}
Kur'ân'daki İslâm 22.06.2006
Mp4 Mp3 Link

Sohbet Kodu: 110310

SOHBETİN ADI: KUR’ÂN’DAKİ İSLÂM
TARİH: 22.06.2006

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allah'a sonsuz hamd ve şükrederiz ki bir defa daha Allah'ın bir zikir sohbetinde birlikteyiz. Konumuz: Kur’ân’daki İslâm.

Bundan 14 asır evvel Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) ve O’nun sahâbesi İslâm’ı yaşadılar. Bu İslâm, bugün yaşanan ve kaideler (şartlar) olarak İslâm’ın sadece 5 tane şartını içeren İslâmî yaşantıdan fersah fersah farklı bir yaşantıydı. Onlar, 14 asır evvel Kur’ân’daki İslâm’ı yaşadılar ve bugün Kur’ân’daki İslâm yaşanmıyor. Asırlardan beri dîn öğreten âlimler çıkmışlar; kitaplar yazmışlardır. Bu kitaplar tartışılmış, kişiler kendilerine ayrı ayrı taraftar toplamışlardır. Ve neticede bugünlere ulaşılmıştır. Öyleyse bugünlere baktığımız zaman 14 asır evvel yaşanan Kur’ân-ı Kerim’deki, insanları hem cennet saadetine mutlaka götürecek olan hem de dünya saadetini insanlara mutlaka kazandıracak olan İslâm’ın, sadece posası kalmıştır. Özü tamamen iblis tarafından, üstelik dîn öğreticilerini kullanmak suretiyle yok edilmiştir.

Sevgili kardeşlerim! Hadi gelin sizinle 14 asır geriye gidelim. Ne vardı? Bugün üniversitelerimizde öğretilen dîn öğretiminin hiç birisi yoktu. Sadece 23 senede indirilen Kur’ân vardı. Cebrail (A.S), Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e 40 yaşındayken Hira dağındaki Nur mağarasında göründü. O’na doğru bir adım attı ve dedi ki:

- İkra (oku)!

Peygamber Efendimiz (S.A.V) de cevap verdi:

- Ben okuma yazma bilmiyorum.

Cebrail (A.S), insan hüviyetinde görünmüştü. İkinci adımını attı ve gene aynı şeyi söyledi:

- Oku!

Peygamber Efendimiz (S.A.V) gene aynı sözü söyledi:

- Ben okuma bilmiyorum

Cebrail (A.S), üçüncü adımını attı, O’na kollarıyla sımsıkı sarıldı ve dedi ki:

- İkra biismirabbike (Allah'ın ismiyle oku)!

Ve o sırada art arda Cebrail (A.S)’a cezbe geldi. Cebrail (A.S), şiddetle titrediği için Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e de titreme geçti ve birlikte sarsıldılar. Ondan sonra Kur’ân-ı Kerim parça parça inmeye başladı. Kur'ân-ı Kerim 23 senede tamamlandı. Tatbikat bütün boyutlarıyla sadece ve sadece Kur’ân tatbikatıydı. Bu sözüme lütfen dikkat ediniz! Bir defa daha tekrar ediyorum. Tatbikat; İslâm tatbikatı; 14 asır evvelki İslâm yaşanışı tamamen Kur'ân-ı Kerim'e dayalıydı. Sadece bir tek kaynak vardı: Kur'ân-ı Kerim. Diğer mukaddes kitaplar, İslâm’da bir tatbikat alanı bulmamıştır. Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve O’nun bütün sahâbesi Kur’ân’ı yaşadılar. Âli İmran Suresinin 119. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:

3/ÂLİ İMRÂN-119: Hâ entum ulâi tuhıbbûnehum ve lâ yuhıbbûnekum ve tu’minûne bil kitâbi kullihi, ve izâ lekûkum kâlû âmennâ, ve izâ halev addû aleykumul enâmile minel gayz(gayzi), kul mûtû bi gayzikum, innallâhe alîmun bi zâtis sudûr(sudûri).

İşte siz (mü'minler) böylesiniz, siz onları seversiniz ve onlar sizi sevmezler ve siz kitabın tamamına îmân edersiniz. Ve sizinle karşılaşınca “Biz îmân ettik.” dediler, yalnız kaldıkları zaman, size karşı öfkelerinden parmak uçlarını ısırdılar. De ki: “Öfkenizden ölün.” Muhakkak ki Allah, sinelerde olanı en iyi bilendir.


“Onlar size buğz ettikleri halde (size kötü davranışlarda bulunduğu halde) siz, onlara gene de muhabbet beslersiniz. Çünkü siz Kur’ân’ın bütününe îmân edersiniz.”

Konu neymiş? Konu, Kur’ân’mış. Kur’ân’dan başka hiçbir kitap, hiçbir not, başka hiçbir tesir  Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e ulaşmamıştır. O’nu etkisi altına almamıştır ve O sadece Allah'ın kendisine öğrettiği Kur’ân’ı hem yaşamıştır hem de sahâbeye yaşatmıştır. Öyle düşünüyoruz ki bugünkü dîn âlimlerinden hiç kimse şu ana kadar bu konuşmamızda söylediğimiz bu hususa hiçbir şekilde itiraz edemez. 14 asır evvel Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in 23 yıl yaşadıkları hayat, tam bir Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanmaydı ve Kur’ân ahkâmıyla yaşamaktı. Kur’ân’dan başka hiçbir yardımcı faktör devreye girmemiştir. Her konuda kanun Kur’ân’dı.

Bir sonuca ulaşıyoruz: 14 asır evvel Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz’in yaşadığı dîn, Kur’ân’daki İslâm dîniydi. Bugünkü İslâm dîni değildi. Bizim Allahû Tealâ tarafından tayin edilen misyonumuzun temeli de buna dayanır. Allahû Tealâ bize bu görevi bugün, Kur’ân’daki İslâm tamamen unutulduğu için verdi. Kur’ân tamamen unutulmuştur. Ne demek istiyoruz? İnsanları kurtaracak olan bütün faktörlerden tamamen arıtılmıştır. Kur’ân’daki insanları cennet saadetine ve dünya saadetine, kısaca kurtuluşa (necâta) ulaştıracak olan bütün unsurlar Kur’ân’dan koparılmış ve yok edilmiştir. Ve insanlar 14 asır evvel yaşanan İslâm’ı bugün artık bilmiyorlar. Bunun arkasında ne yatıyor? Arkasında herkesin kitaplardan öğrendiği ilim yatıyor. O ilim, Kur'ân’ı ihata etmiyor.

Kur'ân-ı Kerim, 7 safha ve 4 tane de teslim içerir. 1. safhada kişi Allah'a kavuşmayı diler. Allah o kişiyi mutlaka mürşidine ulaştırır. 2. safhada tâbiiyet gerçekleşir. Allahû Tealâ o kişinin ruhunu vücudundan ayırarak Kendisine doğru seyri sülûk adlı bir yolculuğa çıkartır ve kişinin ruhu Allah'ın Zat’ına ulaşır. Bu 3. safhadır. 1. olay, 28 basamaklık bir İslâm merdiveninde (sıkalasında, yelpazesinde, spektrumunda ) 3. basamakta başlar. 3. basamakta Allah'a ulaşmayı dilemek yer alır. 14. basamakta mürşide tâbiiyet yer alır. 21. basamakta ruh Allah'a ulaşır (3. safha). 25. basamakta kişi fizik vücudunu (vechini) Allah'a teslime eder. 26. basamakta nefsini teslim eder. 27. basamakta kişi muhlis olur. Yani kişi (kendisi) irşad olur. İrşad edecek makamın sahibi olmaz ama kendisi irşad olma müessesesini tamamlar. 7.’si de o kişi iradesini de Allah'a teslim etmek suretiyle irşada memur ve mezun kılınır. Kişi irşad makamına getirilir. İşte Kur’ân budur (bundan ibarettir). 28 basamağın (bugün unutulmuş olan 28 basamak) hepsi birden Kur’ân’ın temelini teşkil eder.

Şimdi meselemize bu açıdan bakalım: Gerçekten Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le sahâbe Kur’ân’ı yaşamışlar mıdır? Gene Kur'ân-ı Kerim'e bakalım: Bugün Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in ve sahâbenin yaşadığı Kur’ân yaşanıyor mu? Yaşanmıyor! Bunun için Allahû Tealâ bizi bu görevle görevlendirdi. Konuya öz olarak giriyoruz.

1. safha; Allah'a ulaşmayı (Allah'a mülâki olmayı yani Allah'a kavuşmayı) dilemek. Kişinin ölmeden evvel ruhunu Allah'a ulaştırmayı dilemesi, dilemektir. Bu bir farz mıdır? Farzdır. Allah'a ulaşmayı dilemek farzdır. İşte Rûm Suresinin 31. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor:

30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).

O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve O'na karşı takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.


“Allah'a yönel (Allah'a ulaşmayı dile) ve O’na (Allah'a) karşı takva sahibi ol. Ve namaz kıl ve böylece müşriklerden olma.”

Kişi dilemeseydi şirkte olacaktı. Bu bir gizli şirktir. Allah'a ulaşmayı (kavuşmayı) dilemek üzerimize farz mıdır? Farzdır. İşte Lokman Suresinin 15. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:

31/LOKMÂN-15: Ve in câhedâke alâ en tuşrike bî mâ leyse leke bihî ilmun fe lâ tutı’humâ ve sâhibhumâ fîd dunyâ magrûfen vettebi’ sebîle men enâbe ileyy(ileyye), summe ileyye merciukum fe unebbiukum bi mâ kuntum ta’melûn(ta’melûne).

Ve bilgin olmayan bir şey hakkında, şirk koşman için seninle mücâdele ederlerse, ikisine de itaat etme! Ve dünyada onlara güzellikle sahip ol. Bana yönelenlerin (ruhunu Allah'a ulaştırmayı dileyenlerin) yoluna tâbî ol. Sonra dönüşünüz Banadır. O zaman yaptığınız şeyleri size haber vereceğim.


“Kim Bana yönelmişse sen de onun yoluna tâbî ol. Sen de Bana yönel (Bana ulaşmayı dile).”

Zumer Suresinin 54. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:

39/ZUMER-54: Ve enîbû ilâ rabbikum ve eslimû lehu min kabli en ye’tiyekumul azâbu summe lâ tunsarûn(tunsarûne).

Ve Rabbinize (Allah’a) yönelin (ruhunuzu Allah’a ulaştırmayı dileyin)! Ve size azap gelmeden önce O’na (Allah’a) teslim olun (ruhunuzu, vechinizi, nefsinizi, iradenizi Allah’a teslim edin). (Yoksa) sonra yardım olunmazsınız.


“Üzerine azap (yani kabir azabı) gelmeden (ölmeden) önce Allah'a yönel, Allah'a ulaşmayı dile ve Allah'a teslim ol. Yoksa sonra yardım olunmazsın.”     

Demek ki Allah'a ulaşmayı (kavuşmayı) dilemek üzerimize farzdır. Bütün sahâbe Allah'a kavuşmayı dilemişler midir? Allahû Tealâ Zumer Suresinin 17. âyet-i kerimesinde buyuruyor:

39/ZUMER-17: Vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâdi.

Ve onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah’a yöneldiler (Allah’a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!


“Onlar (sahâbe) taguta kul iken taguta kul olmaktan kaçındılar, kendilerini kurtardılar. Çünkü Allah'a ulaşmayı (Allah'a kavuşmayı) dilediler. Onlara müjdeler vardır. Kullarımı müjdele.”

Sahâbe ne yapmıştır? Allah'a kavuşmayı dilemişlerdir. Tagutun (insan ve cin şeytanların) kulu olmaktan kurtulmuşlar ve Allah'ın kulu olmuşlardır. Allah'a ulaşmayı dilemek (Allah'a kavuşmayı dilemek) üzerimize farz mıymış? 3 âyet-i kerime söyledik; daha birçok âyet-i kerimede farzdır ve bütün sahâbe Allah'a ulaşmayı dilemişlerdir. Kur'ân-ı Kerim farz olduğunu söylüyor mu? Evet söylüyor. Bütün sahâbe Allah'a mülâki olmayı (Allah'a kavuşmayı, ruhlarını hayattayken Allah'a ulaştırmayı) dilemişler midir? Hepsi dilemişlerdir. Farz; farzı yerine getirmişleridir.

Peki bugün? Bugün İslâm’ın yalnızca 5 tane şartı kalmıştır. Öyle Allah'a ulaşmayı dilemek diye bir kavram yoktur. Burası 3. basamaktır. 14. basamakta kişinin mürşidine ulaşması ve tâbiiyeti, Allahû Tealâ tarafından farz kılınmıştır. Allahû Tealâ Bakara Suresinin 45. ve 46.  âyet-i kerimelerinde diyor ki:

2/BAKARA-45: Vesteînû bis sabri ves salât(salâti), ve innehâ le kebîratun illâ alâl hâşiîn(hâşiîne).

(Allah’tan) sabırla ve namazla istiane (özel yardım) isteyin. Ve muhakkak ki o (hacet namazı ile Allah’a ulaştıracak mürşidini sormak), huşû sahibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir.

2/BAKARA-46: Ellezîne yezunnûne ennehum mulâkû rabbihim ve ennehum ileyhi râciûn(râciûne).

Onlar (o huşû sahipleri) ki, Rab’lerine (dünya hayatında) muhakkak mülâki olacaklarına ve (sonunda ölümle) O’na döneceklerine yakîn derecesinde inanırlar.


“Allah’tan sabırla ve namazla (hacet namazıyla) istianeyi (mürşidinin kimliğini) iste (Allah'a sor) ve mürşidini öğren. Bu kebîretun bir iştir (büyük bir iştir). Ama huşû sahipleri için büyük bir iş değildir. O huşû sahipleri ki onlar, ruhlarını Allah’a mülâki kılacaklarına kesin şekilde inanırlar. Ruhlarını hayattayken Allah'a ilka edeceklerine kesin şekilde inanırlar.”

Sevgili kardeşlerim! İşte Allahû Tealâ’nın dizaynı açık ve kesin bir dizayndır. Allahû Tealâ hacet namazını kılıp istianeyi istemesini (mürşidini Allah’tan sormasını) kişinin üzerine farz kılıyor. Allahû Tealâ Mâide Suresinin 35. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:

5/MÂİDE-35: Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete ve câhidû fî sebîlihi leallekum tuflihûn(tuflihûne).

Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı, teslim olmayı dileyenler); Allah’a karşı takva sahibi olun ve O’na ulaştıracak vesileyi isteyin. Ve O’nun yolunda cihad edin. Umulur ki böylece siz felâha erersiniz.


“Ey âmenû  olanlar (Allah'a mülâki olmayı dileyenler)! Yeniden takva sahibi olun (Bu takva 2. takvadır, 2. defa mânâsında kullanıyor). Sizi Allah'a ulaştırmaya vesile olacak kişiyi Allah’tan isteyin.”
Bu isteğin, hacet namazı kılınarak gerçekleştirileceği de söylediğimiz gibi bahsedilmiştir. Peki, bütün sahâbe bunu gerçekleştirmişler midir? Allahû Tealâ mürşidlere ulaşmayı farz kılıyor ve “Onlara ulaşın” diyor. Allahû Tealâ bu vesileye nasıl ulaşacağımızı ifade ediyor; bunu üzerimize farz kılmıştır. Bütün sahâbe kâinatın en büyük mürşidine ulaşmışlardır. Hepsi tâbî olmuşlardır. Öyleyse olay nedir? Bakalım gerçekten tâbî olmuşlar mıdır? Allahû Tealâ Fetih Suresinin 10. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:

48/FETİH-10: İnnellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûnallâh(yubâyiûnallâhe), yedullâhi fevka eydîhim, fe men nekese fe innemâ yenkusu alâ nefsihî, ve men evfâ bi mâ âhede aleyhullâhe fe se yu’tîhi ecren azîmâ(azîmen).

Muhakkak ki onlar, sana tâbî oldukları zaman Allah’a tâbî olurlar. Onların ellerinin üzerinde (Allah senin bütün vücudunda tecelli ettiği için ellerinde de tecelli etmiş olduğundan) Allah’ın eli vardır. Bundan sonra kim (ahdini) bozarsa, o taktirde sadece kendi nefsi aleyhine bozar (Allah’a verdiği yeminleri, ahdleri yerine getirmediği için derecesini nakısa düşürür). Ve kim de Allah’a olan ahdlerine vefa ederse (yeminini, misakini ve ahdini yerine getirirse), o zaman ona en büyük mükâfat (ecir) verilecektir (cennet saadetine ve dünya saadetine erdirilecektir).


“Habibim! Orada sana tâbî oldukları zaman onların ellerinin üzerinde Allah'ın eli vardı.”

Tâbiiyet, mutlak olarak gerçekleştirilmiştir. Gördüğünüz gibi mürşide tâbiiyet Allahû Tealâ tarafından farz kılınmış ve bütün sahâbe kâinatın en büyük mürşidine tâbî olmuşlardır. Bugün? Mürşidler hapishanelere falan giriyor. Biz girdik. Bugün artık mürşid kavramı farzların arasında kesinlikle mevcut değildir. Allah'a mülâki olmayı dilemek ne 32 farzın içinde ne 54 farzın içinde yoktur ki; bu mürşide tâbî olmayı, Allah'a ulaşmayı dilemeyen kişiyi bir çok ceza bekliyor:

1- O kişi Allah'ın âyetlerinden gâfildir.
2- O kişi gideceği yer cehennem olan bir kişidir.
3- O kişi kâfir hüviyetindedir.
4- O kişi fısktadır.
5- O kişi küfürdedir.
6- O kişi şirktedir.
7- Takva sahibi değildir.
8- Hidayette değildir.
9- Dalâlettedir.

Geliyoruz 21. basamaktaki 3. safhaya. 2. safha (yani mürşide tâbiiyet) farz mıdır? 14. basamakta farzdır. Bütün sahâbe Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî olmuşlardır. Şimdi 21. basamaktaki 3. safhaya geliyoruz: Ruhumuzun Allah'a ulaşması ve Allah'ın Zat’ında ruhumuzun yok olması farz mıdır? Elbette farzdır. Bir defa farz olduğu bir emirle bildirildiği için kesindir. Allahû Tealâ Ra’d Suresinin 21. âyet-i kerimesinde diyor ki:

13/RA'D-21: Vellezîne yasılûne mâ emerallâhu bihî en yûsale ve yahşevne rabbehum ve yehâfûne sûel hisâb(hisâbi).

Ve onlar Allah’ın (ölümden evvel), Allah’a ulaştırılmasını emrettiği şeyi (ruhlarını), O’na (Allah’a) ulaştırırlar. Ve Rab’lerine karşı huşû duyarlar ve kötü hesaptan (cehenneme girmekten) korkarlar.


“Ve onlar Allah'ın Allah'a ulaştırılmasını emrettiği (emirse farzdır) şeyi (ruhlarını), O’na (Allah'a) vasıl ederler (ulaştırırlar).”

Allahû Tealâ Muzemmil Suresinin 8. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:

73/MUZZEMMİL-8: Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen).

Ve Rabbinin İsmi'ni zikret ve herşeyden kesilerek O’na ulaş.


“Allah’ı ismiyle zikret ve her şeyden kesilerek Allah'a ulaş.”

Allahû Tealâ ruhumuza; “Allah'a ulaş” diyor. Üzerimize kesinlikle farz. Allahû Tealâ böyle olan kişilere ne diyor? “Hidayette olanlar, hidayete ermiş olanlar” diyor.

Hidayet nedir? Allahû Tealâ Âli İmrân Suresinin 73. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:

3/ÂLİ İMRÂN-73: Ve lâ tu’minû illâ li men tebia dînekum, kul innel hudâ hudallâhi en yu’tâ ehadun misle mâ ûtîtum ev yuhâccûkum inde rabbikum, kul innel fadla bi yedillâh(yedillâhi), yu’tîhi men yeşâu, vallâhu vâsiun alîm(alîmun).

Ve (Ehli Kitap): “Sizin dîninize tâbî olandan başkasına inanmayın.” (dediler). (Habibim onlara) De ki: “Muhakkak ki hidayet Allah'a ulaşmaktır. (İnsanın ruhunun ölmeden önce Allah’a ulaşmasıdır.) Size verilenin bir benzerinin, bir başkasına verilmesidir.” Yoksa onlar, Rabbiniz'in huzurunda, sizinle çekişiyorlar mı? (Onlara) De ki: “Muhakkak ki fazl Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir.” Ve Allah, Vâsi’dir (ilmi geniştir, herşeyi kapsar), Alîm'dir (en iyi bilendir).


“Muhakkak ki hidayet Allah'a ulaşmaktır.”

Bakara Suresinin 12. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:

2/BAKARA-120: Ve len terdâ ankel yahûdu ve len nasârâ hattâ tettebia milletehum kul inne hudâllâhi huvel hudâ ve le initteba’te ehvâehum ba’dellezî câeke minel ilmi, mâ leke minallâhi min veliyyin ve lâ nasîr(nasîrin).

Ve sen onların dînine tâbî olmadıkça (uymadıkça) ne yahudiler ve ne de hristiyanlar senden asla razı olmazlar. De ki: “Muhakkak ki Allah’a ulaşmak (Allah’ın Kendisine ulaştırması) işte o, hidayettir.”. Sana gelen ilimden sonra eğer gerçekten onların hevalarına uyarsan, senin için Allah’tan bir dost ve bir yardımcı yoktur.


“Muhakkak ki Allah'a ulaşmak (işte o) hidayettir.”

Bütün sahâbe hidayete ermişlerdir (ruhlarını Allah'a ulaştırmışlardır). İşte Allahû Tealâ Zumer Suresinin 18. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:

39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahsenehu, ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).

Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).


“Onlar sözü dinlerler; sözün ahsen olanına tâbî olurlar. Onlar hidayete erdiler ve ulûl’elbab oldular.”

Öyleyse bütün sahâbe hidayetin daha ötesine geçmişler ve ulûl’elbab olmuşlar. Hidayete erdikleri Zumer Suresinin 18. âyet-i kerimesinde kesindir.

3. safha bugün var mıdır? Kur'ân-ı Kerim farz kılmış mıdır? Ruhu ölmeden evvel Allah'a ulaştırmayı Kur'ân-ı Kerim farz kılmış mıdır? Kılmıştır. 14 asır evvel Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le sahâbe ruhlarını Allah'a ulaştırıp (Allah'a vasıl edip, kavuşturup) hidayete ermişler midir? Sahâbe dediklerimizin (Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî olanlar sahâbedir) hepsi hidayete ermişlerdir. Üzerimize farzdır.

Sevgili kardeşlerim! Bugün İslâm’ın 5 şartından başka önümüzde ne kalmıştır? Ne Allah'a ulaşmayı dilemek, ne mürşide tâbiiyet, ne ruhumuzu Allah'a ulaştırıp hidayete ermek,  hiç birisi artık bugünkü İslâm’ın 5 şartından ibaret İslâm tatbikatında yoktur.

4. kademe (fizik vücudumuzu Allah'a teslim etmek) farz mıdır? Elbette. Allahû Tealâ Yâsîn Suresinin 60. ve 61. âyet-i kerimelerinde buyuruyor ki:

36/YÂSÎN-60: E lem a’had ileykum yâ benî âdeme en lâ ta’budûş şeytân(şeytâne), innehu lekum aduvvun mubîn(mubinun).

Ey Âdemoğulları! Ben, sizlerden şeytana kul olmayacağınıza dair ahd almadım mı? Muhakkak ki o (şeytan), size apaçık bir düşmandır.

36/YÂSÎN-61: Ve eni’budûnî, hâzâ sırâtun mustekîm(mustekîmun).

Ve Ben, sizden Bana kul olmanıza (dair ahd almadım mı?) Bu da Sıratı Mustakîm (üzerinde bulunmak)tır.


“Ey Âdemoğulları (fizik vücutlarımız)! Ben sizlerden şeytana kul olmayın diye söz almadım mı? Çünkü şeytan size apaçık bir düşmandır. Ve Ben sizden Bana kul olacaksınız diye ahd almadım mı? Ve bu Sıratı Mustakîm’dir.”

Allahû Tealâ hepimizin fizik vücutlarından ahd almış ve fizik vücudumuzu Allah'a teslim etmeyi üzerimize farz kılmıştır.

Bütün sahâbe fizik vücutlarını Allah'a teslim etmişler midir? Hepsi etmişlerdir. İşte Allahû Tealâ Âli İmrân Suresinin 20. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:

3/ÂLİ İMRÂN-20: Fe in hâccûke fe kul eslemtu vechiye lillâhi ve menittebeani, ve kul lillezîne ûtûl kitâbe vel ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe innemâ aleykel belâgu, vallâhu basîrun bil ibâd(ibâdi).

Bundan sonra eğer seninle tartışırlarsa o zaman onlara de ki: “Ben ve bana tâbi olanlar vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah'a teslim ettik.” O kitab verilenlere ve ümmîlere: “Siz de vechinizi (fizik vücudunuzu) (Allah'a) teslim ettiniz mi?” de. Eğer teslim ettilerse, o taktirde, hidayete ermişlerdir. Ve eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir. Ve Allah, kullarını en iyi görendir.


“Habibim! O ümmîlere ve kitap sahiplerine (yani Hristiyanlardan ve Musevîlerden kitaplı olanlar) de ki: Ben ve Bana tâbî olanlar, biz hepimiz vechimizi (fizik vücutlarımızı) Allah'a teslim ettik.”

Fizik vücudumuzu Allah'a teslim etmek üzerimize farz mıdır? Evet, farzdır. Bütün sahâbe teslim etmişler midir? Hepsi teslim etmişlerdir. Biz bugün ne söylüyoruz? Bunun farz olduğunu söylüyoruz. 14 asır evvel Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz ve sahâbe bu farzı nasıl gerçekleştirmişlerse, bugün de gerçekleştirmek mecburiyetinde olduğumuzu söylüyoruz. Yani? Kur’ân’daki İslâm’a davet ediyoruz. Hangi dîn adamı şimdi çıkar da bana, “Biz zaten bunları biliyorduk” diyebilir? Öyleyse burada bir büyük vebal söz konusu değil midir? 14 asır evvel Peygamber Efendimiz (S.A.V) Kur’ân’daki İslâm’ı, Kur’ân’la yaşamışsa ve başka hiçbir kaide onun itibar etmediği bir husussa, sadece Kur’ân’daki kaideler (kanunlar), Kur’ân’ın emirleri O’nun tarafından esas alınmışsa, bütün sahâbe O’nunla beraber bu Kur’ân gerçeklerini yaşamışlarsa, Kur’ân bunları üzerimize farz kılmışsa ve bugün bunların (henüz 4 tane faktör saydık) hiç birisi dîn öğretiminde tatbikatta değilse, ne üniversitelerimizde ne imam hatip liselerinde ne de 80 binden fazla (87 bin olduğu söyleniyor) kadrolu Diyanet İşleri Başkanlığı’nda bu söylediklerimizin hiç birisi, bu muhterem zevat tarafından bırakınız tatbikatını; bilinmiyorsa, onlar bu hususları bilmiyorlarsa ve biz insanları Kur’ân’a çağırıyorsak ve bugün 70 milyondan fazla insan cehenneme doğru bu hakikatleri bilmemeleri sebebiyle yol alıyorsa, o zaman durup düşünmek mecburiyetinde değil miyiz? Kovvadis demek zorunda değil miyiz? Nereye gidiyorsun? Nereye gidiyoruz? Yolculuk açık ve kesin bir şekilde cehenneme. İblis Kur’ân’ın insanları cennet saadetine götürecek olan bütün esaslarını yok etmiştir. Bunu yapan iblistir. Yakından biliriz. Bizi en büyük düşman olarak belleyen kâinattaki tek yaratık iblistir (şeytan). Ama yenilmeye mahkûmdur. Gelecek yıllarda böyle olduğunu göreceksiniz.

Geleceği nereden biliyoruz? Biz bilmiyoruz sevgili dîn adamları! Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Biz bilmiyoruz. Biz sadece Allah'ın bize söylediklerini biliriz. O söyler; biz de emin olarak, kesin olarak konuşuruz. İşte bunlar Allah'ın öğretisidir. Eğer O bize bunları öğretmeseydi; biz 14 asır evvelki Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in ve sahâbenin hayatına, Kur'ân-ı Kerim'e sizi nasıl davet edebilirdik ki? Ama şimdi bu hakikatleri o koskoca kadronun bilmediği kesin değil mi? Hangi dîn adamı, hangi profesör bizim karşımıza çıkıp da “Biz bunları zaten biliyorduk” diyebilir? O kadarla da kalmıyor. Daimî zikre ulaşıp nefsi teslim etmek vardır. Daimî zikre ulaşmak, ulûl’elbab olmak mânâsına gelmektedir. Daimî zikre ulaşmak farz mıdır? Allahû Tealâ Âli İmrân Suresinin 191. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:

3/ÂLİ İMRÂN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).

Onlar (ulûl elbab, lüblerin, Allah'ın sır hazinelerinin sahipleri), ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (daima) Allah'ı zikrederler. Ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve derler ki): "Ey Rabbimiz! Sen bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Sen Subhan'sın, artık bizi ateşin azabından koru.


“O ulûl’elbab ki ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah’ı zikrederler (yani daimî zikrin sahipleridir).”

Bir insan 3 hâlde bulunabilir. Ya ayaktadır ya oturuyordur ya da yatıyordur. Sevgili kardeşlerim! Bu üç hâlin üçünde de Allah’ı zikretmek söz konusudur ve üzerimize farzdır. Allahû Tealâ Nisâ Suresinin 103. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:

4/NİSÂ-103: Fe izâ kadaytumus salâte fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum, fe izatma’nentum fe ekîmus salât(salâte), innes salâte kânet alâl mu’minîne kitâben mevkûtâ(mevkûten).

Böylece namazı bitirdiğiniz zaman, artık ayaktayken, otururken ve yan üstü iken (yatarken), (devamlı) Allah'ı zikredin! Daha sonra güvenliğe kavuştuğunuz zaman, namazı erkânıyla kılın. Muhakkak ki namaz, mü'minlerin üzerine, "vakitleri belirlenmiş bir farz" olmuştur.


“Namazı kıldıktan sonra ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah’ı zikredin.”

Öyleyse daimî zikir bütün insanların üzerine farzdır. 14 asır evvel bütün sahâbe ulûl’elbab (daimî zikrin sahibi) olmuşlar mıdır? Evet, hepsi olmuşlardır. Demin adı geçen Zumer Suresinin 18. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki: “Onlar sözü dinlerler, sözün ahsen olanına (yani Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in söylediğine ve Kur’ân’a tâbî olurlar. Onlar, hidayete erdiler ve ulûl’elbab oldular.”

Bütün sahâbe nefslerini de Allah'a teslim etmişlerdir. Ve üzerlerine farzdır. Sevgili kardeşlerim! Hepimizin üzerine farzdır ve farzı 14 asır evvel bütün sahâbe gerçekleştirmiştir. Bundan sonra gelen kademe ihlâs kademesidir. Üzerimize farz mıdır? Allahû Tealâ Beyyine Suresinin 5. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:

98/BEYYİNE-5: Ve mâ umirû illâ li ya’budûllâhe muhlisîne lehud dîne hunefâe ve yukîmûs salâte ve yu’tûz zekâte ve zâlike dînul kayyimeh(kayyimeti).

Ve onlar, Allah için hanifler olarak dînde halis kullar olmaktan (nefslerini halis kılmaktan) ve namazı ikame etmekten ve zekâtı vermekten başka bir şeyle emrolunmadılar. İşte kayyum dîn (kıyâmete kadar devam edecek dîn) budur.


“Onlar emrolunmadılar. Nefslerinin kalbini halis kılmakla emrolundular. Bunu hanifler olarak gerçekleştirmekle emrolundular.”

Hanif demek; İslâm’ın 7 safhasının 7’sini de yaşayan ve Allah'a ruhunu, vechini, nefsini ve iradesini teslim etmiş insan demektir. İnsanlar hanifler olarak nefslerinin kalbini halis kılmakla emrolunmuştur. Böyle olan insanlara “muhlis” diyoruz.

Bütün sahâbe muhlis olmuşlar mıdır? Evet, olmuşlardır. Allahû Tealâ Bakara Suresinin 139. âyet-i kerimesinde şöyle söylüyor:

2/BAKARA-139: Kul e tuhâccûnenâ fîllâhi ve huve rabbunâ ve rabbukum, ve lenâ â’mâlunâ ve lekum a’mâlukum ve nahnu lehu muhlisûn(muhlisûne).

De ki: “Allah hakkında bizimle mücâdele mi ediyorsunuz? Ve O, bizim de Rabbimizdir, sizin de Rabbinizdir. Ve, bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de size aittir. Ve biz, O'na muhlis olanlarız (dîni O’na hâlis kılanlarız).”


“Onlara (o kitap sahiplerine) deyin ki: Allah sizin de Rabbinizdir, bizim de Rabbimizdir. Ama biz Allah'a muhlis olanlarız.”

Bütün sahâbe muhlis olmuşlardır. Bundan evvelki kademedeki ulûl’elbab 7 tane yer katını görebilenlerdir. Muhlislerse 7 tane gök katını (Allah'a ulaştıran yoldaki 7 katın bütün özelliklerini) görebilenlerdir.

Bundan sonra (ihlâs makamından) salâh makamı gelir (28. basamak). Orada kişinin günahları örtülür, salâh nuru verilir, günahları sevaba çevrilir ve iradeleri Allahû Tealâ tarafından teslim alınır ve bundan sonra Allahû Tealâ onları, “irşada memur ve mezun kılındın” cümlesiyle irşad makamına tayin eder.

Bütün sahâbe salâha erip de Allahû Tealâ tarafından irşad makamına tayin edilmişler midir? Hepsi edilmiştir. İşte Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor:

9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ihsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehâl enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).

O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah'a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden (Mekke'den Medine'ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.


“O sabikûn-el evvelîn var ya! Onların bir kısmı ensardandı, bir kısmı muhacirîndendi. Bir de onlara ihsanla tâbî olanlardandı.”

Sahâbe 2’ye ayrılıyor. Bir kısmı Medine’deki yardımcılar. Bir kısmı da Mekke’den Medine’ye göç edenlerdir (muhacirîn). Allahû Tealâ ne diyor: “Bir de ensara ve muhacirîne ihsanla tâbî olanlar.” diyor. Kur'ân-ı Kerim'de tâbî olmak, mürşide tâbiiyet; ihsanla tâbî olmak olarak geçiyor. Bütün sahâbeye tâbî olunmuş ve hepsi irşad makamının sahibi olmuşlardır. Tam 7 tane safhanın 7’si de farzdır. Bütün sahâbe 7 safhanın 7’sini de gerçekleştirmişlerdir.
Dînle ilgisi olanlar! Bu söylediklerimizi dinleyip tahkik etmek dururken, siz söylediklerimizden habersizmiş gibi davranıyorsunuz. Ve o 70 milyondan fazla insanın cehenneme doğru gitmesinden hiç etkilenmiyorsunuz. Bu şeytanın ekmeğine yağ sürmek değil midir? Şimdi size bir sualimiz var: Kur'ân-ı Kerim 7 safhanın 7’sini de farz kılmış mıdır? Hiç biriniz bana, “Hayır kılmamıştır” diyemezsiniz. 7’si de farzdır. Şimdi sorumluluk mevkiinde kimler varsa hepsine soruyoruz: Bütün sahâbe Kur’ân’da farz olan 7 safhanın 7’sini de gerçekleştirmişler midir? Gerçekleştirmişlerdir. Bugün ne 32 farzın içinde ne 54 farzın içinde bunların hiç birisi mevcut değilse, ne ilâhiyat fakültelerinde ne imam hatip liselerinde öğretilen derslerin hiç birinde bu 7 safhanın 7’si de mevcut değilse, bırakınız hepsini daha 1.’sinin olmaması halinde, yani Allah'a mülâki olmayı dilemek söz konusu değilse, o kişinin durumu bir korkunç durumdur. Bırakınız diğerlerini, gideceği yer cehennemdir.

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Neden el ele verip insanları kurtarmaya çalışmıyoruz? Kur’ân’daki İslâm’dan geriye ne kalmıştır? İslâm’ın 5 tane şartı; namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek, kelime-i şehadet getirmektir. Bunlarla cennete gideceğinizi ümit ediyorsunuz. Öğrendiğiniz şeyler hep yanlış sevgili kardeşlerim. Zannediyorsunuz ki kişi Allah'a inanmışsa ve kalbinde zerre kadar îmân varsa, o kişi cehennemde bir süre leblebi gibi kavrulduktan sonra mutlaka Allah'ın cennetine girecektir. Hayır, giremeyecektir. Kur'ân-ı Kerim'de tam 29 tane âyet-i kerime cehennemde yanmak üzere cehenneme giren hiç kimsenin oradan çıkıp da cennete gidemeyeceğini ispat ediyor. Anlamıyor musunuz? Cehenneme giren bir kişinin cehennemde yandıktan sonra cennete gidebileceğine dair Kur’ân-ı Kerim’de hiç bir âyet yoktur. Zerre kadar hayrı ve zerre kadar şerri görmek, hayat filmlerinizde kıyâmet günü hayatınızın filmini göreceksiniz. Orada, kaybettiğiniz ve kazandığınız dereceleri göreceksiniz. Size mizan takdim edilecektir. O mizanla, bütün hayatınızda kazandığınız her derecenin ve her kaybettiğiniz derecenin mizana göre tam olarak yerli yerinde olduğunu göreceksiniz. İşte o âyet, o görmekten bahsediyor.

Ah sevgili kardeşlerim! Ne kadar dertli olduğumuzu biliyor musunuz? Bütün bu hakikatleri bilip de sizleri, dîni insanlara öğretenleri doğruya ulaştıramamak. Evvelâ siz öğreneceksiniz ki onlara öğretebilesiniz. Bu gerçekleşemiyor. İlim gururunuz, sizin, söylediklerimizi incelemenize mâni oluyor. Bırakınız kendinizi, şu 70 milyon fazladan insanın cehenneme doğru gitmesi sizi hiç yaralamıyor mu? Vicdanınız sızlamıyor mu? Öğrendiğiniz ilmin hem doğru olduğunu zannediyorsunuz hem de sizi kurtaracağını zannediyorsunuz. İkisi de yanlıştır. Hem öğrendiğiniz ilim doğru değil, hem de sizi kurtaracağı zannınız doğru değildir. Ne yazık ki kurtulamazsınız. Çünkü İslâm, Kur’ân’ın Kur’ân’da yaşanan İslâm’a ait olan bütün faktörlerini bugünkü İslâm tatbikatı artık yaşamıyorsa, insanların bugünkü dîn tatbikatıyla, tatbikatın muhtevasındaki 32 farzla veya 54 farzla hiç kimsenin cennete girmesi mümkün değilse, bu bir fitne değil midir? Bu fitneden hâlâ kendinizi sorumlu tutmayacak mısınız?

Bu İslâm’ın 7 safhası, 4 teslimi sizlere bir defa daha ispat ettik ki Kur’ân’daki İslâm’dır. Biz sizi nereye çağırıyoruz? Kur’ân’daki İslâm’a değil mi? Biz bunları söylemeden evvel siz bunların hiç birini bilmiyordunuz, öyle değil mi? Bilmiyordunuz, öyle değil mi? Öyleyse o zaman omuzlarınızda vebal yok mu? O zaman yüreğiniz sızlamıyor mu? Sorumluluğunuzu gerçekten idrak etmemek, gözümüzün önünde cehenneme doğru sizlerle beraber yol alan o 70 milyondan fazla insanın vebali omuzlarınızdadır. Hanginiz sözlerimize “Hayır, öyle değil” diyebilirsiniz? Siz bize insanların asırlardan beri Kur’ân dışında yazdığı, geliştirdiği bir dîn ilmini takdim ediyorsunuz ve onun doğru olduğunu, üstelik Kur’ân’a uygun olduğunu söylüyorsunuz. Hem yanlış hem Kur’ân’a uygun değildir. Zaten yanlışlığı da oradan çıkıyor. Sadece dîndeki doğrular, İslâm âleminde de bütün dünyada da Kur’ân’a uygun olmakla geçerlidir. Çünkü Kur’ân’dan evvelki İncil’de de ondan evvelki Tevrat’ta da aynı esaslar vardır. 7 safhanın 7’sini de Tevrat’ta da İncil’de de tepsit ettik. Yetmez, Hz. Musa zamanında O ve O’na bağlı olanların 7 safhanın 7’sini de gerçekleştirdiğini tespit ettik. Yetmez; Hz. İsa ve O’na tâbî olanların 7 safhanın 7’sini de gerçekleştirdiğini tespit ettik. Gene yetmez; Kur'ân-ı Kerim'in Şûrâ Suresinin 13. âyet-i kerimesi, bütün bunlardan evvel yaşayan Hz. İbrâhîm’in dîninin bu 7 safhanın 7’sini de ihtiva ettiğini ve şeriatın, Hz. İbrâhîm’in şeriatını, Hz. Musa’nın şeriatını, Hz. İsa’nın şeriatını ve Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in şeriatını ihata ettiğini, hepsinin ayın şeriat, tek bir şeriat olduğunu söylüyor. Allahû Tealâ Şûrâ Suresinin 13. âyet-i kerimesinde diyor ki:

42/ŞÛRÂ-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrakû fîhi, kebure alâl muşrikîne mâ ted’ûhum ileyhi, allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).

(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).


“Biz Hz. Nuh’a verdiğimiz, Hz. İbrâhîm’e verdiğimiz, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya indirdiğimiz şeriatı Sana da vahyetmek suretiyle, sizlere de (yani Sana ve Senin sahâbene de) şeriat kıldık.”

Başka bir dîn hiç olmamıştır. Sadece bir tek dîn söz konusudur. Hz. Âdem’den Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e kadar gelen bütün peygamberlerin dîni tek bir dîndir.

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allah'a sonsuz hamd ve şükrederiz ki bizi bu ilme sahip kıldı. Bununla sadece iftihar ederiz. Biliyoruz ki biz, bugünkü dîn ilminin bütün sahiplerine karşı bir savaş vermek mecburiyetindeyiz. Bu savaşı onlar ortaya çıkardılar. Bunca insan gözümüzün önünde cehenneme doğru yol alırken buna seyirci kalmamız mümkün olamazdı. Bu bir fikir savaşıdır. Fikrî mücâdeledir ve kaynağını Kur’ân’dan alır. Sevgili kardeşlerim! Neticede şunu göreceksiniz ki bütün insanlık bu söylediğimiz şeylerin hepsini öğrenecektir. Öğrenecek ve dünyadaki savaşlar son bir savaştan sonra sona erecektir. Bütün dünya sulh ve sükûn içerisinde, bolluk ve bereket içerisinde bir yeni hayata gireceklerdir. Bolluk ve bereket çağı… O çağın kapısından girmiş bulunmaktayız. Ama sizlere anlatabilmek için tam 30 yıl geçti. Şimdi de gelişme çağında yine bir süre geçecektir. Ama yapılacak olan bir büyük son savaştan sonra, dünya mutlaka sulh ve sükûna kavuşturulacaktır. Şeytan ve onun avanesi insanların kibirlerine, gururlarına hitap ederek, onları kandırarak buna ne kadar mâni olabilir? Bir tarafta Allah vardır; bir tarafta şeytan vardır. Elbette Allah gâlip gelecektir. O günler geldiği zaman bunları tekrar konuşacağız. Şimdiye kadar birçok defa söylediğimiz gibi sizlere: “Falanca tarihte bunları söylemiştik; hatırlıyor musunuz?” diyeceğiz. Allahû Tealâ’nın bize önceden haber verdiği her şey bu güne kadar gerçekleşmiştir.

Öyleyse sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allah'a sonsuz hamd ve şükrederek sözlerimizi tamamlıyoruz. 7 safha ve 4 teslim İslâm’ın Kur’ânî temelidir. Kur’ân bu temeli atmış ve ondan evvelki bütün mukaddes kitaplar aynı temele sahiptir. Bütün peygamberler ve onlara tâbî olanlar yaşamışlardır. Ve onlardan bu ilmi alan bütün kavim resûlleri ve onlara tâbî olanlar da yaşamışlardır. Bir defa daha altını çizerek söylüyoruz: Biz bir peygamber değiliz. Peygamberlik iddiasında hiçbir zaman bulunmadık. Bizlere böyle bir iftirayı atan şeytanın yardakçıları, ondan aldıkları ilhamla ve vahiyle bunları bize söylüyorlar.

Sevgili kardeşlerim! Nasıl bir dünyada yaşıyoruz? Ortalık aydınlandığı zaman o sulh ve sükûn devresi geldiğinde hepimiz o insanları eğer o güne kadar sağ kalırlarsa ibretle, büyük bir pişmanlık içinde göreceğiz.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allah'a sonsuz hamd ve şükrederiz ki bir defa daha Allah'ın bir zikir sohbetinde sizlerle birlikte olduk. Hepinizin hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaşmasını Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi inşaallah burada tamamlamak istiyoruz. Allah hepinizden razı olsun.

İmam İskender Ali M İ H R