SOHBETİN ADI: NEBÎ VE RESÛL
TARİHİ: 29.05.2006
Eûzubillâhimineşşeytânirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki Yüce Rabbimiz bizi, Allah yolunda bu dünyadaki en büyük görevi gerçekleştirmekle vazifelendirdi. O görev; unutulmuş olan kâinatın yegâne dînini (Hz. İbrâhîm’in hanif dînini), Arapça adıyla İslâm dînini, gerçek açıdan açıklamakla vazifeli kıldı. Ve ne kadar çok kavramın ne kadar yanlış anlaşıldığını ve anlatıldığını, dîn âlimlerinin insanları Allah’ın cennetine değil; adeta cehenneme sürükleyen birer vasıta haline getirildiğini, bunun arkasında şeytanın varlığını çok açık bir şekilde Allahû Tealâ bize bütün çerçevelerden ve bütün bakış açılarından gösterdi ve bizi görevlendirdi ki; Allah’ın bize anlattığı Kur’ân hakikatlerini biz sizlere anlatalım.
Sevgili kardeşlerim, her şeyden önce şunu hiç unutmayacağız: Kim size ne söylerse söylesin, bizim için hiç önemi yok bizim için. Sizin için de önemi olmasın. Ama şurası bir vakıa; bundan 14 asır evvel sadece ve sadece Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’i vardı. Bundan 14 asır evvel Peygamber Efendimiz (S.A.V), Kur’ân’la hükmetti. Allahû Tealâ bütün nebîlerine onunla hükmetsinler diye kitap gönderir. İşte Allahû Tealâ’nın bu kitabı gönderdiği son nebî (son peygamber), Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz’dir.
Sevgili kardeşlerim, vaziyetin vahametini bizim ülkemizdeki dîn adamları henüz fark edebilmiş değiller. Nasıl bir aldanışın içinde olduklarının farkında değiller. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in hadîsleri diye birtakım şeyler çıkarmışlar ortaya. Asırlardan beri insanlar tarafından hep tekrar edilmiş, tekrar edilmiş, tekrar edilmiş ve bugünlere ulaşmış insanlar. Sevgili kardeşlerim Peygamber Efendimiz (S.A.V) diyor ki: “Benim hadîslerim Kur’ân’a aykırı olamaz. Hadîsimin gerçek olup olmadığını anlamak için Kur’ân’a bakın diyor. Kur’ân’la karşılaştırın. Hiçbir hadîsim Kur’ân’a aykırı olamaz.”
Oysa öyle bir külliyat, bir bütün oluşturulmuş ki her şey hadîslerden oluşuyor. Kur’ân-ı Kerim bütün hükümleriyle devre dışı bırakılmış. Bunun dışında kalan tek konu; akaid. Aslında akaid değil dışında kalan konu. Çünkü akaid ne yazık ki Kur’ân hakikatlerinden bütünüyle saptırılmış bir durumda. İnanç esasları aynı standartlarda, tamamen saptırılmış durumda. İnsanları, özellikle insanları şeytanın pençesinden kurtaracak olan bütün hükümler bütün açılardan devre dışı kalmış. Bugün insanlar sadece kaideleri öğrenebilecek durumdalar. Dîni nasıl tatbik edeceğiz; o konudaki kaideler yani muamelat. Ve her şeyin yanlış olduğu bir ortamda, bir dünya ilmi nizamında sizlere sesleniyoruz: Resûl kimdir, nebî kimdir?
Nebîler; kendilerine kitap verilen peygamberlerdir. Allahû Tealâ Âli İmrân Suresinin 81. âyet-i kerimesinde diyor ki:
3/ÂLİ İMRÂN-81: Ve iz ehazallâhu mîsâkan nebiyyîne lemâ âteytukum min kitâbin ve hikmetin summe câekum resûlun musaddikun limâ meakum le tu’minunne bihî ve le tansurunnehu, kâle e akrartum ve ehaztum alâ zâlikum ısrî, kâlû akrarnâ, kâle feşhedû ve ene meakum mineş şâhidîn(şâhidîne).
Ve Allah, nebilerden, “Size kitap ve hikmet verdim. Sonra size, beraberinizde olanı (Allah'ın size verdiği kitapları) tasdik eden bir Resûl geldiği zaman, O'na mutlaka îmân edeceksiniz ve O'na mutlaka yardım edeceksiniz” diye misak aldığı zaman, “İkrar ettiniz mi (kabul ettiniz mi?) ve bu ağır (ahdimi) üzerinize aldınız mı?” diye buyurdu. (Onlar da): “İkrar ettik (kabul ettik)” dediler. (Allahû Teâlâ): “Öyleyse şahit olun ve Ben sizinle beraber şahitlerdenim.” buyurdu.
“Ey nebîler! Sizlere kitap ve hikmet verdik.”
Allahû Tealâ açık bir şekilde nebîlere kitap verdiğini ve hikmet verdiğini söylüyor. Bütün nebîler, kendilerine kitap verilen peygamberlerdir. Peygamber tabiri, Farsça’dan alınmış bir tabirdir. Nebî kelimesi Arapça’dır. Nebî kelimesiyle peygamber kelimesi tam olarak birbirini tutuyor. Tam birbirinin eşi. Yani peygamber deyince nebîler kastedilmiş ama bir de risalet müessesesi var.
Risaletse yani resûllük ise nübüvvet demek değildir. Risalet, insanlık tarihi boyunca hiçbir gün boş bırakılmamış olan bir kavramdır. Yani insanlık tarihi boyunca hangi dil konuşuluyorsa herhangi bir kavimde, o kavimde ve bütün kavimlerde mutlaka onların dilleriyle konuşan bir resûl, bütün devirlerde var olmuştur; bugün de vardır. Bunlara “kavim resûlleri” diyoruz. Kıyâmete kadar bütün kavimlerde resûl var olmakta devam edecektir.
Mu’minûn Suresinin 44. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:
23/MU'MİNÛN-44: Summe erselnâ rusulenâ tetrâ, kullemâ câe ummeten resûluhâ kezzebûhu fe etbâ’nâ ba’dahum ba’dan ve cealnâhum ehâdîs(ehâdîse), fe bu’den li kavmin lâ yu’minûn(yu’minûne).
Sonra Biz, resûllerimizi ardarda (arası kesilmeksizin) gönderdik. Her ümmete resûlü geldiği zaman, her defasında onu yalanladılar. Biz de onları birbiri arkasından (helâk ettik). Ve onları efsane kıldık. Artık mü’min olmayan kavim (Allah’ın rahmetinden) uzak olsun.
“Biz, bütün kavimlerde resûl beas ettik (vazifeli kıldık, hayata getirdik.) Hangi kavme resûl gönderdiysek, o kavimdekiler mutlaka resûllerini inkâr ettiler.” diyor Allahû Tealâ.
Bütün kavimlere, bütün devirlerde hiç ardı arkası kesilmeksizin Allahû Tealâ mutlaka resûl gönderdiğini, bütün kavimlerde bir resûlün daima var olduğunu söylüyor. Öyleyse resûller, bütün kavimlerde, bütün devirlerde var olmuştur.
Her devirdeki insanlara Allah’tan, Allah’ın emrini ve açıklamalarını alarak kendi kavimlerine açıklama yapan resûller bütün devirlerde var olmuştur. Hepsi de kavmi tarafından inkâr edilmiştir. Bugün de bütün kavimlerde Allah’ın resûlleri var ve hepsi de inkâr ediliyor kendi kavimleri tarafından. İnkâr eden büyük kitleler, aldıkları dîn konusundaki yanlış bilgiler sebebiyle bunu yapıyorlar.
Öyleyse Mu’minûn Suresinin 44. âyet-i kerimesi açık ve kesin bir şekilde, bütün kavimlere insanlık tarihi boyunca ard arda resûller gönderildiğini ve hangi kavme Allahû Tealâ resûl gönderdiyse, bütün kavimler tarafından onun reddedildiğini (inkâr edildiğini) söylüyor Allahû Tealâ.
İbrâhîm Suresinin 4. âyet-i kerimesinde: “Hiçbir kavim yoktur ki,” diyor Allahû Tealâ, “ona kendi lisanıyla anlatan bir resûl göndermiş olmayalım.”
14/İBRÂHÎM-4: Ve mâ erselnâ min resûlin illâ bi lisâni kavmihî li yubeyyine lehum, fe yudillullâhu men yeşâu ve yehdî men yeşâu, ve huvel azîzul hakîm(hakîmu).
Hiçbir resûlümüz yoktur ki; Biz, onu kendi kavminin lisanıyla göndermiş olmayalım. Onlara (kendi lisanlarıyla) beyan etsin (açıklasın) diye. Öyleyse Allah, dilediğini (Allah’a ulaşmayı dilemeyenleri) dalâlette bırakır. Dilediğini (Allah’a ulaşmayı dileyenleri) hidayete erdirir. Ve O, Azîz’dir, Hikmet Sahibi’dir.
Öyleyse bütün resûller kendi kavimlerinin lisanıyla gönderilirler. Bütün kavimlerde o kavimden birisi, o kavmin lisanını konuşan birisi Allahû Tealâ tarafından vazifelenir. Allahû Tealâ Nahl Suresinin 36. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:
16/NAHL-36: Ve lekad beasnâ fî kulli ummetin resûlen eni’budûllâhe vectenibût tâgût(tâgûte), fe minhum men hedallâhu ve minhum men hakkat aleyhid dalâletu, fe sîrû fîl ardı fanzurû keyfe kâne âkıbetul mukezzibîn(mukezzibîne).
Ve andolsun ki Biz, bütün ümmetlerin (milletlerin, kavimlerin) içinde resûl beas ettik (hayata getirdik, vazifeli kıldık). (Allah’a ulaşmayı dileyerek) Allah’a kul olsunlar ve taguttan (insan ve cin şeytanlardan) içtinap etsinler (sakınıp kurtulsunlar) diye. Onlardan bir kısmını (Resûlün daveti üzerine Allah’a ulaşmayı dileyenleri), Allah hidayete erdirdi ve bir kısmının (dilemeyenlerin) üzerine dalâlet hak oldu. Artık yeryüzünde gezin. Böylece yalanlayanların akıbetinin, nasıl olduğuna bakın (görün).
“Biz, bütün ümmetlerde (mutlaka bütün kavimlerde, bütün milletlerde) mutlaka resûl beas ederiz (yani onların arasından birisini hayata getiririz; resûl olarak hayata getiririz).” diyor. “O kavimlerdeki insanları dalâletten kurtarsınlar da hidayete erdirsinler diye.” diyor Allahû Tealâ.
“O kavimlerdeki insanları dalâletten kurtarsınlar da hidayete erdirsinler diye.”
Sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ’nın istediği tek şey budur; herkesin hidayette olması, herkesin cennete gitmesi. Ama insanların en büyük düşmanı iblis, Allah insanlık tarihi boyunca neyi söylemişse, neyi farz kılmışsa insanları ondan saptırmak için olağanüstü bir gayretin sahibi ve çok da başarılı. İnsanlara tesir etmek suretiyle, onları Allah’ın âyetlerinden saptırıyor. İşte dalâlette kalanlar sırf o sebeple, Allah’a ulaşmayı dilemeyip dalâlette kalanlardır.
Allahû Tealâ buyuruyor ki:
6/EN'ÂM-48: Ve mâ nursilul murselîne illâ mubeşşirîne ve munzirîn(munzirîne), fe men âmene ve asleha fe lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne).
Biz resûlleri “uyarıcılar ve müjdeleyiciler” olmaktan başka (bir şey için) göndermeyiz. Artık kim âmenû olur (Allah’a ulaşmayı dilerse) ve ıslâh olursa (nefs tezkiyesi ve tasfiyesi yaparsa) artık onlara korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar.
“Biz, resûllerimizi âmenû olanları (Allah’a ulaşmayı dileyenleri) müjdelesinler diye ve olmayanları (âmenû olmayanları, şirkte olanları, dalâlette olanları) uyarsınlar diye göndeririz.” diyor.
“Âmenû olanları müjdelesinler diye, âmenû olmayanları uyarsınlar diye (ikaz etsinler diye) göndeririz.” diyor.
İşte Nahl-36’da Allahû Tealâ’nın söylediği şey: “Biz, bütün kavimlere (bütün ümmetlere) resûl göndeririz; o kavimdekileri dalâletten kurtarsınlar da hidayete erdirsinler diye. Bir kısmının,” diyor Allahû Tealâ, “üzerine dalâlet hak oldu (yani resûlün bütün gayretine rağmen).”
O, emri ve ecri Allah’tan alır, onun ücreti Allah’a aittir ve görevi mutlaka tebliğini yapmaktır. “Eğer,” diyor Allahû Tealâ Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e, “risaletini gerçekleştirmezsen (açıklamazsan), o zaman görevini yapmamış olursun (risaletini açıklamazsan, o zaman görevini yapmamış olursun).” Bu sebeple risalet mutlaka açıklanmak mecburiyetindedir.
İşte resûllerin hiç birisi yoktur ki; Allah’ın kendisine verdiği görevi açıklasın da insanların büyük kısmı tarafından reddedilmesin. Hiçbir zaman böyle bir şey olmamıştır; Âdem (A.S)’dan ilk peygamber ve ilk insan, son peygamber olan Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz’e kadar, bütün Allah’ın vazifeli kıldığı insanlar, ister nebî resûl olsunlar ister velî resûl olsunlar, ister sadece kendi kavimlerine gönderilsinler; onlar velî resûllerdir. İster bütün kâinat için gönderilsinler, onlar da nebî yani peygamber resûllerdir. Peygamber resûllerle evliya resûller birbirinden ayrıdır. Velî resûller peygamber değillerdir. Onlar velî resûldür. Peygamberler, onlardan farklı bir yapıya sahiptir. Peygamberler, velî resûllerden her açıdan üstündür. Ve son peygamber, Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz’dir. Nübüvvet müessesesi (peygamberlik müessesesi), O’nunla birlikte sona ermiştir.
Allahû Tealâ buyuruyor ki Âhzâb Suresinin 40. âyet-i kerimesinde:
33/AHZÂB-40: Mâ kâne muhammedun ebâ ehadin min ricâlikum, ve lâkin resûlallâhi ve hâtemen nebiyyine, ve kânallâhu bi kulli şey’in alîmâ(alîmen).
Muhammed (A.S), sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası olmamıştır (değildir). Fakat Allah’ın Resûl’ü ve Nebîler’in (Peygamberler’in) Hatemi’dir (Sonuncusudur). Allah, herşeyi en iyi bilendir.
“Muhammed, aranızdan hiçbir erkeğin babası değildir. O, Allah’ın Resûl’üdür ve nebîlerin (yani peygamberlerin) mührüdür (hatemidir).”
“Hatemidir.”
“hatemen nebiyyine” kullanıyor, “Hatemidir.” diyor. “Nebîlerin hatemidir (yani mührüdür, yani sonudur).”
Hitam kelimesi de aynı kökten geliyor; sona ermek demek, son bulmak demek.
Demiş oluyor ki Allahû Tealâ: “Peygamberlik müessesesi O’nunla (Muhammed Mustafa (S.A.V)’le) birlikte sona ermiştir,” diyor, “hitam bulmuştur.” diyor. Ama velî resûller, kâinat var olduğu sürece mutlaka kendi kavimlerine ardarda gönderilecektir. Birbirinin arkasından mutlaka Allah’ın resûlleri görev yapacaktır bütün kavimlerde insanlık tarihi boyunca.
Öyleyse iki nevi resûl var: Velî resûller, bir de nebî resûller.
Nebî resûller; kâinatın peygamberleridir. Sadece bir ülkenin değil, sadece bu dünyanın değil, kâinatın peygamberleridir. Allahû Tealâ Peygamber Efendimiz (S.A.V) için diyor ki: “Seni âlemlere rahmet olsun diye yarattık.” diyor. “Seni âlemlere rahmet olarak yarattık.” diyor. Bu dünyaya değil, bu zahirî âleme de değil, bütün âlemlere. Zahirî âlem, onun zıddı olan berzah âlemi, gayb âlemi, onun berzah âlemi, emr âlemi ve zülmanî âlem; 6 âlem; hepsine Allahû Tealâ, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’i peygamber olarak gönderiyor.
O, âlemlerin Rabbinden kâinata peygamber olarak gönderilmiştir, son peygamberdir. Peki Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra nebî gelebilir mi (peygamber gelebilir mi)? Asla. Allahû Tealâ bunu açıkça koymuş ortaya. Şimdi bu dizayn içerisinde bakıyoruz ki; Allahû Tealâ bütün kavimlere (bütün ümmetlere) resûl gönderiyor. İnsanlık tarihi boyunca da hep göndermeye devam edecek. Ama bunların Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra gelenlerinin hiç birisi nebî resûl olamaz. Nübüvvet O’nunla mühürlenmiştir. Onlar, ancak velî resûllerdir. Velî resûller de iki ayrı cephede mütâlaa ediliyor:
Kavim resûlleri: Her resûl hangi kavimden çıktıysa bir defa mutlaka kendi kavminin resûlüdür. Ama bunlardan her devirde sadece bir tanesi kendi kavminin resûlü olmakla beraber, mutlaka huzur namazının imamlığını yapar. İşte o, âlemler için vazifeli kılınan resûldür.
Öyleyse Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra nebî gelecek mi? Hayır, gelmeyecek. Ondan sonra gelen resûllerden bir tanesi huzur namazının imamlığını vekâleten yürütebilir. Vekâleten o göreve tayin edilir.
Nebîler, kendilerine kitap verilen peygamberlerdir. Allahû Tealâ açık ve kesin olarak: “Biz, nebîlere şeriat indiririz.” diyor. “Onunla hükmetsinler diye, onlara şeriat kitabı veririz.” diyor. Bütün nebîlere bir şeriat kitabı mutlak olarak verilmiştir. Hepsinin şeriatı da aynı şeriattır. Gerçekten aynı şeriat mıdır? Şûrâ Suresinin 13. âyet-i kerimesi, hiçbir itiraza mahal vermeyecek kadar açık ve kesin olarak bütün dînlerde (dîn zannedilen, ayrı şeylerde), aslında ayrılık olmadığını ve hepsinin şeriatının tek bir şeriat olduğunu söylüyor.
İşte bugün dîn ne var? Hristiyanlık var. Dîn, İsevîlik var, Musevîlik var. İsevîlik; Hristiyanlık. Musevilik de Yahudilerin dîni. Bir de İslâm var. Ve insanlar zannediyorlar ki; üç tane dîn var. Şu anda iblis, dîn farklılıklarını ileri sürerek sanki birbirinden farklı dînler varmış gibi insanları birbirine düşürmüştür. Dünyanın her tarafında harpler oluyor şu anda. İnsanlar, başka başka dînlerden olduklarını zannediyorlar samimiyetle, gerçekten buna inanıyorlar; başka dînlerin, birbirinden farklı dînlerin var olduğuna ve de kendi dînleri doğru dîn, diğerleri; düşmanların dîni, gavurların dîni. Öyle diyorlar. Oysaki dînler yok ki sevgili kardeşlerim. Dînler yok. Dînler hiç olmamış. İnsanlık tarihi boyunca sadece bir tek dîn olmuş. İşte o tek dîni, Şûrâ Suresinin 13. âyet-i kerimesi şöyle söylüyor:
42/ŞÛRÂ-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrakû fîhi, kebure alâl muşrikîne mâ ted’ûhum ileyhi, allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).
(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).
“Habîbim! Hz. Nuh’a (1), Hz. İbrâhîm’e (2), Hz. Musa’ya (3) ve Hz. Musa’ya verdiğimiz (indirdiğimiz) şeriatı Sana da vahyetmek suretiyle Size de (yani Sana ve Sana tâbî olanlara da) şeriat kıldık.” diyor.
Neymiş efendim? Hz. İsa’nın şeriatı yani Hristiyanların şeriatıyla Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in şeriatı aynı. Hz. Musa’nın şeriatıyla (Yahudilerin şeriatıyla) Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in şeriatı aynı. Hz. İbrâhîm’in şeriatı, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in şeriatı.
Ve Allahû Tealâ, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e açıkça diyor ki: “Sen kendini hanif olarak dîne doğrult. O hanif fıtratıyla ki Biz, bütün insanları hanif fıtratıyla yarattık. O dîn ezelî ve ebedî dîndir.” diyor Allahû Tealâ. “Biz, bütün insanları hanif fıtratıyla devam ettiririz (hanif fıtratıyla yarattık ve yaratacağız) ve dîni de sadece hanif dîni olarak koyduk; bunu hiç değiştirmeyeceğiz.” diyor. Ne dînde ne de insanların hanif fıtratıyla yaratılmasında değişiklik göremezsin.” diyor Allahû Tealâ.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, öyleyse sonuca gidiyoruz: Bu saydıklarımın hepsi peygamberdir. Yani Hz. Nuh, Hz. İbrâhîm, Hz. Musa, Hz. İsa ve Peygamber Efendimiz (S.A.V); bunların hepsi peygamberdir, üstelik de ulûl’azm peygamberlerdir. Ama tek başına peygamber tabirini kullanmadan bütünleyelim konuyu: Onlar peygamber resûllerdir, nebî resûllerdir. Onlar üstün risaletin sahipleridir. Huzur namazının asaleten imamlarıdır. Ama onların bulunmadığı, yok oldukları devrelerde de (fetret devri deniliyor bu devirlere), Allah’ın huzur namazının, Allah’ın huzurunda kılınan namazın gene kılınması lâzım. İşte o kılınan namaz, bir imamın nezaretinde kıldırılır ki; o imam huzur namazının imamıdır. Mutlaka nebîdir, nebî varsa. Ya yoksa? O zaman kavim resûllerinden birisi huzur namazının imamlığına vekâleten tayin edilir, imamlığı deruhte eder. Ama kendisi nebî değildir (peygamber değildir); resûldür ama nebî resûl değil, velî resûldür.
Bütün nebîler de resûldür. Onlar nebî resûllerdir (peygamber resûllerdir). Onun dışında kalan devrelerde (peygamberlerin yaşamadığı devrelerde) mutlaka her kavimde resûl vardır. Allahû Tealâ’nın gönderdiği (irsal ettiği) resûller, bütün kavimlerde vardır, kıyâmete kadar da var olmakta devam edecektir. İkisinin arasında büyük farklılıklar var. Evvelâ kitap konusu. Nebîler, kedilerine şeriat kitabı verilen peygamberlerdir. Resûller, kendilerine kitap verilmeyen resûllerdir. Ya da böyle bir ayrım yerine, nebî resûller kendilerine nübüvvetlerinin gereği olarak, onunla hükmetmeleri için şeriat kitabı verilenlerdir. Velî resûller, kendilerine Allah’ın şeriat kitabı vermediği resûllerdir. Onlara Allahû Tealâ sohbet kitabı verir. Hiçbir emredici hüküm yoktur.
Öyleyse böyle bir dizaynda gördük ki; bütün peygamberlerin şeriatı tek şeriattır. 7 safha içerir. Hepsi farzdır. Üç peygamber de son üç peygamberin neler yaptığını kesin olarak biliyoruz, elimizde kitapları var olduğu için. Hz Musa da Hz. İsa da Peygamber Efendimiz (S.A.V) de hepsi ve onlara tâbî olanlar, kendilerine farz olan Allah’a ulaşmayı dilemişlerdir. Tevrat’ta da İncil’de de Kur’ân-ı Kerim’de de farzdır.
7 safha:
1- Allah’a ulaşmayı dilemek.
2- Mürşide tâbiiyet.
3- Ruhu Allah’a ulaştırmak.
4- Fizik vücudu teslim etmek.
5- Nefsi teslim etmek.
6- Muhlis olmak.
7- Ve iradeyi Allah’a teslim etmek.
Hepsi farzdır. Üç dînde de üç mukaddes kitapta da farzdır. Üç mukaddes kitapta da bunların hepsinin, o kavimler tarafından başlarındaki peygamberlerle beraber mutlaka gerçekleştirildiği, kesin bir şekilde Tevrat’ta da İncil’de de Kur’ân’da da yer almıştır. İkinci bir şeriat hiç olmamıştır. Nübüvvet müessesesi bir bütünü ihata eder. Bu bütün, Allah’ın 7 safha 4 teslimden oluşan kâinattaki yegâne dîninin en üstün temsilcileri mânâsına gelir. Kimler onlar? Nebî resûller (peygamber resûller). Peygamberlik, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le beraber sona ermiştir. O’ndan sonra gelenler peygamber değillerdir, resûldürler. Huzur namazının imamları bugüne kadar gelmiştir. Onlar resûldürler ama velî resûldürler.
İşte bu devirdeki huzur namazının imamı, o biziz ve de hiçbir zaman peygamber değiliz ve hiçbir zaman ağzımızdan böyle bir şey çıkmamıştır. Allah’ın bize yazdırdığı Risalet Nurları kitabında da iki yerde bizim peygamber olmadığımız açık bir şekilde yer almıştır. Ve kim bize, “O peygamberlik iddia ediyor.” diyorsa, bu açık ve kesin bir şekilde bir iftiradır. İnsanlar bilmedikleri kavramları bizden öğreneceklerdir. Bugün öğretim müessesesinin merkezinde biz varız.
Sevgili kardeşlerim, birçok cemaate mensup olan, konuşma yapanları dinliyoruz televizyonlarda. Ve sevgili kardeşlerim, söyledikleri şeyler o kadar çok noktada Kur’ân’a aykırı ki onları karşımıza almadan bu hatalarını onlara nasıl anlatabiliriz; bilemiyoruz. Bütün yumuşak söylemelerimize rağmen onlar, söylediklerimizi anlamıyorlar ve de insanlar diyorlar ki: “Bunca âlim var. Bunlar yetişmişler, üniversitelerden mezun olmuşlar, doçent olmuşlar, profesör olmuşlar. Bu insanlar dînlerini bilmeyecek, çıkacak hayatının 30 senesinde dînle uzaktan yakından alâkası olmayan bir komünist, bu adam çıkıp onlardan daha fazla dîni bilecek; olacak şey mi bu?” diyorlar. Sevgili kardeşlerim, evet; bu olacak şey. Çünkü eğer Allah öğretiyorsa, Allah doğrusunu öğretir ve Allah Kur’ân’ı şahit olarak gösterir. Şimdi dîn öğreten insanların Kur’ân’ı bilmedikleri son derece açık bir gerçektir.
Öyleyse sevgili kardeşlerim, resûller, velî resûl olarak kıyâmete kadar var olacaklardır. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra da huzur namazının imamlığı hep vekil resûller (yani velî resûller, evliya resûller) tarafından gerçekleştirilecektir. Asla bir peygamberin gelip de orada görev alması mümkün değildir. Biz huzur namazının imamıyız. Ama bir peygamber değiliz. Hiçbir zaman böyle bir şey söz konusu olmadı. Bizim tarafımızdan da hiç böyle bir iddiada bulunulmadı.
Şeytan, doğrunun nereden geldiğin çok iyi hesap edebiliyor. Ve o kapıyı kapatabilmek için insanlara onu düşman gösteriyor. Ve de dîn adına Allah’ın Kur’ân hakikâtlerini hiç bilmeyen ama üniversitede dirsek çürütmüş olan doçentler, profesörler, dîni bildikleri cevabıyla çıkıyorlar ortaya ama bilmiyorlar. Ve de sevgili kardeşlerim, kendileri aldanmışlar, aldandıklarının farkında değillerdir.
Öyle bir noktadayız ki; İslâm âlemi şu an dünyadaki en geri ülkeleri temsil ediyor. Ve de bizim ülkemizde de dîn düşmanlığı bir marifet addediliyor. Oysaki insanları bir araya getirecek olan şey, sevgiyi, ülfeti temin edecek olan şey dîndir. Dîn ile irticayı sakın birbirine karıştırmayın. Eğer insanlar Kur’ân’da yazılı olmayan bir sürü şeyi kendi dillerine pelesenk etmişlerse ve “Bunlar olmalıdır.” diye de bir gayretin içindelerse o zaman bunun adı irticadır. Ama kim Kur’ân’ın hükümlerini söylüyorsa bunun irtica ile alâkası olması mümkün değildir.
Öyleyse nübüvvet müessesesi, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le birlikte bitmiştir. Ama risalet müessesesi, kıyâmete kadar devam edecektir. Onlar velî resûller olacaklardır. Bizim naçiz vücudumuz da bir gün yok olacaktır. Ama bizden sonra da gene Allah’ın bir resûlü gene orada, huzur namazının imamlığını devam ettirecektir. Kıyâmete kadar bu, böylece devam edecektir.
İşte akaidin bir müessesi olarak düşündüğünüz zaman, akaidde büyük yanlışların yer aldığını görüyoruz. İnsanların bu konudaki en büyük hatası, bir hüküm vaz ederlerken (koyarlarken), bunun Kur’ân’daki dayanağını bilmeden koymuşlar. Dayanak hep insanların elleriyle yazdığı kitaplar olmuş. O kitaplara onlar baz teşkil edilmek suretiyle, paralel söylenen şeyler, bütün İslâm âlemini kontrolü altına almış. Ve bugün İslâm âleminin toptan cehenneme doğru yürüdüğü bir yanlış dîn öğretisi, bütün İslâm âlemine hâkim olmuş durumda.
İşte hızla cehenneme doğru akan bu korkunç azgın nehri, köpüklerle cehennem adlı denize doğru yürüyen bu nehri değiştirmek, onu doğru mecrasına oturtabilmekle vazifeli olan en üst noktadaki kişi, O biziz. Söylediklerimizi dinleyenler, bizim onlardan ricamız odur ki; dinlemekle kalmamalıdırlar. Hangi âyetten bahsediyorsak, o âyete mutlaka bakmalıdırlar. O zaman bütün söylediklerimizin doğru olduğunu ve onca âlimin hep yanlışı söylediklerini göreceklerdir. Ve de bu yüzden, o yanlışlar sebebiyle İslâm âlemi şu anda cehenneme doğru hızla yürüyor. Ötekiler, bizden çok evvel kaybetmişler benliklerini. Önce Yahudiler, sonra Hristiyanlar, en sonra da biz İslâm âlemi. Aslında ne Hristiyanlık var, ne Yahudilik ne de İslâm. Aslında bunların hepsi Hz. İbrâhîm’in hanif dîni. İşte hanif kelimesi, Allah’a teslim mânâsına geldiği için biz, İslâm dîni diyoruz, hanif dînidir. Hz. İbrâhîm’in dîni, ondan evvel Hz. Nuh’un dîni.
Sevgili kardeşlerim, görüyorsunuz ki nebî resul, peygamber resûldür ve Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le birlikte sona ermiştir. Ama velî resûllük kıyâmete kadar devam edecektir.
İki türlü velî resûl vardır.
1- Bütün kavimlerde, bütün zaman parçalarında bulunan velî resuller.
2- Bir de huzur namazının imamlığına vekâlet eden velî resûl. O aynı zamanda kendi kavminin de resûlüdür. Ama aynı zamanda bütün dünyanın resûlüdür, kâinatın resûlüdür.
Sevgili kardeşlerim, risalet müessesesiyle nübüvvet müessesesini sakın ola ki akaid âlimlerinin yaptığı gibi birbirine karıştırmayın, yanlışlara meydan vermeyin. Diyorlar ki: “Nebîler,” affedersiniz, “Resûller, kendilerine kitap verilmiş peygamberlerdir. Nebîlerse kendilerine kitap verilmemiş peygamberlerdir.” İkisi de yanlış. Resûller, kendilerine kitap verilmiş olan değil -şeriat kitabından bahsediyoruz- kitap verilmemiş olan resûllerdir. Peygamber değillerdir. Nebîler, kendilerine kitap verilmiş olan peygamberlerdir.
Deveye demişler ki: “Boynun eğri.” O da şöyle bakmış kendisine: “Yahu,” demiş, “nerem doğru ki?”
İslam âleminin ortaya koyduğu kaideleri bugünkü tatbikat içerisinde incelediğimiz zaman, korkunç, yürekler acısı bir tablo gözümüzün önüne serilir. İslâm bütün açılardan mahvedilmiştir. Hayır, sevgili kardeşlerim. Kasıtlı olarak değil, kimse kasten dîni yaralamak için hareket etmemiştir. Hiç böyle bir âlim oluşmamış. Herkes sadece Kur’ân’ı devreye almadan, kendi kafalarındaki dizaynı ortaya koymuşlar. Her birinin taraftarı olmuş insanlar (ayrı ayrı gruplar) ve de böylece dînde ayrılıklar olmuş, mezhepler oluşmuş, arkasından dînde de bir sürü itilâf ortaya çıkmış.
Aslında sevgili kardeşlerim, son derece basit bir çözümü var konunun: Ortada bir Kur’ân-ı Kerim var. Eğer ehl-i sünnet ve cemaat âlimleri Kur’ân-ı Kerim’i esas alıp da ondaki hükümleri hüküm olarak ortaya koysalardı, o zaman bunca yanlışın hiçbirisi mevcut olmayacaktı. Bir âlim çıkıyor, diyor ki: “Nebîler, kendilerine kitap verilmemiş peygamberlerdir.” Tam aksine nebîler kendilerine kitap verilmiş peygamberlerdir.
“Resûller kendilerine kitap verilmiş peygamberlerdir.” sözü ise iki açıdan da yanlıştır. Bir defa bütün resûller peygamber değildir. Onun için yanlış. İkincisi de peygamber olmayan resûllere şeriat kitabı verilmez. Nereye baksanız; bir yanlışlıklar komedyası dünya üzerinde, İslâm âlemi üzerinde hükümferma.
Sevgili kardeşlerim, dünya arenasında bunların tartışılacağı günlere doğru yaklaşıyoruz. O zaman bizi göreceksiniz. Bütün söylediklerimizin doğru olduğunu hepiniz öğreneceksiniz ama kendinize yazık etmiş olarak. Şimdi bakmanız lâzım Kur’ân-ı Kerim’e ki; o forum açılmadan evvel hakikatleri bilesiniz ve safınızda olasınız. Ama eğer öyle değilse olay, eğer incelemezseniz, o zaman yanlışlara siz de çanak tutmuş olursunuz.
İslâm’ın kurtuluşu için gelin sevgili kardeşlerim el ele verelim, beraberce araştıralım. Evvelâ söylediklerimizi tetkik etmenizi öneririz. Mutlaka sözlerimizi incelemek mecburiyetindesiniz. Evet, sözlerimiz sizinkine tamamen ters sözler ama hepsi Kur’ân hakikati. Öyleyse siz, Kur’ân’ın temellerini yok etmiş durumdasınız. Ve insanları (en azından bizim ülkemizdeki 70 milyon insanı), şu anda cehenneme doğru yürümekte olan bir kervanın elebaşlarısınız, dîn adamları! Hâlâ aklınızı başınıza toplamayacak mısınız? Hâlâ söylediklerimizi incelemeyecek misiniz? Bu millete ve en çok sizlere yazık olmuyor mu? En büyük cezaya muhatap olacak olan sizlersiniz. Çünkü sizler dîn öğreticilerisiniz.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, bu Allahû Tealâ’nın hakikatleri dizisi, insanlar istese de istemese de sizlere açıklanmaya bizim ağzımızdan devam edecektir. Ve onlar yakın gelecekte göreceksiniz ki; yanlışlarını yakalayacaklar. Hepsi bizimle beraber olacaklardır. Şu anda inceleseler, şu anda bizimle beraber olacaklardır. Ama ihtimal vermiyorlar. Hiçbir dîn üniversitesinden mezun olmamış, Arapça’yı doğru dürüst bilmeyen bir adam çıkıyor ve onların hepsinin bilmediği hakikatleri söylüyor. Buna ihtimal vermiyorlar. Ama bu, çağımızın gerçeğidir. Hidayet, bizim tarafımızdan insanlara açıklanmaktadır ve onların bilmediği bir hidayet.
Sevgili dîn adamları, omuzlarınızda şu an dünya tarihinin en ağır mesuliyeti var. Çünkü eğer bilirseniz ki dînler yoktur, sadece Hz. İbrâhîm’in hanif dîni vardır. Eğer bilirseniz ki öğrendiğiniz ilim ne sizi ne de başkalarını kurtaramaz; o zaman bize geleceksiniz. Ama geç kalacağınızdan korkuyoruz.
Sevgili izleyenler, dinleyenler, sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, yüreğimiz kan ağlıyor. Dîn adamlarının, dînlerini bilmeyen dîn adamlarının insanlara dîn öğretmekle vazifeli oldukları bir dünya devresi geçiriyoruz. Hakikatler biliniyor. Kamuoyuna, dîn adamlarına ulaştırılıyor. Ama onlar görevlerini yapıp da söylediklerimizi incelemek zahmetine katlanmıyorlar. Kim incelerse, söylediklerimizin hepsinin doğru olduğunu kesin olarak tespit etmiş durumda. Ama toplum, onların içinde bulunduğu toplum onları rahatsız edeceği için onlar cesaretle ileri çıkıp da “evet, doğru söylüyor” diyemiyorlar.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allahû Tealâ’nın huzurunda hepinizi selâmlıyoruz.
Esselâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berakâtuhu.
Ve huzurlarınızdan inşaalah ayrılıyoruz.
İmam İskender Ali M İ H R