}
Osmanlı ve Kur'an 03.03.2005
Mp4 Mp3 Link

Sohbet Kodu: 109116

SOHBETİN ADI: OSMANLI VE KUR’ÂN
TARİHİ: 03.03.2005

Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allah'a sonsuz hamd ve şükrederiz ki, bir defa daha Allah’ın bir zikir sohbetinde birlikteyiz. Konumuz: Osmanlı ve Kur’ân.

Geleneksel İslâmî anlayış, Kur’ân’ı bir tarafa bırakmak suretiyle, dîn konusundaki davranış biçimlerini tasavvuf ve şeriat diye iki bölüme ayırmış. Dileyenler tasavvufu seçmişler, dileyenler şeriatı seçmişler. Ve zannetmişler ki; Kur’ân iki bölümden oluşur. Şeriatı tatbik edenler de Allah'ın cennetine girecektir. Tasavvufu tatbik edenler de Allah’ın cennetine girecektir.

Muhakkak ki; bugünün İslâm anlayışına da dünün İslâm anlayışına da ışık tutacak olan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) ve onun sahâbesinin Kur’ân tatbikatıdır. Acaba onlar ne yapmışlar?

Sevgili kardeşlerim! Başta Peygamber Efendimiz (S.A.V) olmak üzere bütün sahâbe İslâm’ın Kur’ân’daki bütün safhalarını yaşamışlar. Yani; Allah’a ulaşmayı dilemişler, sonra kâinatın en büyük mürşidine ulaşıp, tâbî olmuşlar. Sonra ruhlarını Allah'a teslim etmişler. Sonra fizik vücutlarını Allah'a teslim etmişler. Sonra nefslerini Allah’a teslim etmişlerdir. Sonra; muhlis olmuşlar, irşad olmuşlar. Daha sonra da iradelerini Allah’a teslim etmişler.

Yedi safha ve dört teslim...
    
Öyleyse bu, İslâm’ın 7 safhası ve buradaki 4 teslim üzerimize farz mıdır? Kur’ân bunları farz kılıyor mu? Ve bütün sahâbe bu 7 safhayı da yaşamış mı? Oradaki bilgimizi pekiştirerek, bir defa daha tekrar ederek, Osmanlı’ya geçeceğiz.

Allah'a ulaşmayı dilemek farz mıdır? Allahû Tealâ buyuruyor ki Rûm Suresinin 31. âyet-i kerimesinde:

30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).

O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve O'na karşı takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.

30/RÛM-32: Minellezîne ferrakû dînehum ve kânû şiyeâ(şiyean), kullu hızbin bimâ ledeyhim ferihûn(ferihûne).

(O müşriklerden olmayın ki) onlar, dînlerinde fırkalara ayrıldılar ve grup grup oldular. Bütün gruplar, kendilerinde olanla ferahlanırlar.


“Allah'a ulaşmayı dile.”

Allah'a yönelmek; Allah'a ulaşmayı dilemek demek.

“Allah'a yönel (Allah'a ulaşmayı dile) ve Allah'a karşı takva sahibi ol ve namaz kıl ve müşriklerden olma.”

Rûm-32: “(O müşriklerden olma ki) onlar, dînlerinde fırkalara ayrılmışlardır. Her bir hizip kendi elindekiyle ferahlanırlar.”

Yani kim Allah’a ulaşmayı dilerse; o kişi takva sahibi değilken, takva sahibi olur. Ve fırkalara ayrılmamışlardan, Allah’a ulaşmayı dileyenlerin oluşturduğu tek bir fırkanın içinde olur. İşte görüyoruz ki Allah’a yönelmek, üzerimize farz.

Lokmân Suresi 15. âyet-i kerime:

31/LOKMÂN-15: Ve in câhedâke alâ en tuşrike bî mâ leyse leke bihî ilmun fe lâ tutı’humâ ve sâhibhumâ fîd dunyâ magrûfen vettebi’ sebîle men enâbe ileyy(ileyye), summe ileyye merciukum fe unebbiukum bi mâ kuntum ta’melûn(ta’melûne).

Ve bilgin olmayan bir şey hakkında, şirk koşman için seninle mücâdele ederlerse, ikisine de itaat etme! Ve dünyada onlara güzellikle sahip ol. Bana yönelenlerin (ruhunu Allah'a ulaştırmayı dileyenlerin) yoluna tâbî ol. Sonra dönüşünüz Banadır. O zaman yaptığınız şeyleri size haber vereceğim.


“Vettebi’ sebîle men enâbe ileyy(ileyye): Kim Bana yönelmişse (Bana ulaşmayı dilemişse) sen de onun yoluna tâbî ol.

Yani “Sen de O’na, Allah’a yönel.” diyor Allahû Tealâ. İkinci farz.

Ve Zumer-54’te Allahû Tealâ buyuruyor:

39/ZUMER-54: Ve enîbû ilâ rabbikum ve eslimû lehu min kabli en ye’tiyekumul azâbu summe lâ tunsarûn(tunsarûne).

Ve Rabbinize (Allah’a) yönelin (ruhunuzu Allah’a ulaştırmayı dileyin)! Ve size azap gelmeden önce O’na (Allah’a) teslim olun (ruhunuzu, vechinizi, nefsinizi, iradenizi Allah’a teslim edin). (Yoksa) sonra yardım olunmazsınız.


“Ve enîbû ilâ rabbikum ve eslimû lehu: Rabbine yönel ve O’na (Allah’a) teslim ol.”

Bir defa daha Allah’a yönelmek, üzerimize farz kılınmış. Öyleyse üç âyet, açık ve kesin olarak Allah’a yönelmenin, Allah’a ulaşmayı dilemenin farz olduğunu söylüyor hepimize. Bütün sahâbe Allah’a yönelmiş mi? Allah’a ulaşmayı dilemiş mi? Hepsi. İşte Allahû Tealâ  konuyu açıklıyor, sahâbeden bahsediyor, diyor ki:

39/ZUMER-17: Vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâdi.

Ve onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah’a yöneldiler (Allah’a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!


“Onlar (sahâbe için), taguta kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar).” diyor.

Demek ki; herkes doğuştan itibaren dalâlette ise taguta kulsa, baştan itibaren bütün insanlar dalâlette ve taguta kul. Ve böyle bir dizaynda Allahû Tealâ, bütün sahâbenin taguta kul iken, taguta kul olmaktan kurtulduklarını, Allah’a kul olduklarını söylüyor.

Ne yapmışlar peki? Allah’a yönelmişler, Allah’a ulaşmayı dilemişler.

“Ve enâbû ilâllâhi.”
diyor Allahû Tealâ. “Allah’a yöneldiler (Allah’a ulaşmayı dilediler).”  Sonra “Onlara müjdeler vardır. Kullarımı müjdele! Taguta kul iken Benim kulum oldu onlar.” diyor Allahû Tealâ.

Öyleyse bütün sahâbe Allah’a ulaşmayı dilemiş. Kur’ân’ın üç defa farz kıldığı bir hususu bütün sahâbe gerçekleştirmiş. Sonra, 14. basamakta mürşide ulaşmamız söz konusu. Farz mı? Farz olduğu kesin. Allahû Tealâ diyor ki Mâide-35’te:

5/MÂİDE-35: Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete ve câhidû fî sebîlihi leallekum tuflihûn(tuflihûne).

Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı, teslim olmayı dileyenler); Allah’a karşı takva sahibi olun ve O’na ulaştıracak vesileyi isteyin. Ve O’nun yolunda cihad edin. Umulur ki böylece siz felâha erersiniz.


“Yâ eyyuhellezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete: Ey amenu olanlar (Allah'a ulaşmayı dileyenler)! Takva sahibi olun (yeniden takva sahibi olun, ikinci takvanın sahibi olun) ve Allah'a sizi mülâki kılacak olan kişiyi Allah'tan isteyin. Sizi Allah'a ulaştırmaya vesile olacak kişiyi isteyin (Allah'tan).” diyor Allahû Tealâ.

Öyleyse mürşidi Allahû Tealâ’dan isteyen kişi, Allahû Tealâ mürşidini gösterdiği zaman, gidip ona tâbî oluyor. Öyleyse, mürşidi istemek ve mürşide tâbî olmak üzerimize farz kılınmış. Peki, bütün sahâbe tâbî olmuşlar mı? Fetih Suresinin 10. âyet-i kerimesi, bütün sahâbenin tâbî olduğunu ifade ediyor. Diyor ki Allahû Tealâ:

48/FETİH-10: İnnellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûnallâh(yubâyiûnallâhe), yedullâhi fevka eydîhim, fe men nekese fe innemâ yenkusu alâ nefsihî, ve men evfâ bi mâ âhede aleyhullâhe fe se yu’tîhi ecren azîmâ(azîmen).

Muhakkak ki onlar, sana tâbî oldukları zaman Allah’a tâbî olurlar. Onların ellerinin üzerinde (Allah senin bütün vücudunda tecelli ettiği için ellerinde de tecelli etmiş olduğundan) Allah’ın eli vardır. Bundan sonra kim (ahdini) bozarsa, o taktirde sadece kendi nefsi aleyhine bozar (Allah’a verdiği yeminleri, ahdleri yerine getirmediği için derecesini nakısa düşürür). Ve kim de Allah’a olan ahdlerine vefa ederse (yeminini, misakini ve ahdini yerine getirirse), o zaman ona en büyük mükâfat (ecir) verilecektir (cennet saadetine ve dünya saadetine erdirilecektir).


“Habibim! Sana tâbî olmak Allah'a tâbî olmaktır. Orada sana tâbî oldukları zaman onların ellerinin üzerinde Allah'ın eli vardı.”

Demek ki; ikinci safha da üzerimize farz. Ve bütün sahâbe gereğini yapmışlar.

Üçüncü safha; 21. basamakta ruhun Allah’a ulaşması. Üzerimize farz mı? Farz. Allahû Tealâ diyor ki Muzzemmil-8’de:

73/MUZZEMMİL-8: Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen).

Ve Rabbinin İsmi'ni zikret ve herşeyden kesilerek O’na ulaş.


“Rabbinin ismiyle  (Allah, Allah, Allah diye) zikret ve her şeyden kesilerek Allah'a ulaş.”

Sonra ne diyor Allahû Tealâ?

51/ZÂRİYÂT-50: Fe firrû ilâllâh(ilâllâhi), innî lekum minhu nezîrun mubîn(mubînun).

Öyleyse Allah’a firar edin (kaçın ve sığının). Muhakkak ki ben, sizin için O’ndan (Allah tarafından gönderilmiş) apaçık bir nezirim.


“Fe firrû ilâllâh(ilâllâhi).” diyor. “Öyleyse Allah'a firar et.” Yani “Allah'a kaç ve Allah'a sığın. Ruhunu Allah'a ulaştır.”

3. âyet-i kerime Fecr-28:

89/FECR-28: İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeten.

Rabbine dön (Allah’tan) razı olarak ve Allah’ın rızasını kazanmış olarak!


“İrciî ilâ rabbiki: Rabbine rücu et.” Ruha diyor ki: “Rabbine geri dön.”

Neden geri dön? Çünkü ruhumuz Allah’tan üfürülerek bize geldi. Sahibi Allah. Ve üfürene, bize emanet olarak ruhumuzu üfürene, O’na ait olan Allah’ın ruhunu iade etmekle vazifeliyiz. Onunu için Allahû Tealâ: “İrciî ilâ rabbiki: Rabbine rücû et. Rabbine geri dön.” diyor.

Bir de Allahû Tealâ’nın dolaylı olarak bunu istemesi söz konusu. Yûnus Suresi 25. âyet-i kerime, Allahû Tealâ diyor ki:

10/YÛNUS-25: Vallâhu yed'û ilâ dâris selâm(selâmi), ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin mustekîm(mustekîmin).

Ve Allah, teslim (selâm) yurduna davet eder ve (teslim yurduna, Zat'ına ulaştırmayı) dilediği kimseyi, Sıratı Mustakîm'e ulaştırır.


“Vallâhu yed'û ilâ dâris selâm(selâmi): Allah, selâm yurduna (aslında bu selâm yurdu, selâmet yurdu, teslim yurdu) davet eder ve kimi oraya ulaştırmayı dilerse onları Sıratı Mustakîm’e ulaştırır.”  diyor Allahû Tealâ.

Selâm yurdunun aslında Allah’ın Zat’ı olduğunu buradan anlıyoruz. Çünkü Allahû Tealâ, Sıratı Mustakîm’in Allah’ın Zat’ına ulaştıran yol olduğunu söylüyor Nisâ-175’te.

4/NİSÂ-175: Fe emmâllezîne âmenû billâhi va’tesamû bihî fe se yudhıluhum fî rahmetin minhu ve fadlın ve yehdîhim ileyhi sırâtan mustekîmâ (mustekîmen).

Böylece Allah'a âmenû olanları (ölmeden önce ruhunu Allah'a ulaştırmayı dileyenleri) ve O'na (Allah'a) sarılanları ise, (Allah) Kendinden bir rahmetin ve fazlın içine koyacak ve onları, Kendisine ulaştıran "Sıratı Mustakîm"e hidayet edecektir (ulaştıracaktır).


“Kim Allah'a ulaşmayı dilerse ve Allah'a sarılmayı (yani Allah'ın Zat’ında yok olmayı), Allah onları rahmetinin ve fazlının içine alır ve onları Kendisine ulaştıran Sıratı Mustakîm’e ulaştırır.” diyor Allahû Tealâ.

Öyleyse Allahû Tealâ’nın dizaynında çok açık bir şekilde Sıratı Mustakîm’in Allah’ın Zat’ına ulaştırdığını söylüyor. Nitekim Hicr Suresinin 41. âyet-i kerimesinde de: Allah: “Sırâtun aleyye Mustakîm.” diyor. “Bana istikametlenmiş olan yol.” diyor Sıratı Mustakîm için.

15/HİCR-41: Kâle hâzâ sırâtun aleyye mustekîm(mustekîmun).

Allahû Tealâ şöyle buyurdu: “İşte bu, Bana yönlendirilmiş (Bana ulaştıran) yoldur.”


Allah’ın Zat’ın ulaştıracak olan yol, Sıratı Mustakîm’e ulaştırdığına göre; davet, Allah’ın Zat’ına ulaşmaya davettir. Ayrıca Zumer Suresinin 54. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki: “Ve enîbû ilâ rabbikum ve eslimû lehu min kabli en ye'tiyekumul azâbu: Üzerinize azap gelmeden önce Allah'a yönelin (Allah'a ulaşmayı dileyin) ve O’na teslim olun.” Yani “Ruhunuzu Allah’a ulaştırarak teslim edin.”

4. âyet-i kerime, ayrıca Yûnus Suresinin 25 âyet-i kerimesinin sonrası 26. âyet-i kerimesinde:
 

10/YÛNUS-26: Lillezîne ahsenûl husnâ ve zîyâdetun, ve lâ yerheku vucûhehum katerun ve lâ zilletun, ulâike ashâbul cenneti, hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).

Onlar için Ahsenül hüsna (Allah'ın Zat'ına ulaşmak) ve ziyadesi (daha fazlası, Allah'ın cemalini görmek) vardır. Onların yüzlerini bir keder kaplamaz ve bir zillet (küçük düşme, hakirlik) yoktur. İşte onlar, cennet halkıdır. Onlar, orada devamlı kalanlardır.


“Lillezîne ahsenûl husnâ ve zîyâdeh.” diyor Allahû Tealâ.

Ahsenül Hüsna: Allah’ın ahsen olan Zat’ı demektir. Ve Zat’ının, Allah’ın katındaki en kuvvetli, en güzel sığınak olduğu ifade ediliyor, Âli İmrân Suresinin 14. âyet-i kerimesinde.

3/ÂLİ İMRÂN-14: Zuyyine lin nâsi hubbuş şehevâti minen nisâi vel benîne vel kanâtîril mukantarati minez zehebi vel fıddati vel haylil musevvemeti vel en’âmi vel hars(harsi), zâlike metâul hayâtid dunyâ, vallâhu indehu HUSNUL MEÂB(meâbi).

İnsanlara, "kadınlara, oğullara, kantar kantar biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, hayvanlara ve ekinlere olan sevgiden oluşan" şehvetleri (aşırı düşkünlükleri) güzel gösterildi. Bunlar, dünya hayatının menfaatleridir. Ve Allah, O'nun katındaki en güzel sığınaktır.


“Vallâhu indehu HUSNUL MEÂB.” diyor Allahû Tealâ. “Ve Allah, Allah'ın katındaki en güzel sığınaktır.”

“Ahsen-ül Hüsna, güzellerin en güzeli olan sığınak söz konusudur onlara.” diyor Allahû Tealâ. Allah’ın Zat’ına davet ettikten sonra Allah, “Selâm yurduna (teslim yurduna, Kendi Zat’ına) davet eder.” dedikten sonra, “Onlar için Ahsen-ül Hüsna vardır. Ahsen-ül Hüsna’ya ulaşmak vardır.  Ve zîyâdeh.” diyor, “Onun da ziyadesi (Allah’ın Zat’ını görmek) vardır.”

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Fizik vücudumuzun Allah’a teslimi 25. basamak. Farz mı? Evet, fizik vücudumuz Allah’a teslim olduğu zaman, Allah’a kul olur. Fizik vücudumuzun Allah’a kul olması. Üzerimize farz mı? Farz. Yâsîn-60, 61:

36/YÂSÎN-60: E lem a’had ileykum yâ benî âdeme en lâ ta’budûş şeytân(şeytâne), innehu lekum aduvvun mubîn(mubinun).

Ey Âdemoğulları! Ben, sizlerden şeytana kul olmayacağınıza dair ahd almadım mı? Muhakkak ki o (şeytan), size apaçık bir düşmandır.

36/YÂSÎN-61: Ve eni’budûnî, hâzâ sırâtun mustekîm(mustekîmun).

Ve Ben, sizden Bana kul olmanıza (dair ahd almadım mı?) Bu da Sıratı Mustakîm (üzerinde bulunmak)tır.


“Ey Âdemoğulları! Ben, sizlerden ahd almadım mı şeytana kul olmayacaksınız diye? Çünkü şeytan size apaçık bir düşmandır. Ve Ben, sizden Bana kul olacaksınız diye ahd almadım mı?” diyor Allahû Tealâ. “İşte bu da Sıratı Mustakîm’dir.”

Yani fizik vücudun Sıratı Mustakîm’i, Allah'a fizik vücudun kul olmasını, Allah’a teslimini içeriyor; üzerimize farz. Bütün sahâbe ruhlarını Allah’a teslim etmiş mi? Hepsi gerçekleştirmiş bunu. İşte Allahû Tealâ Zumer Suresinin 18. âyet-i kerimesinde diyor ki sahâbe için:

39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahsenehu, ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).

Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).


“Onlar, sözü dinlerler, sözün ahsen olanına tâbî olurlar. Ve onlar, hidayete erdiler.” diyor Allahû Tealâ.

Hidayete ermekse; ruhun Allah'a ulaşmasıdır. İşte Âli İmrân-73:

3/ÂLİ İMRÂN-73: Ve lâ tu’minû illâ li men tebia dînekum, kul innel hudâ hudallâhi en yu’tâ ehadun misle mâ ûtîtum ev yuhâccûkum inde rabbikum, kul innel fadla bi yedillâh(yedillâhi), yu’tîhi men yeşâu, vallâhu vâsiun alîm(alîmun).

Ve (Ehli Kitap): “Sizin dîninize tâbî olandan başkasına inanmayın.” (dediler). (Habibim onlara) De ki: “Muhakkak ki hidayet Allah'a ulaşmaktır. (İnsanın ruhunun ölmeden önce Allah’a ulaşmasıdır.) Size verilenin bir benzerinin, bir başkasına verilmesidir.” Yoksa onlar, Rabbiniz'in huzurunda, sizinle çekişiyorlar mı? (Onlara) De ki: “Muhakkak ki fazl Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir.” Ve Allah, Vâsi’dir (ilmi geniştir, herşeyi kapsar), Alîm'dir (en iyi bilendir).


“İnnel hudâ hudallâhi: Muhakkak ki, hidayet Allah'a ulaşmaktır.”
 Kişi, Allah’a ulaşmış ve hidayete ermiştir. Bütün sahâbe de hidayete ermişler; 21. basamak. Fizik vücutlarını Allah’a teslim etmişler mi? Hepsi teslim etmiş. Gördük ki, üzerimize farz. Âli İmrân Suresi 20. âyet-i kerime:

3/ÂLİ İMRÂN-20: Fe in hâccûke fe kul eslemtu vechiye lillâhi ve menittebeani, ve kul lillezîne ûtûl kitâbe vel ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe innemâ aleykel belâgu, vallâhu basîrun bil ibâd(ibâdi).

Bundan sonra eğer seninle tartışırlarsa o zaman onlara de ki: “Ben ve bana tâbi olanlar vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah'a teslim ettik.” O kitab verilenlere ve ümmîlere: “Siz de vechinizi (fizik vücudunuzu) (Allah'a) teslim ettiniz mi?” de. Eğer teslim ettilerse, o taktirde, hidayete ermişlerdir. Ve eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir. Ve Allah, kullarını en iyi görendir.


“Habibim! O ümmîlere ve kitap sahiplerine de ki: “Ben ve bana tâbî olanlar, biz hepimiz vechimizi (şu fizik vücudumuzu), Allah'a teslim ettik.”

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Bütün sahâbe fizik vücutlarını da Allah’a teslim etmişler. Ne diyor? “Ben ve bana tâbî olanlar, biz hepimiz vechimizi, Allah’a teslim ettik.”

Bütün sahâbe fizik vücutlarını Allah’a teslim etmişler. Peki, nefslerini de Allah’a teslim edip, ulûl’elbab olmuşlar mı? Evet. Zumer Suresinin 18. âyet-i kerimesi:

39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahsenehu, ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).

Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).


“Onlar hidayete erdiler.” dedikten sonra “Onlar ulûl’elbab oldular.” diyor.

Bütün sahâbe ulûl’elbab olmuş. Nedir ulûl’elbab olmak, mânâsı ne?

3/ÂLİ İMRÂN-190: İnne fî halkıs semâvâti vel ardı vahtilâfil leyli ven nehâri le âyâtin li ulîl elbâb(ulîl elbâbı).

Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde, ulûl elbab için elbette âyetler (deliller) vardır.

3/ÂLİ İMRÂN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).

Onlar (ulûl elbab, lüblerin, Allah'ın sır hazinelerinin sahipleri), ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (daima) Allah'ı zikrederler. Ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve derler ki): "Ey Rabbimiz! Sen bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Sen Subhan'sın, artık bizi ateşin azabından koru.


“Li ûlil elbâb, yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim:
Ulûl’elbab için ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah'ı zikretmek söz konusudur.” diyor Allahû Tealâ.

“Onlar hep, ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah'ı zikrederler.” diyor. Yani daimî zikrin sahipleri... Bütün sahâbe ulûl’elbab olmuşlar. Üzerimize farz mı?

Nisâ-103:

4/NİSÂ-103: Fe izâ kadaytumus salâte fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum, fe izatma’nentum fe ekîmus salât(salâte), innes salâte kânet alâl mu’minîne kitâben mevkûtâ(mevkûten).

Böylece namazı bitirdiğiniz zaman, artık ayaktayken, otururken ve yan üstü iken (yatarken), (devamlı) Allah'ı zikredin! Daha sonra güvenliğe kavuştuğunuz zaman, namazı erkânıyla kılın. Muhakkak ki namaz, mü'minlerin üzerine, "vakitleri belirlenmiş bir farz" olmuştur.


“Fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum.” diyor. “Ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah'ı zikredin.” diyor Allahû Tealâ.

Farz; bütün sahâbe gerçekleştirmiş. Sonra sevgili kardeşlerim? Sonra, iradenin teslimi geliyor. Hakka Tukatihi takva farz mı? Bundan sonraki kademede; yani nefsin tesliminden sonra ihlâsa ulaşmak söz konusu, irşad olmak söz konusu. Ve ihlâsa ulaşmanın farziyetini söylüyor Allahû Tealâ. Beyyine Suresi 5. âyet-i kerime:

98/BEYYİNE-5: Ve mâ umirû illâ li ya’budûllâhe muhlisîne lehud dîne hunefâe ve yukîmûs salâte ve yu’tûz zekâte ve zâlike dînul kayyimeh(kayyimeti).

Ve onlar, Allah için hanifler olarak dînde halis kullar olmaktan (nefslerini halis kılmaktan) ve namazı ikame etmekten ve zekâtı vermekten başka bir şeyle emrolunmadılar. İşte kayyum dîn (kıyâmete kadar devam edecek dîn) budur.


“Ve mâ umirû illâ li ya’budullâhe muhlisîne lehud dîne hunefâe: Onlar emrolunmadılar. Allah'ın dîninde nefslerinin kalpleri halis olanlar olmakla emrolundular. Ve bunu hanifler olarak yapmakla emrolundular.” diyor Allahû Tealâ.

Ve bütün sahâbe muhlis olmuşlar. Bakara-139’da diyor ki Allahû Tealâ:

2/BAKARA-139: Kul e tuhâccûnenâ fîllâhi ve huve rabbunâ ve rabbukum, ve lenâ â’mâlunâ ve lekum a’mâlukum ve nahnu lehu muhlisûn(muhlisûne).

De ki: “Allah hakkında bizimle mücâdele mi ediyorsunuz? Ve O, bizim de Rabbimizdir, sizin de Rabbinizdir. Ve, bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de size aittir. Ve biz, O'na muhlis olanlarız (dîni O’na hâlis kılanlarız).”


“Deyin ki” diyor, “Allah bizim de Rabbimizdir, sizin de Rabbinizdir. Ama biz Allah'a muhlis olanlarız.”

nahnu lehu: O’na (Allah'a ) bizler.
muhlisûn: muhlis olanlarız.

Ve nihayet iradenin teslimi. İradenin tesliminin neticesinde irşad makamına tayin. Yani mürşid olmak. Bütün sahâbe bu hedefe de ulaşmışlar. İşte sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ açıkça söylüyor Tevbe Suresi 100. âyet-i kerime:

9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ihsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehâl enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).

O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah'a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden (Mekke'den Medine'ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.


“O sabikûn-el evvelîn var ya! Onların bir kısmı ensardandı, bir kısmı muhacirîndendi, bir de ihsanla ensar ve muhacirîne tâbî  olanlardandı.”

Bütün sahâbeye tâbiîn tâbî olmuş. Hepsi irşad makamının sahibi.

Şimdi Osmanlı’ya geliyoruz sevgili kardeşlerim! Osmanlı’nın sosyal hayatına bir göz attığımız zaman, evvelâ Osmanlı askerini görüyoruz, yeniçeriyi görüyoruz. Hiç kimse, Allah’a ulaşmayı diledikten sonra bir mürşide tâbî olmadan yeniçeri ocağına acemi oğlan olarak giremezdi. Girebilmesi için mutlaka Allah’a ulaşmayı dileyecek ve mutlaka bir mürşide tâbî olacaktı. Bütün yeniçeriler, Hacı Bektaşi Velî Hazretlerine bağlıydılar. Gülbank çektikleri zaman yerleri gökleri inletirlerdi yeniçeriler: “Pîrimiz, Sultanımız, Hacı Bektaşi Velî.” diye. Padişah adına gülbank çekilmezdi. Yeniçerinin pîri olan ve sultanı olan Hacı Bektaşı Velî idi.

İşte bütün asker ocağı, yeniçerilerin hepsi mutlak olarak intisaplıydı. Öyleyse, Osmanlı asker sınıfı bütünüyle tarikattan olanlardı. Gelelim esnaf ve zanaatkârlara. Orada da aynı şey söz konusuydu sevgili kardeşlerim! Allah’a ulaşmayı dileyip de bir mürşide tâbî olmadıkça, hiç kimse bir esnafa, yani bir tüccara veya bir zanaatkâra, yani bir ayakkabı yapımcısına, bir kılıç yapımcısına, bir kumaş yapımcısına, bir kumaş boyacısına veya bir mutafçıya (abaları ayaklarıyla yoğurarak vücuda getirenlere mutaf denirdi), onların dükkânına çırak olarak giremezdi. Tâbiiyet asıldı ve oğlunu çırak olarak bir zanaatkârın veya bir tüccarın yanına (esnafın yanına) veren babalar, “Eti senin, kemiği benim.” derlerdi. Ve mutlaka tâbiiyet asıldı.

Sevgili kardeşlerim! Çocukluğumuza ait hatıraları biliriz. Çocukluğumuz Bursa’da geçmişti. Bursa’nın da en büyük camisi, Ulu Camii’dir. Ulu Camii’nin hemen alt başında Kapalı Çarşı vardı. Kapalı Çarşı esnafında bakır dövenler vardı. Tokmaklarla bakırları döverlerdi. “Allah, Allah, Allah, Allah…” diye sesli zikirle bakırları döverlerdi. Çocukluğumuzdaki o sesler kulaklarımızda hâlâ çınlar.

Aşağıda, Yıldırım’da ise Yıldırım Camii’nin civarında mutaflar vardı. Mutaflar; keçi kıllarını şu “aba” denilen hani çobanların üzerlerine giydikleri; yağmurun, karın işlemediği bir kumaş çeşidi. Göçebelerin çadırlarının esasını teşkil eden keçi kılından yapılan. Onları yuvarlak rulolar haline getiriyorlardı ve devamlı çıplak ayaklarıyla ona tek sıra halinde ayaklarıyla vurarak; “Allah, Allah, Allah, Allah, Allah” diye vurarak onu bir baştan öbür başa götürüyorlardı. Birinci duvardan ikinci duvara ulaştıkları zaman, ikinci duvarın tarafına geçip, tekrar birinci duvara doğru gene ayaklarıyla vura vura, zikirle onu öbür tarafa götürüyorlardı. Böylece ıslak olan, keçi kılından yapılmış nesne kendi içinde öyle bir kumaş hüviyetine geliyordu ki, içine yağmur suyu veya karın girmesi mümkün değildi. En güzel soğuk geçirmeyen çadır, mutaf çadırıydı. Bu; kumaş olmayan, dokunmayan ama insanlar tarafından ayaklarının teriyle gerçekleşen bir nesneydi.

Bunlar çocukluk hatıralarımızda çok kuvvetli izler bırakan, zikrin ne olduğunu bize anlatan özel olaylar, sevgili kardeşlerim! Ulu Camii dediğimiz zaman, Bursa’daki en büyük evliyaları hatırlayacaksınız. Bunlardan bir tanesi, Somuncu Baba’dır. Somuncu Baba: “Mü’minler, somunlar; mü’minler, somunlar” diye ekmek satardı. Somuncu Baba, Rufai idi ve ateş tesir etmezdi. Ekmek pişirirdi. Fırının içine girer, ekmekler pişerken o da kahvesini koyardı ayaklarının hemen dibine. Kendi de fırının içinde; hem kahvesini içerdi hem de ekmekler kızarırdı. Birçokları için inanılmaz bir vakıadır Somuncu Baba’nın yaşadığı şey. Aslında Rufailer için, Rufai tarikatı hem şiş ve kılıç sokma konusunda vücutlarına hem de ateşe karşı Allahû Tealâ tarafından şerbetliydiler. Yani Allahû Tealâ Rufai tarikatına intisap eden herkesi ateşin yakmasından ve kılıcın, şişin mikrop kaptırmasından, insanlara bir zarar vermesinden bütünüyle Allahû Tealâ önlüyordu.

Öyleyse sevgili kardeşlerim! Osmanlı’nın yapısına baktığımız zaman; esnaf ve zanaatkâr adını verdiğimiz ikinci büyük sınıfın; birinci büyük sınıf, asker sınıfı, yeniçeriler. Hepsi tasavvufta. Yani hepsi Kur’ân’ı yaşıyor. Ne demek istedik? “Kur’ân’ı yaşıyor” tabiriyle “tasavvuftan” tabiri aynı mı? Tamamen örtüşüyor, %100 aynı. Çünkü demin gördük ki, Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve sahâbe, Kur’ân’da farz olan 7 safhayı da gerçekleştirmişler; ruhlarını da vechlerini de nefslerini de iradelerini de Allah’a teslim etmişler. Yani bir başka ifadeyle tasavvufu yaşamışlar. Tasavvufu Kur’ân’dan ayrı bir şey gibi düşünen birçok zavallının hâlâ yaşamakta olduğunu biliyoruz.

Sevgili kardeşlerim! Tasavvuf; Kur’ân’ın bütünüdür. Kur’ân, tasavvufu yaşamayı emreder. A’dan Z’ye kadar tasavvufu yaşamış sahâbe. Görüyoruz ki; Kur’ân âyetleriyle ispat ettiğimiz gibi yedi safhanın yedisi de farz, dört teslimin dördü de farz. Ve bütün sahâbe bu Kur’ân’daki farzları, Peygamber Efendimiz (S.A.V) ile beraber gerçekleştirmişler. Yani Kur’ân’ı yaşamışlar. Öyleyse şeriatı yaşayanlar, tasavvufu yaşayanlar diye iki ayrı sınıf yok. Tasavvufu yaşayanlar zaten şeriatı da yaşayanlardır. Şeriat; tasavvufu mutlak olarak içerir. Şeriat ve tasavvuf, birbirinden ayrı şeyler değildir. Tasavvufu yaşamayan kişi, şeriatı yaşamış olmaz sevgili kardeşlerim.

Hani şimdi insanlar var: “Onlar mı? Onlar tasavvufu yaşıyorlar. O, biraz aşırı gitmektir. Biz aşırı gitmeyiz. Biz orta seviyede kalırız. Ama onlar da kurtuluşa ulaşırlar, biz de kurtuluşa ulaşırız.” zannedenler var. İslâm’ın beş tane şartını yaşamakla, namaz kılmakla, oruç tutmakla, zekât vermekle, hacca gitmekle, kelime-i şahadet getirmekle cennete gideceklerini zannedenler var. Zannedenler mi? Hayır, bundan emin olanlar var. Ama hiç kimse, İslâm’ın beş şartı ile Allah’ın cennetine giremez.

Osmanlı; Kur’ân’ı yaşadılar. Öyleyse iki büyük sınıf; esnaf sınıfı ve asker sınıfı hepsi, dört teslimlerini de yedi safhada gerçekleştirdiler. Onlara “tasavvuf erbabı” denirdi. Geriye zaten pek az kişi kalıyor.

Şimdi esnafın ve askerin dışındaki ilmiye sınıfına bakalım: İlmiye sınıfının da hepsi değil, ama çok büyük bir kısmı yine tasavvuf erbabıydı, yani Kur’ân’ın bütününü yaşayanlardandı. En üst seviyedekilerin yaşadıkları tasavvuf kolu; Mevlâna Celâleddin-i Rumî’nin oluşturduğu tasavvuf koluydu. Yani en üst seviyedeki ilmiye sınıfının gelişmiş olan üst seviye devlet memurları, vezirler, onlar bu kademedeydiler. Onlar arasında, yüksek seviye saray personeli arasında en çok dikkat çeken tarikat, bu tarikattı: Mevlevî Tarikatı. Ama onların da büyük kısmı tarikattandı.

Geriye halkın zanaatkâr olmayan, tüccar olmayan bölümü kalıyor ki; onlar, geri kalanlar devlet erkânıydı. Onların da büyük kısmının söylediğimiz gibi Mevlevî tarikatından olduğunu görüyoruz. Ama diğer tarikat mensupları da aralarında büyük ölçüde mevcuttu. Geriye pek kimse kalmıyor sevgili kardeşlerim! Halkın, askerin, esnafın, zanaatkârın ve ilmiye sınıfının tamamına yakını, Allah’ın yoluna bütün benliklerini bağlamış; ruhlarını, vechlerini, nefslerini ve iradelerini Allah’a teslim etmişlerden oluşuyordu.

İşte, Avrupa’yı fetheden böyle bir toplumdu. Kul hakkı son derece dikkatle korunurdu. Olayı biliyorsunuz; 2. Murat seferde, sabah içtimasında. Bir Yahudi bezirgân geliyor padişahın atının dizginini çekiyor:

- Padişahım maruzatım var.

Padişah:

- Söyle ya bezirgânbaşı. Dinliyorum.

- Senin askerlerinden birkaç kişi benim bahçeme girmişler, elma yemişler. Ama oraya parayı koymamışlar.

Padişah çok üzülüyor. O, 2. Murat ki; askerine her zaman şunu söylerdi: “Hiç kimse benim orduma kul hakkıyla katılmasın. Mutlaka hazine-i hassadan borcu ne kadarsa alsın, ödesin,  öyle gelsin. Şehit olacaksa veya gazi olacaksa kul hakkı üzerinde olmadan olsun. Benim bu konudaki tertemiz dünyama leke sürmeyin.” derdi.

Ve acısını dile getirmiş 2. Murat:

- Sevgili yeniçeriler; nasıl olur da bana kıyarsınız? Ben sizlere tembih etmedim mi? “Kul borcuyla askere gelmeyin, askerde kul borcu oluşturmayın. Beni Allah’a karşı sorumlu kılmayın, demedim mi? Niçin böyle yapıyorsunuz?” diyor, ondan sonra da soruyor: “Kim yaptı bunu?”

Yeniçerilerden birisi çıkıyor, bir adım öne ve diyor ki:

- Ben yaptım padişahım.

- Evlâdım, benim böyle bir konuya ne kadar üzüldüğümü bilmiyor musun?

- Biliyorum padişahım. Ama elma yerdeydi.

Padişah da diyor ki:

- Yerde miydi?

Yeniçeri ilâve ediyor:

- Hem de çürüktü.

Ve soruyor padişah bezirgânbaşına:

- Gerçekten böyle mi? Yerde olan çürük bir elma mı?

- Evet, öyle diyor bezirgânbaşı.
 
Padişah:

- Peki ne istiyorsun buna?

- Bir kese altın istiyorum.

Vezirlerden birisi dayanamıyor:

- Padişahım, yerde bir çürük elma ve bir kese altın... Bu haksızlık...

Padişah diyor ki:

- O, hak sahibidir. Ona bir kese altını verin.

Ve askerin söylediği bir şey daha var:

- Ağaçtan da elma koparan kardeşlerimiz oldu. Ve oraya parayı astılar. Sorun padişahım.

Bezirgânbaşı:

- Evet. Onlar asmışlardı, diyor. Ve padişahın veznedarı bir kese altını uzattığı zaman, bezirgânbaşı elinin tersiyle altın kesesini iterek:

- Beni de aranıza alın, diyor.

İşte böyle sevgili kardeşlerim. Osmanlı böyleydi. Osmanlıların dünya hâkimiyeti 1684 yılına kadar sürdü. 1299 yılında kurulan Osmanlı İmparatorluğu, bir çınarla temsil edilir. Biliyorsunuz; Sultan Osman tâbî olduğu mürşidinin kızıyla evlenmiştir. Mürşidi Şeyh Edebâli onu tasavvuf usulleri üzere eğitti. Bir gece rüyasında göğsünden çıkan bir çınar ağacının göklere doğru yükseldiğini, her tarafa kol attığını, inanılmaz büyüklükte bir çınar ağacı oluşturduğunu söyledi. Şeyh Edebâli bu rüya için buyurdu ki: “Senden başlayan bir büyük imparatorluk kurulacak. Yedi iklim, dört bucakta hâkim olacak. Allah’ın sancağını dalgalandıracak. Allah için yaşayan bir toplum oluşacak.” Ve gerçekten 600 yıl süren bir imparatorluğu, başkaları değil imparatorluğun içindeki bir cunta sona erdirdi.

Sevgili kardeşlerim! Tarihteki en büyük hatamız; Osmanlı İmparatorluğunu sona erdirmemizdi. İttihat ve Terakki’nin bu konudaki hataları, aslında af edilmez hatalar. Biliyorsunuz; ne kadar büyük bir hataydı. Almanların verdiği, sonradan “Yavuz” adını alan Alman zırhlısına Türk bayrağı takılarak birçok liman bombalandı, topa tutuldu. Ve Osmanlı otomatik olarak harbe gitti, Enver Paşa’nın çılgın ihtirası yüzünden.

Sevgili kardeşlerim! Gerçekten düşündükçe Osmanlı ile bugünkü onların torunları olan ve Osmanlı İmparatorluğunu temsil eden bizim ülkemizi, Türkiye’mizi düşündükçe; biz nasıl onların torunları olabiliyoruz ki? Sevgili kardeşlerim! Onlar dünyada en az suç işlenen bir imparatorluk oluşturdular. İmparatorluk, gene kendi paşaları tarafından yok edildi, sona erdirildi.

Osmanlılık Kur’ân’la kaimdi. Yani yedi safha ve dört teslimi bütün boyutlarıyla yaşayan bir toplum. Kanunî Sultan Süleyman’a kadar bütün padişahların mutlaka mürşidleri söz konusuydu. Padişah olmak, tâbiiyet için engel teşkil etmezdi. Mürşidi, 2. Murat’a ulaştığı zaman yanında bir gençle, 2. Murat diyor ki lalasına (Biliyorsunuz Lalası, Hacı Bayram Velî idi): “ Lalam, acaba İstanbul’u almak bize nasip olur mu?” Lala da şöyle cevap verdi: “Hayır sultanım. Size değil ama şu çocuk var ya! Fatih Sultan Mehmet, beş altı yaşlarında babasının taht salonunda sağa sola koşuyor oynuyor.  Bu o şerefe lâyık olacak.” buyurdu.

Fatih Sultan Mehmet, 15 yaşından itibaren valiliklerde devlet sanatını elde etti. 21 yaşında İstanbul’u fethetmeyi Allahû Tealâ ona nasip etti. Fatih Sultan Mehmet: “Ya İstanbul beni alır, ya da ben İstanbul’u alırım.” diyordu. Ve ölmek, onun için bir şey ifade etmiyordu. Eğer zehirlenerek ölmeseydi, daha büyük fetihlere kendisini hazırlamıştı. Bundan korkanlar, onu zehirleterek öldürdüler.

Dînlerin birleştirilmesi konusundaki en büyük adım, Fatih Sultan Mehmet tarafından atılmıştır. Doğu Roma İmparatorluğunun başkanı olarak, Müslüman, aynı zamanda da Hristiyanların bütün toplantılarına; yani üst seviye toplantılarına Osmanlı’yı temsil ederek katılırdı. Ve hedefi mutlaka, Kızıl Elma’ydı; yani Roma’ydı. Ama bunu başarabilecek niteliklerin sahibi olan Fatih Sultan Mehmet’i zehirleyerek öldürdüler.

Sevgili kardeşlerim! Osmanlı dediğiniz zaman bilin ki; eğer Osmanlı bir cihan hâkimiyeti kurmuşsa ve bu cihan hâkimiyeti bütünüyle adalete dayanıyorsa, hoşgörüye dayanıyorsa. Osmanlı tebaası arasında Hristiyanlarla, Yahudilerle, başka dînlerin mensuplarıyla Müslümanlar arasında hiçbir ayırımı yapmadıysa devleti yönetenler, muhteşem bir hoşgörü  bütün cihana nam saldıysa, bunun arkasında Osmanlı’nın Allah ile olan sıkı ilişkileri söz konusudur. Osmanlı’nın Kur’ân’ı yaşaması söz konusudur. Başarının arkasında bu vardır.

İşte sevgili kardeşlerim! 14 asır sonra bugüne bakıyoruz Kur’ân’ın indirilişinden. Osmanlı’nın torunları, Osmanlı’nın yerinde yeller esen bir harabenin içinde yaşıyorlar. Osmanlı hoş görüsü tarihe karışmıştır. Artık bizim insanımız; sadece birbiriyle kavga eden, birbirini soyan, öldüren, ahlâksız bir toplum olmayı başarmıştır. Dünyada en az suç işlenen ülke olarak 1920’li yıllara kadar gelen Osmanlı İmparatorluğu, İmparatorluğun yok edilmesiyle ve sadece Kılıç Ali’nin idam ettiği adam sayısı, dîn adamı sayısının 5000’den fazla olduğu kitaplarda yazılıyor. Nasıl bir düşmanlık ki sevgili kardeşlerim; bir devri kapatmışlar kanla!

Cumhuriyet tarihinde hiçbir zaman birinci meclis gibi bir meclis olmamıştır. %70’ten fazlası Allah’ın dostlarından oluşan bir meclis. Ve ikinci mecliste Allah’ın dostlarından hiç kimse artık yoktu.

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Eğer bugün Türkiye’nin, dünya üzerinde esamesi okunmuyorsa; ama Osmanlı İmparatorluğunun çöküşüyle ortaya çıkan 28 tane yetim ülke hâlâ Osmanlı’yı bekliyorsa, neden Türkiye Osmanlılık konusunda kendisine düşeni yapmıyor dersiniz? Bu soru, tarih tarafından dünün insanına da bugünün insanına da sorulacaktır. “O yetim olanları yetim bırakmaya Türkiye Cumhuriyeti’nin hakkı yoktur.” diye düşünüyoruz.

Osmanlılık bir meziyettir ve bütün bunların ötesinde şu dünya milletlerinin arasındaki en büyük şereftir. Osmanlılığımızla gurur duyarız, huzur duyarız. Ve 700 yıllık bir Osmanlı olduğumuz için Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz sevgili kardeşlerim!

Allahû Tealâ’nın huzurunda konuşmamızı tamamlarken, hepinizin sonsuz mutluluklara ulaşmasını Yüce Rabbimizden dileriz.

Son sözümüzü de söylemeden geçmeyeceğiz sevgili kardeşlerim! Osmanlı, görülecektir ki yeniden yeşerecek olan bir çınar ağacıdır.

İmam İskender Ali M İ H R