SOHBET TARİHİ: 24.08.2004
Bundan 14 asır Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) ile bütün sahâbe İslâm’ı yaşadılar. Bu yaşadıkları İslâm, Kur’ân’daki İslâm’dı. Bugün de İslâm’ın yaşandığı zannediliyor. Oysa ki, artık İslâm yaşanmıyor.
İslâm’ın bütün hayati unsurları öldürülmüştür, İslâm bir bitkisel hayattadır. 14 asır evvel yaşanan İslâm ile sahâbenin yaşadığı Kur’ân’daki İslâm ile bugünkü İslâm’ı mukayese ettiğiniz zaman İslâm’ın neleri yitirdiğini göreceksiniz.
14 asırda insanları cennete götürecek olan ne kadar faktör varsa hepsi yok olmuş. İslâm’da dünya saadetine ulaştıracak olan ne kadar faktör varsa onların da hepsi yok olmuş ve İslâm hiç kimseyi bugünkü tatbikatıyla ne cennet saadetine ne dünya saadetine ulaştıracak olan özelliklerin artık sahibi değil. Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’deki İslâm’ını iblis 14 asırda bütünüyle yok etmiş.
Öyleyse 14 asır evvelki İslâm ne idi? 14 asır evvelki İslâm yedi tane safhadan oluşuyordu ve Kur’ân, bunların hepsini farz olarak koymuştur. 28 basamaklık bir İslâm merdiveninde (yerlerini de işaret etmek suretiyle konumuzu gerçekleştireceğiz):
1- Birinci basamak; olayları insanlar yaşar, herkes yaşar.
2- İkinci basamak; olayları değerlendirir, herkes değerlendirir.
Bu iki basamaktaki insanlar Allah’a ulaşmayı dilemedikçe hiçbir zaman cennet saadetine ulaşamazlar.
İşte üçüncü basamak; Allah’a ulaşmayı dilemek. Kur’ân-ı Kerim buna munîb, munîbû gibi kelimeler kullanıyor. Bir de âmenû olmak tabirini kullanıyor. Her ikisi de birinci takvayı ifade ediyor. Yani cehennemden kurtulmayı, cennetin sadece birinci katına ulaşmayı ifade eden, birinci takva.
Allahû Tealâ bu konuda Rûm Suresi 31. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:
30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve O'na karşı takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.
“Allah’a mülakî olmayı dile, Allah’a yönel, ruhunu Allah’a ulaştırmayı dile. Ve takva sahibi ol. Ve namaz kıl. Ve müşriklerden olma.”
Bir sonraki âyet-i kerime:
“O müşriklerden olma ki; onlar, dînlerinde fırkalara ayrılmışlardır, ayrı ayrı hizipler oluşturmuşlardır. Her biri kendi elindeki ile ferahlanırlar. Onlar müşriklerdir.”
30/RÛM-32: Minellezîne ferrakû dînehum ve kânû şiyeâ(şiyean), kullu hızbin bimâ ledeyhim ferihûn(ferihûne).
(O müşriklerden olmayın ki) onlar, dînlerinde fırkalara ayrıldılar ve grup grup oldular. Bütün gruplar, kendilerinde olanla ferahlanırlar.
Öyleyse bir tek fırkayı ifade eden, Allah’a ulaşmayı dileyerek, münîb olarak takva sahibi olanlar var. Bir de geriye kalan 72 fırkayı ifade eden diğer bütün fırkalar var. Kur’ân-ı Kerim’de 72 fırkanın hepsi müşrikler olarak değerlendiriliyor. 73. fırka tek fırka, başka bir adıyla Fırka-i Naciye; onlar Allah’a yönelenler ve böylece müşrik olmaktan kurtulanlar.
Aynı konu âmenû olmak tabiri ile de ifade ediliyor. Yani Allah’a ulaşmayı dileyip cehennemden kurtulmak, takva sahibi olmak, birinci takvanın sahibi olmak; Yûnus Suresinin 62-63-64. âyetlerinde şöyle anlatılıyor:
10/YÛNUS-62: E lâ inne evlîyâallâhi lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne).
Muhakkak ki Allah’ın evliyasına (dostlarına), korku yoktur. Onlar, mahzun olmazlar, öyle değil mi?
10/YÛNUS-63: Ellezîne âmenû ve kânû yettekûn(yettekûne).
Onlar, âmenûdurlar (ölmeden evvel Allah’a ulaşmayı dileyenlerdir) ve takva sahibi olmuşlardır.
10/YÛNUS-64: Lehumul buşrâ fîl hayâtid dunyâ ve fîl âhırati, lâ tebdîle li kelimâtillâh(kelimâtillâhi), zâlike huvel fevzul azîm(azîmu).
Onlara, dünya hayatında ve ahirette müjdeler (mutluluklar) vardır. Allah’ın sözü değişmez. İşte O, fevz-ül azîmdir.
“O Allah’ın evliyası var ya; onlara korku yoktur. Onlar mahzun da olmazlar. Onlar âmenûdurlar ve takva sahibi olmuşlardır.”
Amenû oldukları için, Allah’a ulaşmayı diledikleri için takva sahibi olmuşlardır.
“Onlara dünyada da ahirette de müjdeler vardır.”
İşte iki kelime kullanıyor Allahû Tealâ. Birisi munîb, enâbû gibi aynı kökten gelen kelimeler munîbîne gibi. Bir de âmenû olmak... Her ikisi de insanların cehennemden kurtulduğu birinci takvayı ifade ediyor.
Sevgili kardeşlerim, bundan 14 asır evvel bütün sahâbe Allah’a yöneldiler, Allah’a ulaşmayı dilediler ve tagutun kulu olmaktan kurtuldular, Allah’ın kulu oldular. Oldular mı? Birinci safhadan bahsediyoruz. Evet, hepsi… İşte Allahû Tealâ, Zumer Suresinin 17. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:
39/ZUMER-17: Vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâdi.
Ve onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah’a yöneldiler (Allah’a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!
Evvelâ Türkçe’sinden bahsedelim. “O sahâbe ki; Allah’a inandılar, Allah’a ulaşmayı dilediler ve taguta kul iken, taguta kul olmaktan içtinab ettiler, kaçındılar, kurtuldular.”
Burada “enâbû” kullanmış Allahû Tealâ. İşte bunlar, munîb olmak kelimesinin türevleri. “Onlar taguta kul olmaktan içtinab ettiler, kaçındılar, kendilerini kurtardılar.” Neden? Çünkü Allah’a ulaşmayı dilediler. “Onlara müjdeler vardır. Kullarımı müjdele.” diyor.
Taguta kul olduklarını söyleyerek başlayan âyet-i kerimenin sonunda sahâbenin Allah’a kul olduğunu görüyoruz. Taguta kul olmaktan kurtulmuşlar, Allah’a kul olmuşlar. Ne ile? Allah’a ulaşmayı dileyerek… Bu birinci safha.
Demek ki bütün sahâbe Kur’ân’daki İslâm’ın birinci safhasını, Allah’a ulaşmayı dileme safhasını hepsi gerçekleştirmiş.
3- Üçüncü basamakta Allah’a ulaşmayı diliyoruz.
4- Dördüncü basamakta Allah Rahmân esmasıyla tecelli ediyor.
5- Beşinci basamakta bu tecelli gözlerimizdeki hicab-ı mestureyi ve görme hassamızın üzerindeki gışaveti alıyor.
6- Altıncı basamakta kulaklarımızdaki vakrayı ve işitme hassamız üzerindeki mührü alıyor.
7- Yedinci basamakta da Allahû Tealâ kalbimizin mührünü açıyor, kalbimizdeki ekinneti alıyor ve yerine ihbat koyuyor. Ve böylece gören, işiten, idrak eden birisi oluyoruz.
İşte bu muhteva sahâbe tarafından yaşanmış. Hepsi üçüncü basamaktan yedinci basamağa ulaşmış. Taguta kul iken Allah’a kul olmayı hepsi başarmışlar. Neye icabet etmişler? Allahû Tealâ’nın Allah’a ulaşmayı dileme davetine icabet etmişler. Ve Allahû Tealâ, onları Allah’a ulaşma davetine icabet edecek noktaya getirmiş; yedinci kademe, yedinci safha, yedinci basamak. 28 basamaklık İslâm merdiveninin yedinci basamağına ulaştık.
8- Sekizinci basamakta Allah o kişinin kalbine ulaşıyor. Tegabun Suresi 11. âyet-i kerime:
“Kim Allah’a âmenû olursa onun kalbine ulaşırız.” diyor Allahû Tealâ.
64/TEGÂBUN-11: Mâ esâbe min musîbetin illâ bi iznillâh(bi iznillâhi), ve men yu'min billâhi yehdi kalbeh, vallâhu bikulli şey'in alîm(alîmun).
Allah’ın izni olmadıkça bir musîbet isabet etmez. Ve kim Allah’a îmân ederse (âmenû olursa), (Allah) onun kalbine ulaşır. Ve Allah, herşeyi en iyi bilendir.
9- Dokuzuncu basamakta Allah o kişinin kalbini Allah’a çeviriyor ve bu kalbini çevirmek olayı Kaf Suresinin 33. âyet-i kerimesinde anlatılıyor:
50/KAF-33: Men haşiyer rahmâne bil gaybi ve câe bi kalbin munîbin.
Gaybda Rahmân’a huşu duyanlar ve münib (Allah’a ulaşmayı dileyen) bir kalple (Allah’ın huzuruna) gelenler (için).
“Onlar ki gaybte Rahmân’a huşû duyarlar. Onların kalpleri Allah’a çevrilir.”
10- 10. basamakta; Allah o kişinin göğsünden kalbine nur yolunu açıyor. En’am Suresinin 125. âyet-i kerimesi:
6/EN'ÂM-125: Fe men yuridillâhu en yehdiyehu yeşrah sadrahu lil islâm(islâmi), ve men yurid en yudıllehu yec’al sadrahu dayyikan haracen, ke ennemâ yassa’adu fîs semâi, kezâlike yec’alûllâhur ricse alâllezîne lâ yu’minûn(yu’minûne).
Öyleyse Allah kimi Kendisine ulaştırmayı dilerse onun göğsünü yarar ve (Allah’a) teslime (İslâm’a) açar. Kimi dalâlette bırakmayı dilerse, onun göğsünü semada yükseliyormuş gibi daralmış, sıkıntılı yapar. Böylece Allah, mü’min olmayanların üzerine azap verir.
“Allah kimi kendisine ulaştırmayı dilerse, onun göğsünü teslime açar.” Onun göğsünü teslime yani İslâm olmaya açar. “Göğsünü yarar, şehreder ve İslâm’a açar, teslime açar.”
11- Kişinin göğsü şerh olunuyor. Sonra o kişi zikir yapıyor, Allah’tan gelen rahmet ve fazl kişinin göğsüne geliyor, göğsünden kalbine ulaşıyor, rahmet nurları kalbe girmeye başlıyor ve burası 11. basamak.
12- Bu rahmet nurları %2’yi buluyor. Kişi 12. basamakta, huşû sahibi oluyor. Hadîd Suresi 16. âyet-i kerime:
“Kişinin kalbinde Allah’ın zikriyle ve bu zikrin Hak’tan indirdiği nurla huşû oluşmasının zamanı gelmedi mi?”
57/HADÎD-16: E lem ye’ni lillezîne âmenû en tahşea kulûbuhum li zikrillâhi ve mâ nezele minel hakkı ve lâ yekûnû kellezîne ûtûl kitâbe min kablu fe tâle aleyhimul emedu fe kaset kulûbuhum, ve kesîrun minhum fâsikûn(fâsikûne).
Allah’ın zikri ile ve Hakk’tan inen şeyle (Allah’ın nurları ile), âmenû olanların (Allah’a ulaşmayı dileyenlerin) kalplerinin huşû duyma zamanı gelmedi mi? Kendilerine daha önce kitap verilip de böylece üzerinden uzun zaman geçince, artık (zikri unuttukları için) kalpleri katılaşan kimseler gibi olmasınlar. Onlardan çoğu fasıklardır.
13- Huşû sahibi olan kişiye bir hak veriyor Allahû Tealâ: Allah’tan mürşidini sorma hakkı.
14- Kişi mürşidini soruyor. Allah ona mutlaka gösteriyor ve kişi mürşidine ulaşıp tâbî oluyor; 14. basamak.
Peki, âmenû olmak farz mıdır? Farzdır. Allahû Tealâ herkesin mutlaka Allah’a ulaşmayı dilemesini emrediyor. Dilemeyenlerin;
* Dalâlette olduğunu,
* Küfürde olduğunu,
* Hüsranda olduğunu,
* Allah’ın âyetlerinden gâfil olduğunu,
* Gideceği yerin cehennem olduğunu söylüyor.
Ve Allahû Tealâ, Allah’a ulaşmayı dilemeyi herkesin üzerine defaatle farz kılmış. İşte Allahû Tealâ buyuruyor:
“Allah’ın azabı gelmeden önce Allah’a yönelin.” “Üzerinize azap gelmeden evvel Allah’a yönelin, Allah’a ulaşmayı dileyin ve Allah’a teslim olun. Yani ruhunuzu da vechinizi de nefsinizi de iradenizi de Allah’a teslim edin.” diyor Allahû Tealâ.
39/ZUMER-54: Ve enîbû ilâ rabbikum ve eslimû lehu min kabli en ye’tiyekumul azâbu summe lâ tunsarûn(tunsarûne).
Ve Rabbinize (Allah’a) yönelin (ruhunuzu Allah’a ulaştırmayı dileyin)! Ve size azap gelmeden önce O’na (Allah’a) teslim olun (ruhunuzu, vechinizi, nefsinizi, iradenizi Allah’a teslim edin). (Yoksa) sonra yardım olunmazsınız.
Öyleyse Allah’a ulaşmayı dilemek farz. Sahâbe bunun gereğini yapmış. Bugün bu yapılıyor mu? Hayır, tamamen unutulmuş bir konu. Ama bu olmazsa insanlar söylediğimiz standartlarda.
İkinci safha; mürşide ulaşmak farz mı? Evet, farz. Allahû Tealâ, Mâide Suresinin 35. âyet-i kerimesinde diyor ki:
“Ey âmenû olanlar (yani birinci takvanın sahipleri), yeniden takva sahibi olun.”
5/MÂİDE-35: Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete ve câhidû fî sebîlihi leallekum tuflihûn(tuflihûne).
Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı, teslim olmayı dileyenler); Allah’a karşı takva sahibi olun ve O’na ulaştıracak vesileyi isteyin. Ve O’nun yolunda cihad edin. Umulur ki böylece siz felâha erersiniz.
Ne yaparak? “Size Allah’a ulaştıracak vesileyi isteyerek…” Kimden isteyeceksiniz? “Allah’tan…”
Ve Bakara Suresinin 45 ve 46. âyetlerinde sadece Allah’a ulaşmayı dileyenlerin ve Allah’a ulaşacaklarına dair tam inançla inananların, Allahû Tealâ’dan mürşid sorduklarında onlara cevap vereceği açıklanıyor.
2/BAKARA-45: Vesteînû bis sabri ves salât(salâti), ve innehâ le kebîratun illâ alâl hâşiîn(hâşiîne).
(Allah’tan) sabırla ve namazla istiane (özel yardım) isteyin. Ve muhakkak ki o (hacet namazı ile Allah’a ulaştıracak mürşidini sormak), huşû sahibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir.
2/BAKARA-46: Ellezîne yezunnûne ennehum mulâkû rabbihim ve ennehum ileyhi râciûn(râciûne).
Onlar (o huşû sahipleri) ki, Rab’lerine (dünya hayatında) muhakkak mülâki olacaklarına ve (sonunda ölümle) O’na döneceklerine yakîn derecesinde inanırlar.
Bu, mürşide ulaşmak konunun ikinci safhası. Üzerimize farz mı? Görüyorsunuz ki; farz. Allahû Tealâ açık bir şekilde buyuruyor: “Sizi Allah’a ulaştıracak olan vesileyi Allah’tan isteyin.”
Bunun da hacet namazı ile isteneceğini söylüyor, Bakara Suresinin 45. âyet-i kerimesinde:
2/BAKARA-45: Vesteînû bis sabri ves salât(salâti), ve innehâ le kebîratun illâ alâl hâşiîn(hâşiîne).
(Allah’tan) sabırla ve namazla istiane (özel yardım) isteyin. Ve muhakkak ki o (hacet namazı ile Allah’a ulaştıracak mürşidini sormak), huşû sahibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir.
46. âyet-i kerimesinde de sadece huşû sahiplerine gösterileceğini söylüyor:
2/BAKARA-46: Ellezîne yezunnûne ennehum mulâkû rabbihim ve ennehum ileyhi râciûn(râciûne).
Onlar (o huşû sahipleri) ki, Rab’lerine (dünya hayatında) muhakkak mülâki olacaklarına ve (sonunda ölümle) O’na döneceklerine yakîn derecesinde inanırlar.
Ve Allahû Tealâ Mâide Suresinin 35. âyetinde bunu söyledikten sonra, kişinin nefs tezkiyesi yapması gereğini ifade ediyor.
İkinci safha; bütün sahâbe mürşidlerine ulaşmışlar mı? Kâinatın en büyük mürşidine ulaşmışlar, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e. İkinci farz, ikinci itaat… Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî olunmuş. Fetih Suresi 10. âyet-i kerime:
48/FETİH-10: İnnellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûnallâh(yubâyiûnallâhe), yedullâhi fevka eydîhim, fe men nekese fe innemâ yenkusu alâ nefsihî, ve men evfâ bi mâ âhede aleyhullâhe fe se yu’tîhi ecren azîmâ(azîmen).
Muhakkak ki onlar, sana tâbî oldukları zaman Allah’a tâbî olurlar. Onların ellerinin üzerinde (Allah senin bütün vücudunda tecelli ettiği için ellerinde de tecelli etmiş olduğundan) Allah’ın eli vardır. Bundan sonra kim (ahdini) bozarsa, o taktirde sadece kendi nefsi aleyhine bozar (Allah’a verdiği yeminleri, ahdleri yerine getirmediği için derecesini nakısa düşürür). Ve kim de Allah’a olan ahdlerine vefa ederse (yeminini, misakini ve ahdini yerine getirirse), o zaman ona en büyük mükâfat (ecir) verilecektir (cennet saadetine ve dünya saadetine erdirilecektir).
Zaten kimse buna itiraz etmiyor, herkes evet diyor. Sahâbe Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî olmuştur. Diyor ki Allahû Tealâ; “Habibim, sana tâbî olmak Allah’a tâbî olmaktır. Sana tâbî oldukları zaman onların ellerinin üzerinde Allah’ın eli vardı.” (Fetih Suresi 10. âyet-i kerime)
Demek ki Allah’ın; “Mürşide tâbî olmak farz.” emrine bütün sahâbe itaat etmiş. Allahû Tealâ bu tâbiiyetten sonra o kişi de büyük değişiklikler yapıyor:
1- O kişinin kalbine Allahû Tealâ imânı yazıyor.
2- Kişinin başının üzerine Devrin İmâmı’nın ruhunu gönderiyor.
Mücâdele 22: “Onların kalplerine imânı yazarız ve üzerlerine, başlarının üzerine katımızdan ruh gönderilir.” diyor Allahû Tealâ.
58/MUCÂDELE-22: Lâ tecidu kavmen yu’minûne billâhi vel yevmil âhiri yuvâddûne men hâddallâhe ve resûlehu ve lev kânû âbâehum ve ebnâehum ve ihvânehum ev aşîratehum, ulâike ketebe fî kulûbihimul îmâne ve eyyedehum bi rûhin minhu, ve yudhıluhum cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru hâlidîne fîhâ, radıyallâhu anhum ve radû anhu, ulâike hizbullâh(hizbullâhi), e lâ inne hizballâhi humul muflihûn(muflihûne).
Allah’a ve ahiret gününe (ölmeden önce Allah’a ulaşmaya) îmân eden bir kavmi, Allah’a ve O’nun Resûl’üne karşı gelenlere muhabbet duyar bulamazsın. Ve onların babaları, oğulları, kardeşleri veya kendi aşiretleri olsa bile. İşte onlar ki, (Allah) onların kalplerinin içine îmânı yazdı. Ve onları, Kendinden bir ruh ile destekledi (orada eğitilmiş olan, devrin imamının ruhu onların başlarının üzerine yerleşir). Ve onları, altından nehirler akan cennetlere dahil edecek. Onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Allah, onlardan razı oldu. Ve onlar da O’ndan (Allah’tan) razı oldular. İşte onlar, Allah’ın taraftarlarıdır. Gerçekten Allah’ın taraftarları, onlar, felâha erenler değil mi?
3- Onların günahlarını sevaba çeviriyor; Furkân 70. Allahû Tealâ Furkân 70’te; ‘tâbî olanların, tâbî olarak ikinci defa mü’min olanların ve ıslah-ı nefs yaparak nefs tezkiyesine başlayanların yani amilüssalihat işleyenlerin günahlarını sevaba çevirdiğini, seyyiatini hasenata çevirdiğini’ söylüyor.
25/FURKÂN-70: İllâ men tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât(hasenâtin), ve kânallâhu gafûran rahîmâ(rahîmen).
Ancak kim (mürşidi önünde) tövbe eder (böylece kalbine îmân yazılıp, îmânı artan) mü’min olur ve salih amel (nefs tezkiyesi) yaparsa, o taktirde işte onların, Allah seyyiatlerini (günahlarını) hasenata (sevaba) çevirir. Ve Allah, Gafur’dur (günahları sevaba çevirendir), Rahîm’dir (rahmet nuru gönderendir).
4- Sonra Allahû Tealâ onlara bire-on verirken bire-yüz vermeye başlıyor.
5- Allahû Tealâ kişinin ruhunu vücudundan ayırıyor ve Kendisine doğru yola çıkartıyor. Devrin imamının ruhu, o kişinin başının üzerine gelip, ona ihtar ediyor. ‘Allah’ın emrinden geldiğini ve o vücuttaki ruhun Allah’a geri dönmesini’ ihtar ediyor. Mu’min Suresinin 15. âyet-i kerimesi gereğince ruh vücuttan ayrılıyor.
40/MU'MİN-15: Rafîud deracâti zul arş(arşi), yulkır rûha min emrihî alâ men yeşâu min ıbâdihî li yunzira yevmet telâk(telâkı).
Dereceleri yükselten ve arşın sahibi olan Allah, kullarından (Kendisine ulaştırmayı) dilediği kişinin (Allah’a ulaşmayı dilediği için Allah’ın da Kendisine ulaştırmak istediği kişinin) üzerine (başının üzerine) Allah’a ulaşma gününün geldiğini (o kişinin ruhuna) ihtar etmek için, emrinden (Allah’ın emrini tebliğ edecek) bir ruh (devrin imamının ruhunu) ulaştırır.
6- Nefs ise nefs tezkiyesine başlıyor. Yani kişi zikir yapıyor. Bu zikirlerle Allah’ın katından rahmetle fazl ve rahmetle salâvat isimli iki grup nur giriyor. Bu nurlardan rahmet, fazl ve salâvat; bunların hepsi kalbe ulaşıyor, kalbin içine giriyor. Ve bu üç tane nurdan fazıllar, îmân kelimesinin tersi manyetik alana sahipler ve nefsin kalbinde birikmeye başlıyor. Bunun adı nefs tezkiyesi.
* Kişi ilk %7 nur birikimini, fazl birikimini tamamladığı zaman, başlangıçtaki %2 rahmet birikiminden sonra ruh zemin kattan birinci kata ulaşıyor.
* Kişi ikinci defa %7 nur birikimini gerçekleştirdiği zaman Nefs-i Levvame; kişinin ruhu ikinci gök katına ulaşıyor.
* Üçüncü defa %7 nur birikimini, fazıl birikimini sağladığı zaman Nefs-i Mülhime; kişi Allah’tan ilham almaya başlıyor; üçüncü kata ulaşıyor.
* Dördüncü defa nur birikiminde Nefs-i Mutmainne, mutmain oluyor kişi, doyuma ulaşıyor, ruhu dördüncü gök katında.
* Beşinci defa nur birikiminde Nefs-i Radiye’de Allah’tan razı oluyor.
* Altıncı defa nur birikiminde Nefs-i Mardiye; Allah’ta ondan razı oluyor.
* Yedinci defa nur birikiminde Nefs-i Tezkiye; kişi nefsini tezkiye ediyor.
Fatır Suresi 18. âyet-i kerime, Allahû Tealâ buyuruyor:
“Kim nefsini tezkiye ederse o, bunu kendisi için yapar.”
35/FÂTIR-18: Ve lâ tezirû vâziretun vizre uhrâ, ve in ted’u muskaletun ilâ himlihâ lâ yuhmel minhu şey’un ve lev kâne zâ kurbâ, innemâ tunzirullezîne yahşevne rabbehum bil gaybi ve ekâmûs salât(salâte), ve men tezekkâ fe innemâ yetezekkâ li nefsihî, ve ilâllâhil masîr(masîru).
Ve yük taşıyan birisi (bir günahkâr) başka birinin yükünü (günahını) yüklenmez. Eğer ağır yüklü kimse, onu (günahlarını) yüklenmeye (başkasını) çağırsa bile ondan hiçbir şey yükletilmez, onun yakını olsa dahi. Sen ancak gaybte Rabbine huşû duyanları ve namazı ikame edenleri uyarırsın. Ve kim tezkiye olursa (nefsini tezkiye ederse), o taktirde bunu sadece kendi nefsi için yapar. Ve dönüş (varış) Allah’adır (Nefs tezkiyesi ile ruh Allah’a döner, ulaşır).
7- “ve ilâllâhil masîr: Ve ruhu Allah’a döner.” diyor. Ruh Allah’a dönüyor, Allah’a ulaşıyor.
Nefs tezkiyesine paralel bir işlem görüyoruz.
Öyleyse bütün sahâbe ruhlarını Allah’a ulaştırdı mı? Allah’a ulaşma kavramına Kur’ân-ı Kerim hidayet diyor:
“innel hudâ hudallâhi: Muhakkak ki hidayet Allah’ın ulaştırmasıdır, Allah’ın Kendisine ulaştırmasıdır.”
3/ÂLİ İMRÂN-73: Ve lâ tu’minû illâ li men tebia dînekum, kul innel hudâ hudallâhi en yu’tâ ehadun misle mâ ûtîtum ev yuhâccûkum inde rabbikum, kul innel fadla bi yedillâh(yedillâhi), yu’tîhi men yeşâu, vallâhu vâsiun alîm(alîmun).
Ve (Ehli Kitap): “Sizin dîninize tâbî olandan başkasına inanmayın.” (dediler). (Habibim onlara) De ki: “Muhakkak ki hidayet Allah'a ulaşmaktır. (İnsanın ruhunun ölmeden önce Allah’a ulaşmasıdır.) Size verilenin bir benzerinin, bir başkasına verilmesidir.” Yoksa onlar, Rabbiniz'in huzurunda, sizinle çekişiyorlar mı? (Onlara) De ki: “Muhakkak ki fazl Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir.” Ve Allah, Vâsi’dir (ilmi geniştir, herşeyi kapsar), Alîm'dir (en iyi bilendir).
Nereden biliyoruz ‘Kendisine ulaştırması’ olduğunu? Şûrâ Suresinin 13. âyet-i kerimesinden biliyoruz:
“Allah dilediğini Kendisine seçer (kullarından kelimesini kullanmamış), ve onlardan kim Allah’a yönelirse, Allah’a ulaşmayı dilerse sadece onları Kendisine ulaştırır.”
42/ŞÛRÂ-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrakû fîhi, kebure alâl muşrikîne mâ ted’ûhum ileyhi, allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).
(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).
İşte Kendisine ulaştırır. Hidayete ermek de insanın Allah’a ulaşmasıdır.
Allahû Tealâ bütün sahâbenin hidayete erdiğini söylüyor; Zumer Suresi 18. âyet-i kerime:
39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahsenehu, ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).
Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).
Allahû Tealâ sahâbe için diyor ki: “Onlar sözü dinlerler ve sözün ahsen olanına tâbî olurlar. Onlar hidayete erdiler.”
Bütün sahâbe hidayete ermiş. Öyleyse 21. basamaktaki ruhun Allah’a ulaşması işlemini bütün sahâbe gerçekleştirmişler.
22. basamakta ruh Allah’ın Zat’ında yok oluyor, meab’a ulaşıyor (meab; sığınak) Allahû Tealâ, Zat’ı için sığınak kelimesini kullanıyor. “Allah’ın katındaki en güzel sığınaktır, Allah’ın Zat’ı.” diyor, Âli İmrân Suresi 14. âyet-i kerime.
3/ÂLİ İMRÂN-14: Zuyyine lin nâsi hubbuş şehevâti minen nisâi vel benîne vel kanâtîril mukantarati minez zehebi vel fıddati vel haylil musevvemeti vel en’âmi vel hars(harsi), zâlike metâul hayâtid dunyâ, vallâhu indehu HUSNUL MEÂB(meâbi).
İnsanlara, "kadınlara, oğullara, kantar kantar biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, hayvanlara ve ekinlere olan sevgiden oluşan" şehvetleri (aşırı düşkünlükleri) güzel gösterildi. Bunlar, dünya hayatının menfaatleridir. Ve Allah, O'nun katındaki en güzel sığınaktır.
Ve ruh Allah’ın Zat’ına ulaşıyor, Allah’ın Zat’ında yok oluyor. Bu makam fenafillah makamı. Bütün sahâbe ulaşmışlar ve bu gerçekleşmiş.
Ondan sonra Allahû Tealâ oraya ulaşanlara zikirlerini biraz arttırdıkları zaman bir taht ihsan ediyor; altın bir taht. Allahû Tealâ’nın katında o tahtın sahibi oluyor kişi. Bu, Allah’ın indinde “yurt sahibi olmak” olarak adlandırılıyor.
Daha sonra kişinin zikri, günün yarısını aşıyor. Zikrin günün yarısını aşması halinde, kişi zahid oluyor. Allahû Tealâ’ya her gün ispat ediyor ki, kişi her gün günün yarısından fazla zikrediyor. Allah ile dünyadan daha fazla meşgul ve böyle bir kişi zahit oluyor, zühd sahibi oluyor. Burası velayetin üçüncü makamı.
Kişi 14. basamakta mürşidine ulaşmıştı ve ruhu vücudundan ayrılmıştı. 15. basamakta 1. gök katına, 16. basamakta 2. gök katına; 17, 18, 19, 20 ve 21. basamakta 7. gök katına çıkıyor ruh, Allah’ın Zat’ına ulaşıyor. 22. basamakta da ruh Allah’a teslim oluyor.
21. basamak; ruhun Allah’a ulaşması, hidayete ermek. Bütün sahâbe hidayete ermişler.
Şimdi daha ötesine geçiyoruz:
* 22. basamak ruhun Allah’ın Zat’ında yok olması,
* 23. basamak kişinin İndi İlâhi’de taht sahibi olması; Allah’ın indinde bâki olması; bekabillah makamı
* Ve sonra da zühd makamı; 24. basamak.
* Bu 24. basamağın sonrası, 25. basamakta nefsin kalbindeki nurlar, fazıllar ve rahmet nurları toplamı %81’i aşıyor.
Bu noktadan itibaren fizik vücud Allah’ın bütün emirlerine itaat ediyor, yasak ettiği hiçbir fiili işlemiyor. Gerçi hâlâ nefsin kalbinde %19 rezistans var ama buna rağmen fizik vücut Allah’a teslim oluyor.
Ve bütün sahâbe fizik vücudlarını Allah’a teslim etmişler mi? Ettikleri kesinlik kazanıyor. Çünkü Allahû Tealâ Âli İmrân Suresinin 20. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:
“Habibim o ümmilere ve kitap sahiplerine de ki: ‘Ben ve bana tâbî olanlar, biz hepimiz vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah’a teslim ettik.’ ”
3/ÂLİ İMRÂN-20: Fe in hâccûke fe kul eslemtu vechiye lillâhi ve menittebeani, ve kul lillezîne ûtûl kitâbe vel ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe innemâ aleykel belâgu, vallâhu basîrun bil ibâd(ibâdi).
Bundan sonra eğer seninle tartışırlarsa o zaman onlara de ki: “Ben ve bana tâbi olanlar vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah'a teslim ettik.” O kitab verilenlere ve ümmîlere: “Siz de vechinizi (fizik vücudunuzu) (Allah'a) teslim ettiniz mi?” de. Eğer teslim ettilerse, o taktirde, hidayete ermişlerdir. Ve eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir. Ve Allah, kullarını en iyi görendir.
Bütün sahâbe fizik vücutlarını da Allah’a teslim etmişler. Farz mı?Fizik vücudun teslimi de farz. Daha ötede nefsin teslimi de farz. Daha ötede iradenin teslimi de farz.
Allahû Tealâ başlangıçta söylediğimiz Zumer Suresinin 54. âyet-i kerimesinde diyor ki:
“Üzerinize azap gelmeden evvel Allah’a yönelin, Allah’a ulaşmayı dileyin ve Allah’a teslim olun.”
39/ZUMER-54: Ve enîbû ilâ rabbikum ve eslimû lehu min kabli en ye’tiyekumul azâbu summe lâ tunsarûn(tunsarûne).
Ve Rabbinize (Allah’a) yönelin (ruhunuzu Allah’a ulaştırmayı dileyin)! Ve size azap gelmeden önce O’na (Allah’a) teslim olun (ruhunuzu, vechinizi, nefsinizi, iradenizi Allah’a teslim edin). (Yoksa) sonra yardım olunmazsınız.
Bütün teslimler bir arada; ruhun, vechin, nefsin ve iradenin teslimi. Bütün sahâbe fizik vücutlarını da Allah’a teslim etmiş ve fizik vücudun teslimi değil, daha ötesi de farz. İradenin teslimine kadar bütün sistemler farz. Bütün teslimler farz.
Öyleyse bakıyoruz: Allahû Tealâ En’âm Suresinin 152. âyet-i kerimesinde diyor ki:
“ve bi ahdillâhi evfû: Allah’ın ahdini ifâ edin.”
6/EN'ÂM-152: Ve lâ takrabû mâlel yetîmi illâ billetî hiye ahsenu hattâ yebluga eşuddehu, ve evfûl keyle vel mîzâne bil kıst(kıstı), lâ nukellifu nefsen illâ vus’ahâ ve izâ kultum fa’dilû ve lev kâne zâ kurbâ, ve bi ahdillâhi evfû, zâlikum vassâkum bihî leallekum tezekkerûn(tezekkerûne).
Yetimin malına, o en kuvvetli çağına gelinceye kadar, en güzel şekliyle olmadıkça yaklaşmayın. Ölçü ve tartıyı adaletle yerine getirin. Kimseyi gücünün dışında (bir şey ile) sorumlu tutmayız. Söylediğiniz zaman, yakınınız olsa bile, artık adaletle söyleyin. Allah’ın ahdini yerine getirin (ifa edin). Böylece tezekkür edersiniz diye, (Allah) işte böyle, size onunla vasiyet (emir) etti.
Yani ruhunuzu da vechinizi de nefsinizi de iradenizi de Allah’a teslim edin.
Nisâ 58’de buyuruyor Allahû Tealâ:
“Allah emanetleri onun ehline, o emanetlerin ehline teslim etmenizi, tevdî etmenizi emreder.”
4/NİSÂ-58: İnnallâhe ye’murukum en tueddûl emânâti ilâ ehlihâ ve izâ hakemtum beynen nâsi en tahkumû bil adl(adli). İnnallâhe niımmâ yeızukum bihî. İnnallâhe kâne semîan basîrâ(basîran).
Muhakkak ki Allah, emanetleri sahibine teslim etmenizi ve insanlar arasında hakemlik yaptığınız zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Muhakkak ki Allah, onunla (bununla) size ne güzel öğüt veriyor. Ve muhakkak ki Allah, en iyi işiten ve en iyi görendir.
Emanetler çoğul; “emanat” olarak geçiyor. Ama emanetlerin sahibi tekil.
“en tueddûl emânâti ilâ ehlihâ: “Her emanetin ehline, bütün emanetlerin ehli olana emanetleri teslim etmenizi emreder.”
Ve bakıyoruz ki; Allahû Tealâ Yûnus Suresinin 25 ve 26. âyetlerinde diyor ki:
10/YÛNUS-25: Vallâhu yed'û ilâ dâris selâm(selâmi), ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin mustekîm(mustekîmin).
Ve Allah, teslim (selâm) yurduna davet eder ve (teslim yurduna, Zat'ına ulaştırmayı) dilediği kimseyi, Sıratı Mustakîm'e ulaştırır.
10/YÛNUS-26: Lillezîne ahsenûl husnâ ve zîyâdetun, ve lâ yerheku vucûhehum katerun ve lâ zilletun, ulâike ashâbul cenneti, hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).
Onlar için Ahsenül hüsna (Allah'ın Zat'ına ulaşmak) ve ziyadesi (daha fazlası, Allah'ın cemalini görmek) vardır. Onların yüzlerini bir keder kaplamaz ve bir zillet (küçük düşme, hakirlik) yoktur. İşte onlar, cennet halkıdır. Onlar, orada devamlı kalanlardır.
“Allah dârisselâma, selam yurduna davet eder.”
Aslında bu selâm yurdu teslim yurdudur. Nereden biliyoruz? Çünkü arkadan diyor ki: “Ve Allah O’na ulaştırmayı dilediklerini Sıratı Mustakîm’e ulaştırır.”
Nisâ 175’te ise Sıratı Mustakîm’in, ‘Allah’a ulaştıran yol’ olduğu kesinlik kazanıyor. Allahû Tealâ diyor ki:
“Kim Allah’a ulaşmayı ve sarılmayı dilerse Allah onları rahmetinin ve fazlının içine koyar ve onları Kendisine ulaştıran, Allah’a ulaştıran Sıratı Müstakîm’e ulaştırır.”
4/NİSÂ-175: Fe emmâllezîne âmenû billâhi va’tesamû bihî fe se yudhıluhum fî rahmetin minhu ve fadlın ve yehdîhim ileyhi sırâtan mustekîmâ (mustekîmen).
Böylece Allah'a âmenû olanları (ölmeden önce ruhunu Allah'a ulaştırmayı dileyenleri) ve O'na (Allah'a) sarılanları ise, (Allah) Kendinden bir rahmetin ve fazlın içine koyacak ve onları, Kendisine ulaştıran "Sıratı Mustakîm"e hidayet edecektir (ulaştıracaktır).
Öyleyse burada yani Yûnus 25’te selâm yurdu, aslında teslim yurdudur. Ama bu Allah’ın Zat’ı na ruhun ulaşmasını ifade eder. Ama daha ötesi var.
Yûnus 26’da:
“lillezîne ahsenûl husnâ ve zîyâdeh: Onlara ahsen’ül hüsnâ vardır.”
10/YÛNUS-26: Lillezîne ahsenûl husnâ ve zîyâdetun, ve lâ yerheku vucûhehum katerun ve lâ zilletun, ulâike ashâbul cenneti, hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).
Onlar için Ahsenül hüsna (Allah'ın Zat'ına ulaşmak) ve ziyadesi (daha fazlası, Allah'ın cemalini görmek) vardır. Onların yüzlerini bir keder kaplamaz ve bir zillet (küçük düşme, hakirlik) yoktur. İşte onlar, cennet halkıdır. Onlar, orada devamlı kalanlardır.
İşte bu, Allah’ın Zat’ına ulaşmak. Ve ziyadesi Allah’ın Zat’ı nı görmek. Bu âyet-i kerime de bütün teslimleri ifade ediyor. Çünkü Allah’ın Zat’ının görülmesi, ancak iradenin Allah’a teslimiyle mümkün.
Öyleyse bütün sahâbe Âli İmrân Suresinin 20. âyet-i kerimesine göre hepsi fizik vücutlarını Allah’a teslim etmişler.
Peki, sonra ne olur? Sonra kişi daimî zikrin sahibi olur. Kişi daimî zikrin sahibi olunca, nefsinde daimî zikir sebebiyle hiç afet kalmaz. Çünkü devamlı zikirde olduğu için Allah’tan rahmet ve salâvatın kalbe dolması devam eder. Ama zulmani kapı kapalıdır. Daimî zikir sebebiyle zulmani kapıdan karanlıkların kalbe girmesi hiçbir zaman mümkün değildir.
Öyleyse sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım; böyle bir dizaynda muhtevaya dikkatle bakın. Burada Allah’ın daimî zikre ulaştırdığı bir kişi var. Daimî zikir sebebiyle kalbindeki bütün afetler yok edilmiştir. İki mükâfatı vardır bunun:
1. Kişinin kalp gözü mutlaka açılır.
2. Kalp kulağı mutlaka açılır.
Yani Allah’ın bütün söylediklerini işitmeye ve gösterdiklerini kalp gözüyle görmeye başlar. Demek ki, burada dört vasfın sahibi oldu kişi.
Üç vasıf daha kazanır:
1. Ehl-i Tezekkür olur, her an Allah ile konuşma yetkisinin sahibi olur.
2. Ehl-i Hayır olur, daimî zikre ulaştığı için. Her an derecat kazanmaktadır. Derecat kazanmaksa hayır ifade eder.
3. Ehl-i Hikmet olur, Ehl-i Hüküm olur. Verdiği bütün hükümlerde, Allah’tan sorarak hüküm verdiği için tam adaletle davranır. Bir de bunun ötesinde hangi âyete baksa o âyetin Kur’ân’da 28 basamaktan biriyle alâkalıysa hangi basamağa oturduğunu bilir.
Böyle bir kişi bu basamakta Ulûl’elbab adını alır. Ulûl’elbab; lûblerin sahipleri… Yani fizik ötesi görüşün, fizik ötesi işitmenin sahibi olan bir kişi… Ve bir başka özelliği; mutlaka daimî zikrin sahibi olmak. Ulûl’elbab; ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de Allah’ı zikredenlerin Kur’ân’daki adıdır.
Öyleyse nereye ulaşıyoruz? Kişi burada, Ulûl’elbab makamında yerlerin melekûtunu görmeye başlar. Yerlerin melekûtu yedi tane yer katını ifade eder. Yedi kat cehennem bu kişiye mutlaka gösterilir; tüyleri ürpererek o cehennemleri seyreder. Yedi tane yer katının sırları ona açılır ve nihayet zemin kattaki, devrin imamının ana dergâhı bu kişiye gösterilir.
Ne zaman birinci gök katı gösterilirse, birinci gök katından itibaren o kişi ulûl’elbab makamını bitirmiştir, ihlâs makamının sahibi olmuştur. Yani muhlis olmuştur yani nefsinin kalbindeki bütün afetleri yok edip halis olmuştur ve bir evvelki kademede yedi mertebede halis olduktan sonra bu kişi (bir evvelki kademede yedi mertebe müzeyyen olmuştur), şimdi burada kişinin halis olması söz konusudur.
Birinci gök katı, ikinci gök katı, üçüncü, dördüncü, beşinci, altıncı, yedinci gök katı ve yedinci gök katının yedi tane soldan sağa tane âlemi; bunların hepsi gösterilir. En son Sidretül Münteha gösterilir. Sidretül Münteha’nın gösterildiği noktada kişi ihlâs makamını bitirir.
Peki, bundan 14 asır evvel sahâbe, muhlisler oldular mı? Evet. Bakara Suresinin 139. âyet-i kerimesi bütün sahâbenin muhlisler olduğunu gösteriyor.
2/BAKARA-139: Kul e tuhâccûnenâ fîllâhi ve huve rabbunâ ve rabbukum, ve lenâ â’mâlunâ ve lekum a’mâlukum ve nahnu lehu muhlisûn(muhlisûne).
De ki: “Allah hakkında bizimle mücâdele mi ediyorsunuz? Ve O, bizim de Rabbimizdir, sizin de Rabbinizdir. Ve, bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de size aittir. Ve biz, O'na muhlis olanlarız (dîni O’na hâlis kılanlarız).”
Peygamber Efendimiz (S.A.V) sahâbeye Kur’ân’da diyor ki: “Allahû Tealâ’ya deyin ki: ‘Biz muhakkak ki muhlisleriz.’”
Bütün sahâbenin muhlisler olduğunu Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’ine Bakara Suresinin 139. âyet-i kerimesi ile kaydetmiş.
Bütün sahâbe nefslerini de Allah’a teslim etmişler, nefslerindeki bütün afetleri yok etmişler ve “7, 7 daha 14” mertebe, kalpleri müzeyyen olmuş. Birincisinde yerin yedi katı, yerlerin melekûtu; ikincisinde göklerin yedi katı, göklerin melekûtu… Her ikisi de yedinci katta zeminde, her ikisinde de yedinci katta zemin gösterisi var.
Ve ne zaman Sidretül Münteha gösterilirse o kişi Allahû Tealâ tarafından Tövbe-i Nasuh’a davet edilir. Ve bu Tövbe-i Nasuh müessesesi, bütün sahâbe için gerçekleşmiş. Hepsi Tövbe-i Nasuh’a davet edilmişler. Tövbe-i Nasuh, ihlâs makamının bittiğini, salâh makamına geçildiğini gösterir.
Bütün sahâbe ihlâs makamının sahibi olmuşlar. Ve bundan sonraki kademe olan irşada ulaşma keyfiyetini de hepsi tamamlamış. Nasıl ulaşılıyor? Allahû Tealâ âyet-i kerimesinde diyor ki: “Allah nebîleriyle birlikte olanları kıyâmet günü utandırmayacaktır.” Âyet-i kerime şöyle başlıyor: “Öyle bir tövbe ile tövbe edin ki; bu Tövbe-i Nasuh olsun, vazgeçilmeyecek bir tövbe olsun.”
Nefsinin kalbindeki bütün afetler yok olduktan sonra 18 mertebe kişinin kalbi müzeyyen olmuş.
* Böyle bir kişi Tövbe-i Nasuh ile tövbe ediyor. Bu, salâh makamının birinci kademesidir.
* İkinci kademede, Allah, o kişinin mürşidine ulaştıktan sonra işlediği günahları örtüyor.
* Üçüncü kademede o kişiye salâh nurunu veriyor.
* Dördüncü kademede o kişinin günahlarını sevaba çeviriyor.
Tahrîm Suresinin 8. âyet-i kerimesinde geçiyor hepsi ve böylece kişi irşada ulaşıyor:
66/TAHRÎM-8: Yâ eyyuhâllezîne âmenû tûbû ilâllâhi tevbeten nasûhâ(nasûhan), asâ rabbukum en yukeffire ankum seyyiâtikum ve yudhilekum cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru, yevme lâ yuhzîllâhun nebiyye vellezîne âmenû meahu, nûruhum yes'â beyne eydîhim ve bi eymânihim yekûlûne rabbenâ etmim lenâ nûrenâ vagfir lenâ, inneke alâ kulli şey'in kadîr(kadîrun).
Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı dileyenler)! Allah’a Nasuh Tövbesi ile tövbe edin! Umulur ki Rabbiniz, sizin günahlarınızı örter ve sizi altından nehirler akan cennetlere koyar. O gün Allah, nebîleri ve O’nunla beraber olanları mahzun etmez. Onların nurları, önlerinde ve sağlarında koşar. “Rabbimiz, bizim nurumuzu tamamla ve bize mağfiret et (günahlarımızı sevaba çevir). Muhakkak ki Sen, herşeye kaadirsin.” derler.
Tahrîm Suresinde Allahû Tealâ; “Öyle bir tövbe ile tövbe edin ki; Tövbe-i Nasuh olsun” dedikten sonra buyuruyor ki: “Allah nebîlerini ve onunla beraber olanları o gün yani kıyâmet günü utandırmayacaktır. Onlar nurları önlerinde ve sağlarında oldukları halde yürürler. “Yarabbi bizim günahlarımızı ört ve günahlarımızı mağfiret eyle.’” İşte burada bir irşada ulaşma noktası var. Böyle bir hedefe ulaşan kişi, irşada ulaşmıştır. Bütün sahâbe irşada ulaşmış mıdır?
Hucurât Suresinin 7. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:
“Ey sahâbe! Biliniz ki; içinizde Allah’ın resûlü var. Eğer siz o resûle itaat edecek yerde, o sizin söylediklerinize uyarsa, o zaman bunun büyük zararını görürsünüz. Ama Allah sizi, sizin nefsinizi tezkiye etti ve Allah size isyanı, küfrü kerih gösterdi ve hepinizin kalbini îmân kelimesi ile müzeyyen kıldı. İşte onlar irşada ulaşanlardır.”
49/HUCURÂT-7: Va’lemû enne fîkum resûlallâh(resûlallâhi), lev yutîukum fî kesîrin minel emri le anittum ve lâkinnallâhe habbebe ileykumul îmâne ve zeyyenehu fî kulûbikum, ve kerrehe ileykumul kufre vel fusûka vel isyân(isyâne), ulâike humur râşidûn(râşidûne).
Ve aranızda Allah’ın Resûl'ü olduğunu biliniz. Eğer işlerin çoğunda size itaat etseydi, mutlaka sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah, size îmânı sevdirdi ve onu kalplerinizde müzeyyen kıldı. Küfrü, fıskı ve isyanı size kerih gösterdi. İşte onlar, onlar irşad olanlardır.
Bütün sahâbe irşada ulaşmışlar. Yani irşad edilen bir insanın ulaşabileceği, alabileceği bütün hamulenin dolmuş olduğunu, sahâbenin irşadın bütün inceliklerini öğrendiği neticesine ulaşıyoruz. Geriye sadece iradenin teslimi ve Allah’tan emir alarak başka insanları irşada ulaştırmak için yetki almak kalıyor. Bu da yedinci ve son mertebesi Kur’ân-ı Kerim’in, bütün insanlar için ulaşılabilecek olan son mertebesi.
Demek ki bütün sahâbe başlangıçtaki altı mertebenin hepsini tamamlamışlar. Ve bu salâh makamı, 28. basamağı ifade eder. Salâh makamı bu 28 basamakta, bütün insanlar için yedi tane kademe ifade eder. Kademeleri bir defa daha söyleyelim:
1. kademe; Tövbe-i Nasuh,
2. kademe; günahların örtülmesi,
3. kademe; salâh nurunun verilmesi,
4. kademe; o kişinin günahlarının sevaba çevrilmesi ve
5.; kişinin irşada ulaşması.
Gördük ki; “İşte onlar irşada ulaşanlardır.” diyerek Allahû Tealâ bütün sahâbenin irşada ulaştığını kesinleştiriyor; ‘sahâbe’yi kullanmış zaten.
Peki, bundan sonra ne olacak? Bundan sonra Allahû Tealâ o kulunun iradesini teslim alacak ve iradesini teslim aldığı kişi, Allah’tan devamlı ne yapması lâzımgeldiğini soracak. Allahû Tealâ da devamlı ona ne yapması lâzımgeldiğini söyleyecek.
Kim Allahû Tealâ’nın Âli İmrân Suresinin 102. âyet-i kerimesi ile farz kıldığı Hakka Tukatihi takvanın sahibi olursa, (burasıdır Hakka Tukatihi takvanın sahibi oluşu) kişinin iradesini de Allah’a teslim ettiği nokta. Allahû Tealâ diyor ki:
“yâ eyyuhellezîne âmenûttekullâhe hakka tukâtihî: Ey âmenû olanlar! Bihakkın, tam takvaya ulaşanlar nasıl bir takvanın sahibi idiyse siz de öyle bir takvayla bihakkın takvayla Allah’a karşı takva sahibi olun.
“ve lâ temûtunne illâ ve entum muslimûn: Ve siz ölmeyin. Allah’a bütün teslimlerinizi tamamlayın, bihakkın teslimlerinizi tamamlayın, öyle ölün”
3/ÂLİ İMRÂN-102: Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekullâhe hakka tukâtihî ve lâ temûtunne illâ ve entum muslimûn(muslimûne).
Ey âmenû olanlar, Allah’a karşı “O’nun hak takvası” ile (bi hakkın takva, en üst derece takva ile) takva sahibi olun! Ve sakın siz, (Allah’a) teslim olmadan ölmeyin!
Bütün sahâbe bunu gerçekleştirdiler, hepsi irşad makamının sahibi oldular. Oldular mı? Evet. Biliyorsunuz, sahâbe iki bölümde mütalâa edilir; ensar ve muhacirin. Ensar, Medine’deki yardımcılar; muhacirin de Mekke’den Medine’ye göç edenler.
Sevgili kardeşlerim; bu göç edenler veya Medine’deki yardımcılar, her ikisi de Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesinde şöyle ifade ediliyor:
“O sabikûn el evvelin var ya (evvelki sabikûnlar, sahâbe), bir kısmı ensardandı, bir kısmı muhacirindendi, bir de onlara ihsânla tâbî olanlardandı.”
9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ihsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehâl enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).
O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah'a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden (Mekke'den Medine'ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.
İster ensar olsun, ister muhacirin; hepsine tâbî olunmuş. Hepsi irşad makamının sahibi olmuşlar, hepsi bihakkın takvanın sahibi olmuşlar.
Görüyoruz ki; bütün sahâbe İslâm’ın Kur’ân’da farz kılınan yedi safhasını da yaşamışlar. Hepsi irşad makamının sahibi olmuşlar. Bu Kur’ân’daki İslâm.
Şimdi başımızı önümüze eğelim ve utançla bugünkü İslâm dizaynına bakalım. Utançla bakalım. Çünkü İslâm’dan geriye İslâm kalesindeki yedi burcun da yerle bir edildiğini, bir harabenin kaldığını görüyoruz. Bir harabe, enkaz… Yedi safhanın yedisi de yok artık, yaşanmıyor.
Bugün İslâm denince ne anlıyorsunuz? Bugün İslâm; namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek ve kelime-i şahadetten ibaret. İslâm’ın beş şartına indirgenmiştir. Bunun ötesinde ne vardır? Bunun ötesinde alabildiğine genişletilmiş bir fıkıh ilmi vardır. Ve Türkiye de dahil olmak üzere, bütün İslâm âlimleri fıkıh alanında çok üst seviye bilgilerin sahibidir. Ama bu bilgiler hiç kimseyi cehennemden cennete ulaştıramaz.
Öyleyse ne söylediğimize dikkatle bakın: İslâm kalesi yerle bir edilmiştir. 28 basamaktaki yedi tane safhanın yedisi de şeytan tarafından insanlara 14 asırda unutturulmuştur. Hamdolsun ki, gördüğünüz gibi hepsi Kur’ân-ı Kerim’de mevcut.
Öyleyse burada kendinize bir sual sormak mecburiyetindesiniz. Biz bu ilmi nerden aldık? İslâm âleminde âlimlerin hiçbirisine bunlar öğretilmiyor; İslâm’ın kurtarıcı faktörlerinden hiçbirisi öğretilmiyor artık. İslâm’ın beş şartı öğretiliyor. İslâm vasıtalarla hedeflerden oluşur. Namaz kılmak da oruç tutmak da zekât vermek de hacca gitmek de kelime-i şahadet getirmek de vasıtadır, araçtır. Hedef değildir, amaç değildir. İblisin, İslâm âlemini dünyanın en geri milletler seviyesine indirebilmesi ancak böylece mümkün olmuştur. Bir zamanlar bütün buluşların sahibi olan İslâm âlemi artık gerilerden seyrediyor. Ve İslâm kalesinin yedi burcunun yedisi de yerle bir edilmiş durumda. İşte şimdi o yedi tane kaleyi, yedi tane burcu tekrar ait olduğu yere oturtmak zamanıdır! Bu görevle vazifeliyiz!
Siz insanlar, bizi sevmek mecburiyetinde değilsiniz. Sevgi kalpten oluşan bir müessesedir. Hamdolsun ki, bizi sevenler çoktur; Allah’ın dostları. Ama bir de Allah’ın düşmanları var; onlar bizi sevmezler. Çünkü onlara gerçek İslâm’ı anlatıyoruz. Onlar gerçek İslâm’ı duymak istemezler. Gerçek İslâm geldiği zaman bir karanlık ararlar yarasa gibi, kaçabilecek bir yer.
Öyleyse bugünkü İslâm ile 14 asır evvelki İslâm’ı karşılaştırdığınız zaman, 14 asır evvel başta Peygamber Efendimiz (S.A.V) olmak üzere bütün sahâbenin Kur’ân’daki İslâm’ı yaşamış olduğunu görüyorsunuz.
Bugün bütünüyle yok edilmiş olan bir İslâm’dan bahsediyoruz. Bu söylediğimiz yedi safhanın yedisi de yok olmuş. Ve geriye, iblisin kurnazlığına bakın, geriye ne kaldığını görmek için. Ne kalmış geriye? İslâm’ın beş şartı… Dikkat edin; bu beş şartın hiçbirisi hedef değildir. Hedefler:
1. Allah’a ulaşmayı dilemeniz,
2. Mürşidinize ulaşıp tâbî olmanız,
3. Ruhunuzu Allah’a teslim etmeniz,
4. Fizik vücudunuzu teslim etmeniz,
5. Nefsinizi teslim etmeniz,
6. İrşada ulaşmanız,
7. İradenizi Allah’a teslime etmeniz.
Bundan 14 asır evvel Kur’ân bunları yazıyordu, bu şekilde yazıyor. Ve 14 asır evvel, onlar bunların hepsini gerçekleştirdiler, Kur’ân’daki İslâm’ı yaşadılar.
Bugün insanlar, iblisin şu kurnazlığına bakın. Diyor ki Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’de: “Bu Kur’ân’ı Biz indirdik, onun muhafızı da Biziz, Biz.”
15/HİCR-9: İnnâ nahnu nezzelnâz zikre ve innâ lehu le hâfizûn(hâfizûne).
Muhakkak ki zikri (Kur'ân-ı Kerim’i), Biz indirdik. O'nun koruyucuları (da) mutlaka Biziz.
Yani? Yani “Hiç kimse şu Kur’ân’ın hiçbir harfini bile değiştiremez.” diyor Allahû Tealâ. Hiç kimse Kur’ân’ın hiçbir harfini değiştirememiş bugüne kadar.
Değiştirememişse, iblis de değiştiremeyecekse ne yapabilirdi? Yapabileceği şey tekti: Kur’ân’ı unutturmak. Başarmış mı? Başardığı kesin değil mi? Etrafınızdaki dîn âlimleri ile bir konuşun, bakalım ya da bütün dünyadaki İslâm dîni âlimleri ile konuşun. Kim bunlardan haberdar? Hepsi dînlerini unutmuşlar. Peki, bu, insanların hatası mı? Hayır, sevgili kardeşlerim, onların hatası değil.
Şeytan asırlar boyunca insanları Kur’ân-ı Kerim’den uzaklaştırmayı başarmış ve Kur’ân’ı unutturmayı başarmış. Ve insanların yazdığı kitaplarla ortaya yeni bir ilim doğmuş. ‘İslâm ilmi’ diye bütün üniversitelerde öğretilen ilimler, bu size saydığımız yedi safhanın hiçbirini kapsamaz. Onun için sözlerimiz bu devirde son derece önemlidir. Çünkü sizleri o fitne bataklığından, o cehalet bataklığından Allah’ın ilmine ulaştıracak olan kişi; o Biziz!
Var mı aranızda bu söylediklerimden bir tanesini bile bilip de insanları kurtarmak için çalışan? Ve kendinize sorun. Bütün üniversitelerdeki dîn öğreticilerinin hiçbirinin bilmediği bu hususları acaba biz nereden öğrenmişiz? Arapça bilmeyiz doğru dürüst, zaten Kur’ân-ı Kerim tefsirimizi de görüyorsunuz, hangi ölçüde okuyabildiğimizi. Bu, bizi utandırmaz. Peygamber Efendimiz (S.A.V) hiç okuma yazma bilmiyordu.
Sevgili kardeşlerim, bir sona ulaşıyoruz: İslâm bütün cepheleri ile unutulmuştur. Geriye kalan da İslâm değildir. İslâm’ın hedefleri yok olmuş, sadece geriye vasıtaları kalmıştır. Kapınızın önünde bir araba var, bu vasıtadır. Hedefiniz ise;
1. Allah’a ulaşmayı dilemek,
2. Mürşidinize ulaşıp tâbî olmak,
3. Ruhunuzu Allah’a teslim etmek,
4. Fizik vücudunuzu teslim etmek,
5. Nefsinizi teslim etmek,
6. İrşada ulaşmak,
7. İradenizi Allah’a teslim etmek; yedi tane safhayı yaşamak.
Bunların her birinin birer şehir olduğunu, birine gitmedikçe bir diğerine gidilemeyeceğini düşünün. Kapının önündeki araba vasıtadır, hedefleriniz, bu söylediğim her şeyi yerine getirmektir.
İblis ne yapmış? Hedefleri yok etmiş, hedefler yok artık. Geriye sadece vasıtalar kalmış. O vasıtaların da en önemlisi zikir; o da yok olmuş. Kur’ân-ı Kerim’in en büyük ibadeti zikirdir ve o da yok olmuş.
Eğer biz olmasaydık, Allahû Tealâ bu devirde bize bunları öğretmeseydi, dünyanın hiçbir yerinde hiç kimse bunu hâlâ söyleyemediğine göre nereden öğrenecektiniz bunları? Nereden öğrenecektiniz ki; sahâbe gibi Kur’ân’ı yaşayabilesiniz, İslâm’ı yaşayabilesiniz? Sözlerimiz buraya kadar.
Zikrin Kur’ân’daki en büyük ibadet olduğunu da söylemeden geçemeyeceğiz ve unutmayın, zikir de farzların arasında mevcut değil. Allahû Tealâ Ankebût Suresinin 45. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:
“Habibim, sana vayhettiğim o Kur’ân var ya, onu oku onlara. Onlara tilavet et, anlat ve namaz kıl. Çünkü senin namazın münkerden ve fuhuştan men eder. Ama Allah’ın zikri en büyüktür.”
29/ANKEBÛT-45: Utlu mâ ûhıye ileyke minel kitâbi ve ekımıs salât(salâte), innes salâte tenhâ anil fahşâi vel munker(munkeri), ve le zikrullâhi ekber(ekberu), vallâhu ya’lemu mâ tasneûn(tasneûne).
Kitaptan sana vahyedilen şeyi oku ve salâtı ikâme et (namazı kıl). Muhakkak ki salât (namaz), fuhuştan ve münkerden nehyeder (men eder). Ve Allah’ı zikretmek mutlaka en büyüktür. Ve Allah, yaptığınız şeyleri bilir.
Üç zikir geçiyor burada:
* Kur’ân-ı Kerim tilâveti zikirdir,
* Namaz kılmak zikirdir,
* Bir de ne zikirdir? Zikrullah; Allah’ın ismini “Allah, Allah, Allah, Allah” diye tekrar etmek.
Ve Allah’ın insan ruhunun ulaşmasının sadece zikirle olacağını açıklıyor Allahû Tealâ Müzemmil Suresinin 8. âyet-i kerimesinde. Diyor ki:
“Allah’ın, Rabbinin ismiyle zikret ve her şeyden kesilerek Allah’a ulaş, Allah’a vasıl ol.”
73/MUZZEMMİL-8: Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen).
Ve Rabbinin İsmi'ni zikret ve herşeyden kesilerek O’na ulaş.
Öyleyse Allahû Tealâ ne diyor? “Namazdan da Kur’ân-ı Kerim tilâvetinden de daha büyük olan ibadet zikirdir.” diyor. Zikir farz mıdır? Ne yazık ki ne 32 farzın içinde ne 24 farzın içinde zikir mevcut değildir. Ama zikir farzdır. Günün yarısından daha fazla zikir de farzdır, daimî zikir de farzdır.
Ve bunları sizlere açıklıyoruz diye bizlere kızanlar var. Bizden başka kim kurtaracak sizi? Bir kişi daha gösterebilir misiniz bütün dünyada bunları söyleyebilecek, bir tek kişi?
Zikirlerin de faaliyetini tamamlayalım ve konuyu burada tamamlayalım inşaallah. Zikir farz mıdır? Allahû Tealâ açıkça Muzemmil Suresinin 8. âyet-i kerimesinde söylüyor bunu:
“vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ: Rabbinin ismiyle zikret.” Farz. “Ve her şeyden kesilerek Allah’a ulaş.” Demek ki zikir farz.
Peki, günün yarısından daha fazla zikir, çok zikir farz mı? Evet.
Ahzâb Suresi 41. âyet-i kerimesi. Allahû Tealâ diyor ki:
“Ey âmenû olanlar, Allah’a ulaşmayı dileyenler; âmenû olmanın hangi safhasında olursanız olun, öyle bir safhasında olun ki; Allah’ı çok zikirle zikredin.”
33/AHZÂB-41: Yâ eyyuhâllezîne âmenûzkûrullâhe zikren kesîrâ(kesîran).
Ey âmenû olanlar! Allah’ı çok zikirle (günün yarısından fazla) zikredin.
Bu günün yarısından fazla zikretmek, bir kişinin 24. basamakta olduğunu gösterir. Orası Zühd makamıdır. Günün yarısından daha fazla zikretmek orada farzdır.
Peki, daimî zikir farz mı? İşte Allahû Tealâ buyuruyor ki, Nisâ 103:
“Ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah’ı zikret.” diyor.
4/NİSÂ-103: Fe izâ kadaytumus salâte fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum, fe izatma’nentum fe ekîmus salât(salâte), innes salâte kânet alâl mu’minîne kitâben mevkûtâ(mevkûten).
Böylece namazı bitirdiğiniz zaman, artık ayaktayken, otururken ve yan üstü iken (yatarken), (devamlı) Allah'ı zikredin! Daha sonra güvenliğe kavuştuğunuz zaman, namazı erkânıyla kılın. Muhakkak ki namaz, mü'minlerin üzerine, "vakitleri belirlenmiş bir farz" olmuştur.
Üç halde bulunabilirsiniz; ayaktasınız, oturuyorsunuz, yatıyorsunuz. Üç halin üçünde de Allah’ı zikretmek söz konusudur. Öyleyse;
* Zikir farz,
* Günün yarısından daha fazla zikir farz,
* Daimî zikir farz
Ve farzlar arasında zikir yok. Nasıl bir tuzağa düştüğünüzün farkında mısınız, ey İslâm’ın bugünkü temsilcileri?
Allahû Tealâ’nın hepinizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını dileyerek sözlerimizi inşaallah burada tamamlıyoruz.
İmam İskender Ali M İ H R