}
Mü'min Olmak (İslâm'dan Kopan Kavramlar) 30.07.2006
Mp4 Mp3 Link

Sohbet Kodu: 110401

SOHBETİN ADI: İSLÂM’DAN KOPAN KAVRAMLAR-2- MÜ’MİN OLMAK  
TARİHİ: 30.07.2006


Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki bir defa daha bir zikir sohbetinde birlikteyiz. Kur’ân’dan kopan kavramlardan ikincisine inşaallah başlıyoruz. Birincisi Allah’a mülâki olmayı, ruhu hayatta iken Allah’a ulaştırmayı dilemekti. Şimdi bu ikinci konu: Mü’min olmak.

İnsanlar Allah’a inanıyorlar ve kendilerini mü’min kabul ediyorlar. Aslında haklılar mı? Haklılar tabiî. Çünkü lügat mânâsı itibariyle îmân; inanç demektir. Mü’min de, îmânı olan, îmânın sahibi olan kişi demektir. Yani mü'min; Allah’a inanan kişi demektir. Öyleyse mümin; Allah’a inananların Kur’ân’daki adıdır. Bu, doğru.

Peki, Allahû Tealâ mü’minleri; mü’minler ve hak mü’minler olarak ikiye ayırmış mı? Ayırdıysa acaba neden ayırmış? İşte mü’min kavramı eğer lügat mânâsı itibariyle ele alınırsa, Allah’a inanan herkesi kapsamına alır. Ama bu inananlardan bir kısmı cennete girebilir, bir kısmı giremez. Bir kısmı Allah’a inanmasına rağmen, onların gideceği yer cehennemdir. İşte Kur’ân’dan kopan “hak mü’min” kavramı yani cennete gidecek olan mü’minler kavramı, burada sizlere takdim edilecektir.

Kur’ân’da mü'min kelimesi, inanan mânâsında da kullanılıyor. Kur’ân’da yüzlerce defa geçer. Ama cennete girecek olan mü’minler, Allah’a inanan mü’minlerin ötesinde olan mü’minlerdir. Allah’a inanan mü’minlerden her kim Allah’a ruhunu ulaştırmayı dilerse; ruhunu Allah’a ulaştırmayı dileyenler, sadece onlar Allah’ın cennetine girebilirler. Allah’a ulaşmayı dileyen mü’minler... İşte Allahû Tealâ Enfâl Suresinin 2. âyet-i kerimesinde diyor ki:

8/ENFÂL-2: İnnemâl mu'minûnellezîne izâ zukirallâhu vecilet kulûbuhum ve izâ tuliyet aleyhim âyâtuhu zâdethum îmânen ve alâ rabbihim yetevekkelûn(yetevekkelûne).

Gerçek mü’minler onlardır ki; Allah zikredildiği zaman kalpleri titrer (cezbelenir). Ve onlara Allah’ın âyetleri okunduğu zaman onların îmânlarını arttırır ve Rab’lerine tevekkül ederler.


innemel mu'minûnellezîne izâ zukirallâhu vecilet kulûbuhum: Onlar öyle mü’minlerdir ki; Allah’ı zikrettikleri zaman kalpleri titrer. (Yani kendilerine cezbe gelir. Böyle bir sallantı geçirirler. Allahû Tealâ tarafından vücutları şiddetle sarsılır.)

ve izâ tuliyet aleyhim âyâtuhu zâdethum îmânen: Ve onlara O’nun, Allah'ın âyetleri tilâvet edildiği zaman (okunduğu zaman) îmânları artar.”

ve alâ rabbihim yetevekkelûn(yetevekkelûne): Ve onlar Rab’lerine tevekkül edenlerdir.

Öyleyse dikkat edin! Allah’a ulaşmayı dilemedikçe, hiç kimse cezbe sahibi olamaz. Hiç kimsenin kalbine Allahû Tealâ cezbe vermez. Îslâm âlemi, cezbeyi Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den almıştır. Peki, Peygamber Efendimiz (S.A.V) cezbeyi nereden almıştır? Cebrail (A.S)’dan almıştır.

Hepiniz biliyorsunuz ki Peygamber Efendimiz (S.A.V), 30 yaşından başlayarak 40 yaşına gelinceye kadar her sene, Hira Dağındaki Nur Mağarasına çekilirdi. Ve orada 30 gün, bazı yıllarda 40 gün dünyadan elini eteğini çeker, yanına sadece kuru ekmekle su alır ve orada geçirirdi günlerini. Gece gündüz yalnız kalırdı. Allah ile bir olurdu. İşte 40 yaşına bastığı yıl da aynı şeyi yapmak üzere Hira Dağındaki Nur Mağarasındaydı. Bir gün ansızın karşısında bembeyaz elbiselerle birisini gördü. O, insan şeklinde temessül eden Cebrail (A.S)’dı. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e doğru bir adım attı:
 
- İkra, dedi. Oku!

Ama Peygamber Efendimiz (S.A.V) bilindiği gibi ümmî idi. Okuma yazma bilmiyordu. Açık olarak dedi ki:

- Ben okuma yazma bilmiyorum.

Cebrail (A.S) ikinci adımını attı. Ve yine:

- İkra, dedi. Oku!

Aynı cevabı aldı:

- Ben okuma yazma bilmiyorum. Ümmîyim.

Cebrail (A.S) üçüncü adımı attı. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’i sımsıkı kavradı ve:

- İkra’bismi Rabbike, dedi. Allah’ın ismiyle oku!

Ve tam onu söylediği sırada Allahû Tealâ’dan Cebrail (A.S)’a şiddetli bir cezbe geldi. Kolları ile de Peygamber Efendimiz (S.A.V)’i sarmış olduğu için ikisi birden şiddetle sarsıldılar. Ardarda cezbeler geldi Cebrail (A.S)’a. Peygamber Efendimiz (S.A.V) de aynı cereyanı yaşadı. Öyle yaşadı ki, hayatında ilk defa böyle bir şey vücut buluyordu. Ve O’na çok şiddetli gelmişti. Oraya yığıldı. Cebrail (A.S) onunla meşgul oldu ve Peygamber Efendimiz (S.A.V) örtülere büründü. İşte bu, cezbe idi. Allah, Cebrail (A.S)’a cezbeyi gönderdi. Peygamber Efendimiz (S.A.V) de Cebrail (A.S)’dan cezbeyi aldı. İşte “Ey örtülere bürünen peygamber” âyeti kerimesi de, bu cezbe olayından sonra geldi.

74/MUDDESSİR-1: Yâ eyyuhâl muddessir(muddessiru).

Ey (esvabına) bürünmüş olan!

74/MUDDESSİR-2: Kum fe enzir.

Kalk, artık inzar et (uyar).


Sonra ne oldu? Sonra sahâbenin büyük kısmı cezbeli oldular. Hepsi olmadılar. Ne olur cezbeli olunursa? “Cezbeli olmak” demek; Allahû Tealâ’nın tahkiki îmân konusundaki ilk adımına sahip olmak demektir. Sizin dışınızdaki bir kuvvet sizi şiddetle sarsıyor. Biliyorsunuz ki bunun müsebbibi siz değilsiniz. Bunun müsebbibi Allah ve şiddetle sarsıyor. İşte Cebrail (A.S)’daki o sarsıntı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e geçtikten sonra, sahâbe onun elini öpüp de O’na sarıldığı zaman, cezbe bütün sahâbeye birer birer geçmeye başladı.

Sahâbenin %100’ü cezbeli miydi? Hayır, %100’ü cezbeli değildi. Ama büyük kısmı cezbeliydi. Ve cezbe onlar için bir şerefti. Peygamberleri gibi cezbe sahibi olmak, Allah’ın tahkiki îmânının birincisine sahip olmak demekti. Biliyorlardı ki; onların elinde olmayarak Allah’tan gelen bir cereyan, onları Allah diledikçe şiddetle sarsıyordu. Bununla müftehirdiler. Bununla huzur duyuyorlardı.

Allahû Tealâ, vermiş olduğumuz Enfâl Suresinin 2. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki: “Vecilet kulûbuhum: Onların kalpleri titrer.”

Kalbin titremesi, bütün vücudu birden gördüğünüz gibi titretiyor. Daha sonra Allahû Tealâ: “Ve Allah’ın âyetleri okunduğu zaman, onların îmânlarını arttırır.” diyor. Cezbe de onların îmânlarını arttırıyordu. Çünkü kendilerinin dışında bir kuvvetin, Allah’ın, kendilerini şiddetle sarstığını hissediyorlardı. Ve Rab’lerine daha çok tevekkül ediyorlardı. Allahû Tealâ’nın kendilerini sarstığını biliyorlardı. Ve bu onlara güç veriyordu, kuvvet veriyordu, cesaret veriyordu.

Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra, Hz. Muhammed’in hemen arkasından 4 tane halife geldi; Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali.

Hz. Ali görevi devraldığı zaman, ilk kıldırdığı namazda sahâbeye dönüp şunları söyledi: “Ey benim sevgili kardeşlerim! Sizlere ne oldu? Bundan senelerce evvel sizinle beraber Peygamber Efendimiz (S.A.V) zamanında namaz kıldığımızda, sizin cezbenizden bu mescidin tavanının sarsıldığını hatırlıyorum. Sizlere ne oldu ki cezbeniz böylesine kayboldu?”

İşte kalbin titremesi, “vecilet kulûbuhum” ifadesi bu olayı oluşturur. Enfâl Suresinin 3. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:

8/ENFÂL-3: Ellezîne yukîmûnes salâte ve mimmâ razaknâhum yunfikûn(yunfikûne).

Onlar namazlarını ikame ederler (kılarlar) ve rızık olarak verdiğimiz şeylerden infâk ederler.


“Onlar namazı ikame ederler, namazı kılarlar. Ve onlara rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak ederler.”

Gene Allahû Tealâ, sahâbeden bahsediyor. Ama bütün zamanlarda insanlar bu vasıftaysalar, onlar için de aynı şeyleri Allahû Tealâ Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e kaydettirmiş. Ve Allahû Tealâ Enfâl Suresinin 4. âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:

8/ENFÂL-4: Ulâike humul mu’minûne hakkâ(hakkan), lehum deracâtun inde rabbihim ve magfiratun ve rızkun kerîm(kerîmun).

İşte onlar gerçek mü’minlerdir. Onların Rab’lerinin yanında dereceleri vardır. Ve onlar için mağfiret (günahların sevaba çevrilmesi) vardır ve kerim bir rızık vardır.


“Onlar hak mü’minlerdir. Onlar için Rab’lerinin indinde dereceler vardır.  Ve mağfiret yani günahların sevaba çevrilmesi vardır. Ve onlar için kerim bir rızık vardır.”

İşte onlar hak mü’minlerdi. O zaman Allahû Tealâ’nın dizaynı açık bir şekilde çıkıyor. Acaba Allahû Tealâ “hak mü’min” deyince bu standartlarda neyi kastediyor? Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’de diyor ki:

8/ENFÂL-29: Yâ eyyuhâllezîne âmenû in tettekullâhe yec’al lekum furkânen ve yukeffir ankum seyyiâtikum ve yagfir lekum, vallâhu zul fadlil azîm(azîmi).

Ey âmenû olanlar! Allah’a karşı takva sahibi olursanız sizi furkan (hak ve bâtılı ayırma özelliği) sahibi kılar! Ve sizden (sizin) günahlarınızı örter ve size mağfiret eder (günahlarınızı sevaba çevirir). Ve Allah, büyük fazl sahibidir.


“Ey âmenû olanlar! Allah’a karşı takva sahibi olun. Takva sahibi olun ki; Allah sizin günahlarınızı örtsün. Daha sonra da o günahlarınızı sevaba çevirsin.”

Burada Allahû Tealâ’nın, henüz günahlarını örtmediği insanlardan bahsetmesi söz konusu. Allahû Tealâ, Allah’a mülâki olmayı dileyen kişinin günahlarını örter. Anlıyoruz ki burada kullanılan “mü’min” tabiri, “âmenû olma” tabiri, henüz Allah’a ulaşmayı dilemeyen, ama Allah’a inanan kişilere ait. Allah’a ulaşmayı dileyecekler ki Allah onların günahlarını örtsün ve takva sahibi kılsın.

Kişiyi takva sahibi kılan, gerçekten Allah'a ulaşmayı dilemek midir? Şimdi bakalım beraberce. Allahû Tealâ Rûm Suresinin 31. âyet-i kerimesinde diyor ki:

30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).

O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve O'na karşı takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.


“Allah’a mülâki olmayı dile. Allah’a münîb ol. Allah’a yönel. Allah’a ulaşmayı dile. Ve böylece Allah’a ulaşmayı dileyerek takva sahibi ol.”
 
Demek ki sadece Allah’a mülâki olmayı dileyerek takva sahibi olabiliriz.  Bedavadan takva sahibi olmak mümkün değildir. Göreceğiz ki bu takva, kişiyi kurtuluşa ulaştıracak olan (ilk) takvadır. Çünkü bir sonraki âyet-i kerimede Allahû Tealâ diyor ki:

30/RÛM-32: Minellezîne ferrakû dînehum ve kânû şiyeâ(şiyean), kullu hızbin bimâ ledeyhim ferihûn(ferihûne).

(O müşriklerden olmayın ki) onlar, dînlerinde fırkalara ayrıldılar ve grup grup oldular. Bütün gruplar, kendilerinde olanla ferahlanırlar.


“Ve namaz kıl ve müşriklerden olma. O müşriklerden olma ki onlar, dînlerinde fırkalara ayrılmışlardır.”

Kur’ân-ı Kerim, şirkte olanların gidecekleri yerin cehennem olduğunu söylüyor. “Onların gidecekleri yer cehennemdir.” diyor. Öyleyse “O müşriklerden olma ki onlar, dînlerinde fırkalara ayrılmıştır.” ifadesi ne zaman geçerli olmayacak? Sadece kişi, Allah’a mülâki olmayı dilediği zaman geçerli olmayacak. O zaman kişi gizli şirkten kurtulacak.

Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in söylediği şey açık. Diyor ki: “Ben ümmetim için açık şirkten korkmuyorum. Böyle bir şey benim ümmetim için geçerli değil. Hiçbir zaman oluşmaz. Ama gizli şirkten korkuyorum.”

Peygamber Efendimiz (S.A.V), gizli şirkten korkuyor. Öyleyse Allahû Tealâ ile insanlar arasındaki ilişkide Allah’ın ortaya koyduğu bir gerçek var. Müşrikler, şirktekiler, onların gidecekleri yer cehennemdir.

Gördük ki kişi Allah’a ulaşmayı dilediği zaman takva sahibi oluyor ve şirkten kurtuluyor. Eğer Allah’a ulaşmayı dilemeseydi, takva sahibi olamayacaktı, şirkte kalacaktı ve gideceği yer cehennem olacaktı. Öyleyse bu birinci takvadır. İlk takvadır.

Allahû Tealâ Enfâl Suresinin 29. âyet-i kerimesinde ne diyordu? “Ey âmenû olanlar! Allah’a karşı takva sahibi olun ki Allah günahlarınızı örtsün.” Takva sahibi olabilmesi için, kişinin mutlaka Allah’a mülâki olmayı dilemesi lâzım. İlk takva bu. Allahû Tealâ burada takva sahibi olmayan bir mü’mine sesleniyor. Kişi Allah’a inanıyor ama takva sahibi değil. Takva sahibi olması isteniyor ki cehennemden kurtulsun.

Şimdi beraberce bu takva sahibi olma müessesesinin ötesine bakalım. Allah’a karşı takva sahibi olmak... Nereye bakıyoruz? Yûnus Suresinin üç âyet-i kerimesine bakıyoruz.   

10/YÛNUS-62: E lâ inne evlîyâallâhi lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne).

Muhakkak ki Allah’ın evliyasına (dostlarına), korku yoktur. Onlar, mahzun olmazlar, öyle değil mi?

10/YÛNUS-63: Ellezîne âmenû ve kânû yettekûn(yettekûne).

Onlar, âmenûdurlar (ölmeden evvel Allah’a ulaşmayı dileyenlerdir) ve takva sahibi olmuşlardır.

10/YÛNUS-64: Lehumul buşrâ fîl hayâtid dunyâ ve fîl âhırati, lâ tebdîle li kelimâtillâh(kelimâtillâhi), zâlike huvel fevzul azîm(azîmu).

Onlara, dünya hayatında ve ahirette müjdeler (mutluluklar) vardır. Allah’ın sözü değişmez. İşte O, fevz-ül azîmdir.


“O Allah’ın evliyası var ya, onlara korku yoktur. Onlar mahzun da olmazlar.”

Ne korkusu yok? Cehennem korkusu yok. Allahû Tealâ: “Onlar mahzun da olmazlar” diyor. “Onlar âmenû olmuşlardır ve takva sahibi olmuşlardır. Onlara dünyada da ahirette de müjdeler vardır.”

İşte bu 3 âyet, takva sahibi olan bir âmenû olan kişiden bahsediyor. Kişi âmenûdur ama takva sahibi olmuş bir âmenû olan kişidir. Eğer birinci âmenû olma seviyesinde olsaydı, o zaman o kişi Allahû Tealâ’ya îmân etmişti, ama takva sahibi olmamıştı. Takva sahibi olmadığı bir noktadaydı kişi. Çünkü kişi takva sahibi değil ama Allahû Tealâ’ya inanıyorsa, Allahû Tealâ ona da “âmenû” diyor.

Öyleyse âmenû olan 2 tür insan var. Îmân eden kişi var. Allah’a inanıyor ama Allah’a ulaşmayı dilemiyor. Onlar henüz takva sahibi olamamış olan âmenû olanlar. İkincisi ise Allah’a ulaşmayı dileyen âmenû olanlar. İşte Allahû Tealâ, Yûnus Suresinin 62, 63, 64. âyetlerinde Allah’a ulaşmayı dileyen âmenû olanlardan bahsediyor. Onlar da “îmân edenler” olarak geçiyor, diğerleri de “îmân edenler” olarak geçiyor. Ama Allahû Tealâ tarafından sadece Allah’a mülâki olmayı dileyenlerin hem dünya saadeti garanti ediliyor hem de ahiret saadetleri. Gidecekleri yerin cennet olduğu da kesin.

İşte hak mü’min olan kişi; Allah’a inanmanın ötesinde Allah’a mülâki olmayı dileyen, bu standartlarda âmenû olan birisi olmak demektir. Öyleyse Kur’ân-ı Kerim’de yüzlerce defa mü’min kelimesi kullanılıyor. Allah’ın cennetine girecek olanların mü’minler olduğu söyleniyor. İşte Allahû Tealâ Rûm Suresinin 31 ve 32. âyetlerinde bu insanlardan, Allah’a ulaşmayı dileyerek âmenû olanlardan bahsediyor. Allahû Tealâ, onların takva sahibi olduğundan bahsediyor. Âmenû oldukları takdirde, Allah’a ulaşmayı diledikleri takdirde takva sahibi olduklarından bahsediyor. Yani ondan evvel takva sahibi değiller. Çünkü gidecekleri yer cehennem. Çünkü onlar müşrikler.

Peki, Sebe Suresinin 20. âyet-i kerimesi ne söylüyor acaba?

34/SEBE-20: Ve lekad saddaka aleyhim iblîsu zannehu fettebeûhu illâ ferîkan minel mu’minîn(mu’minîne).

Ve andolsun ki iblis, onlar üzerindeki zannını (hedefini) yerine getirdi. Böylece mü’minleri oluşturan bir fırka (Allah’a ulaşmayı dileyenler) hariç, hepsi ona (şeytana) tâbî oldular.


“Şeytan, kıyâmet günü insanlara olan vaadini, hedefini gerçekleştirdi. Mü’minleri oluşturan bir tek fırka hariç bütün fırkalar şeytana kul oldular.”

Bu âyet-i kerime ile Rûm Suresinin 30, 31 ve 32. âyetlerini birleştirdiğimiz zaman, fırkalara ayrılanların müşrikler olduğunu görüyoruz. Fırkalara ayrılanların takva sahibi olmadıklarını görüyoruz. Sebe-20’de ise fırkalara ayrılmış olanların şeytanın kulu olduğunu görüyoruz. Bu şeytanın kulu olanlar, tagutun kulu olanlar, Allahû Tealâ tarafından açık bir şekilde anlatılıyor. Tagutun kulu olmak... İşte Allahû Tealâ Zumer Suresinin 17. âyet-i kerimesinde sahâbe için buyuruyor ki:

39/ZUMER-17: Vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâdi.

Ve onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah’a yöneldiler (Allah’a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!


Allahû Tealâ sahâbe için diyor ki: “Onlar taguta kul iken, insan ve cin şeytanların kulu iken Allah’a ulaşmayı dilediler. Allah’a münîb oldular.”

Allahû Tealâ: “ve enâbû” diyor; “Allah’a münîb oldular.” Allahû Tealâ devam ediyor: “Onlara müjdeler vardır. Kullarımı müjdele.” Yani Allahû Tealâ onlar için “Ve benim kulum oldular.” diyor.

Bütün insanlar başlangıçta şeytanın kuludur. Ama Allah’a ulaşmayı dileyenler şeytanın kulu olmaktan kurtulur, Allah’ın kulu olur. İşte bir taraftan Zumer Suresinin 17. âyet-i kerimesine göre insanlar başlangıçta şeytanın kulu iken Allah’a ulaşmayı diliyorlar ve Allah’ın kulu oluyorlar. Diğer taraftan Rûm Suresinin 31 ve 32. âyetlerinde Allahû Tealâ, ancak Allah’a mülâki olmayı dileyen kişilerin takva sahibi olduklarını ve cenneti kazandıklarını (Çünkü takva sahipleri mutlaka Allah’ın cennetine girerler.) ama takva sahibi olmayanların, Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin şirkte olduklarını ve onların fırkalara ayrıldıklarını ifade ediyor.

İşte Sebe Suresinin 20. âyet-i kerimesinde bir mü’minler fırkası var, bir de geri kalan bütün fırkalar. Rûm Suresinin 31 ve 32. âyetlerinde de bir takva sahibi olanlar, bir de onun dışındaki bütün fırkalar söz konusu. Her ikisinde de takva sahipleri Allah’ın cennetine girerler. Gördük ki onların korkuları yoktur. Çünkü gidecekleri yer cennettir. Bu takva sahiplerinin ise sadece Allah’a ulaşmayı dileyenler olduğunu görüyoruz.

İşte Sebe Suresinin 20. âyet-i kerimesindeki ayırım bu şekilde. Mü’minleri oluşturan bir tek fırka hariç geri kalan bütün fırkaların gidecekleri yer cehennem. O fırkalar, Rûm Suresinin 32. âyet-i kerimesinde geçen fırkalara ayrılanlardır.

Rûm Suresinin 31. âyet-i kerimesinde takva sahibi olanlar, Allah’a ulaşmayı dileyenler, mü’minlerdir. Öyleyse “mü’min” kelimesi burada açık bir şekilde sadece Allah’a mülâki olmayı dileyenleri kapsıyor. Eğer olay buysa, sadece mü’minler söz konusuysa, mü’min olmanın standartlarına baktığımız zaman iki çeşit mü’minin çok güzel bir şekilde ayrıldığını görüyoruz. Hak mü’minler, cezbe sahipleridir. Ama cezbesiz de olabilirler. O çok önemli bir faktör değil. Sahâbenin de bir kısmı cezbesizdi. Ama mutlak olarak Allah’a ulaşmayı dileyip de dilemeyenlerin, fırkalara ayrılanların dışında kalanlardır. İşte onlar hak mü’minler.

Açık açık Allahû Tealâ Rûm Suresi 31 ve 32’de de fırkalara ayrılanlardan ve bir tek fırkadan bahsediyor. Allah’a ulaşmayı dileyenlerin oluşturduğu tek bir fırka... Onlar takva sahibi. Onlar cennete gidecek. Geri kalan bütün fırkalar şirkte ve gidecekleri yer de cehennem.

Sebe Suresinin 20. âyet-i kerimesinde mü’minleri oluşturan bir tek fırka, o Allah’a ulaşmayı dileyip de Allah'a ulaşmayı dileyen mü’min olanlardır. Ve onun dışındaki bütün fırkalar taguta kul olanlardır. Onların hepsinin gideceği yer cehennemdir.

İşte böyle bir dizaynda Allahû Tealâ her şeyi son derece açık bir biçimde dizayn etmiş, ortaya koymuştur. Takva sahibi olmak, bir insan için gerçekten cehennemden kurtuluştur. Cennete sadece takva sahipleri gider. Takva sahibi olmanın da ilk aşaması, mutlak olarak Allah’a ulaşmayı dilemektir. Dilemeyen kişinin takva sahibi olması mümkün değildir.

Öyleyse Allahû Tealâ’nın mü’min kelimesini kullanarak kastettiği bir grup insan var, bir de yine mü’min kelimesini kullanarak kastettiği ikinci grup insanlar var. Allahû Tealâ, ikisine de mü’min kelimesini kullanmış. Ama Sebe Suresinin 20. âyet-i kerimesinde geçen mü’minler, bir tek fırkayı oluşturan mü’minlerdir, cennete gidecek olan mü’minlerdir. Mü’minlerin dışında kalan herkesin, o 72 fırkaya ayrılanların hepsinin gideceği yer cehennemdir. Onlar kâfirler olarak değerlendiriliyor. O tek fırka mü’minse, geri kalan bütün fırkaların kâfir olduğu veya inananlardan Allah’a ulaşmayı dilemeyenler olduğu kesindir. İsimleri ne olursa olsun o önemli değil ama Allahû Tealâ cennete girecek olan mü’minleri, hak mü’minler olarak vasıflandırıyor.

Allahû Tealâ’nın ortaya koyduğu tabloda, mü’minler için 2 sayfa açılmış gibi. Bir mü’minler yani Allah’a inananlar var. Ama onlar Allah’a mülâki olmayı dilemedikçe, Allah’ın cennetine giremeyecek olan mü’minler. Hele hele “Biz mü’miniz. Allah’a inanıyoruz. Öyleyse cehenneme gireceğiz. Bir süre Allahû Tealâ bizi leblebi gibi kavuracak. Ondan sonra oradan çıkacağız, Allah’ın cennetine gideceğiz.” tarzında bir inancın sahibi olan herkes şunu kesinlikle bilsin ki; hiçbiri Allah’ın cennetine asla giremez.

Kur’ân-ı Kerim’de, cehenneme cezalandırılmak kastıyla giren bir insanın oradan çıkıp da cennete girmesi hiçbir şekilde mümkün kılınmamış. Hiçbir âyet yok bu konuda. Cehenneme giren bir insanın, cehenneme girdikten sonra, oradan çıkacağına ve cennete gireceğine dair hiçbir âyet-i kerime yok. Ama cehenneme girenin cehennemden asla çıkamayacağına dair Kur’ân-ı Kerim’de tam 29 tane âyet-i kerime var. Bu da mü’minlerle mü’min olmayanları ayıran son derece kesin bir ölçü. Çünkü cennete sadece hak mü’minler girerler. Allah’a mülâki olmayı dileyen hak mü’minler...

Öyleyse âyetler birleştirildiği zaman vazgeçilmez bir sonuç çıkıyor ortaya. Sadece Allah’a mülâki olmayı dileyenler mü’mindir. İşte bir âyet-i kerime daha:

2/BAKARA-257: Allâhu velîyyullezîne âmenû, yuhricuhum minez zulumâti ilân nûr(nûri), vellezîne keferû evliyâuhumut tâgûtu yuhricûnehum minen nûri ilâz zulumât(zulumâti), ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).

Allah, âmenû olanların (Allah’a ulaşmayı dileyenlerin) dostudur, onları (onların nefslerinin kalplerini) zulmetten nura çıkarır. Ve kâfirlerin dostları taguttur (onlar, şeytanı dost edinirler, şeytan kimseye dost olmaz), onları (onların nefslerinin kalplerini) nurdan zulmete çıkarırlar. İşte onlar, ateş ehlidir. Onlar, orada ebedî kalacak olanlardır.


“Allah, âmenû olanların (Allah’a ulaşmayı dileyen âmenû olanların, mü’minlerin) dostudur. Onları zulmetten nura çıkarır.”

Ne olur? Bu kişiler mürşidlerine ulaşır. Nefslerinin kalbi nurla dolmaya başlar. Ve %51 nura ulaştıkları zaman da ruhları Allah’a, Allah tarafından ulaştırılır. Allah onları ulaştırdığı için o ifadeyi kullanıyor. “Allah, onları zulmetten nura çıkarır.” diyor. Çünkü buraya kadar olay Allah’ın garantisindedir. Allahû Tealâ devam ediyor: “Ama kâfirlere gelince, onlar tagutun dostlarıdır.” diyor. Öyleyse bu mü’minlerin yanında, Allah’a ulaşmayı dilemeyen kâfirler var. Kimdi kâfirler? Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerdi. Allah’a ulaşmayı dilemeyenler, tagutun dostlarıdır. Bir defa daha söyleyelim âyet-i kerimeyi. Sahâbe için diyor ki Allahû Tealâ: “Onlar taguta kul iken Allah’a ulaşmayı dilediler. Ve Allah’a kul oldular. Kullarımı müjdele.”

İşte bu 2 âyet arasındaki ilişki kurulduğu zaman, Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin tagutun kulu oldukları, dileyenlerin ise Allah’ın kulu oldukları açık ve kesin bir şekilde çıkıyor ortaya. Orada da konuyu Allahû Tealâ küfür ve mü’min olmak açısından almış. Allahû Tealâ: “Onlar ki kâfirlerdir” deyince, Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerden bahsediyor. Çünkü “Allah, âmenû olanların dostudur. Onları zulmetten nura çıkarır.” ifadesi var. Onlar mutlaka Allah’a ulaşmayı dileyenlerdir ve ruhlarını Allah’a ulaştırdıkları zaman, nefslerinin kalbinin yarısından fazlası nurla doluyor. Onlar bu sebeple zulmetten nura ulaştırılanlar.

Diğer taraftan ikinci grup arkadan geliyor. “Onlar da kâfirlerdir, tagutun dostlarıdır. Tagut, onları nurdan zulmete götürür.” diyor. Adları “kâfirler”. İşte adlarına Allahû Tealâ “kâfir” demiş veya “mü’min” demiş, ama kişi “hak mü’min” değil. Allah’a inanıyor, ama Allah’a ulaşmayı dilemiyor. O kişinin Allah’ın cennetine girmesi hiçbir şekilde mümkün değildir.

Öyleyse Kur'ân kavramlarını ait olduğu standartlarda, yerli yerinde, Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’e koyduğu standartlarda kullanmak mecburiyetindeyiz. Mü’minlerden sadece ruhlarını ölmeden evvel Allah’a ulaştırmayı dileyen mü’minler, ancak hak mü’minlerdir. Onların da gidecekleri yer Allah’ın cennetidir. Diğerlerinin Allah'a inanıyorlar diye Allah’ın cennetine girmesi hiçbir şekilde mümkün değildir. Boş hayallerle kimse kendini aldatmasın. Allah’a ulaşmayı dilemeyen bir kişi küfürdedir, gideceği yer cehennemdir. O kişi Allahû Tealâ tarafından hak mü’min kabul edilmiyor.

Farklılığı iyice anladığınıza inanıyoruz. Mü’min kelimesi, Allah’a inanmak istikametinde Allah’a inanan herkes için kullanılabilir. Ama bu mü’minlerden, Allah’a inananlardan sadece Allah’a ulaşmayı dileyenler hak mü’mindir. Sadece onlar cennete girebilirler ve ebediyyen cennette kalırlar.

Allahû Tealâ’nın hepinizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi inşaallah burada tamamlıyoruz. Allah hepinizden razı olsun.        

İmam İskender Ali  M İ H R