SOHBETİN ADI: MUTLULUK
TARİHİ: 06.09.2004
Sevgili kardeşlerim, sevgili izleyenler, dinleyenler, sevgili öğrenciler, Allah hepinizden razı olsun. Can dostlarım, gönül dostlarım, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki bir defa daha bir mutluluk sohbetinde inşaallah birlikteyiz. Biliyor musunuz sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ’nın sizlerden sizin mutlu oluşunuzdan başka hiçbir talebi yok. Ne yani, Allahû Tealâ, Kendisine ibadet etmemizi istemiyor mu diyorsunuz. İstiyor; ama bu sizin mutluluğunuzun bir parçası. Zikir yapmayan insan mutluluğa hiçbir zaman ulaşamaz. Öyleyse Allah ile olan ilişkilerinizde iki ayrı cepheden olaya bakmak mecburiyetindesiniz.
1- Hedefler.
2- Vasıtalar.
Ne demek istiyoruz? Sizin mutluluğunuzun gün be gün artması, ufacık bir mutluluk kesintisinden her an meltem rüzgârlarının estiği, kalbinizi ferahlattığı, pencereleri açıp da mutluyum diye haykırmak istediğiniz bir noktaya Allahu Teala’nın sizi ulaştırması, hiç de zannettiğiniz kadar zor bir şey değil. Yani bu sıkıntıları bu huzursuzlukları boşuna yaşıyorsunuz sevgili kardeşlerim. Allah’ın reçetesi hazır, sizi iyi etmek için. Sizi mutlu kılmak için O’ Kur’ân-ı indirmiş. Ondan evvel İncil’i indirmiş. Ondan daha evvel Tevrat’ı indirmiş, ondan evvel de bütün peygamberlerine şeriat kitapları vermiş. Ve her biri aynı şeyi söylüyor. Allah’ın peygamberlerine indirdiği kitaplardan bahsediyoruz; Tevrat, İncil ve Kur’an-ı Kerim bugün elimizde kalan üç temel kitap ve üç peygambere indirilmiş, hepsi şer’i hükümler ihtiva ediyor yani mutlaka uyulması gereken hükümler. Sakın, Allahû Tealâ’nın peygamber olmayan resûllerine yazdırdığı sohbet kitapları ile Allah’ın peygamberlerine (nebîlerine) indirdiği şeriat kitaplarını birbirine karıştırmayın sevgili kardeşlerim.
Peygamber Efendimiz (S.A.V) bildiğiniz gibi peygamberlerin sonuncusuydu, “hâtemen nebiyyin” diyor Allahû Tealâ. Ahzâb Suresinin 40. âyet-i kerimesinde diyor ki:
33/AHZÂB-40: Mâ kâne muhammedun ebâ ehadin min ricâlikum, ve lâkin resûlallâhi ve hâtemen nebiyyine, ve kânallâhu bi kulli şey’in alîmâ(alîmen).
Muhammed (A.S), sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası olmamıştır (değildir). Fakat Allah’ın Resûl’ü ve Nebîler’in (Peygamberler’in) Hatemi’dir (Sonuncusudur). Allah, herşeyi en iyi bilendir.
“Muhammed aranızdan hiçbir erkeğin babası değildir. O, Allah’ın Resûl’üdür ve nebîlerin sonuncusudur. Hatem-ün nebîyyindir. Nebîlerin mührüdür. Nebîlik O’nunla hitam bulur.” diyor Allahû Tealâ.
Hatem kelimesi, hitam kelimesi aynı kökten geliyor. Hitam mühürlenerek son bulmak demek, hatem de mühür.
İşte sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki buradayız. Yani başınızdayız, hepinizle aynı anda bulunduğunuz salondayız, odanızdayız. Sizinle birlikteyiz, hepiniz ile aynı anda, daha güzel ne var ki sevgili kardeşlerim? Yan yana, can cana, gönül gönüle Allah’la birlikte, daha ne olsun ki? Hepinizin sonsuz mutluluklara ulaşması bu dizayn içerisinde geçerli. Allahû Tealâ sizlerden, hepinizden mutlu olmanızdan başka bir şey istemiyor.
Öyleyse ne yapacaksınız mutlu olmak için? A, B, C, D, E, F şıklarından hangisi mi diyorsunuz. Hiçbiri. Sadece Allahû Tealâ’nın bir tek emrini yerine getireceksiniz. Bir dilekte bulunacaksınız. Ve gemi denize açılacak istemeden. Mutluluk gemisi sevgili kardeşlerim. Peki, neymiş yani o dilek mi diyorsunuz. İşte bu dilek, Allah’a ulaşmayı dilemek; 3 kelime. Mutluluğunuzun anahtarı, işte bu 3 kelime sevgili kardeşlerim. Bu varsa, mutluluğa doğru geminiz yelken açmıştır. Yoksa Allah’a ulaşmayı dilemiyorsanız; ömrünüzün sonuna kadar mutsuzluğa imza attınız demektir.
Ah sevgili kardeşlerim, her şey öylesine güzel ki. Bu mutluluğu yaşayan bir insan başkalarının da aynı mutluluğu yaşaması için bütün ömrünü feda edebilir. İşte sevgili kardeşlerim, bütün ömrümüzü size hasretmekten dolayı mutluyuz. Bu bir fedakârlık değil, doyumsuz bir mutluluk. Başkalarının mutluluğu için yaşamak, mutlulukların en üst noktası sevgili kardeşlerim. Hayatınızın her saniyesinin mutlu geçtiği bir dizaynda yaşamak istemez misiniz? Bunun son noktası, Allah’a hayranlık duymaktır. O noktada ise size ait olan her şeyi siz başkalarının emrine tahsis etmişsinizdir. Zamanınız hep başkaları için geçer. Kendinize uyumak için az bir zaman ayırabilirsiniz. Geri kalan zamanlarınızda ya e-maillere cevap vereceksiniz ya telefonlara cevap vereceksiniz ya namaz kıldıracaksınız ya da şimdiki gibi bilgisayarın hafızasına yerleşen 7000’den fazla derse devam edeceksiniz. Her şey öylesine güzel ki sevgili kardeşlerim, sizlerle birlikte, sizlerin arasında mutluluğu bütün boyutları ile yaşamak; işte bu mutluluk. Hani size diyorum ya her zaman; bir yerlerden geçersiniz, bir gün ansızın bizim bir sözümüz aklınıza gelir. Etrafınıza dikkatle bakın; orada ağaçların bu kadar güzel olduğunu, çiçeklerin böylesine renkli olduğunu nasıl olmuş da fark etmemişsiniz.
Sevgili kardeşlerim, Allah’ın güzelliklerini yaşayın. Her ağaç, her bitki, her çiçek, gökyüzü, bulutlar, deniz, bütün renkler Allah’ın ayrı ayrı güzellikleridir. Marifet nerede? O renkleri armonize edebilmekte. O renkleri kontrastları ile birlikte dengeli bir şekilde yerli yerine oturtabilmekte. Allah bu konuda hep yardımcınızdır. Biliyor musunuz sevgili kardeşlerim, Allah hep sizinle birlikte. Mutluluğunuzdan başka hiçbir şey istemez. Sizin mutluluğunuz O’nun mutluluğudur. Sizi o kadar çok sever ki sizden vazgeçmek istemez. Siz kendinizi cehenneme mahkûm etmedikçe Allahû Tealâ sizden vazgeçmez. Öyleyse insanların kazandıkları dereceleri hep bir kenarda tutar. Hâlbuki Allah’a ulaşmayı dilemeyen bir kişi için dereceler bir şey ifade etmez. Ama hayatınızın son anına kadar şu dudaklarınızın açılıp: “Yarabbi, ben Sana ulaşmayı diliyorum” demenizi bekler. O güne kadar bekler. Son nefesinizi verirken de istediği şey sadece bu dileği O’na ulaştırmanızdır.
Ah sevgili kardeşlerim, bunca ihtar, Allah’ın bunca uyarısı, bütün bir Kur’ân-ı Kerim ne yazık ki insanların çoğuna hiçbir şey söylemiyor. Kur’ân-ı Kerim’deki kurtuluşa müteallik müjdeyi bilmiyorlar. Dîn öğretenler bilmiyorlar. O zaman sizler de haksız bir mutsuzluğun için, elinizde olmadan itilmiş oluyorsunuz Hiç kimse size mutluluğun reçetesini vermedi. Allahû Tealâ bize öğretmeseydi, biz de onlardan birisi olacaktık. Ve size diyecektik ki İslâm’ın 5 tane şartı vardır; namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek, kelime-i şehadet getirmek. Bunları yaptın mı doğru posta Allah’ın cennetine gidersin ha. Hâlbuki bunlar farz, mutlaka yapılması lâzım. Ama bunlar bir insanı cehennemden kurtarmaya yetmiyor, sevgili kardeşlerim. Ama tek başına bir dilek, Allah’a ulaşmayı dilemek, kalben dilemek, dil ile de ikrar etmek; işte o bir tek dilek var ya, bir tek dilekcik; o dilek sevgili kardeşlerim, sizi mutlaka Allah’ın cennetine ulaştırır. Yani sonsuz bir mutluluğu, sonsuz bir zaman parçası içinde, zamanların dışında sonsuza kadar, enerji bedenlerinizle hep genç kalarak yaşamak istemez misiniz? İşte Allahû Tealâ size cennetini vaat ediyor. Ve Allah’ın sözünde hulf olmaz, hilâf olmaz, yanlışlık olmaz. Allah her zaman doğruyu söyler. Ama biz insanlar O’nu yanlış anlayabiliriz.
Sevgili kardeşlerim, öyleyse size Allah’ın bir sözünden, bir garantisinden bahsediyorum. Diyor ki: “Bana ulaşmayı dileyeceksin kalbinden. Bir de dilinle ikrar edeceksin ki: Ben sana ulaşmayı diliyorum. Ey yüce Allah’ım, ben ruhumu ölmeden evvel Sana ulaştırmayı diliyorum.” diyeceksiniz. Diliniz de kalbiniz de aynı şeyi söyleyecek. Dikkat edin ki Allahû Tealâ kalbinize bakar. Kalbinizde böyle bir dilek yoksa siz kuru kuruya, Ya Rabbim, ben Sana ulaşmayı diliyorum diye yıllarca söyleseniz, hiçbir şey ifade etmez. Allah, Rahîm esması ile size icabet etmez. Rahîm esması ile sizin üzerinizde değişikler vücuda getirmez. Bütün günahlarınızı örtmez.
Biliyorsunuz ki cennete gitmenin Kur’ân-ı Kerim’deki matematik hesabı, kazandığınız derecelerin yani zait derecelerin yani pozitif derecelerin; artı derecelerin kaybettiğiniz derecelerden yani nakıs derecelerden; negatif derecelerden; eksi derecelerden fazla olması halidir. Kimin kazandığı derece fazla ise o, mutlaka Allah’ın cennetine girer. Şimdi biliyorum bir kısmı diyecek ki: “Ah Ah, sen benim derdimi anlamazsın. Benim o kadar çok günahlarım var ki şu dünyadaki en günahkâr insanlardan biriyim. A benim saf hocam, hiç Allahû Tealâ insanı bir tek dileği ile Allah ulaşmayı diliyor diye bu kadar günahın arkasından cennetine alır mı?” Evet, sevgili kardeşlerim. O en büyük günahların sahibi olan sana sesleniyorum. Sen adam öldürmüşün hem de bir tane değil. Sana sesleniyorum, sen Allah’ın cennetine gidebilirsin hem de bir tek dileğinle. Sen hırsızların en ötesindeki kişi, bunca soygunu yapan sen; sen de Allah’ın cennetine girebilirsin; bir tek dileğinle. Çünkü Allahû Tealâ’nın sözü var ve sözünden dönmesi mümkün değildir. Diyor ki:
8/ENFÂL-29: Yâ eyyuhâllezîne âmenû in tettekullâhe yec’al lekum furkânen ve yukeffir ankum seyyiâtikum ve yagfir lekum, vallâhu zul fadlil azîm(azîmi).
Ey âmenû olanlar! Allah’a karşı takva sahibi olursanız sizi furkan (hak ve bâtılı ayırma özelliği) sahibi kılar! Ve sizden (sizin) günahlarınızı örter ve size mağfiret eder (günahlarınızı sevaba çevirir). Ve Allah, büyük fazl sahibidir.
“Ey âmenû olanlar! Takva sahibi olun. Allah’a ulaşmayı dileyin. Dileyin ki Allah size furkanlar versin.” Ve ne diyor? Sözüme çok dikkat edin, buraya çok dikkat edin: “Ve günahlarınızı örtsün; Allahû Tealâ size bu furkanları vererek günahlarınızı örtsün.” diyor.
Yeter mi? Hayır, yetmez. Günahlarınızı örttükten sonra bir de sevaba çevirecek, size mağfiret edecek. “Ve size mağfiret etsin.” diyor aynı âyet-i kerime. Enfâl Suresinin 29. âyet-i kerimesi. Hemen notunuzu alın, açın Kur’ân-ı Kerim’i bakın. Allahû Tealâ, Kur’ân-ı Kerim’de ne diyor? Aynen bunu söylüyor. Öyleyse ne duruyorsunuz sevgili kardeşlerim? Hadi koşun, mutluluğa koşun. Unutmayın, sadece bir tek dilek. Belki bir kısım saflar aranızda, bu Allah’ın Resûl’ü bizi işletiyor diyenler de var. O zavallı kardeşlerime diyorum ki hayır, işletmiyoruz. Hiç yakışır mı bize? Allahû Tealâ’nın bu kadar kolaylıklarını size söylemekten çok büyük bir mutluluk duyuyoruz sadece. Bu kadar kolay sevgili kardeşlerim, bu kadar basit. Sonsuz bir cehennem hayatının yerine Allah’ın bütün güzelliklerinin yaşandığı sonsuz bir cennet hayatı. Karşılığı mı? Hani bunun ceremesi derler ya, alışverişte ceremesi. İşte bunun ceremesi sadece bir tane dilek; Allah’a ulaşmayı dilemek. Halep oradaysa arşın burada. Deneyin sevgili kardeşlerim, nasıl mutlu olduğunuzu kendiniz görün.
Evvelâ demelisiniz ki: “Arkadaş, benim boş lâflara karnım tok. Bana diyorlar ki İslâm’ın 5 tane şartını yerine getir, doğru posta cennete gidersin.” Sevgili kardeşlerim, gidemezsiniz. O hadîs, şeytanın insanların başına ördüğü çorapların en müthişi. Hem de bir sahâbeymiş, gelmiş isim de veriyorlar, demiş ki: “Ey Allah’ın Resûl’ü: “Ben cennete gitmek istiyorum. Ne yapayım?” Peygamber Efendimiz (S.A.V) demiş ki: “Namaz kıl, oruç tut, zekât ver, hacca git, kelime-i şehadet getir. İşte bu İslâm’ın 5 şartıdır. İslâm’ın 5 şartını yerine getiren doğru posta cennete gider.” Hayır kardeşlerim! Gitmez, gidemez. Şimdi şu hadîsler konusunda hep hadîsleri Kur’ân’dan daha önde tutan zavallı softalara sesleniyorum, çok çirkin bir dizayn içerisindesiniz. Kur’ân, Allah’ın Kitab’ıdır. Hadîsleri Kur’ânla yargılayacaksınız. Kur’ân furkandır. Allahû Tealâ, Kur’ân’ı furkan olarak indirdiğini söylüyor. Daha önce İncil’i de furkan olarak indirdiğini söylüyor, ondan önce Tevrat’ı da furkan olarak indirdiğini söylüyor. Şimdi bizim karşımıza çıkmış birtakım zavallılar: “Siz hadîsleri kabul etmiyorsunuz.” diyorlar. Diyoruz ki hayır sevgili kardeşlerim, öyle değil. Bizim sizden bir farkımız var. Allahû Tealâ’nın bize verdiği emir; “Size hangi âyet-i getirirlerse onu mutlaka Kur’ân’la yargılayın. Kur’ân doğruyu yanlıştan ayıran bir furkandır.”
Sevgili kardeşlerim, düşünün şimdi, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in rahmetli oluşundan 200 küsur yıl sonra hadîsler toplanmaya başlanmış. 200 yılda 8 tane nesil geçer. 25 seneyi bir nesil kabul ederseniz, 8 nesilden birbirine rivayet edile edile 52 nesil gelmiş. Hadîsler, bugün Kur’ân’dan daha kıymetli tutuluyorlar. Olur mu sevgili kardeşlerim? Kur’ân-ı Kerim bir tek kelimesi bile değiştirilemeyen bir özelliğin sahibidir. Çünkü Allah’û Tealâ Hicr Suresinde buyuruyor ki:
15/HİCR-9: İnnâ nahnu nezzelnâz zikre ve innâ lehu le hâfizûn(hâfizûne).
Muhakkak ki zikri (Kur'ân-ı Kerim’i), Biz indirdik. O'nun koruyucuları (da) mutlaka Biziz.
“Bu Kur’ân’ı Biz indirdik. Onun muhafızı da Biziz Biz.” diyor.
Üç defa “Biz” kullanıyor. Yani “Bu kitabı kimseye değiştirtmeyiz.” diyor Allahû Tealâ, “Onu Biz indirdik. Onun koruyucusu Biziz.”
Kıyâmete kadar bu kitap korunacaktır. Allahû Tealâ niçin, “O’nun muhafızı Biziz” demek gereğini duymuş acaba? Çünkü Kur’ân-ı Kerim’den sonar başka bir şeriat kitabı gelmeyecek, gelmesi mümkün değil sevgili kardeşlerim. Son peygambere indirilen son kitap Kur’ân-ı Kerim. Kıyâmete kadar bu kitap tatbik edilecek. Bu şeriat zaten Hz. Âdem’in şeriatı, bu şeriat zaten Hz. Musa’nın şeriatı, bu şeriat zaten Hz. İsa’nın şeriatı ve zaten Hz.Muhammed (S.A.V) Efendimizin, Peygamber Efendimiz (S.A.V) Efendimizin şeriatı. Şeriatlar arasında da farklılık da yok, dînler arasında da farklılık yok. Şimdi konunun en çirkin noktasına geldik. Bugün Hristiyanlarla Müslümanlar arasında, Bugün Yahudilerle Müslümanlar arasında dünyanın çeşitli yerlerinde savaş var sevgili kardeşlerim. İllimünati (şeytanın takımı) inananları birbirine düşürerek zevkle seyrediyor olaylar dizisini. Ve iblisin ağzı kulaklarına varıyor. İnananlar birbiriyle savaş içerisinde, şeytanın taraftarları ise savaşın dışında. Sadece savaşı kışkırtmışlar ve son şeriat kitabının; Kur’ân-ı Kerim’in indirilişinden bu yana sadece 14 asır geçmiş. 14 asırda İslâm, Hristiyanlık ve Yahudilik arasında savaşlar cereyan ediyor. Ve korkunç bir tuzak, iblisin tuzağı bunu gerçekleştirmiş durumda.
Kur’ân esaslarına baktığımız zaman Kur’ân’ın değiştirilmesinin mümkün olmadığını görüyoruz. Allahû Tealâ: “O’nun muhafızı Biziz.” diyor. Gerçekten 1400 senedir bir harfini bile kimse değiştirememiş. Sonra Kur’ân’ı, Tevrat’ı, ve İncil’i incelediğimiz zaman aynı esaslara sahip olduğunu görüyoruz. Üçü de 7 tane safha ihtiva ediyor. Allah’a ulaşmayı dilemek 1. safha, mürşide ulaşıp tâbiiyet 2. safha, ruhu Allah’a ulaştırıp teslim etmek 3. safha, fizik vücudu Allah’a teslim etmek 4.safha, nefsi Allah’a teslim etmek 5. safha, irşada ulaşmak 6. safha ve bihakkın takvaya ulaşarak irşad makamının sahibi olmak, irşada memur ve mezun kılınmak, irşad edecek vasıflar kazanarak irşad etmeye başlamak; işte böyle bir dizayn içeriyor Kur’ân-ı Kerim.
Osmanlı, “Bir kahvenin 40 yıl hatırı vardır.” diyor. Sevgili kardeşlerim, dikkat edin, 1299- 1683. 1699 olsaydı, yaklaşık alarak 400 yıl olacaktı. 386 yıl Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselme devresidir. Bu devreye çok dikkatli bakın kardeşlerim; çünkü burada, bu devrede Kur’ân’ı göreceksiniz. Kur’ân’ın yücelişini, Kur’ân’ın bütün dünyanın kabul edeceği, kabul etmek mecburiyetinde kalacağı üstünlüğünü göreceksiniz. Geçen bütün padişahların etrafında hep lalaları var olmuştur yani mürşidleri. Hepsi tasavvuf terbiyesi ile yetişmişlerdir. Osmanlı’yı Osmanlı yapan Kur’ân’dır. Kur’ân, tasavvufun usulünü oluşturur.
Kanuni Sultan Süleyman devrinde saraya ilk defa ilm-i nücumun girdiğini görüyoruz yani yıldızlar ilmi. Sevgili kardeşlerim, Kanuni Sultan Süleyman’dan sonra artık sarayda Allah’ın evliyaları, padişahların lalaları değil. Duraklama ve düşme bundan sonraki devredir; Osmanlı’nın giderek Kur’ân’dan ayrıldığı muhteva. Nasıl Kur’ân’dan ayrıldı? Yani Kur’ân-ı red mi etmişi Osmanlı? Hayır, şeytanın tuzağına düşmüş sadece, Kur’ân’ın bu 7 safhasını adım adım terk etmişler. Ve bugüne kalan Osmanlı’nın mirası, işte bu ülke.
Sevgili kardeşlerim, burada bizim bir tarihi değer olduğumuzu Osmanlı’nın tarihi bir değer olduğunu biliyor; ama Türkiye Cumhuriyetinin hiçbir fonksiyonunun olduğunu kabul etmiyorlar. Şu anda dünyanın gözünde Türkiye diye bir ülke şu kadarcık bir değer taşımıyor. Herhangi bir ülkeden, bir Küba’dan, bir Uruguay’dan, başka bir ülkeden hiç bir farkımız yok. O muhteşem tarihimiz Osmanlı adına insanların zihinlerine, insanların kalplerine, yazılmış.
Sevgili kardeşlerim, öyleyse sözlerimizi sakın unutmayın. 1299-1683 arası Osmanlı İmparatorluğu, padişahından en alt seviye neferine kadar tasavvufu yaşadılar. Sistem, sadece hayranlık duyabileceğimiz bir sistemdir. Bu yaşamlar; size bu konuşmamızın başından beri anlatmaya çalıştığımız yaşam, Allah’a ulaşmayı dilemekle başlayan bir muhteşem dizayn. Mutluluğu bütün boyutları ile size yaşatabilecek olan bir dizayn; Kur’ân dizaynı. Ve Kur’ân’ı cihana hâkim kılan bir tasavvufî zihniyet. Bir taraftan Ahi Evran teşkilatı; kâinatın kardeşlik teşkilatı, öbür taraftan Bacıyan-ı Rum. Birincisi erkeklerin dizaynı, ikincisi hanım evliyaların dizaynı. Ama hep evliyalar sevgili kardeşlerim, hep Allah dostları.
İşte bu batmış, bu çürümüş toplum içerisinde siz yücelebilirsiniz. Her tarafta hırsızlıkların hükümferma olduğu, sokaklarından çamur akan bir dünya, orası bizim zavallı ülkemiz. Arkasında sadece Allah’tan ayrılmak var. Bizi Osmanlı’dan ayırarak Osmanlılığımızı yok etmeyi başarmışlar. Bugün gençlerimiz korkunç bir yalnızlık içerisinde, şeytanın esiri olmuş durumda. Her tarafta hırsızlıklar, mafya, bütün negatif faktörler her istikamette toplumumuzu korkunç bir kemirme ile kemirmiş. Böyle başa böyle traş ve herkes mutsuz. Sevgili kardeşlerim, işte sizler bu korkunç bataklığın içinde bir gül bahçesisiniz. Biz mi? Dağlarda açan ahlat ağacıyız. İnsanlar faydalansa da faydalanmasa da ahlat ağacı meyvelerini verir. Ahlat, yabani armut demek. Dikkat edin, şu anda ülkemizde en çok taşlanan biziz. Unutmayın, sadece meyve veren ağaçlar taşlanır. Ne zaman ki bu bizi taşlayan zavallı kardeşlerimiz söylediklerimizi gerçek anlamda tahkik etmek gereğini duyacaklar, o zaman da kafalarını yerden yere vuracaklar bu zavallılar. “Nasıl olup da kendimize bu kadar güvendik. Bizim öğrendiklerimiz doğrudur dedik. Bu kadar âlim bilmiyor da sen mi bileceksin dedik ona. Ama söylediklerini incelemek hiç aklımıza gelmedi.” İşte bir gün hepsi için hüsran olacak konu, işte burası sevgili kardeşlerim. Şu anda bunlardan bir tanesi incelese onlara gönderdiğimiz ihtarları, verecek cevap bulamayacak. Kabul edemeyeceği hiçbir şeyin mevcut olmadığını görecek. Öğrendiği ilmin bir hiç olduğunu, okyanusun karşısında bir damlada kaldığını görecek. O zaman soracak kendi kendine, “Yahu bu adam bu ilmi nereden aldı? Bizim üniversitelerimizde, hiçbir üniversitemizde bu ilim öğretilmez. Dünyanın da hiçbir üniversitesinde öğretilmez. Demek ki biz cehenneme doğru yol alıyormuşuz. Ya okumasaydım? Ben bunları Kur’ân’dan tahkik etmeseydim demek ki o zaman ben de cehenneme gidecektim.” diye düşünecek bu zavallılar.
Sevgili kardeşlerim, o günler uzakta değil. Göreceksiniz onlar eğer incelerlerse, incelemek zahmetinde bulunurlarsa. İncelemeyi de küçüklük olarak kabul ediyorlar. Hatırlarsanız, bir televizyon konuşmamızda bir doçent kardeşimizle tartışmak üzere çıktık. Diyor ki bu genç kardeşimiz bize: “Doğrusunu isterseniz, benim için sizinle beraber olmak bir züldür. Ben Aslında sizinle konuşmaya tenezzül etmezdim; ama bu arkadaş beni böyle bir vazife ile vazifelendirdi. Tenezzül etmediğim halde sizinle beraber bulunmak mecburiyetindeyim.” Biz ona dedik ki: “Aziz kardeşim, hay Allah senden razı olsun. Ama sana küçücük bir sualimiz var. Hidayet nedir biliyor musun?” “Tabii biliyorum.” dedi, “Hidayet, doğru yoldur.” Biz de dedik ki: “Hayır, hidayet doğru yol değildir. Hidayet, insan ruhunun Allah’a ulaşmasıdır.” “Ben doçentim, sen mi öğreteceksin bunları bana? ” dedi. Benim bir şey dememe kalmadı. Burada kendisine fikir olarak müracaat edilen birilerini hazır bulunduruyorlarmış. Ve hemen telefon açıldı. Dîn açısından gerçekten kendisine güvendiğimiz bir kardeşimiz bu telefonda ve hakem olarak telefonda Benim yanımdaki doçent soruyor ona, diyor ki: “Benim söylediğim doğru değil mi? Hidayet, doğru yoldur.” O da diyor ki: “Hayır, senin söylediğin doğru değil. Onun söylediği doğru.”
Sevgili kardeşlerim, gördünüz mü? Bu genç kardeşimiz bizimle aynı programda görünmekten gocunurmuş. Bizimle birlikte olmaya tenezzül etmezmiş. Açık açık böyle söylüyor. Sevgili kardeşlerim, hamd olsun ki Allahû Tealâ bize tevazuu öğretti. Şimdi bunca yıl sonra tevazuu noktasında değiliz. Allahû Tealâ insanları üçe ayırıyor:
1- Tevazuu sahipleri; olduklarından daha aşağıda görünmeye çalışanlar.
2- Kibirliler; olduklarından daha yukarda görünmeye çalışanlar.
3- Ait oldukları seviyede görünmeye çalışanlar.
İşte sevgili kardeşlerim, biz ait olduğumuz seviyede görünmek mecburiyetindeyiz. Çünkü Allahû Tealâ açıklamaları yaptırdı. Biz Allah’ın Resûl’üyüz. Resûl, risalet; aynı kökten gelen iki kelimedir. Peygamber olan resûller de vardır. Peygamber olmayan resûller de vardır. Şu anda dünya üzerindeki bütün milletlerde bir resul; peygamber olmayan bir resûl yaşıyor. Her millette ayrı bir resûl şu anda yaşıyor.
Peygamber Efendimiz (S.A.V), peygamber resûldür. O’nunla bizi sakın birbirine karıştırmayın. Biz peygamber değiliz. Nübüvvet müessesesi kâinatın Allah’a en yakın, en üstün müessesesidir. Huzur namazının imamlığını peygamber resûller asaleten gerçekleştirirler. Biz de şu andaki huzur namazının imamıyız. Ama biz o görevi vekâleten gerçekleştirebiliriz sadece. Biz bir vekiliz. Arkamızda hayattayken bu görevi asaleten yapan, bizim arkamızda namaz kılıyor şu anda.
Sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ bunu yüzlerce kişiye göstermiştir. Ve bu, Allah’ın kanunudur. Huzur namazının imamlığı hayatta olan insanlar için mümkündür. Peygamberlik müessesesi de Peygamber Efendimiz (S.A.V) zamanında son nebî; hatem-ül enbiya devrinde sona erdiği için o noktadan itibaren huzur namazının imamlığı kıyâmete kadar devam edecektir ama o noktadan itibaren peygamber olmayan velî resûllerle yürümüştür, bize kadar. Biz de bir velî resûlüz. Evliya resulüz; asla peygamber değiliz. Zaten Allahû Tealâ’nın bizlere yazdırdığı risalet nurlarında Allahû Tealâ bir yerinde diyor ki: “Peygamberin dışında bir adama, bir insana ilk defa Cebrail (A.S) görünüyor.” Bize görünüyor, “Peygamberlerin dışında birisi.” diyor bizim için. Sonra da Allahû Tealâ bir başka yerinde de buyuruyor ki: “Sen nebî değilsin. Sen habercisin.” Peygamber olmadığımızı bir defa daha vurguluyor Allahû Tealâ. 5. sayfada birisi, 15. sayfada birisi.
Sevgili kardeşlerim, bir hengâmedir gidiyor ülkede. Ama şu karşımızda olanlar eğer söylediklerimizi incelemek zahmetinde bulunurlarsa o zaman kiminle karşı karşıya olduklarını çok net olarak görecekler. Kendilerinde olmayan bir ilmin bize verildiğini ve onların ilminin hiç kimseyi kurtaramayacağını; ama Allah’ın bize öğrettiklerinin onları da kurtaracağını görecekler. Ne diyorsunuz sevgili kardeşlerim? Bu zavallı insanlara, biz kalkıp karşılarına kavga mı edelim onlarla yani? Onları kurtarmakla vazifeliyiz. Bunun farkında değil zavallılar. Öylesine güveniyorlar ki kendilerine. “Biz şundan, şundan, şundan, onların bütün kitaplarını okuyarak ilim almışız.” diyorlar, “Bu zavallıya soruyoruz, daha iki kelimeyi bir araya getiremiyor zaten adam. Bu kitaplardan hiç birini okumamış. Ve bu adam çıkmış ortaya ben Allah’tan vahiy alıyorum, resûlüm diyor. Hiç onun bildiği ile bizim bildiğimizle bir olur mu?” O zavallı doçent gibi böyle söylüyorlar.
Ah sevgili kardeşlerim, şimdi biz onları kurtaracak olan kişi, onlara diyoruz ki ey aziz kardeşlerim, bırakın bana sataşmayı. Biz sizin sataşmanızla, bizi küçük görmenizle küçülmeyiz. Hakaretleriniz de umurumuzda bile olmaz. Bize o ilmi veren Allah. O size söylediğimiz şeyleri, ihtarları okuyun. Aranızdan bir kişi bile acaba bunca ihtarımıza, hayır o senin söylediğin yanlıştır diyebilecek mi? A benim saf kardeşlerim, a benim zavallı kardeşlerim, a benim cehennem yolcusu kardeşlerim, kendinize yazık etmiyor musunuz? Ne olur bir inceleseniz, ne kaybedersiniz? Daha zaten birinci ihtarda film bitecek, piliniz bitecek. Çünkü göreceksiniz ki siz Allah’a ulaşmayı dilemeyenler safındasınız. Çünkü sizin o beyzadeler, o kitapları yazanlar -isimlerini bile hatırlamayız doğru dürüst- onlar size Allah’ın verdiği ilmi veremezler. Onlar ilmi hep kendilerinden evvelki âlimlerden aldılar. İnsan ruhunun Allah’a ulaşması gizlendi asırlar boyunca; ama son devreye geldik. Hidayet çağına geldik.
Allahû Tealâ bizi, insanları hidayete erdirmekle vazifelendirdi. Bu vazifenin sahibinin de vaktiyle hidayetin ne olduğunu, mehdilik müessesesinin ne olduğunu bilmeyen, bu konuda hiçbir fikri olmayan bir zavallı iken biz, hayatının 30 senesini dînin dışında geçirmiş, hatta solculuğun da belli bir noktasına kadar gitmiş olan birisi, Allahû Tealâ tarafından Allah’ın yoluna sokuluyor. Evet, solcuyduk sevgili kardeşlerim. Vakıflar bankasının teftiş heyetinde en soldaki kişiydik. Planlamada da o noktadaydık, giderek normale doğru yaklaşarak ama gene de kimliğimiz sol taraftaydı. Birinci defa planlamaya girdiğimizde, ne zaman ki Allahû Tealâ bize doğruları öğretmeye başladı. Sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ bunun için bizi seçtiyse kabahat bizim mi? Olur mu yani? Halep oradaysa arşın burada. Şimdi karşımızda olup da bize ahkâm kesen, bize çatan bir sürü kişi var. Vaktiyle kendimiz için kullanıyorduk ya ukala tabirini. Gerçekten de ciddi bir ukalaydık yani.
Her neyse sevgili kardeşlerim, sonuca ulaşmak istiyoruz. Şimdi bu zavallı insanlar, o öğrendikleri ilim var ya; ondan o kadar eminler ki o ilmin ışığı altında bizim onlara söylediklerimizi dinlemiyorlar bile. İncelemek gereğini hiç duymuyorlar adamlar. “Hadi canım sende.” diyorlar, “Bu kadar âlim varken o âlimler bilmeyecek de ki biz o âlimlerden öğrendik bu dîni, kendimizden uydurmadık. Yani bunca alimin bunca kitabını, yüzlerce kitabını okuduktan sonra ilmin sahibi olan bizler, hiç bu delinin söylediklerine inanır mıyız?” Ha bir de delilik payemiz var iyi mi?
Sevgili kardeşlerim, şimdi pandomimayı seyredin siz. Onlar okudukça o itiraz edemediklerini görmenin sonsuz huzursuzluğunu yaşayacaklar. İtiraz etmeleri mümkün değil sevgili kardeşlerim. Onları bize Allah öğretti. İşte huzurlarınızda onlara sesleniyorum, hadi var mı bir taneniz? O size gönderdiğimiz ihtarlardan hiç değilse bir taneciğine, o yüzlerce âyetten sadece bir tekine aranızdan itiraz edebilen var mı aranızda? Onları incelediğiniz zaman gideceğiniz yerin cehennem olduğunu görmeyecek misiniz? Eğer görenler var ise onlar ne demek istediğimizi çok iyi biliyorlar. Artık onlar ortalıkta görünmez. Utanıyorlar sevgili kardeşlerim. Neden utanıyorlar biliyor musunuz? Utanmamaları gerekir diye düşünüyoruz, neden utanıyorlar? Peki olay bu ise, Allah’a ulaşmayı dilemeyen bir kişi cehenneme gidecek ise, Allah’a ulaşmayan kişi dalâlette ise, Allah’a ulaşmayı dilemeyen kişi küfürde ise, hüsranda ise, Allah’ın âyetlerinden gâfil ise, tagutun kulu ise, insan ve cin şeytanların; şeytanın kulu ise, Allah’ın kulu değilse o zaman bu zavallı kardeşlerimize günaydın demez miyiz? Sabah oldu mu deriz, bir selâm çakıp sizin için de sabah oldu mu? Günaydın, güneş doğdu mu şu kapkaranlık kalbinize?
Sevgili kardeşlerim, bu şenliği yakın bir gelecekte göreceksiniz. O cephenin nasıl mağlup olduğunu, nasıl darmadağın olduğunu göreceksiniz. Bir kısmı zannediyorum ki her şeye rağmen erkekçe çıkacak ortaya, diyecek ki: “Kardeşim ben yanılmışım.” Diyoruz ki utanmayın o insanlardan. O insanlar size soracaklar diye utanıyorsunuz, biliyoruz. “Mademki böyleymiş, mademki Allah’a ulaşmayı dilemeyen kişi cehenneme gidermiş, siz de Allah’a ulaşmayı dilemediğinize göre öylesiniz. Bunları şimdi öğrenmişseniz, bunlar doğru söylüyor diye bize bunları söylüyorsanız, o zaman kendinize bir dîn adamı olarak bunları öğretememenin huzursuzluğunu yaşamayacak mısın? Bu ilmin sahibi olmadan öğretim üyesi olarak vazifelendiğin için utanmayacak mısın, bundan utanç duymayacak mısın” diyecek zannediyorlar. Sevgili kardeşlerim, sakın onlara böyle bir şey söylemeyin. Çünkü onlar bilmiyorlar. Peygamber Efendimiz (S.A.V), kendisine bütün kötülük yapanlar için hep ellerini açmıştır Allahû Tealâ’ya: “Ya Rabbi, onları bağışla. Çünkü onlar bilmiyorlardı.” Hep bunu söylemiştir. Biz de onlar için Allahû Tealâ’ya yalvarıyoruz: “Ya Rabbi, onları bağışla. Çünkü onlar bilmiyorlar.”
Sevgili kardeşlerim, insan bilmediği bir şeyi öğretemez ki. Hiç kimsenin bu kardeşlerimize, bunları neden bilmiyorsun sualini sormaya hakkı yok. Çünkü onlar üniversitelerde şimdi sahip oldukları ilmi öğrendiler. Yüzlerce kitap okuyarak o faydasız ilmi öğrendiler. Allahû Tealâ ne diyor bu zavallı insanlar için? Bu zavallı kardeşlerimiz gerçekten acınacak durumdalar sevgili kardeşlerim Gerçekten onlara acıyın. Ama hakaret etmeyin lütfen. Onlar hak etmediler. Bu insanlar ilim öğrendiler. Üniversitelerde okudular. Üniversiteyi bitirdiler. Master yaptılar, doktora yaptılar. Asistan oldular, doçent oldular, profesör oldular. Ama o ilmin sahipleri olarak oldular. Çünkü o üniversiteler o ilmi veriyorlar. Bunun ötesinde bir şeye sahip olamazlar ki.
Herkes sadece öğrendiğini öğretebilir, öyle değil mi sevgili kardeşlerim? O zaman hangimizin onlara çatmaya hakkı var ki? Onlar bizi kabul etmediler. Onları davet ettik. Dedik ki: “Bütün üniversitelere davetiye gönderdik. Gelin üç gün süreyle misafirimizsiniz. Orada, Pamukkale’deki falanca dinlenme yerinde biz size konularımızı tartışmak için davette bulunuyoruz. Allahû Tealâ’nın bize öğrettiklerini gelin size öğretelim, tartışalım. Neyi kabul etmiyorsanız söyleyin. Biz size onun cevabını verelim.” Daha evvel oldu çünkü sevgili kardeşlerim. Sadece iki üniversite davetimizi kabul etti. İzmir Üniversitesinde bir konferans; oradaki bütün kardeşlerimiz söylediklerimizin doğru olduğunu kabul ettiler. İkinci davetimizi kabul eden Erzurum Üniversitesi, onlar da kabul etmediler. Biz de dedik ki o akşam, bütün gece uyumayalım. Sevgili kardeşlerim, o gece o tezekkürün sonunda sabahleyin biz oradan ayrılırken Erzurum Üniversitesi’ndeki bütün itiraz eden öğretim üyesi kardeşlerimiz bizimle aynı fikirdeydiler. Bunların içinde çeşitli gruplardan olan kardeşlerimiz vardı. Ama hiçbir ayrılık kalmamıştı aramızda. Yeter mi? Hayır, yetmez. Daha sonra Allahû Tealâ Diyanet İşleri Başkanlığı yapan Yazıcıoğlu kardeşimize bizi ulaştırdı, bir bayram sonrası. Bayram gazetesine bir beyanat vermişti Sayın Yazıcıoğlu. Demişti ki: “Bu tasavvufu yaşayan kardeşlerimize çok sempati duyuyorum. Ne kadar isterdim Diyanet İşlerinde de kardeşlerimiz bu güzelliği yaşasınlar.” Biz de ziyarete gittik kendisini ve ona anlattık Allah’ın bize öğrettiklerini. Sonunda şunu söyledi; üçüncü güzelliği yaşadık orada dedi ki: “Ben kelâmcıyım. Bütün söylediklerinize itiraz etmem lâzım. Ama siz bana Kur’ân’ı anlattınız. Kur’ân’ı tasavvuf olarak bütünleştirdiniz. Allah razı olsun. Bu benim için bir ziyafetti.”
Sonrası daha acıklı sevgili kardeşlerim. Çünkü Yazıcıoğlu bizimle bir neticeye ulaştı. Biz müftülere, il müftülerine, kaza müftülerine ayrı ayrı iki seminer düzenleyecektik, ikişer aylık. Ya da günlerini unuttum artık, o da arada çıkıp gitmişti. Onunla bu konuda beraberliğe varmamıza rağmen sonra Diyanet İşlerinin teşkilatı, Diyanet Vakfı hepsi karşımızda oldular ve o seminerleri gerçekleştirmemize engel oldular. Arkasında cehaletin yobazlığı yatıyordu.
Sevgili kardeşlerim, şimdi de insanlar karşımızda. Bu sefer çok seviyesiz bir zincir birbirine halkalarını geçirmiş durumda. Aşk ile devam ediyorlar. Ama sevgili kardeşlerim, şimdi bu adamlar bize tesir edebilirler mi? Allah’ınızı severseniz bize söyleyin. Şimdi cehalet, Allah’ın ilmine karşı savaş veriyor. Bu zavallı çocuklar Allah’a karşı savaş veriyorlar, farkında değiller. Onlarla karşılaştığınız zaman onlara söyleyin. Okuyun deyin, ihtarları okuyun. Sadece birinci ihtara cevap verebilirseniz, o zaman gelin siz çok şeylere lâyıksınız demektir. Ama şimdiye kadar hiç kimse bu ihtarlardan herhangi birisi yanlış diyemedi. Demesi de mümkün değil sevgili kardeşlerim. O bizim öğrenimimiz değil ki. O, Allah’ın bize öğretisi, acaba anlatabildik mi?
Sevgili kardeşlerim, hepinizin sonsuz mutluluklara ulaşmanızı dileriz. Sohbet nereden başladı nereye gitti gördünüz mü? Ama her şey en güzel standartlarda değil mi sevgili kardeşlerim? İşte biz bütün gönlümüzle herkesin mutlu olmasını isteriz. Bize düşman olduklarını zannedenlerin de mutlu olmasını isteriz. Çünkü hakikati öğrendikleri gün hiç düşmanlıkları kalır mı ki? İmkân mı var sevgili kardeşlerim? Eğer onlar da dîn öğreniyorlarsa ve öğretiyorlarsa farklı bir sonuca ulaşmaları mümkün değil. Daha evvel bu çarktan kaç defa geçmiş birisi olarak hepinize sesleniyoruz. Mutlu olun. Eğer hâlâ Allah’a ulaşmayı dilemediyseniz, sakın beklemeyin. Hemen “Ya Rabbi, ben ruhumu bu hayattayken Sana ulaştırmayı diliyorum.” deyin. Kalbinizin ısındığını göreceksiniz.
Allahû Tealâ’nın hepinizi hem cennet saadetine hem de dünya saadetine ulaştırmasını Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi burada tamamlamak istiyoruz. Unutmayın! Hepinizi çok ama çok seviyoruz.
Allah razı olsun.
İmam İskender Ali M İ H R