}
Fussilet Suresi 51-54-Şûrâ Suresi 1-8 (Âyetlerin Sırları) 09.09.2004
Mp4 Mp3 Link

Sohbet Kodu: 108410

SOHBETİN ADI: FUSSİLET SURESİ 51-54, ŞÛRÂ SURESİ 1-8 (Âyetlerin Sırları)

TARİH: 09.09.2004


Sevgili izleyenler, dinleyenler, sevgili öğrenciler, sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, bir Kur’ân Tefsiri dersinde daha Allah bizi inşaallah birlikte kıldı.


Ve Fussilet Suresinin 51. âyet-i kerimesiyle inşaallah konumuza giriyoruz.


Eûzubillâhimineşşeytânirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.


41/FUSSİLET-51: Ve izâ en’amnâ alel insâni a’rada ve neâ bi cânibih(cânibihî), ve izâ messehuş şerru fe zû duâin arîd(arîdın).

Ve insana ni’met verdiğimiz zaman yüz çevirdi ve yan çizdi (şükürden uzaklaştı). Ve ona bir şer dokunduğu zaman artık çok dua eder.



ve izâ: Ve olduğu zaman.

en’amnâ: Ni’met verdik.

alâ: ...’a.

el insâni: İnsan.

a’rada: Yüz çevirdi, yan çizdi.

ve neâ bi cânibi-hi: Ve yan çizdi.

(ve neâ: Ve uzaklaştı.)

(bi cânibi-hi: Yanına.)


ve izâ:
Ve olduğu zaman.

messe-hu: Ona dokundu.

eş şerru: Şerr, kötülük.

fe: Böylece, artık.

zû: Sahip.

duâin: Dua.

arîdın: Geniş, bol, çok.


“Ve insana ni’met verdiğimiz zaman yüz çevirdi ve yan çizdi (şükürden uzaklaştı). Ve ona bir şerr dokunduğu zaman, artık çok dua eder.”


Burada da Allahû Tealâ, Kendi açısından olayı koyuyor ortaya: “Ni’met verdiğimiz zaman.” diyor, “Ve ona bir şerr dokunduğu zaman.” diyor.


Ni’metle şerri karşılaştırmış.


“Ni’met verdiğimiz zaman yüz çevirdi ve yan çizdi.” Yani: “Ben bunu kendim kazandım.” diyor. “Benim hakkım.” diyor.


Bu âyetle 49. âyet-i kerimeyi karşılaştırdığımız zaman, 49. âyet-i kerimede Allahû Tealâ diyor ki:


41/FUSSİLET-49: Lâ yes’emul insânu min duâil hayri ve in messehuş şerru fe yeûsun kanût(kanûtun).

İnsan, hayır duasından (istemekten) usanmaz. Eğer ona şer dokunursa, o zaman yeise kapılır ve ümitsiz olur.



“İnsan, hayır istemekten usanmaz. Eğer ona şerr dokunursa o zaman yeise kapılır ve ümitsiz olur.”

Bu âyet-i kerimede ise Allahû Tealâ: “İnsana ni’met verdiğimiz zaman yüz çevirir, yan çizer (o ni’metin kendi gayretiyle oluştuğunu zanneder). Ve ona şerr dokunduğu zamansa çok dua eder.” diyor.


İki tür insandan bahsediyor:


*Şerr dokunduğu zaman ümitsiz olan insanlar.

*Şerr dokunduğu zaman çok dua eden insanlar.


Burada iki ayrı konuda Allahû Tealâ’nın duadan bahsetmesi söz konusu. 49. âyette: “Hayır istemekten (kendisinin hoşuna gidecek şeyleri istemekten) usanmaz.” diyor Allahû Tealâ ve bunun neticesini söylüyor burada: “Onun dua talebi üzerine, hayır talebi üzerine kendisine ni’met verdiğimiz zaman,” diyor, “Hayır istemekten usanmaz ama hayrı verdiğimiz zaman, yan çizer ve şükretmez.” demiş oluyor Allahû Tealâ burada. Ve her ikisinde de şerrin dokunması söz konusu. Hayır için dua eden kişi; kendisinin hoşuna gidecek olan şeyler için dua eden kişi, şerr dokunduğu zaman yeise kapılıyor, huzursuz oluyor. Ama kendisine Allahû Tealâ, bu hayır duaları üzerine ni’met verdiği zaman dua etmekten vazgeçiyor insanoğlu. Ve ancak şerr dokunduğu zaman aklı başına geliyor, o zaman dua etmeye başlıyor.


Öyleyse mutmain olan kişi kimdir? Mutmain olan kişi, Allahû Tealâ kendisine, onun üzülebileceği şeyleri verdiği zaman da Allah’a dua eden, şükreden, onun sevineceği şeyleri verdiği zaman da dua eden, şükreden kişidir.


Allah’ın dizaynı içerisinde biz insanlar, Rabbimize hep hamdetmek ve şükretmek mecburiyetinde olanlarız. Başımıza gelen her şeyin arkasında, mutlaka Allahû Tealâ vardır.


Ve böyle bir dizaynda muhtevaya bakıyoruz sevgili kardeşlerim; hayrı ve şerri yerine getiren dizaynda hayır ve şerr, baştan anlattığımız gibi ikiye ayrılıyor. Bizim hoşumuza giden olaylar hayır, hoşumuza gitmeyen olaylar şerr diye değerlendiriliyor bizim açımızdan. Ama derecat açısından meseleye baktığımız zaman, hayır; derecat kazandığımız olaylardır, şerr; derecat kaybettiğimiz olaylardır.


Ve 52. âyet-i kerimeye ulaşıyoruz.


Bismillâhirrahmânirrahîm.

41/FUSSİLET-52: Kul e reeytum in kâne min indillâhi summe kefertum bihî men edallu mimmen huve fî şikâkın baîd(baîdin).

De ki: “Gördünüz mü? Eğer O (Kur’ân), Allah’ın indinden ise sonra da siz O’nu inkâr ettinizse, uzak bir ayrılığın içinde olandan daha çok dalâlette kim vardır?”



kul: De, söyle

e: -mı?

reeytum: Siz gördünüz.

in: Eğer, ise.

kâne: Oldu.

min: -den.

indillâhi (indi allâhi): Allah’ın indinde, katında.

summe: Sonra.

kefertum: Siz küfrettiniz.

bihi: Onu.

men: Kim, kimse, kişi.

edallu: Daha dalâlette.

mimmen (min men): O kimseden.

huve: O.

fî: -de, içinde.

şikâkın: Ayrılık.

baîdin: Uzak.


“Gördünüz mü?”

“De ki: Gördünüz mü? Eğer O, Allah’ın indinden ise sonra da siz onu inkâr ettinizse, uzak bir ayrılığın içinde olandan daha çok dalâlette olan kim vardır?”


“Gördünüz mü?” diye başlıyor âyet-i kerime.

“Eğer O, (O, o buradaki o; Kur’ân) Allah’ın indinden ise (Allah’ın katından ise), sonra da siz onu inkâr ettinizse uzak bir ayrılığın içinde olandan daha çok dalâlette olan kim vardır?”


“O zaman,” diyor Allahû Tealâ, “Siz o zaman, uzak bir ayrılığın içindesiniz.”


Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’i indiriyor ve insanlar Kur’ân-ı Kerim’i inkâr ediyorlar. Öyleyse böyle bir inkârın insanlara getirdiği sonuç, uzak bir ayrılık. Uzak bir ayrılığın içinde olan insanlar. Aslında sadece inkâr değil, onun daha ötesinde bir olay var. Eğer insanlar, başkalarını da Allah’ın yolundan ayırıyorlarsa o zaman uzak bir dalâlet içindedirler ve uzak bir ayrılık içindedirler. Yani Sıratı Mustakîm’den çok sapmış bir durumdadırlar.


*Başlangıçta herkes dalâlettedir. Allah’a ulaşmayı dilerler; hidayete adım atarlar.

*Mürşidlerine ulaşırlar; daha üst boyutta hidayetin içindedirler.

*Allah’a ulaşırlar, daha üst boyutta hidayetin içindedirler.

*Fizik vücutlarını, nefslerini Allah’a teslim ederler, hidayet giderek büyür.

*Ve irşada ulaşırlar ve iradelerini Allah’a teslim ederler ve hidayetin en üst noktasına ulaşırlar.


Ya dalâlette olanlar? İki türlüdür.


1- Normal dalâlette olanlar. Allah’a ulaşmayı dilemeyenler, dalâlettedirler. Aynı zamanda, ayrılığın içindedirler. Çünkü yolları giderek Sıratı Mustakîm’den uzaklaşır.

2- Ama kim, başka insanların da Allah’ın yoluna girmesini engelliyorsa o, uzak bir dalâletin içindedir. O, aynı zamanda uzak bir ayrılığın içindedir.


İşte Nisâ-167, 168, 169’da Allahû Tealâ buyuruyor ki:

4/NİSÂ-167: İnnellezîne keferû ve saddû an sebîlillâhi kad dallû dalâlen baîdâ(baîden).

Muhakkak ki inkâr edenler ve Allah’ın yolundan alıkoyanlar (saptırmış olanlar), (mürşidlerine ulaşmadıkları için) uzak bir dalâletle sapmışlardır.


“Onlar muhakkak ki kâfirdirler ve Allah’ın yolundan (Sıratı Mustakîm’den) men ederler.  İnsanların Allah’a ulaşmayı dilemelerine mâni olurlar. Allah’a ulaşmalarına da mâni olurlar. Onlar, uzak bir dalâlet içindedirler.” diyor Allahû Tealâ.


Burada da Allahû Tealâ: “Uzak bir ayrılık içinde o insanlar, Sıratı Mustakîm’den uzak kalmış insanlar.” diyor.  


Orada devam ediyor Allahû Tealâ:

4/NİSÂ-168: İnnellezîne keferû ve zalemû lem yekunillâhu li yagfira lehum ve lâ li yehdiyehum tarîkâ(tarîkan).

Muhakkak ki inkâr edenleri ve zulmedenleri (başkalarını da mürşide ulaşmaktan men edip saptıranları), Allah mağfiret edecek değildir ve yola (Allah’a ulaştıran Sıratı Mustakîm’e) hidayet edecek değildir.

4/NİSÂ-169: İllâ tarîka cehenneme hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden). Ve kâne zâlike alâllâhi yesîrâ(yesîran).

Ancak cehennem yoluna (hidayet eder, ulaştırır), onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Ve bu, Allah için kolaydır.



“Onlar kâfirdirler ve zâlimdirler. Allah, onlara asla mağfiret etmez (onların günahlarını sevaba çevirmez). Onları tarîka (Tarîki Mustakîm’e) ulaştırmaz. Sadece cehennem yoluna ulaştırır. Onlar, cehennemde ebediyyen kalacaklardır.” diyor Allahû Tealâ.


Ve Fussilet Suresinin 53. âyet-i kerimesi:


Bismillâhirrahmânirrahîm.

41/FUSSİLET-53: Se nurîhim âyâtinâ fîl âfâkı ve fî enfusihim hattâ yetebeyyene lehum ennehul hakk(hakku), e ve lem yekfi bi rabbike ennehu alâ kulli şey’in şehîd(şehîdun).

Âyetlerimizi afakta (ruhumuzun baş gözüyle) ve enfüste (nefsimizin kalp gözüyle) onlara göstereceğiz. O’nun hak olduğu onlara tebeyyün etsin (açıkça belli olsun) diye. Rabbinin herşeye şahit olması kâfi değil mi?



se nurî-him: Onlara göstereceğiz.

âyâti-nâ: Bizim âyetlerimiz.

fî: -de, içinde.

el âfâkı: Âfak, ufuklar.

ve fî: Ve de, içinde.

enfusi-him: Onların nefsleri, kendi nefsleri.

hattâ: Hatta, oluncaya kadar, olsun diye.

yetebeyyene: Açıkça belli olur.

lehum: Onlara.

enne-hu: Onun olduğu.

el hakku: Hak.

e ve lem yekfi: Ve kâfi değil mi?

bi rabbi-ke: Senin Rabbin.

enne-hu: O’nun olduğu.

alâ kulli şey’in: Her şeye.

şehîdun: Şahit.


“Âyetlerimizi âfakta ve enfüste onlara göstereceğiz. Onun hak olduğu onlara tebeyyün etsin (açıkça belli olsun) diye. Rabbinin her şeye şahit olması kâfi değil mi?”


Burada Allahû Tealâ, âfakta göstereceğinden bahsediyor. Fizik vücudun ve ruhun baş gözüyle gösterdikleri âfakta, nefsin kalp gözüyle gösterdikleri de enfüste.


Eğer biz normal standartlardaysak ve nefsimizin kalbiyle gök katlarını Allahû Tealâ bize göstermişse bu, enfüste göstermedir. Ama kim rüyayı yaşarsa yaşadığı zaman, nefsinin baş gözleriyle olaylara bakar. Bütün rüyalar aslında bir tayyi mekândır. Nefsiniz, vücudunuzdan her gece ayrılır uykuya daldığınız zaman. Başka âlemlere, başka gezegenlere ulaşır. Giderken de dönerken de ışık duvarını aşar. Giderken aşmasında bu âlem unutturulur nefsinize. Dönerken de ışık duvarını aşarken, ışık duvarından sıfıra inerken, gittiği âleme ait olan bilgiler unutturulur.


Öyleyse sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, nefsiniz fizik vücudunuzun mekânı içindedir. Uykuda olduğunuz sürece nefsinize fizik vücudunuzun ihtiyacı yoktur. O gider, kendi âleminde yaşar. Ne zaman geriye dönerse uyandığınız anda geriye gelir. Bir dış tesirle uyandırılırsanız, nefsinizin bulunduğu yerden vücudunuza derhal dönüşü söz konusudur.

Öyleyse kalp gözü açık olanlar, nefslerinin kalp gözü açık olanlardır. Nefs, fizik vücudun içindeyken, onlar Allah’ın kendilerine kalben gösterdiği şeyleri, kalplerine gösterdiği şeyleri, fizik ötesi olayları görürler. Kalplerindeki gözle görürler. Allah’ın söylediklerini de kalplerindeki kulakla işitirler. Allah ile tezekkür ederler.


Allahû Tealâ da burada, kalp gözü ve kalp kulağı açılmış olan kişilerden bahsediyor. Enfüste göstermesi, kalp gözü ve kalp kulağı açık olan bir kişinin kalp gözüyle gördükleridir. Âyetlerin görülmesinin ötesinde, Allahû Tealâ tarafından duyurulması da söz konusudur. Ve bunlar, gök katları ve iradenin Allah’a tesliminden sonra Allah’ın Zat’ı görüldüğü zaman, Allah’ın hak olduğu kesinleşir.


Burada: “O’nun (Allah’ın), hak olduğu…” Aynı zamanda Kur’ân’ın hak olduğu mânâsı da çıkıyor burada. Çünkü o zaman, Levh-i Mahfuz’da, ikinci âlemde Ümmülkitap gösterilir. Ümmülkitap’ın içindeki en büyük kitap, Kur’ân-ı Kerim’dir; son peygembere indirilen, son şeriat kitabı.


Ve Allahû Tealâ: “Kur’ân’ın da hak olduğu, Allah’ın da hak olduğu onlara tebeyyün etsin (açıkça anlaşılsın) diye.” diyor.


Ve 54. âyet-i kerime:


Fussilet Suresinin 53. âyet-i kerimesi, kalp gözünü, kalp kulağını ve nefsin vücuttan ayrıldığı zaman, gördüğü her konuyu açıkça ifade eden bir müessesedir. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in miracında ise olay farklıdır. Onun ruhu, vücuduna örtü olmuştur. Allah’ı da ruhunun baş gözleriyle görmüştür. Allahû Tealâ diyor ki:


“Kalbi, gördüklerini (ruhun baş gözüyle gördüklerini) tekzip etmedi.”


53/NECM-11: Mâ kezebel fuâdu mâ reâ.

Kalbindeki fuad (gönül gözü görmesi), gördüğü (ruhun gözlerinin gördüğü) şeyi tekzip etmedi.



Yani Allahû Tealâ’yı Peygamber Efendimiz (S.A.V), Allah’a ulaşmadan evvel de defalarca görmüştü.

Fussilet Suresinin 54. âyet-i kerimesi:


Bismillâhirrahmânirrahîm.

41/FUSSİLET-54: E lâ innehum fî miryetin min likâi rabbihim, e lâ innehu bi kulli şey’in muhît(muhîtun).

Onlar gerçekten Rab’lerine mülâki olacaklarından (ruhlarını hayatta iken Allah’a ulaştıracaklarından) şüphe içindeler, öyle değil mi? O (Allah), herşeyi ihata etmiştir (ilmiyle kuşatmıştır), öyle değil mi?



e lâ: (Öyle) değil mi?

inne-hum: Muhakkak, gerçekten onlar.

fî: -de, içinde.

miryetin: Şüphe.

min: -den.

likâi rabbi-him: Rabb’lerine mülâki olmak, ulaşmak.

e lâ: (Öyle) değil mi?
(e lâ: Değil mi?) (e lâ: Öyle değil mi?)

inne-hu: Muhakkak, gerçekten o.

bi kulli şey’in: Her şeyi.

muhîtun: Kuşatandır.


“Onlar, gerçekten Rabb’lerine mülâki olacaklarından (ulaşacaklarından) şüphe içindeler, öyle değil mi (değil mi)? O (Allah), her şeyi ihata etmiştir (ilmiyle kuşatmıştır), öyle değil mi?”

Allahû Tealâ, Allah’a ulaşmaktan şüphe içinde olanları ve olmayanları net olarak ayırmıştır; Fussilet Suresinin bu 54. âyet-i kerimesi. Notumuzu alalım.  Fussilet-53: “(Kalp gözünden) Âyetlerimizi enfüste ve âfakta onlara göstereceğiz.”


Niçin gösterecek Allahû Tealâ? “O’nun hak olduğu onlara tebeyyün etsin diye.” Yani: “Açıkça belli olsun diye.” Burada enfüste ve âfakta göstermeler söz konusu.


Şimdi 54. âyet-i kerime de önemli.


“Onlar gerçekten Rabb’lerine mülâki olacaklarından şüphe içindedirler.”


Fussilet-54’le Bakara Suresinin 46. âyet-i kerimesi, birbirinin zıddı bir hüviyet taşıyor. Bakara Suresinin 46. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:

“illâ alâl hâşiîn(hâşiîne): Ama huşû sahipleri hariç.”

 

Ama 45’le beraber söylememiz lâzım bunu. Bakara-45’te Allahû Tealâ diyor ki:

2/BAKARA-45: Vesteînû bis sabri ves salât(salâti), ve innehâ le kebîratun illâ alâl hâşiîn(hâşiîne).

(Allah’tan) sabırla ve namazla istiane (özel yardım) isteyin. Ve muhakkak ki o (hacet namazı ile Allah’a ulaştıracak mürşidini sormak), huşû sahibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir.



illâ alâl hâşiîn: Ama huşû sahipleri hariç.
vesteînû bis sabri ves salâti: Sabırla ve namazla Allah’tan istianeyi (mürşidinizin kim olduğunu) isteyin.

innehâ le kebîratun: Muhakkak ki bu büyük bir iştir (zor bir iştir).


Yani kişi Allah’a ulaşmayı dilememişse, ona Allahû Tealâ hiçbir zaman göstermez. Ama Allah’a ulaşmayı dilemişse o kişi, huşû sahibi kılınacaktır Allahû Tealâ tarafından. Huşû sahibi olduğu zaman da mutlaka Allah’a ulaşmaktan, ruhunu ölmeden Allah’a ulaştırmaktan emin olacaktır.


illâ alâl hâşiîn.” diyor Allahû Tealâ 45. âyet-i kerimede, “Ama huşû sahipleri hariç (onlar için kebiretün bir iş değildir; büyük bir iş değildir, onlara gösterilir).”


Kimmiş bunlar?

2/BAKARA-46: Ellezîne yezunnûne ennehum mulâkû rabbihim ve ennehum ileyhi râciûn(râciûne).

Onlar (o huşû sahipleri) ki, Rab’lerine (dünya hayatında) muhakkak mülâki olacaklarına ve (sonunda ölümle) O’na döneceklerine yakîn derecesinde inanırlar.



“Onlar kesin şekilde inanırlar ki; Allah’a mülâki olacaklardır (ruhlarını hayattayken Allah’a ulaştıracaklardır). Ve gene kesin şekilde inanırlar ki; Allah’a rücû da edeceklerdir (ruhlarını, ölümlerinden sonra Allah’a tekrar geri göndereceklerdir. Ölüm melekleri, öldükten sonra Allah’ın katından gelen ruhlarını tekrar Allah’a geri götüreceklerdir).”


İşte bu âyet; Fussilet Suresinin 54. âyet-i kerimesi, Bakara Suresinin 46. âyet-i kerimesinin zıddı olan bir âyet-i kerime. Onlar eminler ruhlarını ölmeden evvel Allah’a ulaştıracaklarına. Buradaysa insanlar, Rabb’lerine mülâki olacaklarından; ruhlarını ölmeden evvel Allah’a ulaştıracaklarından şüphe içindedirler.


“Ve Allah, her şeyi ihata etmiştir (kuşatmıştır).” ifadesi de Allah’ın rahmetiyle ve ilmiyle gerçekleştirdiği bir husustur. Mu’min Suresinin 7. âyet-i kerimesinde şekillenmiştir. Allahû Tealâ diyor ki orada:

40/MU'MİN-7: Ellezîne yahmilûnel arşa ve men havlehu yusebbihûne bi hamdi rabbihim ve yu’minûne bihî ve yestagfirûne lillezîne âmenû, rabbenâ vesi’te kulle şey’in rahmeten ve ilmen fagfir lillezîne tâbû vettebeû sebîleke ve kıhim azâbel cahîm(cahîmi).

Arşı tutan melekler ve onun etrafındaki kişi (devrin imamı), Rab'lerini hamd ile tesbih ederler ve O'na îmân ederler. Ve âmenû olanlar için (Allah'tan) mağfiret dilerler: “Rabbimiz, Sen herşeyi rahmetle (rahmetinle) ve ilimle (ilminle) kuşattın. Böylece (mürşidin önünde) tövbe edenleri ve Senin yoluna (Sıratı Mustakîm'e) tâbî olanları mağfiret et (günahlarını sevaba çevir). Onları cehennem azabından koru!”



“Arşı tutan melekler ve onların etrafındaki kişi (devrin imamı), bir kısım insanlar için Allah’tan mağfiret talebinde bulunurlar. Derler ki: ‘Ya Rabbi! Kim tâbî olmuş da (mürşidine tâbî olmuş da) Senin yoluna girmişse, Sen onlara mağfiret et (eyle), onların günahlarını sevaba çevir. Senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. Onları cehennem azabından koru.”

Allah’ın rahmeti ve ilmi. Burada, “Allahû Tealâ her şeyi ihata etmiştir, muhakkak ki Allah, her şeyi ihata etmiştir.”den muradı, Kendi Zat’ıyla ihata etmemiştir, rahmetiyle ve ilmiyle kuşatmıştır, ihata etmiştir. Orada daha açık bir ifade kullanılıyor.


Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, burada Fussilet Suresi sona eriyor. 54 âyetli Fussilet Suresi, burada tamamlanıyor.


Ve yeni bir sureye geciyoruz inşaallah, Şûrâ Suresi.


Eûzubillâhimineşşeytânirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.


1. âyet:

42/ŞÛRÂ-1: Hâ mim.

Hâ, Mim.



hâ, mim:  Bunlar, mukattaa harfleri.

Bu harflerin toplamının 19’un katı olduğu iddia ediliyor Reşat Halife tarafından. Büyük kısmı da buna uymuştur Kur’ân-ı Kerim’in. Ama bir kısmı da uymamıştır, gerçekleşememiştir iddia %100. Ama Reşat Halife de Allahû Tealâ’nın bir Kur’ân âlimiydi.


Âyet-2, Şûrâ Suresi:

42/ŞÛRÂ-2: Ayn sin kâf.

Ayn, Sin, Kâf.



ayn, sin kâf: Gene mukattaa harfleri. Aynı şeyler söz konusu.


Ve 3. âyet-i kerime, Şûrâ Suresinin 3. âyet-i kerimesi:


Bismillâhirrahmânirrahîm.

42/ŞÛRÂ-3: Kezâlike yûhî ileyke ve ilellezîne min kablikellâhul azîzul hakîm(hakîmu).

Azîz ve Hakîm olan Allah, işte böyle, sana ve senden öncekilere vahyeder.



kezâlike: İşte böyle, böylece.

yûhî: Vahyeder.

ileyke: Sana.

ve ilâ ellezîne: Ve onlara.

min: -den.

kabli-ke: Senden önce.

allâhu: Allah.

el azîzu: Azîz, üstün.

el hakîmu: Hüküm ve hikmet sahibi.


“Azîz ve Hakîm olan Allah, işte böyle, sana ve senden öncekilere vahyeder.”


Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e de vahyetmiştir, ondan öncekilere de vahyetmiştir. Bugün de vahyetmektedir. Bugün, bugün de bütün kavimlerde Allah’ın resûlleri yaşamaktadır. Hepsine Allahû Tealâ vahyetmektedir.


Şûrâ Suresinin 4. âyet-i kerimesi:


Bismillâhirrahmânirrahîm.

42/ŞÛRÂ-4: Lehu mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ard(ardı), ve huvel aliyyul azîm(azîmu).

Göklerde ve yerde olan her şey, O’nundur. Ve O, Âli’dir (Yüce), Azîm’dir (Büyük).



“Göklerde ve yerde olan her şey.”


lehu: Onun.

mâ: Şey.

fî: -de, içinde.

es semâvâti: Semalar, gökler.

ve mâ: Ve şey.

fî: -de, içinde.

el ardı: Arz, yeryüzü, yer.

ve huve: Ve O.

el aliyyu: Âli, âlâ, çok yüce.

el azîmu: Büyük.


“Göklerde ve yerde olan her şey, O’nundur. Ve O, Âlidir (Yücedir), Azîm’dir (Büyüktür).”


“Göklerde ve yerde olan her şey.”


“Arzda; göklerde ve arzda (yerde) olan her şey, O’nundur.”

Her şeyi yaratan, O’dur. Sahibi O’dur her şeyin. Bizim de sahibimiz Allah’tır. Ve Allahû Tealâ, her şeyi yaratan olduğu için her şeyin sahibi olduğunu söylüyor. Ve gerçekten her şeyin ve hepimizin sahibi Allah’tır. Cansız şeyler de biz insanlar da sadece Allah’ın bir yaratığıyız. Öyleyse Rabbimiz ve sahibimiz, Allah’tır.

5. âyet-i kerime:


Bismillâhirrahmânirrahîm.

42/ŞÛRÂ-5: Tekâdus semâvâtu yetefattarne min fevkıhinne vel melâiketu yusebbihûne bi hamdi rabbihim ve yestagfirûne li men fîl ard(ardı), e lâ innellâhe huvel gafûrur rahîm(rahîmu).

Gökler neredeyse üstlerinden parçalanacak. Ve melekler, Rab’lerini hamd ile tesbih ederler, yeryüzündeki kişiler için mağfiret dilerler. Allah, gerçekten Gafûr (mağfiret eden) ve Rahîm’dir (Rahîm esmasıyla tecelli eden), öyle değil mi?



tekâdu: Neredeyse oluyordu, az kalsın oluyordu.

es semâvâtu: Semalar, gökler.

yetefattarne: Parçalanıyor, ayrılıyor.

min: -den.

fevkı-hinne: Onların üstünde.

ve el melâiketu: Ve melekler.

yusebbihûne: Tesbih ediyorlar.

bi hamdi: Hamd ile.

rabbi-him: Onların Rabbi.

ve yestagfirûne: Ve istiğfar ediyorlar, mağfiret diliyorlar.

li men: O kimse için.

fî: -de, içinde.

el ardı: Arz, yeryüzü, yer.

e lâ: (Öyle) değil mi?

inne: Muhakkak ki, gerçekten.

allâhe: Allah.

huve: O.

el gafûru: Gafûr, mağfiret eden.

er rahîmu: Rahîm, Rahîm esmasıyla tecelli eden.


“Gökler, neredeyse üstlerinden parçalanacak. Ve melekler, Rabb’lerini hamd ile tesbih ederler, yeryüzündeki kişiler için mağfiret dilerler. Allah, gerçekten Gafûr (mağfiret eden) ve Rahîm’dir (Rahîm esmasıyla tecelli edendir), öyle değil mi?”


Öyleyse Allahû Tealâ, göklerin parçalanacağı ve meleklerin Rabb’lerini hamd ile tesbih ettikleri bir sahneden bahsediyor. Melekler, arşı tutan melekler ve onların etrafındaki kişi, yeryüzündeki kişiler için mağfiret dilerler.


Öyleyse ne demek istiyor Allahû Tealâ? Allah, mağfiret edendir. Bir evvelki âyette de söylemiştik. Allahû Tealâ’nın… Bir evvelki âyet diyoruz ama o, bir evvelki surede kaldı, Fussilet Suresinde kaldı. Onun için o âyeti burada tekrar kullanalım, Mu’min Suresi 7. âyet-i kerime:

40/MU'MİN-7: Ellezîne yahmilûnel arşa ve men havlehu yusebbihûne bi hamdi rabbihim ve yu’minûne bihî ve yestagfirûne lillezîne âmenû, rabbenâ vesi’te kulle şey’in rahmeten ve ilmen fagfir lillezîne tâbû vettebeû sebîleke ve kıhim azâbel cahîm(cahîmi).

Arşı tutan melekler ve onun etrafındaki kişi (devrin imamı), Rab'lerini hamd ile tesbih ederler ve O'na îmân ederler. Ve âmenû olanlar için (Allah'tan) mağfiret dilerler: “Rabbimiz, Sen herşeyi rahmetle (rahmetinle) ve ilimle (ilminle) kuşattın. Böylece (mürşidin önünde) tövbe edenleri ve Senin yoluna (Sıratı Mustakîm'e) tâbî olanları mağfiret et (günahlarını sevaba çevir). Onları cehennem azabından koru!”



“Arşı tutan melekler ve onun etrafındaki kişi, yeryüzünde olan bazı insanlar için Allah’tan mağfiret dilerler. Derler ki: ‘Yâ Rabbi! Senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. Kim, tövbe eder de tâbî olur da (mürşide tâbî olur da) Senin yoluna girerse (ruhu Sıratı Mustakîm’e ulaşırsa), Sen onlara mağfiret eyle (onların günahlarını sevaba çevir) ve onları, cehennem azabından koru.”

Öyleyse Allahû Tealâ burada: “Gafûr’dur (mağfiret edendir) ve Rahîm’dir (Rahîm esmasıyla tecelli edendir).” Çünkü Allahû Tealâ’nın Rahîm esmasıdır ki; o tecelli ile Râhim esmasıyla tecelli ile Allahû Tealâ bir sonuçtan bahsediyor.


Öyleyse Allahû Tealâ’nın dizaynında Allahû Tealâ, mağfiret sahibi olduğunu söylüyor. Günahları sevaba çevirdiğini söylüyor.


Ve Şûrâ Suresi, 6. âyet-i kerime:

42/ŞÛRÂ-6: Vellezînettehazû min dûnihî evliyâllâhu hafîzun aleyhim ve mâ ente aleyhim bi vekîl(vekîlin).

Ve onlar, O’ndan (Allah’tan) başka dostlar edindiler. Allah, onların üzerine Hafîz’dir (yaptıklarını hayat filmlerinde muhafaza eder). Ve sen, onlara vekil değilsin.



ve ellezîne: Ve onlar.

ittehazû: İttihaz ettiler, edindiler.

min: -den.

dûni-hi: O’ndan başka.

evliyâ: Velîler, dostlar.


Yani: “Allah’tan başka dostlar (velîler) edindiler.”


allâhu:
Allah.

hafîzun: Muhafaza eden, gözeten.

aleyhim: Onlara, onların üzerine.

ve mâ: Ve değil.

ente: Sen.

aleyhim: Onlara, onların üzerine.

bi vekîlin: Vekil.


“Ve onlar, O’ndan (Allah’tan) başka dostlar edindiler (putlara taptılar). Allah, onların üzerine Hafîz’dir (Allah, onların yaptıklarını hayat filmlerinde muhafaza eder). Ve sen, onlara vekil değilsin.”


“Ve sen, onlara vekil değilsin.”


Ne demek istiyor? Putlara tapanlar, Allah’tan başka dostlar ediniyorlar. Putları tapınacak olan şeyler olarak ediniyorlar. Ama Allahû Tealâ’nın kiramen kâtibîn melekleri, onların hayat filmlerini çekiyor ve yaptıklarını hayat filmlerinde muhafaza ediyor. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’se, Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin üzerine bir vekil değildir. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e inansalardı, Allah’a ulaşmayı dileselerdi, O’na tâbî olacaklardı ve O’nu, Allah’a ulaşmayı diledikleri andan itibaren zaten vekil ittihaz edeceklerdi. Yani ona tevekkül edeceklerdi, Allah’a da tevekkül edeceklerdi.


Şûrâ Suresinin 7. âyet-i kerimesine ulaşıyoruz:


Bismillâhirrahmânirrahîm.

42/ŞÛRÂ-7: Ve kezâlike evhaynâ ileyke kur’ânen arabiyyen li tunzire ummel kurâ ve men havlehâ ve tunzire yevmel cem’i lâ reybe fîh(fîhi), ferîkun fîl cenneti ve ferîkun fîs saîr(saîri).

İşte böylece sana, Arapça Kur’ân’ı vahyettik, şehirlerin anasını (Mekke halkını) ve onun etrafındakileri, hakkında şüphe olmayan toplanma günü (kıyâmet günü) ile uyarman için. Onların bir kısmı cennette ve bir kısmı alevli ateştedir (cehennemde)dir.


ve:
Ve.

kezâlike: İşte böyle, böylece.

evhaynâ: Biz vahyettik.

ileyke: Sana.

kur’ânen: Kur’ân.

arabiyyen: Arapça.

li tunzire: Uyarman için.

umme el kurâ: Şehirlerin anası (Mekke halkı).

ve men: Ve kimse(ler)

havle-hâ: Onun etrafında.

ve tunzire: Ve uyarırsın.

yevme el cem’i: Toplanma günü.

lâ reybe: Şüphe yoktur.

fî-hi: Onun hakkında.

ferîkun: Bir kısım, bir grup.

fî: -de, içinde.

el cenneti: Cennet.

ve ferîkun: Ve bir kısım, bir grup.

fî: -de, içinde.

es saîri: Alevli ateş, cehennem.


Şimdi bakıyoruz cümlelere, Allahû Tealâ buyuruyor:


“İşte böylece sana Arapça Kur’ân’ı vahyettik, şehirlerin anasını (Mekke halkını) ve onun etrafındakileri (etraftaki şehirlerdeki halkları), hakkında şüphe olmayan toplanma günü (kıyâmet günü) ile uyarman için. Onların bir kısmı cennette ve bir kısmı alevli ateştedir (cehennemdedir).”

Öyleyse Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’i evvelâ, Mekke halkını uyarması için ve cehennemin var olacağı kıyâmet gününden onları haberdar etmesi için, uyarması için ve sonucu da biliyor Allahû Tealâ: Mekke halkından bir kısmı, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî olacak, gidecekleri yer cennet olacak. Ama bir kısmı, çılgınca yanan ateşin içinde olacaklar.

Biliyorsunuz, Peygamber Efendimiz (S.A.V), birçok savaştan sonra tekrar Mekke’ye dönüp işgal etmiştir ve gene de işgal ettikten sonra da onun içinde kâfirler hep yaşamaya devam ettiler. Sahâbenin arasında da gene kâfirler yani münafıklar hep var olmuştur; cehenneme gidecek olanlar.


Ve Şûrâ Suresi  8. âyet-i kerime:

42/ŞÛRÂ-8: Ve lev şâallâhu le cealehum ummeten vâhıdeten ve lâkin yudhilu men yeşâu fî rahmetih(rahmetihî), vez zâlimûne mâ lehum min velîyyin ve lâ nasîr(nasîrin).

Eğer Allah dileseydi, onları mutlaka tek bir ümmet kılardı. Ve lâkin dilediği kimseyi rahmetinin içine koyar ve zalimler için bir velî (dost) ve yardımcı yoktur.



ve lev: Ve eğer.

şâe: Diledi.

allâhu: Allah.

le: Elbette, mutlaka.

ceale-hum: Onları kıldı, yaptı.

ummeten: Ümmet.

vâhıdeten: Bir.

ve lâkin: Ve lâkin, fakat.

yudhilu: Dahil eder, koyar.

men: Kim, kimse.

yeşâu: Diler.

fî: -de, içinde.

rahmeti-hi: Onun rahmeti.

ve ez zâlimûne: Ve zalimler.

mâ: Yok.

lehum: Onlar için, onlara.

min: -den.

velîyyin: Velî, dost.

ve lâ: Ve yoktur.

nasîrin: Yardımcı.


“Eğer Allah dileseydi, onları tek bir ümmet kılardı. Ve lâkin dilediği kimseyi rahmetinin içine koyar ve zâlimler için bir velî (dost) ve yardımcı yoktur.”


Öyleyse insanlar sadece ikiye ayrılırlar: Allah’a ulaşmayı dileyenler ve dilemeyenler.


Allah’ın rahmetinin içine konulacaklar, Allah’a ulaşmayı dileyenlerdir sadece. Geri kalanlar, Allah’ın Rahîm esmasıyla tecellisine muhatap olamazlar. Allah’ın rahmetinin içine konulmaları da hiçbir şekilde mümkün değildir.


Öyleyse: “Tek bir ümmet kılardı.” Allahû Tealâ dileseydi ne yapardı? Dileseydi, hepsi Allah’a ulaşmayı dilerdi ve Allahû Tealâ onların hepsini tek bir ümmet yapardı. Hepsine, Allahû Tealâ ulaşmayı diletirdi ve hepsi kurtuluşa ulaşırdı. Ama sadece dilediği kişiyi rahmetinin içine koyuyor. Allah’ın o dilediği kişi, Allah’a ulaşmayı dileyen kişidir. Allahû Tealâ En’âm Suresinin 125. âyet-i kerimesinde: “Allah kimi Kendisine ulaştırmayı dilerse.” diyor.

6/EN'ÂM-125: Fe men yuridillâhu en yehdiyehu yeşrah sadrahu lil islâm(islâmi), ve men yurid en yudıllehu yec’al sadrahu dayyikan haracen, ke ennemâ yassa’adu fîs semâi, kezâlike yec’alûllâhur ricse alâllezîne lâ yu’minûn(yu’minûne).

Öyleyse Allah kimi Kendisine ulaştırmayı dilerse onun göğsünü yarar ve (Allah’a) teslime (İslâm’a) açar. Kimi dalâlette bırakmayı dilerse, onun göğsünü semada yükseliyormuş gibi daralmış, sıkıntılı yapar. Böylece Allah, mü’min olmayanların üzerine azap verir.



“Allah, kimi Kendisine ulaştırmayı dilerse…”


*Önce kim Allah’a ulaşmayı dilerse onlar, dalâletten kurtulanlardır.

*Kim Allah’a ulaşmayı dilerse, Allah da onları Kendisine ulaştırmayı diler.

*Kim Allah’a ulaşmayı dilemezse Allah da onları Kendisine ulaştırmayı dilemez.


fe men yuridillâhu en yehdiyehu yeşrah sadrehu lil islâmi
: Allah kimi Kendisine ulaştırmayı dilerse onların göğsünü şerh eder (yarar) ve İslâm’a açar.


“Allah kimi Kendisine hidayet etmeyi (Kendisine ulaştırmayı) dilerse, onları rahmetinin ve fazlının içine koyar.”


İşte burada Allahû Tealâ: “Dilediği kişiyi rahmetinin içine koyar.” diyor.


Bu dilediği kişi, Allah’a ulaşmayı dileyen kişidir. Biz Allah’a ulaşmayı dilersek, Allahû Tealâ da bizi Kendisine ulaştırmayı diliyor, mutlaka Kendisine ulaştırıyor.


Öyleyse: “fe men yuridillâhu en yehdiyehu yeşrah sadrehu lil islâmi.” diyor Allahû Tealâ, “Allah kimi Kendisine ulaştırmayı dilerse onun göğsünü yarar (şerh eder) İslâm için (onun Allah’a teslim olması için).” Ve oradan geçen rahmetle Allah, o kişiyi rahmetinin içine koyar. Kişi zikir yapar; Allah’ın katından gelen rahmet, o kişinin göğsüne gelir, göğsünden kalbine ulaşır ve kalbinin içine %2 oranında rahmet gelir ve yerleşir. Bu, Allahû Tealâ’nın o kişiyi rahmetinin içine koyması hâlidir.


Sevgili izleyenler, dinleyenler, sevgili kardeşlerim, sevgili öğrenciler, Kur’ân-ı Kerim Tefsiri konusundaki dersimiz burada inşaallah tamamlanıyor.


Allahû Tealânın hepinizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını, Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi inşaallah burada bitiriyoruz.


İmam İskender Ali  M İ H R