}
Sevmek 16.06.2006
Mp4 Mp3 Link

Sohbet Kodu: 110261

 

 

SOHBETİN ADI: SEVMEK
TARİHİ: 16.06.2006

 

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki bir defa daha Allah’ın bir sohbetinde birlikteyiz. Konumuz: Sevgi.

Allah’ın dizaynı söz konusuysa orada, her şey biliniz ki sevgi üzerine kurulmuştur. Ama kim şeytana dostsa orada nefret vardır, kin vardır, düşmanlık vardır.

Sevmesini öğrenemeyenler mutlu olamazlar. Her şeyden evvel sevgiyi kendinize değil etrafınıza yönelteceksiniz. Bir insanın kendisini sevmesi yerine başkalarını sevmesi ancak Allah’tan dolaşarak ulaşan bir sevgidir. Kim kendisini değil de başka insanları öne geçirirse; o, Allah’ın temel emirlerini yerine getiren birisidir. O, nefsinin afetlerine; öfke afetine, kin afetine, nefret afetine, düşmanlık afetine hâkim olan bir insandır.

Bütün insanlara karşı duyulan sevgi, Allah’a karşı duyulan sevginin kademe kademe Allah’tan sonra başkalarına yansımasını ifade eder. Öyleyse herkesi aynı seviyede sevemezsiniz. Herkesin kalbinizde farklı bir yeri vardır. Ya kendinize sevginiz? O sevgi, Allah’a karşı olan sevginizle sizinki arasında mutlaka bir dengeyi oluşturur.

Allah’ı sevmenin denge unsuru, bir başka ifadeyle ölçüsü, zikirdir ve bütün ibadetlerdir. Ya kendinizi seviyorsunuz o zaman Allahû Tealâ’ya hiç ibadet etmiyorsunuz, zikir yapmıyorsunuz, bir göreviniz size göre yok. İşte artık bizim ülkemizde insanların çoğu böyle yaşıyor. Büyük çoğunluğu… Allah ile ilişkileri kopmuş. Ve bu bizi utanç duymaya götürüyor sevgili kardeşlerim, bir Osmanlı olarak… O Osmanlı ki; 600 yıl boyunca hep Allah’ı başkalarından önde tutmuştur. Hep insanlar “Önce Allah.” demişlerdir. Ve çok insan, toplumun büyük kısmı, daimî zikre ulaşabilmek için bir yarışın içindeydi. Daimî zikir demek mutluluğun tamamı demek!

İşte şimdi sevginin dağılımına baktığımız zaman, zikir bu konunun en kesin ölçüsüdür. Her gün 24 saatlik bir zaman devresini içerir. Bir insan 24 saatte Allahû Tealâ’yı eğer 12 saat zikretmeyi başarırsa bu, Allahû Tealâ’yı kendisi kadar sevdiğini gösterir sadece. Kendisine verdiği değerle Allah’a verdiği değerin eşitliği söz konusudur.

Ne zaman bir insan 24 saat Allah’ı zikrederse, daimî zikrin sahibi olursa, o zaman o, Allah için yaşayan bir insandır. Hayatı artık onun Allah içindir. O, sevgisini Allah’a tamamen döndürmüştür. Allah’a her gün ispat eder ki; Allah’ı seviyor. Bir insanın kendisine karşı olan sevgisi ne kadar azalırsa Allah’ın ona karşı olan sevgisi aynı oranda artar. Kendisine karşı sevginin azalması, zikir adı verilen fonksiyonel bir davranış biçimine bağlıdır. Zikir, bir aktivasyondur, bir fiildir, bir aktif görevin yerine getirilmesidir. “Allah” kelimesinin iç dünyanızda kesintisiz bir şekilde, ne zaman Allah’ı aklınıza getirirseniz hep yankılandığını işittiğiniz zaman, o zaman daimî zikirdesiniz.

Daimî zikir tespih zikri değildir. 24 saat tespih çekmek… Öyle değil sevgili kardeşlerim. Öyle bir gün gelecek ki içinizdeki ses, dilinizi de kımıldatmadan “Allah” kelimesini kesintisiz bir şekilde söylemeye başlayacak. İşte zikr-i daim budur.

Tasavvufun ve Kur’ân’ın temeli zikirdir. Zikir en büyük ibadettir. Öyle midir gerçekten? Allahû Tealâ konuyu Kur’ân-ı Kerim’de tam olarak açıklığa kavuşturmuş. Zikrin en büyük ibadet olduğu, Kur'ân-ı Kerim’de kesin bir şekilde yer alıyor. Ankebût Suresinin 45. âyet-i kerimesi şöyle söylüyor:

29/ANKEBÛT-45: Utlu mâ ûhıye ileyke minel kitâbi ve ekımıs salât(salâte), innes salâte tenhâ anil fahşâi vel munker(munkeri), ve le zikrullâhi ekber(ekberu), vallâhu ya’lemu mâ tasneûn(tasneûne).

Kitaptan sana vahyedilen şeyi oku ve salâtı ikâme et (namazı kıl). Muhakkak ki salât (namaz), fuhuştan ve münkerden nehyeder (men eder). Ve Allah’ı zikretmek mutlaka en büyüktür. Ve Allah, yaptığınız şeyleri bilir.


utlu mâ ûhıye ileyke minel kitâbi: sana kitaptan vahyettiğimiz şeyleri (vahiylerimizi yani Kur’ân-ı Kerim’i) onlara oku (tilâvet et).
ve ekımıs salâte: ve namazı ikame et (kıl).
innes salâte tenhâ anil fahşâi vel munkeri: muhakkak ki namaz münkerden ve fuhuştan men eder.

Münker, Allah’ın söylediklerini inkâr etmekte kişinin iç dünyasındaki dizayn. Fuhuşsa Allah’ın yasak ettiği fiiller. “Hem münkerden hem de fuhuştan namaz men eder.” diyor. Neden men eder? Çünkü namaz kılan kişi, o sırada namazla meşguldür, hiç kimseye kötülük yapacak durumu mevcut değildir. Yalnız o sırada Allah ile karşı karşıyadır. Başkaları hakkında namaz kılarken de kötü şeyler düşünse de bu, onlara karşı yapılmış kötülük değildir. Sadece kendi iç dünyasında bir düşüncedir. Fiile dökülmedikçe, o insanlara zarar vermedikçe, bunlar amel defterine günah olarak, derecat kaybı olarak kaydedilmez.

Öyleyse insanların namaz kılmaları, namazla meşgul oldukları, Allah’la meşgul oldukları cihetle münkerden ve fuhuştan men eder. Âyet-i kerime şöyle bitiyor:

“ve: ve
le: muhakkak ki, şüphesiz ki, kesinlikle ki
zikrullâhi ekber: zikrullah (Allah’ın adını “Allah, Allah, Allah… diye anmak) daha büyüktür.

Neden? Namaz kılmaktan. Neden? Kur’ân-ı Kerim tilâvetinden. Öyleyse burada verilen üç ibadet; namaz kılmak, Kur’ân-ı Kerim tilâveti ve zikir, zikrullah, Allah’ın ismini zikretmek; zikir en büyüğü.

İşte içinizde sevgi tohumlarını ektiğiniz toprak, zikir arazisidir. Zikre ne kadar değer verirseniz, o kadar çok seversiniz. Zikir, Allah’ı daha çok sevmenin en bariz ve sağlam silahıdır. Ve 24 saatlik bir zaman devresinin %100’ünde de geçerlidir.

Hiçbir ibadet, devamlı bir müessese olarak verilmemiştir. Oruç tutmak namaz ayı boyunca geçerlidir. Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve sahâbe, her Perşembe günü oruç tutarlarmış. Bu da sünneti konunun, farzı değil. Biz Mihr Vakfı’nın sahipleri, International Foundation’ın müntesipleri, öyle yaparız. Her Perşembe günü mutlaka biz de oruç tutarız. Sünneti seniyyeye mümkün olan en büyük boyutta uymak temel hedefimizdir.

İşte Allahû Tealâ’nın farzı, zikrin daim oluşunu da ihata ediyor. Çünkü zikir muhtevasına baktığımız zaman Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’de, üç ayrı zikrin farz olduğunu söylüyor. Ara sıra zikretmenin farz olduğunu söylüyor:

73/MUZZEMMİL-8: Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen).

Ve Rabbinin İsmi'ni zikret ve herşeyden kesilerek O’na ulaş.


“Rabbinin ismini zikret. Ve herşeyden kesilerek O’na ulaş (O’na vasıl ol, O’na var).”

Peki, bu ara sıra zikretmek. Böyle bir zikir kişiyi Allahû Tealâ’ya mutlaka ulaştırır. Zikir devamlı artacaktır. Her zikir bölgesinde, zikir belli sayılarda çekildiği zaman neticede giderek artan bir zikir muhtevası içinde ruh, mutlaka Allah’a ulaşacaktır. Böyle bir zikir daimî zikir değildir. Bu, ara sıra zikretmekle gerçekleşecek bir olaydır. Günün yarısından daha az bir zikri ifade eder. Belki bir saatlik bir zikir, belki iki saatlik bir zikir, ruhunuzun Allah’a ulaşması için yeterli olacaktır. Bu husus, kişinin zikrini çabuk veya yavaş yapmasına bağlıdır. Ama günün yarısından daha çok zikir de farzdır. Allahû Tealâ buyuruyor ki:

33/AHZÂB-41: Yâ eyyuhâllezîne âmenûzkûrullâhe zikren kesîrâ(kesîran).

Ey âmenû olanlar! Allah’ı çok zikirle (günün yarısından fazla) zikredin.


Allahû Tealâ: “Ey âmenû olanlar! (Allah’a ulaşmayı dileyenler! Allah’a îmân edenler!) Allah’ı çok zikirle zikredin. (Yani zikriniz günün yarısını aşsın.)” diyor.

Öyleyse biz insanların, zikirleri günün yarısından daha fazla yapmamız; Allahû Tealâ’nın emridir. Başka ibadetlerde kesintisiz bir devamlılık asla söz konusu olamaz. Çünkü insan, yaşamak mecburiyetinde olan bir varlıktır. Ama Allahû Tealâ zikri kesintisiz emrediyor. Daimî zikri de bu sebeple farz kılmış. Diyor ki:

4/NİSÂ-103: Fe izâ kadaytumus salâte fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum, fe izatma’nentum fe ekîmus salât(salâte), innes salâte kânet alâl mu’minîne kitâben mevkûtâ(mevkûten).

Böylece namazı bitirdiğiniz zaman, artık ayaktayken, otururken ve yan üstü iken (yatarken), (devamlı) Allah'ı zikredin! Daha sonra güvenliğe kavuştuğunuz zaman, namazı erkânıyla kılın. Muhakkak ki namaz, mü'minlerin üzerine, "vakitleri belirlenmiş bir farz" olmuştur.


Allahû Tealâ: “Ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah’ı zikredin.” diyor.

Niçin yan üstü yatmamızı istiyor? Daimî zikrin sırrı burada. Kıbleyi sağa alarak yatacaksınız. Yattığınız zaman sağa döneceksiniz, yüzünüz kıbleye dönük olarak uyumaya çalışacaksınız. Ve yan üstü yatan bir insanın sağa döndüğü zaman sağ kulağı yastığın üstüne gelir. Ve kişi biraz kulağını sağa sola oynattığında, kulağında kalbinin atış seslerini duymaya başlar. Çift atar: “Tık-tık, tık-tık, tık-tık…” Bu tarzda. Her çift hecede kalbiniz “Allah” kelimesini tekrar eder.

İşte içinizdeki sesle, dilinizi de kımıldatmadan “Allah” kelimesini tekrar etmeniz lâzım.

1- Sessiz sesle bir insanın “Allah, Allah, Allah…” demesi söz konusu.
2- Bir de dilini de hiç kımıldatmadan “Allah” kelimesini tekrar etmeniz söz konusu.

İşte bu ikincisini yapacaksınız. Dilinizi kımıldatmayacaksınız. Böylece kalbinizdeki ses “Allah” kelimesini tekrar etmiş olacak. Kalbiniz “Allah” kelimesini tekrar edecek. Ne sağlar? Başarabilirseniz, siz uyanana kadar devamlı kalbiniz “Allah” kelimesini tekrar eder.

İşte bunu usul haline getirebilenler daimî zikrin sahibi olabilirler. Bunun kolay bir şey olmadığını, yıllarca uğraştığınız zaman göreceksiniz. Ama sonunda, eğer vazgeçmezseniz, şartlar neyi gerektirirse gerektirsin; siz devam ederseniz yolunuza, bu zikri uyanıkken ister sesle yapın “Allah, Allah, Allah…” diye, ister dilinizi kımıldatarak sessiz olarak yapın, isterseniz onu da kımıldatmadan yapın; Allah için hiç fark etmez. Uyanık olduğunuz sürece önemli olan zikrinizi daimî zikir haline getirebilmenizdir. O zaman Allah’ın has kulları arasına girersiniz. Daimî zikrin sahipleri Allah’ın has kullarıdır.

Ne olur daimî zikre ulaşırsanız? Daimî zikre ulaşırsanız, sizlerden bahsediyoruz yani Allah’a ulaşmayı dilemiş olan, mürşidine tâbî olmuş olan kişiler, eğer ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de daimî zikrin sahipleriyse mutlaka Allahû Tealâ onların kalp gözünü ve kalp kulağını açar. Açar ve o insanlar ehl-i tezekkür olurlar. Allah’la her an müzakere etmek, konularını konuşmak, Allahû Tealâ’dan açıklama istemek yetkisinin sahibi kılınırlar. Her an Allah ile sohbet edebilirler. Karşılıklı bir tekellüm, karşılıklı konuşma, konuların müzakeresi her zaman mümkündür. Daimî zikre ulaşmak Allahû Tealâ’nın bir kula nasip edeceği en büyük ni’mettir.

Ne olur? Bunun mânâsı; nefsimizin kalbinde hiç afet kalmamasıdır. Daimî zikre ulaştığınız zaman zikir devam ettiği için zülmanî kapı yani nefsinizin kalbine karanlıkları ulaştıran, nefsinizin kalbine afetler; sizi Allah’ın emirlerinden caydırmaya, yasak ettiği fiilleri işlemeye davet eden, onun için sizi zorlayan afetler, karanlıklar, karanlıklarla temsil edilen afetler nefsinizin kalbine giremezler. Çünkü kapı kapalıdır.

Zikir yaptığınız sürece nefsinizin kalbinin nur kapısı açıktır ama zülmanî kapısı, karanlıklara açılan kapısı kilitlenmiştir. Zikir başladığı an Rabbanî kapının üzerinde bulunan engel oradan aşağıya itilir. Manevî kalbinizin alt boyutunda bulunan alt tarafındaki zülmanî kapıya ulaşır. İki kapı birbirine eşittir. Orasını kapatır. Bunun için rahmetin, fazlın ve salâvâtın o kapıya baskı yapması lâzım ki onu oradan indirsin, zülmanî kapıyı kapatsın.

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allah’ın sevgili kulları, o zaman ne olur? O zaman daimî zikrin sahibi olursunuz. Hep Allahû Tealâ’dan salâvât, rahmet ve fazl kalbinize ulaşacağı için o mührün üzerinde baskı devam edecektir. Daimî zikirde olduğunuz sürece hiçbir zaman zülmanî kapı açılmayacaktır. Nefsinizin kalbine karanlıkların girip de nefsinizin kalbini yeniden işgal etmesi mümkün olmayacaktır. İşte böyle olduğu için, nefsinizin kalbi tamamen nurlarla dolu olduğu için hiçbir negatif faktör sizi huzursuzluk ve sıkıntı istikametinde yakalayıp size tesir icra edemez. Allahû Tealâ sizi, başkalarına çok büyük sıkıntılar verebilecek olan olaylarla imtihan edecektir ama göreceksiniz ki sıkılmayacaksınız. Olayların hepsinde Allahû Tealâ gönderdiği rahmet, fazl ve salâvât adlı nurlarıyla iç dünyanızda devamlı bir aydınlığı, devamlı bir huzuru temin edecektir.

İşte sevgili kardeşlerim, burası mutluluğun şahikasıdır. Daimî zikrin bütün sahipleri mutlu insanlardır, huzur içinde yaşarlar. Ve dünya olayları onları etkileyemez. Olaylar karşısında Allahû Tealâ’nın devamlı yardımını alırlar.

İşte sevginin en üst boyutu, Allah’a karşı duyulan sevginin en üst boyutu, daimî zikirdir. Eğer bir kişi 24 saatlik bir zaman parçasında 2,4 kadar Allah’ı seviyorsa; o kişi %90 kendisini seviyor, %10 Allah’ı seviyor mânâsına gelir bu. Ne zaman bir insan 24 saatlik bir zaman parçasının 12 saatinde Allah’ı zikrediyorsa, burada Allah’a karşı ve kendine karşı duyduğu sevgiler birbirine eşittir. Allah’a 12 saat ayırıyor, kendisine de 12 saat ayırıyor. Ama bir insan ne zaman daimî zikre ulaşmışsa o, %100 Allah’ı seven birisidir. Artık kendisinin hayatı da dâhil olmak üzere kendisine ait hiçbir şey önemli değildir. Onun için önemli olan sadece Allah’tır. Allah onun gerçek anlamda zamanın bütün boyutlarında sahibi olmuştur ve üzerinde sadece Allahû Tealâ yetki sahibidir.

İşte daimî zikrin kişiyi ulaştırdığı yerde nefsin afetleri tamamen elimine olduğu için, devre dışı kaldığı için, hepsi kapı dışarı edildiği için nefsin kalbinden, o kişiyi huzursuzluğa sürükleyebilecek olan, üzecek olan, sıkıntıya sokacak olan şeytanın iğvaları, şeytanın tesirleri, şeytanın tasallutu, sataşması yok olmuştur. O, sataşmaya gene çalışır ama hiçbir zaman başarması artık mümkün değildir. O kişi %100 artık Allah içindir.

İşte sevgi dediğimiz zaman bir insanın sevgiye doyduğu yer, sevginin bütün boyutlarıyla onun iç dünyasındaki vadide yeşermesi hali, bu standartlar içinde gerçekleşir. O kişi kendisini değil, artık Allah’ı seven bir insandır. Allahû Tealâ onun üzerinde dilediğini gerçekleştirir. Allah’ın gerçekleştirdiği husus her neyse, o kişi bundan başkalarına ıstırap verecek şeyler olsa bile negatif etkilenmez. Ve vücuda gelen her olayda bir pozitif dizayn içindedir. Allah onu o muhteva içerisinde, Kendisinin hâkim olduğu bir dünyada yaşatır.

Bu daimî zikirden sonrası, devrin imamları için Allah’ın tasarrufu altına girmektir. Orada artık iradî yapı bütün boyutlarıyla sıfırlanmıştır. Kişinin kendi iradisiyle yapabileceği hiçbir şeyi ona bırakmaz Allahû Tealâ. Her şey Allah’ın İlâhi İradesi ile oluşur. Kişi tasarruf rızasının sahibi olmuştur. Burası daimî zikrin en üst boyutudur. Yalnız devrin imamlarında gerçekleşir.

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Her şey öylesine güzel ki… Böyle bir dizaynda sizler için oluşan, Allahû Tealâ’dan bize ulaştırılan bir mutluluk müjdesidir, bir mutluluk vaadidir.

Her şey bizlere bağlı. Biz eğer irademizi Allah’ın istediği biçim ve boyutta kilitlersek, Allah’ın istediği sistemi oluşturmak üzere ciddî bir mücâdelenin sahibi olursak, dünya olaylarının bizi etkileyemediği bir noktaya ulaşmamız söz konusu olur. Orası mutluluğun bütün boyutlarıyla yaşandığı bir yerdir. Dünya şartları kişinin fizik vücuduna mutlaka tesir eder ama onun iç dünyasına tesir edemez. Allahû Tealâ o kişiye dünya standartlarının verdiği acıları da yaşatmaz. O kadar az bunu dizayn eder ki; o kişi adeta acıları fark etmez. Sevgili kardeşlerim! Bu %100 hiçbir zaman oluşmaz. Ama büyük ölçüde Allahû Tealâ o kişinin üzerindeki acıyı hissetme hüviyetini asgariye indirir.

İşte sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah ile kul arasındaki sevgi öyle bir sevgi olur ki; o sevgi sonsuza ulaşır. Kişi Allah’ı 100 üzerinden 100 sever. Kendisini sevmek yerine bütünüyle Allah’ı sevdiği için Allah’ın en çok sevdiği kullardan birisi olur.

Nasıl biz insanlar, Allah’ı %50 sevdiğimiz zaman Allah da bizi %50 seviyorsa, biz Allah’ı %100 sevdiğimiz zaman Allah da bizi %100 sever. Sevgisinin en üst boyutu o noktadadır. Yani Allah bizim sevgi aynamızdır. O’nu ne kadar seversek O da bizi o kadar sever. Sevgimizin boyutuyla Allah’ın bize karşı duyduğu sevgi, aynı seviyeyi hep devam ettirir. Ve mutluluk da Allah’ın bu sevgisinin sadece bir görüntüsüdür, aynasıdır.

Bizim hepinize tavsiyemiz odur ki sevgili kardeşlerim; Allah’ı sevin. Allah için yaşayın. Allahû Tealâ’nın üzerinizdeki etkisi, her açıdan sizi mutlak saadete götürecek bir hüviyet kazansın.

Dünya hep problemlerle doludur ama insanlar bilmezler ki; kendi başlarına çorap ören, gene kendileridir. Başkalarına kötü davranan bir insan, o başkalarından kötü davranışlar görecektir. Nefsinin afetleri hâkim olan bir insansa bunu yapmaktan kendisini men edemez. Nefsi hep başkalarına hâkim olmak ister, başkalarını ezmek ister, kendisinin üstünlüğünü onlara ispat etmek ister. Bu ise karşısındaki kişiyi aşağılamakla, küçültmekle sağlandığını zannettiği bir olaydır. Oysaki siz başkalarına onları küçültecek tarzda bir davranış biçimi sergilediğiniz zaman o insan da size karşı sizi küçültecek davranış biçimleri sergilemeye başlar. Sevgili kardeşlerim! Ne ekerseniz onu biçersiniz. Başkalarının kapısını ne kadar çalarsanız, sizin kapınızı da o kadar çalarlar. Başkalarına ulaştırdığınız her negatif etki, size mutlaka toplumdan geri döner. Allah’ın ilâhi adaleti, birleşik kaplar usûlü hep mutlaka tepkisini geriye getirir.

İşte insanlarla olan ilişkilerinizde sevmenin hâkim unsur olduğu bir dünya nizamı sizi kuşatacaktır. Herşeyinizle Allah için olduğunuz zaman ne zamandır? Daimî zikre ulaştığınız zamandır. Artık siz kendinizi defterden silersiniz. Allah vardır. Allah emreder, siz yaparsınız.
Bunun ötesi var mıdır? Bunun ötesi tasarruftur. Her devirde sadece devrin imamlarına ait olan bir dizayn. Kişi kendiliğinden bir şey yapamaz.

İşte Allahû Tealâ’nın bu seviyeye ermiş olan Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz hakkında söyledikleri. Allahû Tealâ diyor ki: “O, kendiliğinden bir şey yapamaz. O, kendiliğinden konuşamaz. Bizim ona söylediklerimizi gerçekleştirir sadece, Bizim konuşturduklarımızı konuşabilir.”

Ne diyor Allahû Tealâ? “Onu Biz konuştururuz. Onu Biz yapacağı işlemlerde kullanırız. Sadece Bizim dilediğimiz şeyi yapabilir, kendi dilediğini yapamaz. O, kendiliğinden konuşmaz, Bizim konuşturduğumuzu söyleyebilir. O, kendiliğinden bir şey yapmaz, Bizim yaptırdıklarımızı yapar.” diyor. İşte bu, rızaların en büyüğü olan tasarruf rızasıdır. Peygamber Efendimiz (S.A.V) de o rıza seviyesine ulaşmıştı.

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Zikrinizi arttırdıkça başka bir dünyada yaşamaya başlayacaksınız. Etrafınızdaki insanlar değişmemiştir. Onlar hep aynı dizaynın içindedirler. Ama değişen siz olmuşsunuzdur. Artık başkalarının size karşı davranışlarındaki negatif etkiler sizi, başkalarını üzdüğü gibi üzemez. Siz bilirsiniz ki; siz nefsinde afet olmadığı cihetle, artık başkalarına karşı kin duymayan, nefret duymayan insanlar olursunuz. Başkalarının yanlışlarını onlara doğruları anlatarak önlemeye çalışırsınız. Ama onlar size bir fenalık yaptıkları zaman hesabın sizinle onun arasında değil, Allah ile onun arasında mutlaka sıfırlanacağını bilirsiniz. Ve bu sebeple size yapılan kötülükler, sizi negatif olarak etkileyemez.

Bir insanın negatif olaylardan etkilenebilmesi, nefsinin afetlerinin olmasına bağlıdır. Kibir afeti, gurur afeti, başka insanlardan üstün olmayı hedef ittihaz edilen üstünlük psikolojisi; bir kişiyi sadece ömrü boyunca huzursuz edecek olan, nefslere ait olan tabiî verilerdir. İşte psikologlar nefsin ne olduğunu, ruhun ne olduğunu, genel statü içinde bilmedikleri için asırlardan beri devam eden bir psikolojik tedavi metodu, sadece nefse dönük çözümler aramıştır insanlar için. Buysa hiçbir zaman tam bir çözümü oluşturamaz. Anahtar, Allah’tadır. İlaç, Allah’tadır.

Nefsinin esiri olan herkes hastadır. Sevgi; siz nefsinizin afetlerini azalttıkça nefretinizi, kininizi azalttıkça artan bir sevgi dünyasında sizi yaşatacaktır. Bunların azalması ne tesadüfen gerçekleşebilir ne de başkalarının olayları sebebiyle. Ne insanlar size kötü davranmaktan vazgeçeceklerdir ne de iç dünyanız onlar kötü davrandıkça üzülmekten vazgeçecektir. Bu söylediğimiz şeyin tersinin var olabilmesi, sevginin ışığı altında yeşeren bir gül gibidir. Sevgi ise nefsinizin afetlerinden öfkenin, kinin, kıskançlığın, düşmanlığın azalması ile artan bir boyut ifade eder.

Öyleyse sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, sevmeyi usûl haline getirin. İnsanları sevin. Sevdikçe onlardan iyi muamele göreceksiniz. Bunu garantili bir hale getirmekse mutlaka nefs tezkiyesini sağladıktan sonraki merhalede gerçekleşir. Tezkiye, hepinizin kolayca gerçekleştirebileceği bir husustur.

Kim nefsini tezkiye etmek dilerse, Allah’a ulaşmayı dilemesi, bunun için yeterlidir. Kişi mutlaka nefs tezkiyesine ulaşır. Yani nefsinin %51’inin nurla dolmasını o kişi mutlaka temin eder. Bu, Allah’ın garantisi altındadır. Kim Allah’a ulaşmayı dilerse, Allah o kişiyi mutlaka Kendisine ulaştırır. İşte mademki kim Allah’a ulaşmayı dilerse Allah onu mutlaka Kendisine ulaştırıyor, o zaman bu bir garanti değil midir? Allahû Tealâ bütün insanlara garanti veriyor. Şûrâ Suresinde şöyle buyuruyor:

42/ŞÛRÂ-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrakû fîhi, kebure alâl muşrikîne mâ ted’ûhum ileyhi, allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).

(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).


“allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb: Allah, dilediğini Kendisine seçer ve onlardan kim Allah’a yönelirse (Allah’a ulaşmayı dilerse) Allah onları Kendisine ulaştır.”

Öyleyse Allah’ın Kendisine ulaştırması söz konusu. Ruhunuzu, onun sahibi olan Allah’a ulaştırmakla hepiniz vazifelisiniz. Allahû Tealâ diyor ki:

32/SECDE-9: Summe sevvâhu ve nefeha fîhi min rûhihî ve ceale lekumus sem’a vel ebsâre vel efidete, kalîlen mâ teşkurûn(teşkurûne).

Sonra (Allah), onu dizayn etti ve onun içine (vechin, fizik vücudun içine) ruhundan üfürdü ve sizler için sem’î (işitme hassası), basar (görme hassası) ve fuad (idrak etme hassası) kıldı. Ne kadar az şükrediyorsunuz.


“ve nefeha fîhi min rûhihî: Biz ona (insana) ruhumuzdan üfürdük.” diyor.

O üfürdüğü ruhu geri istiyor. Fecr Suresinde ruhumuza şöyle diyor:

89/FECR-28: İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeten.

Rabbine dön (Allah’tan) razı olarak ve Allah’ın rızasını kazanmış olarak!


“Rabbine rücû et, Rabbine geri dön, geri dönerek Rabbine ulaş.”

Allahû Tealâ Muzemmil Suresinde şöyle buyuruyor:

73/MUZZEMMİL-8: Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen).

Ve Rabbinin İsmi'ni zikret ve herşeyden kesilerek O’na ulaş.


“Allah’ın ismiyle zikret ve herşeyden kesilerek Allah’a ulaş.”

Ruhumuzu hayattayken Allah’a ulaştırmak, üzerimize Allahû Tealâ tarafından defaatle farz kılınmıştır. Ruhumuzu Allah’a ulaştırmak, üzerimize defaatle farz kılınmıştır. Öyleyse bu farz olan hüviyeti, hepimiz en güzel standartlarda gerçekleştirmek zorundayız. Bu bir farz emir.

Allahû Tealâ diyor ki:

4/NİSÂ-58: İnnallâhe ye’murukum en tueddûl emânâti ilâ ehlihâ ve izâ hakemtum beynen nâsi en tahkumû bil adl(adli). İnnallâhe niımmâ yeızukum bihî. İnnallâhe kâne semîan basîrâ(basîran).

Muhakkak ki Allah, emanetleri sahibine teslim etmenizi ve insanlar arasında hakemlik yaptığınız zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Muhakkak ki Allah, onunla (bununla) size ne güzel öğüt veriyor. Ve muhakkak ki Allah, en iyi işiten ve en iyi görendir.


“innallâhe ye’murukum en tueddûl emânâti ilâ ehlihâ: Allah emanetleri o emanetlerin sahibine, (sahiplerine demiyor) teslim etmenizi emreder.” diyor.

Emanetlerin sahibi tek. Emanetler var, çoğul. Ruh emaneti, fizik vücut emaneti, nefs emaneti, irade emaneti. Ama “Allah emanetleri, onların sahibine tesliminizi emreder.” diyor. Dünya için de elbette geçerlidir ama aslî mânâsı; Allah’ın size verdiği bütün emanetleri geri istemesi vakasına dayalıdır. Allah emanetlerini; ruhunuzu da vechinizi de nefsinizi de iradenizi de geri istiyor.

Ruhunuzu Allah’a teslim ettiğiniz zaman mutluluğun yarısını yaşayabilirsiniz, dünya saadetinin yarısını yaşayabilirsiniz. 3. kat cennetin de sahibisiniz. Ama iradenizi Allah’a teslim ettiğiniz zaman dünya saadetiniz %100 olur. Cennet saadetiniz, en üst cennetin sahibi kılar sizi, Adn cennetinin sahibi kılar.

Sevgili kardeşlerim! Neden Allah’ın cennetleri varken cehenneme gidesiniz? Cehennemi bir defa görmüş olsaydınız, tüyleriniz ürperirdi sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım.

Öyleyse her şeyi en güzel standartlarda gerçekleştirmek; o, hepinizin vazifesidir. Sizin mutluluğunuz için, işte size tavsiyemiz odur ki; seviniz, seviniz ve seviniz. Nefret etmeyiniz ve kendinizden nefret ettirmeyiniz.

Allahû Tealâ’nın hepinizi sonsuz mutluluklara ulaştırmasını Yüce Rabbimizden dileyerek bu sohbetimizi inşaallah burada noktalıyoruz sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım.

İmam İskender Ali M İ H R