade devreye girmiştir.

Öyleyse nasibin gerçek anlamda oluşması söz konusuysa sınıfta kalan kişi, kendi iradesi ile bilgisi ile imtihana girip, başka hiçbir yabancı devreye girmeden, elektronik sistemlerle incelenmiş ve bu çocuk sınıfta kalmışsa, nasibiyle niyeti eşit değildir. Bu çocuk sınıfta kalmıştır ama burada niyetle nasip var. Eğer aksi söz konusuysa bu çocuk ehil olmuş da dereceleri tutturmuş, sınıfını geçmişse ve bir adaletsizlik vücuda gelmemişse o zaman da niyetiyle nasibi gene bir sonuca gider. Birincinin niyetiyle nasibi eşit değildir çünkü bu çocuğun muktesebatı, sahip olduğu ilim onun sınıfı geçmesine imkân vermiyor. Yani sahip olduğu şeyler, yeteneği, niyeti sınıfı geçmek olduğu halde yeteneği müsait olmadığı için sınıfta kalmıştır. Niyetle nasip birbirine eşit olmamıştır kişinin yetersizliği sebebiyle.
Öyleyse burada niyetle nasip vardır. Gene elektronik sistemlerle yapılan bir sistemde bir çocuk imtihana girmiş, kazanacak not almış ve elektronik sistemlerde aynı rakamı çıkarmışlar ortaya ve çocuk sınıfını geçmişse, niyetiyle nasibi eşit olmuştur. O kişi niyet ettiği şeye, hedefe ulaşmıştır. Nasibi tahakkuk etmiştir, niyetine paralel olarak, o kişinin muktesebatı buna imkân verdiği için.

Dikkat edin ki; kader sebebiyle derecat kazanabilirsiniz. Birisi size bir kötülük ederse bu, sizin için bir kaderdir ama bu kaderin karşılığı derecat kazanırsınız. Kötülük eden derecat kaybeder ama sizin amel defterinize derecat kazancı olarak girer. Ama kader sebebiyle derecat kaybedemezsiniz. Kimler size ne kadar iyilik yaparlarsa yapsınlar, onlar size yaptıkları iyilikler sebebiyle derecat kazanırlar, siz de onların size yaptıkları iyilik sebebiyle onun faydasını yaşarsınız ama size iyilik yapıldı diye derecat kaybetmezsiniz.

Kader kimseye derecat kaybettirmez ama kader derecat kazandırabilir, kaza ise hem derecat kazandırabilir hem derecat kaybettirebilir. Pozitif amelleriniz sebebiyle derecat kazanırsınız, negatif amelleriniz sebebiyle derecat kaybedersiniz. İşte niyetle nasip ilişkisinde de ikinci bir kişi olmadığı için kişi, derecat kaybedebilir de. Niyetiyle nasibi arasındaki ilişkiyi kurduğunda bu kişi, derecat kaybedebilir veya derecat kazanabilir. Fiili vücuda getiren kendisidir. Kendi iradesi devrede olduğu için bu irade ona derecat kazandırabilir. Bu irade ona derecat kaybettirebilir. Öyleyse niyette derecat kazanmak da vardır, derecat kaybetmek de vardır ama kaderde derecat kazanmak vardır, derecat kaybetmek yoktur. Öyleyse buradaki muhtevayı yerli yerine tamamen oturtmamız lâzım. Görüyorsunuz ki kader-kaza ve niyetle nasip birbirinden farklı şeyler. Öyleyse asıl olan Kur’ân’ın öğretisidir.

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allah’ın emrinde gene beraber bir saati tamamlamanın mutluluğunu yaşıyoruz. Allahû Tealâ’nın hepinizi ama hepinizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi inşaallah burada tamamlıyoruz sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allahû Tealâ’nın hepinizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını dileriz.

İmam İskender Ali  M İ H R