SOHBETİN ADI: İSLÂM’DAN KOPAN KAVRAMLAR 7- ZİKİR VE EHLİ ZİKİR
TARİHİ: 31.05.2005
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki bir defa daha bir zikir sohbetinde birlikteyiz. İslâm’dan kopanlar ve aynı zamanda Kur’ân’dan kopanlar: Zikir ve Ehl-i Zikir konumuzun adı; İslâm’dan kopanlardan zikir ve ehl-i Zikir.
“Zikir nedir?” diye sorduğumuz zaman bize diyorlar ki: “Zikir hatırlamaktır.”
“Ehl-i zikir,” diye sorduğumuzda yani “nedir ehl-i zikir, kimdir ehl-i zikir?” “Allah’ı hatırlayan ehl-i zikirdir.” diyorlar. Ve “Ben Kur’ân okuyorum.” diyor, “İşte,” diyor, “Kur’ân bir zikirdir. Öyleyse ben Kur’ân okuyan olarak ehl-i zikirim, zikir sahibiyim.”
Sevgili kardeşlerim, Kur’ân kültüründen bu kadar yoksun insanlar, insanlara dîn dersleri vermekteler. İşte bundan belki 20 yıl evveldi; bir, şimdi profesör olan, o zaman doçent olan bir, o zaman İstanbul müftü yardımcısı olan bir kardeşimizdi zannediyorum. Şimdi profesör oldu. Ve de ehl-i zikirden bahsettiğimiz zaman kendisine: “Ehl-i zikir benim.” dedi. “Ben,” dedi, “Kur’ân okurum. Kur’ân okuyan ehl-i zikirdir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim, Kur’ân’da zikir olarak geçiyor.” dedi. El hak, söylediği doğru, Kur’ân gerçekte Kur’ân-ı Kerim’de zikir olarak geçiyor. Kur’ân bir zikirdir. Kur’ân okumak da bir zikirdir. Namaz kılmak da bir zikirdir. Ama asıl zikir Allah’ın İsmi’ni “Allah, Allah, Allah, Allah, Allah,” diye tekrar etmektir. İşte eğer insanlar Kur’ân’ı unutmuşlarsa, eğer dîn adamlarımız, dîn öğretenler zikri unutmuşlarsa, kendileri zikir ehl-i değilse o zaman bu zikir ehl-i olmanın muhtevasını da bilemezler.
Öyleyse evvelâ, “Kur’ân-ı Kerim’in en büyük ibadeti hangisidir?” diye soralım ve cevabını verelim. En iyisi bu değil mi? Bir tane elimizde furkan var; doğruyu yanlıştan ayırt eden. O furkan, tek furkan Kur’ân-ı Kerim. Her şey O’nda yargılanır. Başka nesnelerle Kur’ân yargılanmaz. Her söylenen söz, meselâ hadîsler; uydurma mıdır, mevzu mudur, değil midir, sağlam hadîs midir, senetli midir, sepetli midir? Her neyse, biz detayları bilmeyiz. Allahû Tealâ açık bir şekilde buyuruyor: “Kur’ân furkandır.” Peygamber Efendimiz (S.A.V) de gene açık bir şekilde: “Bir gün Benim hadîslerim tartışılacaktır. Kur’ân’a bakın. Hiç bir hadîsim Kur’ân’a aykırı olmaz.” diyor.
Sevgili kardeşlerim, öyleyse? Öyleyse bu kadar uydurma hadîsin nasıl bir araya geldiğini anlamak gerçekten zor. Çünkü hadîsleri alıp da Kur’ân’la karşılaştırdığımız zaman birçoğunun geçersiz olduğunu görüyoruz. Ve de Peygamber Efendimiz (S.A.V) de bunu çok iyi bildiği için, Kendi adına kim bilir ne kadar hadîsin uydurulacağını evvelden bildiği için, Allah O’na söylediği için, O da önceden söylüyor bunu: “Benim hadîslerim tartışılacaktır.” diye. “Benim hadîslerim tartışılacaktır. Kur’ân’a bakınız. Hiçbir hadîsim Kur’ân’a aykırı olamaz.” diyor.
Ankebût Suresinin 45. âyet-i kerimesinde, gelin beraberce bakalım ne diyor Allahû Tealâ:
29/ANKEBÛT-45: Utlu mâ ûhıye ileyke minel kitâbi ve ekımıs salât(salâte), innes salâte tenhâ anil fahşâi vel munker(munkeri), ve le zikrullâhi ekber(ekberu), vallâhu ya’lemu mâ tasneûn(tasneûne).
Kitaptan sana vahyedilen şeyi oku ve salâtı ikâme et (namazı kıl). Muhakkak ki salât (namaz), fuhuştan ve münkerden nehyeder (men eder). Ve Allah’ı zikretmek mutlaka en büyüktür. Ve Allah, yaptığınız şeyleri bilir.
utlu mâ ûhıye ileyke minel kitâbi: Sana Kitap’tan vahyedileni oku (tilâvet et; aynı zamanda anlat).
ve ekımıs salât(salâte): Ve namaz kıl.
innes salâte tenhâ anil fahşâi vel munker(munkeri): Çünkü namaz, münkerden ve fuhuştan men eder.
Münker, Allah’ın söylediklerinin inkâr edildiği standartlar. Fuhuş da nefsimizin afatına tâbî olduğumuz her olay. Nefsimizin afetleri bizi hangi noktada yere yıkmışsa, hangi noktada yenmişse, hangi noktada nefsimize tâbî olup günah işlemişsek işte onların her birisi fuhuştur. Orada ne yapıyoruz? Orada ne yaptığımızı Câsiye Suresinin 23. âyet-i kerimesi söylüyor, diyor ki Allahû Tealâ:
45/CÂSİYE-23: E fe raeyte menittehaze ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin ve hateme alâ sem’ihî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveten, fe men yehdîhi min ba’dillâhi, e fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).
Hevasını kendisine ilâh edinen kişiyi gördün mü? Ve Allah, onu ilim (onun faydasız ilmi) üzere dalâlette bıraktı. Ve onun işitme hassasını ve kalbini mühürledi. Ve onun basar (görme) hassasının üzerine gışavet (perde) çekti. Bu durumda Allah’tan sonra onu kim hidayete erdirir? Hâlâ tezekkür etmez misiniz?
“Onlar ki hevalarını kendilerine ilâh edinenlerdir.”
Rabb mevkiinde Allah var; emredici, emrine itaat edilen mürebbiye, terbiyeci. Bütün insanları en güzel standartlarda en güzele ulaştıracak olan Allah’tır. Şimdi sevgili kardeşlerim, bu insanlar ne yapıyorlarmış? Allahû Tealâ’nın emirleri var; Rabbin emirleri; onları yerine getirmiyor. Peki, neyi yerine getirmiş oluyor Allah’ın emirlerini yerine getirmiyorsa? O anda nefsinin hangi afetiyle alâkalıysa o olay, o afetin talep ettiği şeyi gerçekleştiriyor. Hevasını yani nefsinin afetlerini o olayda kendisine ilâh edinmiş oluyor. Yani Allah’ı Rabb mevkiinden, emir ve kumanda mevkiinden çekip alıyor o olayda; nefsinin afetini Rabbin yerine getiriyor. Onun emrini yerine getiriyor.
İşte Allahû Tealâ böyle insanlar için: “Onlar hevalarını kendilerine ilâh edinenlerdir.” diyor. Hevalarını kendilerine ilâh edinen insanlar. “Allah onları, onların ilimleri üzere dalâlette bırakır.” İşte bu âlim geçinen insanların büyük çoğunluğu, kendilerine insanların yazdığı kitaplarla ilim öğretilenlerdir. Asırlardan beri insanlar açıklamalar yapmışlar; itikadî konularda, muamelatta, akaidde, kelâmda, her türlü dîni konuda hep insanlar yazmışlar, çizmişler. Bugüne kadar ulaşmış; genel kabul görmüş olanlar, az kabul görmüş olanlar, reddedilenler ayrı ayrı gruplar tarafından. Bir grubun reddettiğini öbür taraf kabul ediyor. Böylece bir karmaşa dînde hüküm sürüyor. İşte ilimleri üzere Allah’ın dalâlette bıraktığı insanlar, Câsiye-23’e göre.
Bu insanların işareti: “Allah onların görme hassalarına (basarlarına) gışavet isimli perde çeker.” diyor. Sonra ne diyor? “Allah onların işitme hassalarını mühürler (sem’î isimli işitme hassasını mühürler). Allah onların kalplerini de mühürler (yani kalplerindeki idrak hassası da mühürlüdür).”
Öyleyse sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, insanlar o kadar çok şeyi unutmuşlar ki; kendilerini kurtuluşa ulaştıracak olan her şeyden şeytan onları allem etmiş, kallem etmiş ellerini ayaklarını çektirmiş. İşte bunlardan birisi de zikirdir.
Zikir, hatırlamak mânâsına gelir; 1. Allah’ı zikretmek, Allah’ı hatırlamak mânâsına gelir.
2- Tekrar etmek mânâsına gelir. Allah’ın İsmi’ni “Allah, Allah, Allah, Allah, Allah,” diye tekrar etmek mânâsına gelir.
3’üncüsü: Bir mefhumun, bir kelimenin daha evvel geçtiğini, kullanıldığını ifade etmekte de kullanılır. “Yukarıda mezkür olan bu kelime,” mesela cümle, “yukarıda zikredilmiş olan” demek. Yukarıda yazılmış olan hatırlatılıyor şimdi.
Ve zikir Allahû Tealâ’nın İsmi’nin “Allah, Allah, Allah, Allah, Allah,” diye tekrarının da adıdır.
Öyleyse Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın Adı’nı, “Allah, Allah, Allah, Allah, Allah,” diye zikretme müessesesi farz mıdır? Evet. Bu zikir, devamlılığı açısından zikir adını alır. Bu, günün bir kısmında Allah’ı ara sıra zikretmektir ve üzerimize farzdır. Allahû Tealâ buyuruyor:
73/MUZZEMMİL-8: Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen).
Ve Rabbinin İsmi'ni zikret ve herşeyden kesilerek O’na ulaş.
“vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen).”
“Rabbinin İsmi’yle zikret.”
Bir defa zikrin “Allah” kelimesinin kullanılarak gerçekleştirilmesi konunun temelidir.
“ve tebettel ileyhi tebtîlâ.”
“Ve Allah’a ulaş; her şeyden kesilerek (Allah’a doğru yola çıkarak Allah’a ulaş).”
Ve bu ulaşmanın zikirle gerçekleşeceğini Allahû Tealâ anlatıyor, Muzzemmil-8’de.
Ve öyleyse: “Allah’ın İsmi’ni zikret (Rabbinin İsmi’ni zikret).”
Rabbimizin İsmi: El İlâh. El İlâh kelimesi, Türkçemizde “Allah” olarak değerlendirilir. Arapçada da öyledir. El İlâh: Ellâh. Yani Türkçemizdeki “Allah” kelimesi.
Öyleyse Allahû Tealâ, “Allah” kelimesinin tekrarıyla zikretmemizi istiyor.
“Rabbinin İsmi’yle zikret ve her şeyden kesilerek O’na ulaş.”
Allah’a ancak bu yolla ulaşılabileceğini anlatıyor. Ve bu yolda bir faktörün kullanılacağını, onun adının da zikir olduğunu söylüyor. Yani bir insanın ruhunu Allah’a ulaştırabilmesi; “Allah, Allah, Allah, Allah,” diye, Allah’ın İsmi’nin art arda tekrarıyla mümkün.
Gördük ki ara sıra zikretmek farz. Hem de bu farz, ruhunuzu Allah’a ulaştırıncaya kadar çoğalan bir hüviyet kazanıyor Muzzemmil-8’de.
Peki, günün yarısından fazla zikretmek yani her gün Allah’ı çok zikretmek, zikirsiz geçen zamandan daha fazla zikretmek üzerimize farz mı? Evet, o da farz. Ahzâb Suresinin 41. âyet-i kerimesi, Allahû Tealâ buyuruyor:
33/AHZÂB-41: Yâ eyyuhâllezîne âmenûzkûrullâhe zikren kesîrâ(kesîran).
Ey âmenû olanlar! Allah’ı çok zikirle (günün yarısından fazla) zikredin.
“yâ eyyuhâllezîne âmenûzkûrullâhe zikren kesîrâ(kesîran): Ey âmenû olanlar! Allah’ı çok zikirle zikredin.”
“Öyle seviyede bir zikirle zikredin ki; bu çok zikir olsun (yani günün yarısından daha fazla zikir olsun).”
Peki, yolun sonu nereye ulaşır? Yolun sonu daimî zikre ulaşır sevgili kardeşlerim. Ulaşmanız lâzım gelen şey, hedef daimî zikirdir. O zaman insan olarak yaratılmanın o müstesna saadetini bütün boyutlarıyla yaşarsınız sevgili kardeşlerim. Siz insansınız, kâinattaki en üstün varlıklar.
Peki, daimî zikir de üzerimize farz kılınmış mı? Evet. Allahû Tealâ diyor ki:
4/NİSÂ-103: Fe izâ kadaytumus salâte fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum, fe izatma’nentum fe ekîmus salât(salâte), innes salâte kânet alâl mu’minîne kitâben mevkûtâ(mevkûten).
Böylece namazı bitirdiğiniz zaman, artık ayaktayken, otururken ve yan üstü iken (yatarken), (devamlı) Allah'ı zikredin! Daha sonra güvenliğe kavuştuğunuz zaman, namazı erkânıyla kılın. Muhakkak ki namaz, mü'minlerin üzerine, "vakitleri belirlenmiş bir farz" olmuştur.
“fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum: Öyleyse ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de Allah’ı zikredin.”
Üç halde bulunabilirsiniz: Ya bizim şu anda oturduğumuz gibi oturuyorsunuz ya bulunduğunuz yere geldiğiniz gibi ayaktasınız (geldiğiniz hâl yürüyerek), bir de gece yattığınız gibi yatıyor hâlde olabilirsiniz. Üç tane hâl; ayakta olmak, oturuyor olmak ve yatıyor olmak. Bir dördüncüsü yok. Üç hâlin üçünde de Allahû Tealâ zikretmenizi istiyor.
Öyleyse bütün insanlar için çok zikir farz olduğu gibi, neticede daimî zikre ulaşmak ve daimî zikrin sahibi olmak, o da farz sevgili kardeşlerim. Bir insan üç halde bulunabilir: Ayaktadır, oturuyordur, yatıyordur yan üstü. Ve yan üstü yatmamız emrediliyor. Acaba yan üstü yatmanın zikirle bir alâkası var mı? Kesin. Yatağınızı öyle bir şekilde dizayn etmelisiniz ki; kıble sağ tarafınızda kalmalı. Öyle bir şekilde uyumalısınız ki; yüzünüz sağ tarafa doğru dönmeli, yan üstü yatmalısınız. Yüzünüz sağ tarafa yani kıbleye doğru olmalı ve sağ kulağınız yastıkta olmalı. Birazcık sağ kulağınızı yastığın üzerinde sağa sola oynatmanız gerekiyor; şimdi benim yaptığım gibi. Bunu oynatmaktan muradınız ne? Kulağınıza basınç sebebiyle kalbinizin atış ritmi ulaşacaktır. Bu yastığın üzerindeki o vaziyetinizi değiştirmeyin. Kalbinizde atan toplardamarın ve atardamarın art arda vücuda getirdiği ses, birbiri arkasından gelir. Allah kelimesini “Allah, Allah, Allah, Allah,” diye kalbiniz tekrar etmektedir. İşte siz de içinizdeki sesle buna iştirak edeceksiniz, uyumaya niyetlendiğinizden itibaren. Dilinizi kımıldatmayacaksınız. Ses de çıkarmayacaksınız. Ve o sese paralel olarak dilinizi kımıldatmadan, ses de çıkarmadan kalbinizdeki sesle, kalbinizin sesiyle Allah’ın İsmi’ni tekrar edeceksiniz. “Allah” kelimesini söyleyeceksiniz. Ama diliniz kımıldamayacak. “Allah” kelimesini söyleyeceksiniz ama sesiniz çıkmayacak. İç sesinizle şimdi dilinizi kımıldatmadan “Allah” deyin, ısırın dilinizi. “Allah” kelimesini defaatle söyleyebildiğinizi gördünüz. İşte ses çıkarmadan, dilinizi de hareket ettirmeden, “Allah” kelimesini o zaman kalbinizin atışına paralel söyleyebilirsiniz. Ve kısa bir zaman sonra kalbinizin ritmiyle sesiniz eşitlenir.
İşte böyle bir olayı, kalbinizin sesini iç sesinizle gerçekleştirdiğiniz zaman uyurken zikirle uyuyun; dilinizi kımıldatmadan içinizdeki sesle. Bir gün uyandığınız zaman da zikrinizin devam ettiğini göreceğiniz bir zaman parçası mutlaka oluşacaktır. Bir yere mutlaka ulaşacaksınız. İşte orası daimî zikirdir. Zikir yaparak uyuyan kişinin; kalbinden zikir yaparak uyuyan kişinin uyandığı zaman kalbindeki zikri duyuyor olması; kalbindeki zikrin devamını duyuyor olması. Bu demektir ki uyuduğu sürece o kişinin kalbinin sesi hep, “Allah, Allah, Allah,” diye dili kımıldamadığı halde devam etmiştir. İşte daimî zikir budur. Yatana kadar hep Allahû Tealâ’yı zikretmek, yatarken zikirle yatmak, uyanınca da kalbindeki sesin devamını çok net bir şekilde hissetmek; işte bu daimî zikirdir.
Sevgili kardeşlerim, bütün sahâbe daimî zikrin de sahibi olmuşlar. Hem zikretmişler hem de daimî zikrin sahibi olmuşlardır. Gördük ki zikir de farz, çok zikir de günün yarısından fazla zikir de farz, daimî zikir de farz. Gene gördük ki zikir, Kur’ân-ı Kerim tilâvetinden de namazdan da daha üstün bir ibadet. Eğer size derlerse ki: “Dînin direği namazdır.” Diyeceksiniz ki: “Doğrudur, dînin direği namazdır. Ama Allah’ı zikretmek dînin çadırıdır.”
Öyleyse çadırsız bir direk yeterli olmaz.
Allahû Tealâ söylediğimiz gibi, Ankebût Suresinin 45. âyet-i kerimesinde açık bir şekilde:
“ve le zikrullâhi ekber (ekberu).” diyor, “Allah’ı zikretmek daha büyüktür.” diyor.
Neden? “Kuran’ı Kerim tilâveti olan zikirden daha büyüktür. Namaz adı verilen zikirden, ondan da daha büyüktür. En büyük ibadet Allah’ı zikretmektir.” diyor Allahû Tealâ.
Ha! Bizim sevgili dîn adamları namazı da zikir olarak kabul ettikleri için bu, “ve le zikrullâhi ekber(ekberu).” kelimesini, “Namaz en büyük ibadettir.” diye almışlar.
Sevgili kardeşlerim, İslâm’ın beş şartı arasında biliyorsunuz ki zikir yok. Ona ayak uydurabilmek için böyle bir ayak oyunu yapmışlar ve Kur’ân-ı Kerim’in bütün temel hükümlerini altüst etmişler.
Sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ nefsinizi tezkiye etmeyi üzerinize farz kılıyor. Allah’a ulaşmayı; ruhunuzu ölmeden evvel Allah’a ulaştırmayı üzerinize farz kılıyor. Allah’a ulaşmayı dilemek kaydıyla bu ulaşmayı Allahû Tealâ, Kendisinin gerçekleştireceğini de garanti ediyor. Biz insanlardan istediği şey, Allah’a ulaşmayı dilememiz. Allahû Tealâ ruhumuzu Allah’a ulaştırmayı üzerimize farz kılmış. İşte Muzzemmil Suresi 8. âyet-i kerime:
73/MUZZEMMİL-8: Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen).
Ve Rabbinin İsmi'ni zikret ve herşeyden kesilerek O’na ulaş.
“vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen): Allah’ın İsmi’yle zikret ve her şeyden kesilerek Allah’a ulaş.” Yani: “Bu zikirle ulaşacaksın.” diyor.
Öyleyse zikrin Allah’a bizim ruhumuzu ulaştırıcı bir hüviyeti olması lâzım. Nedir bu? Allahû Tealâ diyor ki:
34/SEBE-2: Ya’lemu mâ yelicu fîl ardı ve mâ yahrucu minhâ ve mâ yenzilu mines semâi ve mâ yarucu fîhâ, ve huver rahîmul gafûr(gafûru).
(O, Allah) yere gireni ve ondan çıkanı, semadan ineni ve oraya yükseleni bilir. Ve O; Rahîm’dir (rahmet nuru gönderendir), Gafûr’dur (mağfiret eden, günahları sevaba çeviren).
“Allah gökten ineni, yere gireni, yerden çıkanı ve göğe yükseleni en iyi bilendir.”
Öyleyse sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah’ın katından gelen, yere giren, yerden çıkan, tekrar Allah’ın katına yükselen bu nesneler nötrinolar; enerji partikülleri. Bunlar Allah’ın katından gelirler, enerji yüklüdürler. Elektrona ulaşırlar. Elektronu döndürürler, ona spin verirler ve tekrar geriye dönerler. İşte bu sebeple Allahû Tealâ diyor ki: “Kâinatta hiç bir zerre yoktur ki; her an Allah’ın adını tesbih eder olmasın. Ama siz bunu anlayamazsınız.” diyor Allahû Tealâ.
17/İSRÂ-44: Tusebbihu lehus semâvâtus seb’u vel ardu ve men fîhinne, ve in min şey’in illâ yusebbihu bi hamdihî ve lâkin lâ tefkahûne tesbîhahum, innehu kâne halîmen gafûrâ(gafûran).
7 kat gökler ve yeryüzü ve onlarda bulunanlar, O’nu (Allah’ı) tesbih ederler. O’nu hamd ile tesbih etmeyen bir şey yoktur. Ve fakat onların tesbihlerini siz fıkıh edemezsiniz (anlayamazsınız, idrak edemezsiniz). Muhakkak ki O; Halim’dir, Gafûr’dur (mağfiret edendir).
Bu en küçük zerrenin adı, bugünkü tabirle elektrondur. Bu elektronların her birisi mutlak olarak döner. Dönerler, kendi spinleri vardır. Bu spin sayısınca dönerler ve dönerken, her dönüşlerinde kendi lisanlarıyla “Allah” kelimesini tekrar ederler. Ama biz onun “Allah” kelimesi olduğunu anlamak yeteneğinin sahibi kılınmamışız.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, İşte Allahû Tealâ’nın dizaynı. Bu gökten inen, yere giren, yerden çıkan, tekrar Allah’a geri dönen şey nötrinolar. Öbür taraftan rahmet, fazl ve salâvât ismindeki üç ayrı nur. Allahû Tealâ Nûr Suresinin 21. âyet-i kerimesinde: “Eğer Allah’ın rahmeti ve fazlı üzerinize olmazsa içinizden hiç biriniz, nefsinizi tezkiye edemezsiniz.” diyor. “Siz nefsinizi tezkiye edemezsiniz, Allah tezkiye eder.” diyor.
24/NÛR-21: Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tettebiû hutuvâtiş şeytân(şeytâni), ve men yettebi’ hutuvâtiş şeytâni fe innehu ye’muru bil fahşâi vel munker(munkeri) ve lev lâ fadlullâhi aleykum ve rahmetuhu mâ zekâ minkum min ehadin ebeden ve lâkinnallâhe yuzekkî men yeşâu, vallâhu semî’un alîm(alîmun).
Ey âmenû olanlar, şeytanın adımlarına tâbî olmayın! Ve kim şeytanın adımlarına tâbî olursa o taktirde (şeytanın adımlarına uyduğu taktirde) muhakkak ki o (şeytan), fuhşu (her çeşit kötülüğü) ve münkeri (inkârı ve Allah’ın yasak ettiklerini) emreder. Ve eğer Allah’ın rahmeti ve fazlı sizin üzerinize olmasaydı (nefsinizin kalbine yerleşmeseydi), içinizden hiçbiri ebediyyen nefsini tezkiye edemezdi. Lâkin Allah, dilediğinin nefsini tezkiye eder. Ve Allah, Sem’î’dir (en iyi işitendir) Alîm’dir (en iyi bilendir).
Söylediği şey:
“ve lev lâ fadlullâhi aleykum ve rahmetuhu mâ zekâ minkum min ehadin ebeden: Eğer Allah’ın rahmeti ve fazlı üzerinize olmazsa içinizden hiç biriniz, nefsinizi tezkiye edemezsiniz.” diyor.
Acaba Allahû Tealâ, nefsi tezkiye etmek demekle neyi kastediyor? Nefsinizin kalbinin yarısından fazlasının Allah’ın nurlarıyla dolmasını kastediyor. O nokta, nefs tezkiyesi noktasıdır. Öyleyse Allah ile olan ilişkilerinizde nefsin tezkiyesi. Allah’a ulaşmayı diliyorsunuz. Allah Rahîm esmasıyla size tecelli ediyor. Ve kör, sağır ve dilsiz bir insanken insanlar, gören, işiten ve idrak eden oluyorlar. Kimi gören? İrşad makamını irşad makamı olarak görmeye başlayan. İşiten; onun söylediklerini irşad makamının sözleri olarak yerli yerine oturtabilen. Ve idrak eden; kalbine indirip onun mânâsını yerli yerine koyan kişi; yerli yerine oturtan kişi.
İşte Allahû Tealâ o kişinin kalbine ulaşıyor, kalbini Allah’a çeviriyor. Sonra o kişinin göğsünü yarıyor, şerh ediyor. O kişiyi teslimlere; ruhun, vechin, nefsin ve iradenin teslimi için o kişinin göğsünden kalbine nur yolu açıyor. Nur yolu açılınca Allah’ın katından ikişer ikişer nurlar gelecek. İşte Allah’ın katından bu nurları nefsin kalbine celbedecek olan, getirecek olan ibadetin adı zikirdir. Kur’ân-ı Kerim’in en büyük ibadetidir; namazdan da Kur’ân-ı Kerim tilâvetinden de daha büyük bir zikir; zikirlerin en büyüğü.
Öyleyse Allahû Tealâ: “Kim Allah’ın zikrinden yüz çevirirse Biz, ona şeytanı musallat deriz.” diyor.
43/ZUHRÛF-36: Ve men ya’şu an zikrir rahmâni nukayyıd lehu şeytânen fe huve lehu karîn(karînun).
Ve kim Rahmân’ın zikrinden yüz çevirirse, şeytanı ona musallat ederiz. Böylece o (şeytan), onun yakın arkadaşı olur.
Nefs tezkiyesi şeytanın musallat olmaması açısından son derece önemli.
“nukayyıd lehu şeytânen: Ona şeytanı musallat ederiz.” diyor.
Şimdi sevgili kardeşlerim, zamanımızda unutulmuş olan zikir müessesesi ne sağlar? Eğer kişi bu safhalardan geçmişse, Allah onun göğsünü yarmışsa, göğsünden kalbine nur yolu açmışsa En’âm Suresinin 125. âyet-i kerimesine göre…
En’âm Suresinin 125. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:
6/EN'ÂM-125: Fe men yuridillâhu en yehdiyehu yeşrah sadrahu lil islâm(islâmi), ve men yurid en yudıllehu yec’al sadrahu dayyikan haracen, ke ennemâ yassa’adu fîs semâi, kezâlike yec’alûllâhur ricse alâllezîne lâ yu’minûn(yu’minûne).
Öyleyse Allah kimi Kendisine ulaştırmayı dilerse onun göğsünü yarar ve (Allah’a) teslime (İslâm’a) açar. Kimi dalâlette bırakmayı dilerse, onun göğsünü semada yükseliyormuş gibi daralmış, sıkıntılı yapar. Böylece Allah, mü’min olmayanların üzerine azap verir.
“fe men yuridillâhu en yehdiyehu yeşrah sadrahu lil islâm(islâmi): Allah, kimi Kendine ulaştırmayı dilerse o kişinin göğsünü yarar (şerh eder); teslim için.”
“O kişinin Allah’a teslimi için o kişinin göğsünü yarar (şerh eder).”
Şerh etmek; yarmak. Niçin yarıyor? Allah’ın katından gelen rahmetle fazl ve rahmetle salâvât nurlarının (iki çift nur) o kişinin kalbine ulaşması için. Allahû Tealâ bu ulaşmayı, sadece bir çift nurun geldiği noktadaki ulaşmayı Zumer Suresinin 22. ve 23. âyet-i kerimelerinde şöyle açıklıyor:
Zumer-22:
39/ZUMER-22: E fe men şerahallâhu sadrahu lil islâmi fe huve alâ nûrin min rabbih(rabbihi), fe veylun lil kâsiyeti kulûbuhum min zikrillâh(zikrillâhi), ulâike fî dalâlin mubîn(mubînin).
Allah kimin göğsünü İslâm için (Allah’a teslim için) yarmışsa artık o, Rabbinden bir nur üzere olur, değil mi? Allah’ın zikrinden kalpleri kasiyet bağlayanların vay haline! İşte onlar, apaçık dalâlet içindedirler.
“O kişinin göğsünü, Allahû Tealâ göğsünü yardığı ve göğsünden kalbine nur yolu açtığı kişinin kalbiyle kalbi zikir sebebiyle (zikirle) kasiyet bağlamış olan bir kişinin durumu aynı mıdır?” diyor Allahû Tealâ.
Zumer-23’de de: “Allah Kitab’a müteşabih olarak ihdas ettiklerini ikişer ikişer indirir.” diyor. Biri rahmetle fazl, ikincisi rahmetle salâvât.
39/ZUMER-23: Allâhu nezzele ahsenel hadîsi kitâben muteşâbihen mesâniye takşaırru minhu culûdullezîne yahşevne rabbehum, summe telînu culûduhum ve kulûbuhum ilâ zikrillâh(zikrillâhi), zâlike hudallâhi yehdî bihî men yeşâu, ve men yudlilillâhu fe mâ lehu min hâd(hâdin).
Allah, ihdas ettiği (nurların) ahsen olanlarını (rahmet, fazl ve salâvâtı), ikişer ikişer (salâvât-rahmet ve salâvât-fazl), Kitab’a müteşabih (benzer) olarak indirdi. Rab’lerinden huşû duyanların ciltleri ondan ürperir. Sonra onların ciltleri ve kalpleri Allah’ın zikriyle yumuşar, sükûnet bulur (yatışır). İşte bu, Allah’ın hidayetidir, dilediğini onunla hidayete erdirir. Ve Allah, kimi dalâlette bırakırsa artık onun için bir hidayetçi yoktur.
Rahmet nurları kargo uçaklarıdır. Aynı zamanda da nur hüviyetindedirler. Fazl ve salâvâtsa uçakların taşıdığı hamuledir; yüktür. O kişi zikir yapıyor; Allah’ın katından gelen rahmetle fazl ve rahmetle salâvât nurları o kişinin göğsüne giriyor. Göğsünden; Allah’ın göğsünden kalbine açtığı yolu takip ederek, yarıktan girerek kalbe ulaşıyor. Ve kalbin içine sadece %2’ye kadar rahmet sızabiliyor. Kişi henüz mürşidine ulaşmamış. Allah’a ulaşmayı dilemiş, Allah işlemlerini gerçekleştirmiş. Göğsünü yarmış, göğsünden kalbine nur yolu açmış, kalbinin nur kapısını Allah’a çevirmiş, kişiyi mürşidine ulaşacak hâle getirmiş. İşte bu noktada bu kişi zikir yapıyor. Zikir yaptığı zaman Allah’ın katından gelen rahmetle fazl, rahmetle salâvât nurları değil; sadece rahmetle fazl isimli iki nur o kişinin göğsüne geliyor. Göğsünü yaran; göğsündeki yarıktan geçerek kalbe ulaşıyor ve kalbin içine rahmet nuru girmeye başlıyor. Bu rahmet nuru %2’ye ulaştığı zaman, o kişi huşû sahibi oluyor. İlk %2 nur, rahmet nurudur. Gelen nurların öncüsü rahmet nurudur. Neden? Çünkü bu işlev, Allah’ın Rahîm esmasıyla tecellisiyle tahakkuk etmiştir.
İşte Yûsuf Suresi 53. âyet-i kerime, Allahû Tealâ buyuruyor:
Hz. Yusuf diyor ki:
12/YÛSUF-53: Ve mâ uberriu nefsî, innen nefse le emmâretun bis sûi illâ mâ rahime rabbî, inne rabbî gafûrun rahîm(rahîmun).
Ve ben, nefsimi ibra edemem (temize çıkaramam). Muhakkak ki nefs, mutlaka sui olanı (şerri, kötülüğü) emreder. Rabbimin Rahîm esmasıyla tecelli ettiği (nefsler) hariç. Muhakkak ki Rabbim, mağfiret edendir (günahları sevaba çevirendir). Rahîm’dir (rahmet nurunu gönderen ve merhamet edendir).
“ve mâ uberriu nefsî, innen nefse le emmâretun bis sûi illâ mâ rahime rabbî: Ben nefsimi beraat ettiremem; çünkü nefs şerri emreder. Ama Rabbimin Rahîm esmasıyla tecelli ettiği nefsler hariç.” diyor Allahû Tealâ.
İşte ne zaman o kişinin Rahîm esmasıyla tecellisi başlamışsa, Allahû Tealâ, sadece Allah’a ulaşmayı dilediği takdirde o kişi, o zaman Rahîm esmasıyla tecelliye başlar. Bu tecelli 7 tane furkan oluşturur kişide. Bu 7 furkanda o kişinin; kör, sağır ve dilsiz olan o kişinin görmesi mümkün olmuştur, işitmesi mümkün olmuştur ve idrak etmesi mümkün olmuştur irşad makamını. Buradaki körlük, sağırlık ve dilsizlik ve idraksizlik manevî alandaki olaylara yöneliktir. Ve kişinin kalbine %2 nur; rahmet nuru girdiği zaman o kişi mürşidine ulaşmak için gerekli olan standarda sahiptir. Huşû sahibi olmuştur ve hacet namazını kılar. Bu noktada olan kişiye Allah, mürşidini mutlaka gösterir.
Kime gösteriyormuş Allahû Tealâ mürşidini? Bu 12 tane, Allahû Tealâ’dan ihsan alan kişiye. Allah’ın gösterdiği bu mürşid söz konusu. Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, mürşide ulaşan kişi, o mürşide tâbiiyetini gerçekleştiriyor. Tâbiiyet gerçekleşir gerçekleşmez, o kişinin kalbinin içine Allahû Tealâ îmânı yazıyor. Başının üzerine de o kişinin, devrin imamını gönderiyor. Neden? Devrin imamının ruhu o kişinin ruhuna diyor ki: “Senin Allah’a mülâki olma günün (yevm’et telâkın) geldi. Vücudu terk et, Allah’a geri dön. İşte Allah’ın sana verdiği temel emir budur. Sen bir emanetsin. Allah’ın Zat’ına dönmek mecburiyetindesin. Senin görevini biz üstleneceğiz.”
Ve devrin imamının ruhu, Mu’min Suresinin 15. âyet-i kerimesi gereğince kişinin başının üzerine gelip yerleşiyor.
40/MU'MİN-15: Rafîud deracâti zul arş(arşi), yulkır rûha min emrihî alâ men yeşâu min ıbâdihî li yunzira yevmet telâk(telâkı).
Dereceleri yükselten ve arşın sahibi olan Allah, kullarından (Kendisine ulaştırmayı) dilediği kişinin (Allah’a ulaşmayı dilediği için Allah’ın da Kendisine ulaştırmak istediği kişinin) üzerine (başının üzerine) Allah’a ulaşma gününün geldiğini (o kişinin ruhuna) ihtar etmek için, emrinden (Allah’ın emrini tebliğ edecek) bir ruh (devrin imamının ruhunu) ulaştırır.
İşte bu noktada kişinin nefs tezkiyesine başlaması söz konusu. Bu kişi “Allah, Allah, Allah, Allah, Allah,” diye ister sesli zikretsin, ister sessiz zikretsin ama elindeki tesbihle zikre başlayınca beyaz bir örtünün altında -bunun adı virddir- o kişinin üzerine Allah’ın katından rahmetle fazl ve rahmetle salâvât isimli iki gurup nur gelir mürşide ulaştıktan sonra. Bu nurlar göğse gelirler. Göğüsten şifreli yolu takip ederek kalbe ulaşırlar ve kalbin içine girerler. Ama Allahû Tealâ kalbin içine îmânı yazmıştır.
Mucâdele Suresinin 22. âyet-i kerimesine göre, “Allah o kişinin kalbinin içine îmânı yazar ve üzerine Allah’ın katından ruh gönderilir,” deniyor, “o kişinin.”
58/MUCÂDELE-22: Lâ tecidu kavmen yu’minûne billâhi vel yevmil âhiri yuvâddûne men hâddallâhe ve resûlehu ve lev kânû âbâehum ve ebnâehum ve ihvânehum ev aşîratehum, ulâike ketebe fî kulûbihimul îmâne ve eyyedehum bi rûhin minhu, ve yudhıluhum cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru hâlidîne fîhâ, radıyallâhu anhum ve radû anhu, ulâike hizbullâh(hizbullâhi), e lâ inne hizballâhi humul muflihûn(muflihûne).
Allah’a ve ahiret gününe (ölmeden önce Allah’a ulaşmaya) îmân eden bir kavmi, Allah’a ve O’nun Resûl’üne karşı gelenlere muhabbet duyar bulamazsın. Ve onların babaları, oğulları, kardeşleri veya kendi aşiretleri olsa bile. İşte onlar ki, (Allah) onların kalplerinin içine îmânı yazdı. Ve onları, Kendinden bir ruh ile destekledi (orada eğitilmiş olan, devrin imamının ruhu onların başlarının üzerine yerleşir). Ve onları, altından nehirler akan cennetlere dahil edecek. Onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Allah, onlardan razı oldu. Ve onlar da O’ndan (Allah’tan) razı oldular. İşte onlar, Allah’ın taraftarlarıdır. Gerçekten Allah’ın taraftarları, onlar, felâha erenler değil mi?
İşte Allahû Tealâ’nın katından gelen ruh; bu ruh o kişinin başının üzerinde yerini alır. O kişinin ruhu vücudundan ayrılır ve hangi mürşide kişi tâbî olmuşsa onun dergâhına ulaşır. Orada kısa bir zaman kaldıktan sonra ana dergâha ulaşır ve ana dergâhtaki 10’arlık sıralardan birinde yerini alır.
İşte kişi zikri arttırmaya başlar. Nefsin kalbinde %7 fazl birikince, ruh zemin kattan 1. kata ulaşır. İkinci defa %7 nur birikimi; 2. kat. 3., 4., 5., 6., 7. defa %7 nur birikimlerinde ruh 7. kata ulaşır. 7. katın 7 tane âlemini geçer soldan sağa doğru ve Sidretül Münteha’ya ulaşır. Oradan da Allah’ın Zat’ına ulaşır ve Allah’ın Zat’ında yok olur. Ulaştığı 21. basamaktır, yok olması 22. basamaktır. Allahû Tealâ buraya kadar olan bütün konuları, kim Allah’a ulaşmayı dilemişse garanti etmiştir.
“Siz,” diyor, “Bana ulaşmayı dileyeceksiniz sadece. Ben ulaştıracağım sizin ruhunuzu kendime. Ama bunun için zikir yapmanız şart. Eğer zikri sevmezseniz, namazı sevmezseniz, orucu sevmezseniz, bunları Ben size sevdireceğim.” diyor Allahû Tealâ. Çünkü garanti ediyor. Garanti ettiğine göre mutlaka sevdirecek. Çünkü Allah’ın başarmaması mümkün değildir. Kim Allah’a ulaşmayı dilerse o kişinin ruhu mutlaka Allahû Tealâ tarafından Kendisine ulaştırılır, sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım.
İşte 14. basamakta başlayan bu olay, nefsin kalbinde 7 defa %7 defa fazl birikimiyle; Emmare, Levvame, Mülhime, Mutmainne, Radiye, Mardiyye ve Tezkiye kademelerini, 7 tane gök katını aşarak insan ruhu Allah’ın Zat’ına ulaşır. Bu vuslattır. Ruh Allah’a vasıl olmuştur. Allah’ın Zat’ında yok olur.
21. basamak: Ulaşma.
22. basamak: Ruhun Allah’a teslim.
Ruh Allah’a teslim olmuştur. Bu noktadaki zikir, 33 bin zikirdir. 7 tane gök katı aşılmıştır. Bu kişinin 1. gök katına kadar olan zikri 15 bindir. Ondan sonra ikişer bin ikişer bin yükselir. 17, 19, 21, 23, 25, 27, 29, 31; 33 bin zikirde ruh Allah’a ulaşır. Bu teslimlerden birincisidir. Kişi henüz 33 bin zikirdedir.
Zikrini arttırabilirse o kişi mutlaka, günün yarısından daha fazla zikre ulaştığında zühd sahibi olacaktır, zahid olacaktır. Nefsinin kalbinde %81 nur birikimini sağladığı zaman, o kişinin fizik vücudu Allah’ın bütün emirlerini yerine getiren bir form kazanır. Yasak ettiği hiç bir fiili işlemez. Ama nefsinin kalbinde hâlâ %19 karanlık vardır. Bu kişi zikir ehli olmuş mudur? Hayır, olmamıştır. Daha çok zikredecektir, kişi daimî zikre ulaşacaktır. Daimî zikre ulaştığı zaman bu kişinin adı ulûl’elbabtır.
Hani demin söylemiştik, sözlerimizin başlangıcında, Allahû Tealâ şöyle buyuruyordu:
3/ÂLİ İMRÂN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).
Onlar (ulûl elbab, lüblerin, Allah'ın sır hazinelerinin sahipleri), ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (daima) Allah'ı zikrederler. Ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve derler ki): "Ey Rabbimiz! Sen bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Sen Subhan'sın, artık bizi ateşin azabından koru.
“li ulîl elbâb, yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim: Ulûl’elbab için ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah’ı zikretmek söz konusudur.” diyor Allahû Tealâ.
Öyleyse ulûl’elbab dediğimiz kişiler daimî zikrin sahipleridir. Gördük ki daimî zikir farz. Gördük ki daimî zikrin sahipleri ulûl’elbab. Öyleyse bunların adı nedir? Bunların adı ehl-i zikir. Allahû Tealâ: “Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun.” diyor.
21/ENBİYÂ-7: Ve mâ erselnâ kableke illâ ricâlen nûhî ileyhim fes’elû ehlez zikri in kuntum lâ ta’lemûn(ta’lemûne).
Ve senden önce, vahyettiğimiz rical (erkekler)den başkasını göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline (daimî zikrin sahiplerine) sorun.
İşte Allahû Tealâ’nın bu ifadesi; “Bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.” ifadesi, aslında çok önemli bir şey. Bizim zamanımızın bu sevgili dîn adamlarının hiç anlayamayacağı bir şey. Bu kafayla giderlerse hiç yaşayamayacakları bir şey. Zikir ehli, daimî zikrin sahibi olan kişidir;
7 özelliği vardır.
1- Bu kişi daimî zikrin sahibidir. Daimî zikrin sahibi olursa ne olur? O kişinin nefsinin kalbinde hiç afet kalmaz. Neden? Çünkü Rabbanî kapı açıktır. Oradan giren rahmet nurları, fazıllar ve salâvât nurları kalbi her an, pırıl pırıl aydınlık tutarlar. Rahmet, fazl ve salâvât nurları zülmanî kapıya kadar inen Rabbanî kapıdaki mührün zülmanî kapıyı kapatmasını sağlar. Art arda onun üzerine baskı yapar rahmet, fazl ve salâvât nurları; o kapıyı kilitleyecek noktaya onu ulaştırır. Ve bu zikirlerin neticesi olan nurların oraya baskısı sebebiyle kalbin zülmanî kapısı devamlı kapalıdır. Kalp de %100 nurlarla dolmuştur. Zülmanî kapı kapalı olduğu için tekrar oraya dönmesi hiçbir zaman mümkün değildir. O kişi hayatta olduğu sürece daimî zikrin sahibi olarak kalacaktır.
Öyleyse kişi daimî zikrin sahibidir.
Kalbi %100 pırıl pırıl Allah’ın nurlarıyla doludur; 2.
3- Allah, onun kalp gözünü mutlaka açar.
4- Allah, onun kalp kulağını mutlaka açar. O kişiye Allahû Tealâ, kalp gözüyle bir çok şeyler gösterir kişinin durumuna göre.
Bu dört temel şart, üç tane de vasıf şartı kazandırır kişiye. Sonuç şartı da diyebiliriz. Bunlardan bir tanesi ehl-i tezekkür olmaktır. O kişi ehl-i zikir olmuştur; ehl-i tezekkür olmuştur. Allah ile her konuyu her zaman konuşabilir. O kişi ehl-i hayır olmuştur. Daimî zikrin sahibi olduğu için devamlı zikretmektedir. Devamlı derecat kazanmaktadır. Hiç derecat kazanmadığı bir nokta yoktur. Hem de daima 1’e 700 kazanacaktır.
Ve bu kişinin üçüncü özelliği, ehl-i hikmettir; hikmet ehlidir kişi. Âyetlere baktığında, eğer o âyet Kur’ân-ı Kerim’deki 28 basamağın herhangi birine tekabül ediyorsa onu derhal görür. Hangi basamağa ait olduğunu derhal söyler. Bu yetkinin sahibidir. Eğer bu kişi hakem veya hâkim olursa o zaman da mutlaka kararlarını adaletle verecektir. Çünkü mutlaka Allah’tan sorarak neticeye girer.
İşte ehl-i zikir olan kişi odur; “fes’elû ehlez zikri in kuntum lâ ta’lemûn (ta’lemûne).” diyor Allahû Tealâ, “Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun.”
Adı, zikir ehlinin adı ulûl’elbab. Zikir ehlinin Kur’ân’daki adı; ulûl’elbabtır; lübb’lerin sahipleridir. Gördük ki lübb’lerin sahipleri ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah’ı zikredenlerdir.
Görüyorsunuz sevgili kardeşlerim, mozaiğin bütün kareleri cuk oturuyor yerine, her şey yerli yerinde. İşte böyle bir dizaynda kişi daimî zikrin sahibi olmuştur, ehl-i zikir olmuştur. Allah ile her zaman konuşur. Şimdi bu hüviyetin neyi içerdiğine bakalım. Allahû Tealâ, Âli İmrân Suresinin 7. âyet-i kerimesinde diyor ki:
3/ÂLİ İMRÂN-7: Huvellezî enzele aleykel kitâbe minhu âyâtun muhkemâtun hunne ummul kitâbi ve uharu muteşâbihât(muteşâbihâtun), fe emmâllezîne fî kulûbihim zeygun fe yettebiûne mâ teşâbehe minhubtigâel fitneti vebtigâe te’vîlihi, ve mâ ya’lemu te’vîlehû illâllâh(illâllâhu), ver râsihûne fîl ilmi yekûlûne âmennâ bihî, kullun min indi rabbinâ, ve mâ yezzekkeru illâ ulûl elbâb(elbâbi).
Kitab'ı sana indiren O'dur. Onun bir kısmı muhkem (hüküm ihtiva eden, mânâsı açık olan) âyetlerdir, onlar Kitab'ın esasıdır ve diğerleri, muteşâbihtir (yoruma açık âyetlerdir). Fakat kalplerinde eğrilik (bâtıla meyil) bulunanlar, bu sebeble muteşâbih olanlara (yorum gerektirenlere) tâbî olurlar. Ondan fitne çıkarmak için, onun te'vilini (yorumunu) yapmak isterler. Ve onun te'vilini Allah'dan başka kimse bilmez ve ilimde rusuh sahipleri ise: “Biz O'na îmân ettik, hepsi Rabbimizin katındandır” derler, onlar da tezekkür edemezler, sadece Ulûl'elbab (daimi zikrin ve sırların sahipleri) (tezekkür edebilir).
“İşte O Allah’tır ki; sana Kitab’ı indirdi. O’nda hem muhkem âyetler vardır hem müteşabih âyetler vardır. Muhkem âyetler, Ümmülkitab’ın esasını teşkil eder. Müteşabih âyetlere gelince onların gerçek anlamını Allah’tan başka kimse bilmez. Kalplerinde zeyg olanlar, o müteşabih âyetleri eğip bükerler. Ve başkalarının fitneye düşmelerine sebebiyet verirler (başkasına negatif istikamette tesir etmek için bunu yaparlar; teviline giderler; başka insanların fitnesine sebebiyet verirler). İlimde derinleşmiş olan rasihun (bugünün dîn adamları; kendi ilimlerinde derinleşmiş olanlar), onlar derler ki: ‘Bütün bu âyetler inandık ki; Allah’ın katındandır.’ Ama onlar da tezekkür edemezler.” diyor. “İlla ulûl’elbab.” diyor.
Tezekkür edebilenin, ehl-i zikir olanın sadece ulûl’elbab olduğunu söylüyor.
İşte o ulûl'elbab, daimî zikrin sahipleri bunu tezekkür edebilir. Neden? Çünkü onlar ehl-i tezekkürdür, ehl-i zikirdir. Allah’tan soracak, cevabını alacaktır.
İşte sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Kur’ân’da unutulan iki kavram, hem zikir kavramı yok olmuş hem de ehl-i zikir kavramı yok olmuş. Öyle ki hep o sevgili kardeşimizi hatırlarız, şimdi profesör olan o sevgili kardeşimizi. “Ben,” diyor, “Kur’ân okurum, ben de ehl-i zikirim. Kur’ân bir zikirdir, öyleyse ben de ehl-i zikirim.” Sözlerimiz bir kulağından giriyor, öbür kulağından çıkıyor.
Sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ bu zavallı insanlara ilim versin diye dua ediyoruz inşaallah. Ve asıl önemlisi hidayet versin. Ne yazık ki dîn adamları kadrosunu oluşturanların çok çok büyük bir kısmı Allah’ın âyetlerinden haberdar değiller ve kendilerini âlim olarak değerlendiriyorlar ama aslında gerçekten acınacak durumdalar sevgili kardeşlerim. Ateşe çağıran imamlar durumundalar. Allahû Tealâ taksiratlarını affetsin.
Sevgili kardeşlerim, zikir ve ehl-i zikir müessesesini, Kur’ân’dan kopan bir büyük hakikati beraberce tezekkür ettik. Bizim öğretim kadrolarına baktığınız zaman şu üniversitelerimizdeki, daimî zikrin sahibi olan hiç kimseye rastlayamazsınız. Hatta zikredenler nadirdir. Sevgili kardeşlerim, sanki Kur’ân-ı Kerim onlar için inmemiş. Sanki Allahû Tealâ onlara: “Daimî zikre ulaşın.” dememiş. “Biz,” diyorlar, “görevimizi yaparız. Sen bize karışma.” Bizim karışmamız onların söylediği mânâda bir karışma değil. Biz Allah’ın emirlerine davet ediyoruz ki bu emirlerden birisi de zikirdir ve daimî zikirdir. Öyleyse Allah davet ediyorsa biz, Allah’ın davetini açıklamakla vazifeli olan kişiyiz bugün. Hidayeti Allahû Tealâ bizim uhdemize verdi. Öyleyse bundan sorumlu olan biziz. Dîn adamlarının da hidayetin dışında kalması, bizim onlara da ihtarda bulunmamıza sebebiyet verecektir. Nitekim bu gerçekleşmiştir.
Sevgili kardeşlerim, önümüzdeki çok değil; birkaç yılda hidayetin yalnız bu ülkede değil, Türkiye’de değil, bütün dünyada öğrenildiğine şahit olacaksınız. Güç devre tamamlandı, hidayet çağına giriş tamamlandı. Artık gelişme çağındayız.
Allahû Tealâ’nın hepinizi ehl-i zikir yapması dualarımızla, dileklerimizle sözlerimizi inşallah burada tamamlıyoruz. Allah hepinizden razı olsun.
İmam İskender Ali M İ H R