}
Fizik Vücut, Nefs ve İradenin Teslimi (Ramazan Sohbetleri) 18.10.2004
Mp4 Mp3 Link

Sohbet Kodu: 108496

SOHBETİN ADI:RAMAZAN SOHBETİ - FİZİK VÜCUT, NEFS VE İRADENİN TESLİMİ
TARİHİ:. 18.10.2004


Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, sevgili izleyenler, dinleyenler ve öğrenciler! Allahû Tealâ’nın hepinizi sonsuz mutluluklara ulaştırması duamızla başlarız inşaallah. Konumuz: Fizik vücudun (vechin), nefsin ve iradenin Allah'a teslimi.

Baştan başlayalım ve hemen konumuza ulaşalım.

1. basamakta, insanlar evvelâ olayları yaşıyorlar. Sonra olayları değerlendiriyorlar ve tavırlarını ortaya koyuyorlar. Bir kısmı Allahû Tealâ tarafından seçiliyor. Allah'a ulaşmayı dilemeyenler de seçiliyor ama onlardan bir kısmı seçilmiyor. Allah'a ulaşmayı dilemeyenlerin o seçilmeyen kısmı, kendileri Allah'a ulaşmayı dilemedikten başka, başka insanların da Allah'a ulaşmasına mani olmaya çalışanlardır. Onlar seçilmezler. 2. basamakta seçilenler, insanların %10’nundan azdır. Seçilenlerden kim Allah'a ulaşmayı dilerse o, 3. basamağa yükselir.

4. basamakta, Allah'ın Rahmân esmasıyla tecellisini görüyoruz. Kim seçilmişse onların Allah'a ulaşması garanti değildir. Seçilenlerden sadece Allah'a ulaşmayı dileyenler, Allah'a ulaşacaklardır. Ama dileyenlerin hepsi, eğer hayatları devam edecekse 5-6 aylık zaman devresinde ulaşacaktır. Ve Allah, Rahmân esmasıyla tecelli eder. Kimlere eder? Sadece Allah'a ulaşmayı diyenlere. Bu Rahmân esmasıyla tecelli; biz insanların gözlerindeki hicab-ı mestureyi, kulaklarındaki vakrayı, kalplerindeki ekinneti alır. Görme hassasının üzerindeki gışaveti kaldırır. İşitme hassasındaki mührü açar. İdrak hassasındaki mührü de açar. Ve kalpteki o “ekinnet” adı verilen sistemi geri alan Allahû Tealâ, kalbe “ihbat” koyar. Böylece kişi işiten, gören ve idrak eden birisi olur. Neyi? Şu dünya hayatını mı? Hayır, dünya hayatındaki irşad makamının zatını ve söylediklerini işiten, bilen ve gören birisi olur. Artık onun alelade bir insan olmadığını, irşad makamının sahibi olduğunu anlar. Ve söylediklerinin mânâsını kavrar, ondan sonra da idrak eder. Burası, bizi 7. basamağa ulaştırmıştır.

8. basamakta, Allah kalbimize ulaşır.
9. basamakta, Allah kalbimizin nur kapısını Allah'a çevirir.
10. basamakta, Allah göğsümüzü yarar, göğsümüzden kalbimize bir nur yolu açar. Ve zikir yapmaya başlayınca, kalbimize Allah'ın nurları girmeye başlar. Zikir yapınca, kalbimize bu aşamada sadece rahmet nuru girer. Ve bu rahmet nuru %2’yi bulduğu zaman, huşûya ulaşırız. Zaten rahmet nurunun daha fazla yükselmesi mümkün değildir. Bu huşû noktasında kişi, Allah'a ulaşmayı dileyen birisi olarak, Allah'a ruhunu mutlaka ulaştıracağına kesin olarak inanan biridir. Bu kişi, bu noktada mürşide ulaşmak için hazır hale gelmiştir. Çünkü huşû sahibi olmuştur. Allahû Tealâ mürşidin istenmesi konusunda diyor ki:

2/BAKARA-45: Vesteînû bis sabri ves salât(salâti), ve innehâ le kebîratun illâ alâl hâşiîn(hâşiîne).

(Allah’tan) sabırla ve namazla istiane (özel yardım) isteyin. Ve muhakkak ki o (hacet namazı ile Allah’a ulaştıracak mürşidini sormak), huşû sahibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir.


“Mürşidinizi Allah'tan isteyin. Bu zor bir iştir. Fakat huşû sahipleri için zor değildir.” Yani “Allahû Tealâ, onlara talep ettikleri zaman mürşidlerini gösterir.” diyor.

Bu huşû sahibi insan kimdir? Allah'a ulaşmayı dilemiş olan, diledikten sonra Allah'ın yardımını alan ve göğsünden kalbine nur yolu açılıp, kalbinde %2 rahmet birikimi gerçekleşen kişidir. Bu kişi huşû sahibi olmuştur. Huşû sahibi olanlar için, mürşidin Allah’tan hacet namazı kılınarak istenmesi sonucunda mürşide ulaşılması kesindir. Allahû Tealâ bu kişiyi mürşidine ulaştırır. Ulaştığı noktadan itibaren de ruhun yolculuğu başlar. Ruh, vücuttan ayrılır ve nefs tezkiyesine paralel olarak Allah'a doğru “seyr-i sülûk” isimli bir yolculuğu gerçekleştirir.

Nefsin kalbinde ilk %7 fazl birikiminde, bu kişinin ruhu birinci gök katına ulaşır. O kişi Nefs-i Emmare’dedir. İkinci %7 fazl birikiminde ikinci gök katına ulaşır. Burası Nefs-i Levvame’dir. Üçüncü %7 fazl birikiminde, Allah'a doğru olan yolculuğunda ruh, üçüncü kata ulaşır. Burası Nefs-i Mülhime’dir. Kişi Allah'tan ilham almaya başlamıştır. Sonra nefsin kalbindeki nurlar dördüncü defa %7 artar. Kişi Nefs-i Mutmainne’ye ulaşır. Artık mutmaindir, tatmin olmuştur, doymuştur. Allah'ın verdiklerine yeterli olarak bakmaktadır. Beşinci defa %7 fazl birikiminde kişi, Nefs-i Radiye’dedir; Allah'tan razı olmuştur. Altıncı defa %7 fazl birikiminde, kişi Nefs-i Mardiyye’dedir. Allah da ondan razı olmuştur. Yedinci %7 fazl birikiminde, kişinin ulaşacağı yer tezkiyedir.

Kişinin nefsinin kalbinde evvelâ %2 rahmet birikimi olmuştu. 7 defa daha %7 fazl birikimi olunca 49+2=%51 oldu. %51 nur birikimiyle, bu kişinin ruhu Allah'a ulaşır. Bu, ruhun Allah'a ulaşmasıdır. 21.basamakta, ruhumuz Allah'a ulaşır.

Bildiğiniz gibi ruhumuz bir emanetti. Allahû Tealâ diyordu ki:

33/AHZÂB-72: İnnâ aradnâl emânete alâs semâvâti vel ardı vel cibâli fe ebeyne en yahmilnehâ ve eşfakne minhâ ve hamelehal insân(insânu), innehu kâne zalûmen cehûlâ(cehûlen).

Muhakkak ki Biz, emaneti göklere, arza ve dağlara arz ettik (sunduk, teklif ettik). Onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular. Ve insan onu yüklendi. Muhakkak ki o (nefs), çok zalimdir, çok cahildir.


“Biz emaneti yere, dağlara, göklere teklif ettik. Onlar, emaneti yüklenmekten kaçındılar. Ama insan emaneti kabul etti. O insan ki cahildir ve nankördür.”

Anlaşılıyor ki “ruh” adı verilen emaneti, fizik vücut ve nefs beraberce almışlar. Çünkü cehalet ve nankörlük, nefse ait iki faktör. Allahû Tealâ burada, mekân olan fizik vücudu da o mekânın içinde bir rehine olan nefsi de ifade ediyor. Niçin Allahû Tealâ nefse “rehine” diyor da ruha demiyor? Çünkü ruh, dilediği zaman fizik vücudun dışına çıkar, dilediği zaman içine girer. Bu giriş ve çıkıştan fizik vücudun haberi dahi olmaz. Ama nefs, fizik vücut uyanıkken onun dışına çıkamaz. Sadece 3 halde çıkabilir; uyku hâli, baygınlık hâli, bir de ölüm hâli.

İşte sevgili kardeşlerim! Konumuz; ruhumuzdan sonra fizik vücudun Allah'a teslimi.

22. basamakta fenâfillâh oluruz. Yani Allah'ın Zat’ı, ruhumuza meab olur, sığınak olur. Ruh, Allah'a ulaşmış ve sığınmıştır; 22. basamaktayız. Nefsimizin kalbindeki nurlar %51’i aştı. Allahû Tealâ’ya ruhumuzun ulaşmasından sonra, Allah’ın Zat’ı ruhumuza meab (sığınak) olduğu noktadan itibaren zikrimiz artacaktır. Ama zaten o noktadan evvel de artmaktaydı. Ruhun Allah'a ulaşması, 33 bin zikirdedir. Bir kişi normal standartlarda 5-6 ay içerisinde buraya ulaşabilir. Bu noktadan sonrası, fizik vücudun teslimidir. Nefsimizin kalbindeki fazl ve rahmet toplamı %51’den yukarıya çıkar ve %61’e ulaştığı zaman, bizim için yeni bir devir başlayacaktır. Aslında ruhumuzun Allah'ın Zat’ında yok olması da %51’lik nur birikiminin artmasının ve %51’in ötesine geçmesinin işaretini taşıyor. Allahû Tealâ, ruhumuz için bir meab oluyor, sığınak oluyor. Allahû Tealâ Nebe Suresinin 39. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:

78/NEBE-39: Zâlikel yevmul hakku, fe men şâettehaze ilâ rabbihî meâbâ(meâben).

İşte o gün (mürşidin eli Hakk'a ulaşmak üzere öpüldüğü ve ona tâbî olunduğu gün), Hakk günüdür. Dileyen (Allah'a ulaşmayı dileyen) kişi, kendisine Rabbine ulaştıran (yolu, Sıratı Mustakîm'i) yol ittihaz eder. (Allah'a ulaşan kişiye Allah) meab (sığınak, melce) olur.


“İşte o gün Hakk günüdür. O gün dileyen kişi, kendisine Allah'a doğru bir yol ittihaz eder. Kimin ruhu Allah'a ulaşırsa, Allah o kişinin ruhu için meab olur, sığınak olur.”

Öyleyse ruhumuzun Allah’a meab olduğu, sığınak olduğu bir noktadayız. Zikrimizi giderek arttırıyoruz. Nefsin kalbindeki artan nurlar sebebiyle, fizik vücudun teslimi yönünde yol almaya başlıyoruz. Ne zaman nefsimizin kalbindeki nurlar %51’den 61’e ulaşırsa, o zaman Allahû Tealâ o kişiye bir altın taht ihsan eder. İndi İlâhi’de, Allahû Tealâ’nın huzurundaki altın tahtlardan biri o kişiye verilir. En’âm Suresinin 127. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ, böyle olan insanlar için diyor ki:

6/EN'ÂM-127: Lehum dârus selâmi inde rabbihim ve huve veliyyuhum bimâ kânû ya’melûn(ya’melûne).

Rab’lerinin katında onlar için selâm yurdu (teslim yurdu) vardır. Yapmış olduklarından dolayı, O (Allah), onların dostudur.


“Onlara Allah'ın indinde, Allah'ın huzurunda selâm yurdu vardır.”

Allah'ın huzurunda tahtlar ihsan edilir. Bu tahtların ihsanıyla kişinin nefsinin kalbi, kesinlikle nur birikiminde %61’i aşmıştır. Kişi, nefsinin kalbini %100 nurlarla doldurmak üzere, güzele doğru, daimî zikre doğru yaklaşıyor. Ve bu kişi daha çok zikir yapmaya başlıyor. Bir gün zikri, günün yarısını aşıyor. Her gün kişi, 24 saatlik bir zaman parçasında zikrettiği zamanla zikretmediği zamanı karşılaştırdığında bakıyor ki; zikrettiği süre zikirsiz geçen süreyi tamamen aşmış durumda. Öyleyse bu noktada zikirsiz geçen sürenin, zikirli süreden daha az olması, kişinin artık bu dünyada Allah'a yönelik işlevinin, dünyaya yönelik işlevinden daha fazla olduğu neticesine ulaştırıyor bizi. Bu, zühdü ifade eder. Kişi zahid olmuştur.

Zahid olan kişinin hüviyeti nedir? Her gün 12 saatten daha fazla zikretmesi. Böyle olan kişiler, zahid olmak noktasına gelmişlerdir. Daimî zikre ulaşmadan evvel kişinin zikri günün yarısını aştığında, o kişinin özelliği, nefsinin kalbinde %71’den fazla nur birikiminin gerçekleşmesidir. Bu nur birikiminin tahakkuku, o kişinin zühd makamının sahibi olduğunu gösterir. Zühd makamı, Kur'ân-ı Kerim'de Yûsuf Suresinde negatif zühd olarak kullanılmak suretiyle şekle bağlanmış. Allahû Tealâ, Hz. Yusuf ve kardeşleri hakkında buyuruyor ki:

12/YÛSUF-20: Ve şerevhu bi semenin bahsin derâhime ma’dûdetin, ve kânû fîhi minez zâhidîn(zâhidîne).

Ve onu (Yusuf’u), az bir fiyatla, birkaç dirheme sattılar. Çünkü; ona karşı zahidlerden idiler.


“Onlar Yusuf’a karşı zahiddiler. Onu birkaç dirheme sattılar.”

Zahid yani değersiz olmak. Ama pozitif zühdde değerli olanı buluyoruz. O, zikrimizin günün yarısını aşması halidir. Burada pozitif zühd söz konusu.

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Zühd makamında kişi, %71’den ileri doğru zikrini arttırmaya devam eder. Ne zaman nefsinin kalbindeki nurlar %81’i bulursa, bu noktada kişinin fizik vücudu Allah'a teslim olmuştur. Nisâ Suresinin 125. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:

4/NİSÂ-125: Ve men ahsenu dînen mimmen esleme vechehu lillâhi ve huve muhsinun vettebea millete ibrâhîme hanîfâ(hanîfen). Vettehazallâhu ibrâhîme halîlâ(halîlen).

Ve hanif olarak Hz. İbrâhîm’in dînine tâbî olmuş ve vechini (fizik vücudunu) Allah’a teslim ederek muhsin olan kimseden, dînen daha ahsen kim vardır. Ve Allah, Hz. İbrâhîm’i dost edindi.


ve men ahsenu dînen mimmen esleme vechehu lillâhi ve huve muhsinun: O kişi ki vechini (fizik vücudunu) Allah'a teslim etmiş ve muhsinlerden olmuştur. Ondan, fizik vücudu daha ahsen olan kim vardır?

vettehazallâhu ibrâhîme halîlâ(halîlen): ve Allahû Tealâ, Hazreti İbrâhîm’i Kendisine dost kıldı.

Bir insan ancak hanif olarak fizik vücudunu Allah'a teslim edebilir. Hanif olmak; İslâm olmak demektir. Ruhun Allah'a teslimi de hanif standartlarında gerçekleşiyor. Fizik vücudun Allah'a teslimi de hanif standartlarında gerçekleşiyor. Nefsin Allah'a teslimi de hanif standartlarında gerçekleşiyor. Bütün teslimler hanif dîninin bir parçasını oluşturur. Zaten kâinatta başka bir dîn de hiç olmamıştır.

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Fizik vücudumuzun teslimi nereden belli olur? Fizik vücudun teslimine ulaştığımız zaman, daha nefsin kalbinde %19 karanlık vardır. Afetler %19 duruyor. Ama bu %19 afete, fizik vücut hiç mi hiç aldırmaz. %81’den giderek artan, daha öteye doğru, yukarı doğru yükselen nurlar, fizik vücudun serbest hareket etmesini sağlayabilecek bir ortamı oluştururlar. O geriye kalan %19, daha sonra %18, %17 diye giderek azalan afetlere fizik vücut hiç aldırmaz, onları kale almaz, dikkate almaz. Nefsin afetlerinin ne kadar itirazları olursa olsun, fizik vücut Allah’ın emirlerini mutlaka yerine getirir, yasak ettiği fiilleri de asla işlemez. İşte bu, fizik vücudun Allah'a teslimidir. Bu teslimden sonrası daimî zikirdir.

Burada bir soru sormalıyız: Fizik vücudun teslimi yani ahdimizin gerçekleşmesi üzerimize farz mı? Allahû Tealâ öyle söylüyor, diyor ki:  

36/YÂSÎN-60: E lem a’had ileykum yâ benî âdeme en lâ ta’budûş şeytân(şeytâne), innehu lekum aduvvun mubîn(mubinun).

Ey Âdemoğulları! Ben, sizlerden şeytana kul olmayacağınıza dair ahd almadım mı? Muhakkak ki o (şeytan), size apaçık bir düşmandır.

36/YÂSÎN-61: Ve eni’budûnî, hâzâ sırâtun mustekîm(mustekîmun).

Ve Ben, sizden Bana kul olmanıza (dair ahd almadım mı?) Bu da Sıratı Mustakîm (üzerinde bulunmak)tır.


“Ey Âdemoğulları (fizik vücutlar)! Ben sizlerden ahd almadım mı, şeytana kul olmayacaksınız diye? Çünkü şeytan, sizlere apaçık bir düşmandır. Ve Ben sizden, Bana kul olacaksınız diye ahd almadım mı? Bu da Sıratı Mustakîm’dir.”  

Öyleyse Yâsîn Suresinin 60 ve 61. âyet-i kerimelerinde Allahû Tealâ, bütün fizik vücutları Allah'a kul olmaya çağırıyor. Allah'a kul olmak; fizik vücudu Allah'a teslim etmektir. Teslim, kayıtsız şartsız Allah'a bağlığı ifade eder. Ve Allah'ın bütün emirlerine itaat eden, yasak ettiği hiçbir fiili işlemeyen bir insan oluşur. Burası, fizik vücudumuzun Allah'a teslim edildiği noktadır.

Fizik vücudun teslimi nereden anlaşılır? Kişi, içerisinde rezistansı, karşı çıkışı hisseder fakat iradesi devreye girer, mücadele eder ve kazanır. Allahû Tealâ, o fizik vücutlarını teslim edenlerden “öfkelerini yutanlar” diye bahsediyor.

3/ÂLİ İMRÂN-134: Ellezîne yunfikûne fîs serrâi ved darrâi vel kâzımînel gayza vel âfîne anin nâs(nâsi), vallâhu yuhibbul muhsinîn(muhsinîne).

Onlar (muttekîler), bollukta ve darlıkta (Allah için) infâk ederler (verirler) ve onlar öfkelerini yutanlardır (tutanlardır) ve insanları affedenlerdir. Ve Allah, muhsinleri sever.


“Onlar ki öfkelerini yutarlar. Onlar muhsinlerdir.”

Demek ki nefislerinin hâlâ afetleri var ama olaylar karşında afetleri dikkate almıyorlar. Afet, kendisini hissettiriyor ama kişi onu dikkate almıyor. Afet, onun indinde bir şey ifade etmiyor. Ve kişi afetlerin varlığına rağmen Allah'ın emirlerini yerine getirmeye devam ediyor. İşte bu kişi fizik vücut olarak Allah'a teslim olmuştur, fizik vücudunu Allah'a teslim etmiştir ve muhsinlerden olmuştur. Allahû Tealâ bunu farz kılmış.

Peki, bütün sahâbe fizik vücutlarını Allah'a teslim ettiler mi? Evet, ettiler. Âli İmrân Suresinin 20. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:

3/ÂLİ İMRÂN-20: Fe in hâccûke fe kul eslemtu vechiye lillâhi ve menittebeani, ve kul lillezîne ûtûl kitâbe vel ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe innemâ aleykel belâgu, vallâhu basîrun bil ibâd(ibâdi).

Bundan sonra eğer seninle tartışırlarsa o zaman onlara de ki: “Ben ve bana tâbi olanlar vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah'a teslim ettik.” O kitab verilenlere ve ümmîlere: “Siz de vechinizi (fizik vücudunuzu) (Allah'a) teslim ettiniz mi?” de. Eğer teslim ettilerse, o taktirde, hidayete ermişlerdir. Ve eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir. Ve Allah, kullarını en iyi görendir.


“Habîbim! O ümmîlere ve kitap sahiplerine de ki: Ben ve bana tâbî olanlar, biz hepimiz fizik vücudumuzu (vechimizi) Allah'a teslim ettik.”

Bütün sahâbe, fizik vücutlarını da Allah'a teslim etmişler. Bundan evvel görmüştük ki ruhlarını da Allah'a teslim etmişlerdi. Allahû Tealâ sahâbe için diyor ki: “Onlar ruhlarını Allah'a teslim ettiler.” Yani “Hidayete erdiler.” Zumer Suresinin 18. âyet-i kerimesi; Allahû Tealâ sahâbe için diyor ki:

39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahsenehu, ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).

Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).


“Onlar sözü dinlerler, sözün ahsen olanına tâbî olurlar. Onlar hidayete erdiler.”

Biliyorsunuz, hidayete ermek; ruhun Allah'a ulaşmasıdır. Öyleyse bütün sahâbe Allah'a ulaşmayı dilemişler, bütün sahâbe ruhlarını Allah'a ulaştırmışlar ve bütün sahâbe fizik vücutlarını da Allah'a teslim etmişler.

Geriye ne kaldı sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım? Geriye nefsin teslimi ve daha sonraki teslim olan iradenin teslimi kaldı. Fizik vücudun teslimi, devam ederse insanı mutlaka bir yere ulaştıracaktır. O ulaştırdığı yer, nefsin teslim edildiği alanı intiba eder. Nefsin tesliminin temel şartı daimî zikirdir. Daimî zikre ulaşmadıkça, hiç kimse nefsini Allahû Tealâ’ya teslim edemez. Daimî zikre ulaşmadan herkes fizik vücudunu Allah'a teslim edebilir ama hiç kimse daimî zikre ulaşmadan nefsini Allah'a teslim edemez.

Öyleyse nefsin Allah'a teslim edileceği yeni bir merhale geliyor. Bu bapta sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Bakıyoruz; bir süre sonra insanoğlu daimî zikre ulaşmış. Ne olur ulaşırsa? Ulaşırsa ulûl’elbab olur. Allahû Tealâ Âli İmrân 190 ve 191’de buyuruyor ki:

3/ÂLİ İMRÂN-190: İnne fî halkıs semâvâti vel ardı vahtilâfil leyli ven nehâri le âyâtin li ulîl elbâb(ulîl elbâbı).

Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde, ulûl elbab için elbette âyetler (deliller) vardır.

3/ÂLİ İMRÂN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).

Onlar (ulûl elbab, lüblerin, Allah'ın sır hazinelerinin sahipleri), ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (daima) Allah'ı zikrederler. Ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve derler ki): "Ey Rabbimiz! Sen bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Sen Subhan'sın, artık bizi ateşin azabından koru.


li ulîl elbâb(ulîl elbâbı), yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim: Ulûl'elbab kullarım için ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah'ı zikretmek söz konusudur.

Öyleyse daimî zikre ulaşmak söz konusu. Bir insan daimî zikre ulaşırsa ne olur? Daimî zikre ulaşan kişi, ulûl’elbab olur. Bütün sahâbe ulûl’elbab olmuşlar mı? Elbette hepsi olmuşlar. Allahû Tealâ Zumer Suresinin 18. âyet-i kerimesinde, bütün sahâbenin ulûl’elbab olduklarını söylüyor. “Onlar hidayete erdiler” dedikten sonra buyuruyor ki: “Onlar ulûl’elbab oldular.”

Ulûl’elbab; lübblerin sahipleri demek.    

ulûl: Sahipleri.
elbâb: Lübb’ler.

Lübb’ler, 5 duyuyla algılanabilecek şeylerin ötesini ifade eder. Gaybı görmeyi, gaypten işitmeyi ifade eder. Kişi, kalbiyle bir davranış biçimi sergiler. Kalbinde bu hassanın oluşabilmesi için kişinin kalbinin afetlerden %100 kurtulmuş olması lâzım. İşte daimî zikir, kişinin nefsinin kalbini afetlerden %100 kurtarır. Daimî zikre ulaşmak, ulûl’elbab olmanın birinci ve temel şartıdır. Daimî zikre ulaşmayan hiç kimse ulûl’elbab olamaz. Nefsini Allah'a teslim etmenin birinci kademesi ulûl’elbabtır, ikinci kademesi ise ihlâstır. Kur'ân-ı Kerim’in 26 ve 27. basamakları. Burada kişi özellikler kazanır.

Kim daimî zikre ulaşmışsa;

Birinci özellik: O kişi daimî zikre ulaşmıştır.
 
İkinci özellik: Bu sebeple o kişinin kalbindeki bütün afetler yok olmuştur.
 
Neden? Çünkü kişi daimî zikre ulaştığı için, nefsinin kalbinin zülmanî kapısındaki mührün üzerine, devamlı olarak rahmetin, fazlın ve salâvâtın baskısı kesintisiz bir şekilde devam edeceği için, mühür zülmanî kapıdan ayrılmayacaktır. Karanlıklar nefsin kalbine asla giremeyeceklerdir. Böylece o kişinin nefsinin kalbi, daima %100 nurlarla dolu olacaktır. Afetlerin, o kişi üzerinde hiçbir hükmü kalmayacaktır.    

Öyleyse yeni bir evreye giriyoruz. Bu yeni evrede yeni bir dizayn söz konusu. Kişi daimî zikirde ve bu yüzden nefsinin kalbinde hiç afet kalmamış. Böyle olunca Allahû Tealâ, mutlaka o kişinin kalp gözünü açar (üçüncü özellik) ve kalp kulağını açar (dördüncü özellik).
 
Allahû Tealâ kişinin kalp gözünü açar, ona dilediği her şeyi gösterir ve kul, Allah'ın kendisine gösterdiklerini net olarak görür. Kişiye, renkli bir filmin renklerinden çok daha güzel renklerle donatılmış çok şeyler gösterilir.

Sonra Allahû Tealâ, o kişiyle konuşur, ona vahyeder. Daimî zikre ulaşan herkes vahye muhatap olur.

İnsanların öğrendikleri yanlışları siz bir kenara bırakın. Kur’ân doğrularından bahsedelim. Allahû Tealâ, Hz. Musa’nın annesine vahyetmiş. Kur'ân-ı Kerim’de Allahû Tealâ bunu iki yerde söylüyor. Tâhâ Suresinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:

20/TÂHÂ-38: İz evhaynâ ilâ ummike mâ yûhâ.

Vahyedilecek şeyi annene vahyetmiştik.


28/KASAS-7: Ve evhaynâ ilâ ummi mûsâ en erdıîh(erdıîhi), fe izâ hıfti aleyhi fe elkîhi fîl yemmi ve lâ tehâfî ve lâ tahzenî, innâ râddûhu ileyki ve câılûhu minel murselîn(murselîne).

Ve Musa (A.S)’ın annesine şöyle vahyettik: "Onu emzirmesini ve onun için korktuğu zaman onu nehre atmasını (bırakmasını). Ve sen korkma, mahzun olma (üzülme). Muhakkak ki Biz, onu sana döndüreceğiz. Ve onu mürselinlerden (resûllerden) kılacağız."


Allahû Tealâ, Hz. İsa’nın havarilerine vahyetmiş.

5/MÂİDE-111: Ve iz evhaytu ilâl havâriyyîne en âminû bî ve bi resûlî, kâlû âmennâ veşhed bi ennenâ muslimûn(muslimûne).

Ve havarilere; “Bana ve Resûl'üme îmân edin.” diye vahyettiğim zaman, onlar da “Îmân ettik ve bizim (Hakk'a) teslim olduğumuza şahid ol.” demişlerdi.


Allahû Tealâ, Hz. İsa’nın da annesine vahyetmiş.

3/ÂLİ İMRÂN-47: Kâlet rabbi ennâ yekûnu lî veledun ve lem yemsesnî beşer(beşerun), kâle kezâlikillâhu yahluku mâ yeşâ’(yeşâu) izâ kadâ emren fe innemâ yekûlu lehu kun fe yekûn(yekûnu).

(Hz Meryem): “Rabbim, benim çoçuğum nasıl olur? Bana bir beşer dokunmadı” dedi. (Allah şöyle buyurdu): “İşte böyle, Allah dilediğini yaratır. Bir emrin (işin) olmasını takdir ettiği zaman, sadece ona “ol!” der, o hemen olur.”


Ve Allahû Tealâ, ulûl’elbab olan herkese vahyettiğini, Kur'ân-ı Kerim'inde açık bir şekilde ifade ediyor.

21/ENBİYÂ-7: Ve mâ erselnâ kableke illâ ricâlen nûhî ileyhim fes’elû ehlez zikri in kuntum lâ ta’lemûn(ta’lemûne).

Ve senden önce, vahyettiğimiz rical (erkekler)den başkasını göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline (daimî zikrin sahiplerine) sorun.


Allahû Tealâ: “Senden evvel de erkeklerden vahyettiğimiz çok kişiler oldu.” diyor ve âyet-i kerimeyi şöyle bitiriyor: “Bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.” İşte buradaki muhteva bu standartlar altında cereyan ediyor.

Kişi 4 özelliğin sahibi:

1- Daimî zikrin sahibi.
2- Buna bağlı olarak, nefsinin kalbindeki bütün afetler yok olmuş.
3- Kalp gözü açılmış.
4- Kalp kulağı açılmış.

Bu 4 temel şart, 3 tane de sonuç şartı ortaya koyuyor:

1- O kişinin ehl-i tezekkür olması.
2- O kişinin ehl-i hayır olması.
3- O kişinin ehl-i hüküm olması, hikmet sahibi olması.

Allahû Tealâ buyuruyor ki:

2/BAKARA-269: Yu’til hikmete men yeşâu, ve men yu’tel hikmete fe kad ûtiye hayran kesîrâ(kesîren), ve mâ yezzekkeru illâ ulûl elbâb(elbâbi).

(Allah) hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse böylece ona çok hayır verilmiştir. Ve ulûl elbabtan başkası tezekkür edemez.


“Allah, hikmeti dilediğine verir.”
 
Aslında Allahû Tealâ ne zaman bu ifadeyi kullanırsa, arkasındaki muhtevaya dikkat edin. Hak eden kişidir, o. Allah'ın dilediği kişi, Allah onun üzerinde neyi tahakkuk ettirmişse, mutlaka onu hak etmiştir. Davranışlarıyla bu hedefe lâyık olmuştur ya da olmamıştır. İşte bu noktada kişi, Allahû Tealâ ile devamlı tezekkür etmek imkânının sahibi olduğu için, her konuyu müzakere etmek hakkının sahibi olduğu için, Allahû Tealâ’ya dilediği anda müracaat etmek ve ondan cevap almak hakkının sahibi olduğu için, Allahû Tealâ o kişiyi “ehl-i tezekkür” olarak vasıflandırıyor. Ehl-i zikir kelimesi de ehl-i tezekkür kelimesi de aynı mânâyı içerir; Allah ile tezekkür etmek, müzakere etmek, konuları konuşmak, aynı zamanda daimî zikrin sahibi olmak. Ama daimî zikrin sahibi olmak için Allahû Tealâ başka bir vasıf koyuyor; ehl-i hayır olmak.

Hayır; bize derecat kazandıran olaylardır. Bu kişi neden ehl-i hayır olmuştur? Çünkü daimî zikirdedir. Daimî zikirde olduğu için her saniye deracat kazanıyor. Öyleyse daimî bir şekilde hayır kazanıyor. Peygamber Efendimiz (S.A.V): “Âlimin uykusu, diğerlerinin namazından daha üst seviyededir.” diyor. Çünkü âlim, daimî zikrin sahibi olduğu için uyurken de her saniye kalbi hep “Allah” kelimesiyle çarpıyor. Devamlı olarak her saniye 700 derece kazanıyor. Öteki namaz kılsa, kazanacağı derece normal şartlarda 1’e 10’dur. Allah'ın yolundaysa sadece o işi yaparken kazanacaktır. Zaten ruhunu Allah'a ulaştırdığı andan itibaren kişi, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in âlim dediği standartların içine giriyor. O zaman o da 700 derece alıyor.

Öyleyse buradaki muhtevaya dikkatle bakın. Bu kişi, daimî zikri sebebiyle ehl-i hayır olmuştur. Allahû Tealâ onu hikmet sahibi kıldığı için bu kişi, ehl-i hüküm olmuştur. Hikmet sahibi olan kişi, mutlaka daimî zikrin sahibidir.

Daimî zikrin sahibi olan kişi hikmet sahibidir. Eğer bu kişi hâkimlik veya hakemlik yaparsa karar verirken mutlaka Allahû Tealâ’ya soracağı için, hükümleri Allah'tan alacağı emre göre tahakkuk eder. Bu, onun hüküm sahibi olması demektir, Allah tarafından hüküm sahibi kılınması demektir. Aynı zamanda bu kişi, bir Kur'ân-ı Kerim âyet-i kerimesine baktığı zaman onun hangi basamağa ait olduğunu net olarak bilir. O da onun, hüküm sahibi olduğunun; Kur’ân üzerinde hüküm sahibi olduğunun ifadesidir. Burası ulûl’elbab makamıdır ve bu kişiye yerlerin melekûtu yani 7 kat cehennem gösterilir. Cehennem; karanlık, ateşler içerisinde ve insanların devamlı işkence çektikleri bir yerdir. Bedenleri böyle bir fizik beden değildir; enerji bedendir. Ve bu sebeple ölemezler. Devamlı derileri yanar, etleri yanar, kemikten ibaret kalırlar. Ama Allahû Tealâ, yeniden devamlı bir şekilde et giydirir.

Sevgili kardeşlerim! Allah'ın dizaynına dikkatle bakın! Allah, Allahû Tealâ’nın bu seviye evliyasına, daimî zikre ulaşmış, hikmet sahibi evliyasına 7 kat cehennemi gösteriyor.  Muradı; onu kurtarmasının ne büyük bir ni'met olduğunu o Allah'ın evliyasına göstermek. 7 kat cehennemden sonra, bu kişiye zemin kat da ulûl’elbab makamında gösterilir. Zemin kattaki ana dergâh (devrin imamının dergâhı), o dergâhtaki insanlardan oluşan 10’arlık sıralar, altın paradan oluşan bir küme ve oradaki diğer varlıklar; meselâ cinler. İnsanların normal renklerine karşılık, cinlerin renkleri daima yeşil görünür.

Sevgili kardeşlerim! Bir bütünü oluşturuyor her şey. Zemin katın ana dergâhı da gösterilince, göğün 1. katı gösterilmeye başlanır. Bu demektir ki ulûl’elbab makamı sona ermiştir, ihlâs makamı başlamıştır. Kişiye evvelâ birinci gök katı gösterilir. 1. gök katında açıkta yapılan secde. Sonra 2. gök katı gösterilir; oradaki suvarılma havuzlarında suvarılma işlemi, 3. gök katında iki katlı bir mescidde yapılan secde, 4. gök katında Beyt-ül Makdes’in aslında secde, 5.gök katında Beyt-ül Haram'ın aslında secde, 6. gök katında sıbgatullah olma mahalli. Buz kalıbı gibi bir nurdan çıkan nurlarla, insanların yüzlerinin Allah'ın boyasıyla boyanması, çok açık beyaz gibi bir yeşilin insan ruhlarının yüzlerine yerleşmesi. Burası sıbgatullah olma mahallidir. Sonra 7. gök katının evvelâ girişi gösterilir. Bu bir altın kapıdır. Ana dergâhtaki altın kapının aynıdır. Ve o kapının altında 7 tane mermer merdiven söz konusu. O mermer merdivenlerin ötesinde, devrin imamının dergâhındaki altın kapının aynı orada da vardır. Tek kanatlı, tokmakları olmayan bir kapı. O kapı otomatik olarak açılır ve 7. kata çıkabilenler, o kapıdan içeriye hepsi birden girerler. 7. kata çıkamayanlar, 6. kata kadar çıkıp, devamlı 6. kattan geri dönerler. 7. kata çıkabilenler, 6. katın muhtevasını tamamlayıp da Allah’ın boyasıyla boyandıkları zaman artık derileri çatlamayanlardır. Onlar 7. katın mensupları arasına girerler.

7. katta, önce kader hücrelerine çıkılır (1.âlem). Soldan sağa bir sıra teşkil edilir. Sağ tarafta daima en kıdemli, en üstün olanlar yer alırlar. Sola doğru dizayn daha aşağı doğru bir gidiş gösterir.

Kader hücrelerini aştıktan sonra,
2.âlem; Ümmülkitap’tır.
3. âlem: Kudret Denizi’dir.
4. âlem: Makam-i Mahmud’dur.
5. âlem: Divan-i Salihîn’dir.
6. âlem    : Zikir Hücreleri’dir.
7. âlem: İndi İlâhi’dir.
    
İşte böyle bir dizayn söz konusu. Bunların hepsi kişiye gösterilir. Bu tamamlandığı zaman kişi artık, ihlâs makamının sahibi olur. 7 kat gökleri de görmüştür, göğün 7. katının 7 âlemini de görmüştür. Sidretül Münteha’yı gördüğü ana kadar bu kişi, ihlâs makamının sahibidir. Allahû Tealâ Beyyine Suresinin 5. âyet-i kerimesinde diyor ki:

98/BEYYİNE-5: Ve mâ umirû illâ li ya’budûllâhe muhlisîne lehud dîne hunefâe ve yukîmûs salâte ve yu’tûz zekâte ve zâlike dînul kayyimeh(kayyimeti).

Ve onlar, Allah için hanifler olarak dînde halis kullar olmaktan (nefslerini halis kılmaktan) ve namazı ikame etmekten ve zekâtı vermekten başka bir şeyle emrolunmadılar. İşte kayyum dîn (kıyâmete kadar devam edecek dîn) budur.


ve mâ umirû illâ li ya’budûllâhe muhlisîne lehud dîne hunefâe: Onlar emrolunmadılar. Allah'ın dîninde hanifler olarak muhlis kullar olmakla emrolundular.

İşte sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Muhlis kul olmak, hâlis kul olmak bu demek. Hangi noktada tamamlanıyor? O kişiye 7. âlemin İndi İlâhi’sindeki yani 7. katın 7. âleminin en yüksek noktası olan, en son noktası olan Sidretül Münteha, en sondaki ağaç, o muhteşem ağaç gösterildiği zaman, kişinin ihlâs makamı tamamlanmıştır. Çünkü kişi Tövbe-i Nasuh’a davet edilir. Tövbe-i Nasuh daveti, ihlâs makamının tamamlandığını gösterir.

Bütün sahâbe ihlâsa ulaşmış mıydı? Hepsi ulaşmıştı sevgili kardeşlerim! Bakara Suresinin 139. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:

2/BAKARA-139: Kul e tuhâccûnenâ fîllâhi ve huve rabbunâ ve rabbukum, ve lenâ â’mâlunâ ve lekum a’mâlukum ve nahnu lehu muhlisûn(muhlisûne).

De ki: “Allah hakkında bizimle mücâdele mi ediyorsunuz? Ve O, bizim de Rabbimizdir, sizin de Rabbinizdir. Ve, bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de size aittir. Ve biz, O'na muhlis olanlarız (dîni O’na hâlis kılanlarız).”


nahnu lehu muhlisûn(muhlisûne): (Deyin ki:) Biz (ler), muhakkak ki Allah’a muhlis olanlarız (O’nun için, Allah için muhlis olan kullarız).

Yani nefslerinin kalbini halis kılmış olan kullar. Bu insan, nefsinin kalbinde bütün afetler yok olduktan sonra, 14 mertebe müzeyyen olan bir kalbe sahiptir. Bir evvelki kademede olan (ulûl’elbab kademesindeki) kalbi 7 kademe müzeyyen olan kişidir. İhlâs kademesindeki kişi, nefsinin kalbi 14 kademe müzeyyen olan kişidir.

Tövbe-i Nasuh; Allah'ın huzurunda Allah'ın söylediklerini kelime kelime tekrar ederek gerçekleştirilen bir tövbedir. O tövbenin artık bundan sonra değiştirilmesi mümkün olmadığı için, o kişi asla değişmeyeceği için, tövbesini bozması mümkün olmadığı için bu tövbeye “Nasuh Tövbesi” denir. Değişmesi mümkün olmayan tövbe. Çünkü kişinin artık nefsinin afetleri yoktur ki dünyaya uysun da Allah'a karşı verdiği tövbeyi bozsun. Oradaki Tövbe-i Nasuh, kişiyi ihlâs makamından salâh makamına ulaştırır.

Salâh makamının 1. kademesi, Tövbe-i Nasuh’tur. Bu dediğimiz şartlar içerisinde gerçekleşir. Bunu Tahrîm Suresinin 8. âyet-i kerimesi söylüyor. Allahû Tealâ diyor ki:

66/TAHRÎM-8: Yâ eyyuhâllezîne âmenû tûbû ilâllâhi tevbeten nasûhâ(nasûhan), asâ rabbukum en yukeffire ankum seyyiâtikum ve yudhilekum cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru, yevme lâ yuhzîllâhun nebiyye vellezîne âmenû meahu, nûruhum yes'â beyne eydîhim ve bi eymânihim yekûlûne rabbenâ etmim lenâ nûrenâ vagfir lenâ, inneke alâ kulli şey'in kadîr(kadîrun).

Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı dileyenler)! Allah’a Nasuh Tövbesi ile tövbe edin! Umulur ki Rabbiniz, sizin günahlarınızı örter ve sizi altından nehirler akan cennetlere koyar. O gün Allah, nebîleri ve O’nunla beraber olanları mahzun etmez. Onların nurları, önlerinde ve sağlarında koşar. “Rabbimiz, bizim nurumuzu tamamla ve bize mağfiret et (günahlarımızı sevaba çevir). Muhakkak ki Sen, herşeye kaadirsin.” derler.


“O zaman Allah, peygamberini ve onunla beraber olanları utandırmayacaktır. Onlar nurları önlerinde ve sağlarında olarak yürürler. Ve derler ki: Yarabbi! Bizim nurumuzu tamamla ve bize mağfiret eyle.”

Allahû Tealâ: “Biz onların günahlarını örteriz.” diyor. Tövbe-i Nasuh’tan sonra salâh makamının 2. kademesi, günahların örtülmesidir.

3. kademe, o kişinin başının üzerine salâh nuru verilmesidir.

4. kademe ise o kişinin, mürşidine tâbî olduktan sonra işlediği günahların sevaba çevrilmesidir. Bu 4 makamın tamamlanmasıyla kişi, irşada ulaşır. Artık o, irşad edilmek konusunda ulaşılabilecek olan en yüksek noktaya ulaşmıştır. İrşad olmuştur.

Bütün sahâbe, irşad olmuşlar mıydı? Hepsi olmuşlardı. Allahû Tealâ, sahâbe için Hucurat Suresinin 7. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:

49/HUCURÂT-7: Va’lemû enne fîkum resûlallâh(resûlallâhi), lev yutîukum fî kesîrin minel emri le anittum ve lâkinnallâhe habbebe ileykumul îmâne ve zeyyenehu fî kulûbikum, ve kerrehe ileykumul kufre vel fusûka vel isyân(isyâne), ulâike humur râşidûn(râşidûne).

Ve aranızda Allah’ın Resûl'ü olduğunu biliniz. Eğer işlerin çoğunda size itaat etseydi, mutlaka sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah, size îmânı sevdirdi ve onu kalplerinizde müzeyyen kıldı. Küfrü, fıskı ve isyanı size kerih gösterdi. İşte onlar, onlar irşad olanlardır.


“Ey sahâbe! Biliniz ki aranızda Allah'ın resûlü var. Eğer o sizin söyleyeceklerinize uyacak olsaydı, bundan çok zarar görürdünüz. Ama Allah, size îmânı sevdirdi. Fıskı, küfrü, isyanı kerih gösterdi. İşte onlar, irşada ulaşanlardır.”

Bütün sahâbe irşada ulaşmışlar. İrşada ulaşmak farz mı? Allahû Tealâ Bakara Suresinin 186. âyet-i kerimesinde diyor ki:

2/BAKARA-186: Ve izâ seeleke ıbâdî annî fe innî karîb(karîbun) ucîbu da’veted dâi izâ deâni, felyestecîbû lî velyu’minû bî leallehum yerşudûn(yerşudûne).

Ve kullarım sana, Benden sorduğu zaman, muhakkak ki Ben, (onlara) yakınım. Bana dua edilince, dua edenin duasına (davetine) icabet ederim. O halde onlar da Bana (Benim davetime) icabet etsinler ve Bana âmenû olsunlar (Bana ulaşmayı dilesinler). Umulur ki böylece onlar irşada ulaşırlar (irşad olurlar).


“Sana Benden kullarım sorarlarsa de ki: Ben onlara yakınım. Bize dua edenin davetine icabet ederiz. Ama onlar da Bize ulaşmayı diledikleri, âmenû oldukları takdirde. Ve böylece onlar da irşada ulaşsınlar.”

Bütün sahâbe irşada da ulaşmış. Ve konunun sonuna geldik. En son kademe, 28. basamağın 5. kademesi, o kişinin irşad makamına tayin olmasıdır. “İrşada memur ve mezun kılındın” cümlesiyle Allah, o kişiyi irşad makamına tayin eder. Âli İmrân Suresinin 104. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ sahâbe için diyor ki:

3/ÂLİ İMRÂN-104: Veltekun minkum ummetun yed’ûne ilel hayri ve ye’murûne bil ma’rûfi ve yenhevne anil munker(munkeri), ve ulâike humul muflihûn(muflihûne).

Sizin içinizden hayra davet eden (mürşidlerden) bir cemaat olsun ve mârufla emretsin, ve münkerden nehyetsin (men etsin). İşte onlar, onlar felâha erenlerdir.


“Sizin aranızdan münkerden nehyeden, ma’rufla emreden bir topluluk oluşsun.”

110. âyette de Allahû Tealâ diyor ki:
 

3/ÂLİ İMRÂN-110: Kuntum hayra ummetin uhricet lin nâsi te’murûne bil ma’rûfi ve tenhevne anil munkeri ve tu’minûne billâh(billâhi), ve lev âmene ehlul kitâbi le kâne hayran lehum, minhumul mu’minûne ve ekseruhumul fâsikûn(fâsikûne).

Siz, insanlar için çıkarılmış (seçilmiş) olan, ümmetin hayırlı kişileri oldunuz. Mâruf ile emredersiniz ve münkerden nehy edersiniz (men edersiniz). Ve siz, Allah'a îmân ediyorsunuz. Eğer kitap ehli de îmân etselerdi elbette onlar için hayırlı olurdu. Onlardan bir kısmı mü'mindir ve onların çoğu da fâsıklardır.


“Artık sizler, münkerden nehyeden, marufla emreden bir topluluk oluşturdunuz.”
 
Bütün sahâbe irşad makamının sahibi olmuşlar; münkerden nehyetmekle ve irfanla emretmekle. Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesi de aynı şeyi yani sahâbenin bu hedefe kesin olarak ulaştığını söylüyor. Allahû Tealâ diyor ki:

9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ihsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehâl enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).

O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah'a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden (Mekke'den Medine'ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.


“O sabikûn-el evvelîn var ya onların bir kısmı ensardandı, bir kısmı muhacirîndendi, bir de onlara ihsanla tâbî olanlardandı.”

Öyleyse hem ensar hem muhacirîn, kendisine tâbî olunanlardı. İrşad makamına ulaştıkları kesin.

Peki bu makam da farz mı? Evet, farz. Âli İmrân Suresinin 102. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:

3/ÂLİ İMRÂN-102: Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekullâhe hakka tukâtihî ve lâ temûtunne illâ ve entum muslimûn(muslimûne).

Ey âmenû olanlar, Allah’a karşı “O’nun hak takvası” ile (bi hakkın takva, en üst derece takva ile) takva sahibi olun! Ve sakın siz, (Allah’a) teslim olmadan ölmeyin!


“Öyle bir takva ile takva sahibi olun ki bu, hakka tukatihi takva olsun, bihakkın takva olsun.”

İşte burası hakka tukatihi takvanın, bihakkın takvanın bulunduğu yerdir. Bütün sahâbe, üzerlerine farz olan bu lâzımiyeti yerine getirmişler. Kur'ân-ı Kerim'in 28 basamağını ve 28. basamağın normal insanlar için en üst noktası olan 5. kademesine ulaşmışlar. İrşad makamının sahibi olmuşlar. Ve de zikirleri artık farklı bir hüviyet kazanmış. Ehl-i zikrin ötesine geçmişler; ehl-i tesbih olmuşlar.

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Bunun ötesi var mı diye sorarsanız, bütün kavimlerdeki resûller 6. kademeyi oluştururlar. Devrin imamları da 7. kademeyi yani en üst kademeyi oluştururlar.

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Bir sohbetimiz daha inşaallah burada tamamlanıyor. Öyleyse Allahû Tealâ’nın hepinizi hem cennet saadetine hem de dünya saadetine ulaştırmasını Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi inşaallah burada tamamlıyoruz. Allah hepiniz razı olsun.

İmam İskender Ali  M İ H R