TARİHİ: 03.10.2006
Vel Asr Suresinin 4. bölümünde ve son bölümünde inşaallah birlikteyiz. Vel Asr Suresinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:
103/ASR-1: Vel asri.
Asra yemin olsun.
103/ASR-2: İnnel insâne le fî husr(husrin).
Muhakkak ki insan, gerçekten hüsrandadır.
103/ASR-3: İllâllezîne âmenû ve amilûs sâlihâti ve tevâsav bil hakkı ve tevâsav bis sabrı.
Ama âmenû olanlar (ilk 7 basamağı aşanlar), nefs tezkiyesi yapanlar (ikinci 7 basamağı aşanlar), Allah’a ruhu ulaşıp Hakk’ı tavsiye edenler (üçüncü 7 basamağı aşanlar) ve sabrı tavsiye edenler (dördüncü 7 basamağı aşanlar) hariç.
vel asri: asra, zamana yemin olsun ki.
innel insâne le fî husr: muhakkak ki insanlar mutlaka hüsrandadırlar.
illellezîne âmenû: ama âmenû olanlar hariç.
ve amilûs sâlihâti: ve nefsi ıslah edici ameller işleyenler hariç.
ve tevâsav bil hakkı: Hakk’ı tavsiye edenler hariç.
ve tevâsav bis sabr: sabrı tavsiye edenler hariç.
Bunların ilk üçünü yani “Hakk’ı tavsiye edenler” kesimine kadarki faslı, üç akşamda inşaallah tamamladık. Bu, Vel Asr Suresinin 4. bölümü. Şimdi de sabrı tavsiye edenlerden bahsetmek istiyoruz.
Hakk’ı tavsiye edenlerin ötesinde sabrı tavsiye edenler var. Geçen seferki sohbetimiz, Hakk’ı tavsiye edenler idi (3. sohbet). Bu da dördüncüsü: Sabrı tavsiye edenler.
Hakk’ı tavsiye edenlerin Hakk’a ulaştıktan sonra, fizik vücudunu da Allah’a teslim edenler olduğunu görmüştük. Bundan sonraki kesimi, beraberce inşaallah yeniden gözden geçireceğiz.
Kişi ruhunu Allah’a ulaştırdı, 21. basamak. Allah’ın Zat’ında ruhu yok oldu, 22. basamak. Fizik vücudunu Allah’a teslim etti. Nefsinin kalbinde %81 nura ulaştı. Ve Hakk’a ulaştıktan sonraki kademeye geldiği için, Hakk’a ulaşmayı tavsiye edici bir hüviyet kazandı kişi. Bu noktadan sonra ne olur? Bu noktadan sonra bu kişi, daha çok zikretmeye başlayacaktır. Ve zaten artık daimî zikre yaklaşmıştır. Fizik vücudun tesliminden sonra, adım adım daimî zikre yaklaşacaktır, daimî zikrin sahibi olacaktır.
Kişi daimî zikrin sahibi, daimî zikre ulaşmış; nefsinin kalbindeki bütün karanlıklar yok olur. Bir insan daimî zikre ulaştığı zaman, ulûl’elbab adını alır. “Ulûl”, sahipleri demek; “lübb” de, Allah’ın sır hazineleri. Lübblerin sahipleri, başka insanların bilmedikleri şeyleri bilenler. Allah’ın sır hazineleri hakkında Allah’tan bilgi sahibi olanlar. Allah’tan diyoruz çünkü bu safhada kişi artık Allah ile konuşmaya başlamış olacaktır.
Kimdir ulûl’elbab, lübblerin sahipleri? Bunlar birtakım özelliklerin sahipleridir. 1. özellikleri, daimî zikrin sahipleridir. Yani otururken de ayaktayken de yan üstü yatarken de her zaman, her an Allah’ı zikrederler. İşte otururken de ayaktayken de yan üstü yatarken de her an Allah’ı zikredenler; daimî zikrin sahipleri yani ulûl’elbabtır. Allahû Tealâ Âli İmrân Suresinde diyor ki:
3/ÂLİ İMRÂN-190: İnne fî halkıs semâvâti vel ardı vahtilâfil leyli ven nehâri le âyâtin li ulîl elbâb(ulîl elbâbı).
Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde, ulûl elbab için elbette âyetler (deliller) vardır.
3/ÂLİ İMRÂN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).
Onlar (ulûl elbab, lüblerin, Allah'ın sır hazinelerinin sahipleri), ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (daima) Allah'ı zikrederler. Ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve derler ki): "Ey Rabbimiz! Sen bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Sen Subhan'sın, artık bizi ateşin azabından koru.
Allahû Tealâ: “Ulûl’elbab için ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah’ı zikretmek söz konusudur. O ulûl’elbab ki; ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah’ı zikrederler.” buyuruyor.
Böyle bir dizaynda, Allahû Tealâ’nın daimî zikri ile kişi müşerref oluyor. Günün 24 saatinde hep Allah’ı zikreden birisi yan üstü yattığı zaman kulağında, kalbinin her atışında Allah kelimesi tekrar ediliyor. Öyle ki kişi uyandığı zaman “Allah” kelimesini zikrettiğinin, her uyanışında farkına varıyor. Yani uyurken de Allah’ı zikrediyor kişi. Kalbinin her çift atışında Allah kelimesini, çift heceyle tekrar etmek suretiyle kişi daimî zikrin sahibi olmuş.
Gördük ki kim daimî zikrin sahibiyse o, ulûl’elbabtır. Peki, bütün sahâbe ulûl’elbab olmuşlar mı? Evet, bütün sahâbe ulûl’elbab olmuşlar. Allahû Tealâ Nisâ Suresinde şöyle buyuruyor:
4/NİSÂ-103: Fe izâ kadaytumus salâte fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum, fe izatma’nentum fe ekîmus salât(salâte), innes salâte kânet alâl mu’minîne kitâben mevkûtâ(mevkûten).
Böylece namazı bitirdiğiniz zaman, artık ayaktayken, otururken ve yan üstü iken (yatarken), (devamlı) Allah'ı zikredin! Daha sonra güvenliğe kavuştuğunuz zaman, namazı erkânıyla kılın. Muhakkak ki namaz, mü'minlerin üzerine, "vakitleri belirlenmiş bir farz" olmuştur.
Bu, daimî zikrin farz kılındığına dair âyet-i kerime. “Öyleyse ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah’ı zikredin.”
Ulûl’elbab olmak farz mı? Evet, bu âyet-i kerime (Nisâ-103), farz olduğunu kesinleştiriyor. Peki, bütün sahâbe ulûl’elbab olmuşlar mı? Bu sualin cevabı, Allahû Tealâ tarafından Zumer Suresinin 18. âyet-i kerimesinde veriliyor. Allahû Tealâ şöyle buyuruyor:
39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahsenehu, ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).
Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).
Allahû Tealâ sahâbe için: “Onlar sözü dinlerler. Sözün ahsen olanına tâbî olurlar. Onların hepsi hidayete erdiler ve ulûl’elbab oldular.” diyor. Sözün en güzeli, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in sözleri. Allah’ın söylettikleri olduğu için mutlaka sözlerin en güzeli O’na ait. Ve O’nu dinleyen, izleyen sahâbe, hepsi ulûl’elbab olmuş. Ulûl’elbab olmak farz, bütün sahâbe ulûl’elbab olmayı başarmış.
Öyleyse, ulûl’elbab makamının özellikleri:
1. özellik; daimî zikrin sahibi olmaları. Buna müteferrik diğer unsurlar.
2. özellik; daimî zikrin sahibi oldukları için, nefslerinin kalbinde hiç afet kalmaması. Nefslerinin kalbi devamlı olarak Allah’ın nurlarıyla takviye edildiği için, nurlar ardı arkası kesilmeksizin kalbe ulaştığı için, karanlıkların o kalpte barınması mümkün değil. Çünkü kalbi dolduracak kadar nur geldikten sonra devam eden nurlar, zaten nurların içine geliyor artık. Bir daha o kalbin kararması mümkün değil. Nurların işgal ettiği bir kalbe, devamlı Allahû Tealâ nur gönderiyor. Ve böylece, nurlar kalbi kesintisiz bir şekilde işgal ediyor. İşte böyle bir ortam. O kişinin daimî zikrin sahibi olması, nefsinin kalbinde hiç afetin kalmaması.
Ne olur hiç afet kalmazsa, ne olmuş yani? Şu olmuş yani ki; Allah o kişinin kalp gözünü açar. Allah o kişinin kalp kulağını açar. Yani? Allah o kişiye, o kişinin kalbindeki kalp gözüne göstermek istediği her şeyi gösterir. Ve kalp kulağına da o kişiye söylemek istediği her şeyi söyler. O kişi Allah’ın söylediklerini işitir ve gösterdiklerini görür.
Böylece ulûl’elbab makamının 4 özelliğini gördük: Kişinin nefsinin kalbi tamamen nurlarla dolu, 1. özellik. Böyle bir şeyin olması için de kişinin daimî zikirde olması lâzım, 2. özellik. Kişi daimî zikirde. Nefsinin kalbi %100 nurlarla dolu. Bunun tabiî sonucu olarak da Allahû Tealâ’nın verdiği iki tane çok önemli hediye:
1- Kalp gözünün açık oluşu,
2- Kalp kulağının açık oluşu.
Allahû Tealâ kalp gözünü ve kalp kulağını açmış kişinin. Dilediği zaman, dilediği şekilde ona söylüyor. O da Allah’ın söylediklerini işitiyor. Ve Allahû Tealâ kalp gözüne, dilediği her şeyi (meselâ gök katlarını, seyr-i sülûk yolculuğunu, herşeyi) gösteriyor. 4 özellik oldu. Bunlar temel özellikler. Bu 4 tane temel özellik, o kişiye 3 tane sonuç sahibi olmasını sağlar:
1- Bunlardan birincisi, o kişi ehl-i tezekkürdür. Dilediği an Allah ile tezekkür etmek, konuları konuşmak imkânının sahibidir.
2- Ehl-i hayırdır. Daimî zikrin sahibidir. Daimî zikrin sahibi olduğu için de kesintisiz bir hayrın sahibidir. Çünkü zikir, kişiye devamlı (zikir yapılan sürece devamlı) derecat kazandırır. Hayır, derecat kazandıran bütün olaylardır. Bu sebeple kişi, ehl-i hayırdır.
3- Ve bir özelliği daha vardır bu kişinin, ehl-i hikmettir. Kur’ân âyetlerine baktığı zaman, onun 28 basamaktan hangisine ait olduğunu derhal anlayabilir. Ayrıca bu kişi, hâkim veya hakem olduğu ahvalde; Allah’tan sorarak karar vereceği için mutlaka doğru hüküm verir.
Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; böylece ulûl’elbab makamı söz konusu. Bundan 14 asır evvel bütün sahâbe, ulûl’elbab makamına da ermişler. Öyleyse Vel Asr Suresinin ulûl’elbab makamının ötesi var mı? Evet, var. İhlâs makamı var. Salâh makamı var.
Ulûl’elbab makamında, Allah o kişiye 7 tane yer katını gösterir. Ulûl’elbab makamında, Allahû Tealâ o kişiye 7 tane cehennemi gösterir. Alttan itibaren yukarıya doğru, 7 kademede 7 tane cehennem…
Bu kademenin bir başka özelliği de Allahû Tealâ’nın o kişiye devrin imamının dergâhını göstermesidir. Dergâhta hangi işlemler olur; kişi onları görmeye başlar. Seyr-i sülûka nasıl çıkılır, nasıl toplanılır, altın kapı nerededir, hüviyeti nedir? Böylece ulûl’elbab olduğu zaman kişi, zemin kattaki altın kapının da sırrını çözmüş olur. Ama gök katlarını henüz göremez. Bu kişi daha sonra kendisine 1. gök katı gösterildiği zaman, ihlâs makamının sahibi olur. Böylece ona 1., 2., 3., 4., 5., 6., 7. gök katları gösterilir. Allahû Tealâ her gök katını gösterdikçe, o kişi bir kademe daha yükselir. Ve 7 kademede, 7 tane gök katının sırlarını birer birer Allahû Tealâ ona göstererek, o sırlara sahip kılar. Ve 7. gök katında kişi, Sidretül Münteha’yı gördüğü zaman, konusu tamamlanmıştır. O zaman; Allahû Tealâ Sidretül Münteha’yı gösterdiği zaman, o kişiyi Tövbe-i Nasuh’a davet eder.
Tövbe-i Nasuh, değişmesi mümkün olmayan bir tövbedir. Allah’ın huzurunda yapılan son tövbedir. Bu tövbenin sahipleri, ömürleri boyunca bu tövbenin mutlak hâkimiyeti altında yaşarlar. İhlâs makamı burada tamamlanır. Peki, üzerimize farz mı? Evet. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
98/BEYYİNE-5: Ve mâ umirû illâ li ya’budûllâhe muhlisîne lehud dîne hunefâe ve yukîmûs salâte ve yu’tûz zekâte ve zâlike dînul kayyimeh(kayyimeti).
Ve onlar, Allah için hanifler olarak dînde halis kullar olmaktan (nefslerini halis kılmaktan) ve namazı ikame etmekten ve zekâtı vermekten başka bir şeyle emrolunmadılar. İşte kayyum dîn (kıyâmete kadar devam edecek dîn) budur.
“Onlar emrolunmadılar. Sadece, Allah’ın kalpleri muhlis olan kulları olmakla emrolundular. O’nun dîninde hanifler olarak, bunu yapmakla emrolundular.”
İşte burası ihlâs makamıdır. Üzerimize farz olan bu ihlâs makamını, bütün sahâbe gerçekleştirdiler. Gerçekleştirdikleri, Bakara Suresinin 139. âyet-i kerimesinde şöyle anlatılıyor:
2/BAKARA-139: Kul e tuhâccûnenâ fîllâhi ve huve rabbunâ ve rabbukum, ve lenâ â’mâlunâ ve lekum a’mâlukum ve nahnu lehu muhlisûn(muhlisûne).
De ki: “Allah hakkında bizimle mücâdele mi ediyorsunuz? Ve O, bizim de Rabbimizdir, sizin de Rabbinizdir. Ve, bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de size aittir. Ve biz, O'na muhlis olanlarız (dîni O’na hâlis kılanlarız).”
“Habibim! O ümmîlere ve kitap sahiplerine de ki: Ben ve Bana tâbî olanlar, Biz hepimiz Allah’a karşı muhlis olanlarız. Allah sizin de Rabbiniz, bizim de Rabbimiz. Ama biz, hepimiz Allah’a muhlis olanlarız.”
Bu noktadan sonra, kişi ihlâs makamının sahibi olur. Allahû Tealâ salâh makamında, bu kişiye birçok kademeler oluşturacaktır. Kişi o kademelerde birer birer yükselecektir. Evvelâ 1. kademede, salâha ulaşan kişinin günahları örtülür. Allahû Tealâ onun günahlarını evvelâ örtmüştü. Mürşide ulaşıp tâbî olduğu zaman da sevaba çevirmişti. Ondan sonra işlediği günahları da Allahû Tealâ burada örter. Onunla kalır mı? Hayır, kalmaz.
1. işlem, o kişinin günahlarının örtülmesidir.
2. işlem, o kişiye salâh nuru verilmesidir.
3. işlem, kişinin günahlarının (örtülen günahlarının) sevaba çevrilmesidir. Allahû Tealâ Tahrim Suresinin 8. âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:
66/TAHRÎM-8: Yâ eyyuhâllezîne âmenû tûbû ilâllâhi tevbeten nasûhâ(nasûhan), asâ rabbukum en yukeffire ankum seyyiâtikum ve yudhilekum cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru, yevme lâ yuhzîllâhun nebiyye vellezîne âmenû meahu, nûruhum yes'â beyne eydîhim ve bi eymânihim yekûlûne rabbenâ etmim lenâ nûrenâ vagfir lenâ, inneke alâ kulli şey'in kadîr(kadîrun).
Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı dileyenler)! Allah’a Nasuh Tövbesi ile tövbe edin! Umulur ki Rabbiniz, sizin günahlarınızı örter ve sizi altından nehirler akan cennetlere koyar. O gün Allah, nebîleri ve O’nunla beraber olanları mahzun etmez. Onların nurları, önlerinde ve sağlarında koşar. “Rabbimiz, bizim nurumuzu tamamla ve bize mağfiret et (günahlarımızı sevaba çevir). Muhakkak ki Sen, herşeye kaadirsin.” derler.
“Biz onların günahlarını örteriz. Ve sevaba çeviririz. Sonra da salâh nuru veririz. Onlar nurları önlerinde ve sağlarında olarak yürürler. ‘Yarabbi! Bizim nurumuzu arttır. Yeni bir nur ver bize.’ derler.”
Ve Allahû Tealâ onlara, daha sonra yeni bir nur verir. O kişi iradesini Allah’a teslim eder. İradesi Allahû Tealâ tarafından teslim alınır. Yani salâh makamının 4. kademesi olur.
1. kademede, kişinin günahları örtülür.
2. kademede; günahları örtülen bu kişiye, salâh nuru verilir.
3. kademede; günahları örtülen kişinin günahları sevaba çevrilir.
4. kademede; Allah onun iradesini teslim alır.
İradesi teslim alındıktan sonra da ona “İrşada memur ve mezun kılındın.” emriyle bir görev verir: İrşad görevi. Bu kişi irşada memur ve mezun kılınmıştır. Yani Allah’ın mürşidi olmuştur. Allah adına irşad edecektir. Mürşid sıfatını kazanmıştır. Bu kademe hakka tukatihi takvayı, bihakkın takvayı ihtiva eder.
Allahû Tealâ bihakkın takvayı üzerimize farz kılıyor. Âli İmrân Suresinde şöyle buyuruyor:
3/ÂLİ İMRÂN-102: Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekullâhe hakka tukâtihî ve lâ temûtunne illâ ve entum muslimûn(muslimûne).
Ey âmenû olanlar, Allah’a karşı “O’nun hak takvası” ile (bi hakkın takva, en üst derece takva ile) takva sahibi olun! Ve sakın siz, (Allah’a) teslim olmadan ölmeyin!
“Onlar nasıl hakka tukatihi takvanın sahibi olmuşlarsa (sizden evvelkiler), siz de onlar gibi hakka tukatihi takvanın sahibi olun. Ve siz ölmeyin. Önce Allah’a teslim olun, teslim-i küllî ile teslim olun, sonra ölün.”
İşte bu hakka tukatihi takvanın muhtevası olan, bihakkın teslim; ruhun, vechin, nefsin ve iradenin Allah’a teslimidir. Burada teslimler silsilesi tamamlanmış oluyor. O noktada kişi daimî zikrin sahibiydi (o noktaya kadar). Ama iradesini Allah’a teslim ettiği andan itibaren, o kişi artık zikir sahibi olmaz, tespih sahibi olur. Küllî irade, o kişinin daimî zikrini kendi kontrolüne almıştır. Artık o kişi kendisi zikretmeyecektir. Küllî irade, onun kalbinin Allah kelimesini sonsuz bir şekilde söylemesini, ömür boyu garanti eder. O kişi bir ömür boyunca hep tespihte olacaktır. O zikretmeyecektir. Küllî irade, onun nefsinin kalbinde Allah kelimesinin tekrar edilmesini sağlayacaktır.
Bu, artık başka bir iradî yapının kontrolüne geçtiği için; kişi kendi iradesiyle yapsaydı ismi zikir olacak olan, daimî zikir olacak olan, küllî zikir olacak olan bu müessese, artık tespih adını alır. Kesintisiz olarak Allah’ın adı, o kişinin iç dünyasında yankılanır. Ama müsebbibi, kişinin kendi iradesi değildir. Burada artık söz konusu olan şey, tespihtir. Kişi Allahû Tealâ tarafından irşad makamına tayin edilmiştir. Allahû Tealâ gördük ki bunu üzerimize farz kılmış. Peki, bütün sahâbe bu tesbihin sahibi olmuşlar mıdır? İrşad makamına tayin edilmişler midir? Kur’ân-ı Kerim’de Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesi, edildiklerini kesinleştiriyor. Allahû Tealâ şöyle buyuruyor:
9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ihsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehâl enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).
O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah'a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden (Mekke'den Medine'ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.
Bu noktada Allahû Tealâ’nın söylediği husus: “O sabikûn-el evvelîn var ya.” diyor.
Sabikûn-el evvelîn; Kur’ân indiği zaman sabikûn olanlar; Kur’ân’la birlikte sabikûn olanlar; Kur’ân indirildiği sürece sabikûn olanlar. Daimî zikre ulaştıktan sonra, iradesini de Allah’a teslim edenler. Onlar, sabikûn-el evvelîn olarak adlandırılıyor. Bizimle bugün birlikte olanlar da; onlardan daimî zikre ulaşanlar, irşad makamına gelecek olanlar -ki hamd olsun ki gelen oldu- öyleyse, onlar; bizim zamanımızda yaşayacak olanlar, sabikûn-el ahirîndir.
Kur’ân-ı Kerim’de sabikûn-el ahirîn de sabikûn-el evvelîn de geçiyor. Allahû Tealâ sabikûn-el ahirînin az bir topluluk olduğunu söylüyor. Bizim toplumumuz, küçük bir toplum olacaktır.
Allahû Tealâ, Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesinde: “İşte o sabikûn-el evvelîn var ya! Onlardan bir kısmı ensardandı yani Medine’deki yardımcılardandı. Bir kısmı muhacirîndendi. Yani Mekke’den Medine’ye göç eden muhacirlerden oluşuyordu. Bir de onlara yani ensar ve muhacirîne ihsanla tâbî olanlardandı.” diyor. Yani Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den daha sonraki bir devreyi anlatıyor. Ensara ve muhacirîne tâbî olmak söz konusu, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e değil. O’ndan sonraki nesil. “Bir kısmı ensardandı, bir kısmı muhacirîndendi. Bir kısmı da ensara ve muhacirîne tâbî olanlardandı.” diyor. Daha sonra Allahû Tealâ, onların fevzül azîmin sahibi olduğunu söylüyor ki, gidecekleri yerin Adn cennetleri olduğu kesinleşiyor.
İşte ulûl’elbab makamı, ihlâs makamı ve salâh makamı 3 makamdır ki; bu makamlardaki kişiler daimî zikrin sahipleridir. Hepsi, 3 makamın sahipleri de Allah ile konuşabilmek imkânının sahipleridir. Kalp gözleri açıktır. Kalp kulakları açıktır. Allah’ın gösterdiklerini görürler, söylediklerini işitirler. Her an Allah ile konuşmak yetkisinin sahibi kılınmışlardır.
Gördük ki bütün sahâbe irşad makamının sahibi olmuşlar. Allahû Tealâ tarafından irşada memur ve mezun kılınmışlar. Memur olmak, Allah’ın emriyle irşad etmek demek. Emri Allah verir, onlar gerçekleştirirler. Yani her an Allah’ın emrettiği; her an Allah’ın emrettiği bütün emirleri yerine getiren insanlar olacaklardır, onlar. Her yaptığı şeyde Allahû Tealâ’nın, büyük hayır söz konusudur.
Görüyoruz ki bundan 14 asır evvel sahâbe, Allahû Tealâ’nın Kur’ân’ının bütününü yaşamışlar. Hepsi ulûl’elbab olmuşlar. Hepsi muhlis olmuşlar yani irşad olmuşlar. İrşad olması lâzımgelen bir kişinin, alması lâzımgelen bütün ilmi bütün açılardan almışlar. Ona sahip olmuşlar. Ondan sonra da Allahû Tealâ tarafından, irşad makamının sahibi olmuşlar.
Salâh makamını aşanlar, salihler adını alırlar. Salihlerin gidecekleri yer mutlaka, Adn cennetleridir. Allahû Tealâ’nın Adn cennetlerinde, onlar ait oldukları yeri alacaklardır.
Allahû Tealâ ile olan ilişkilerinizde görüyorsunuz ki Vel Asr Suresi, bütünü kapsamıştır. 28 basamaklık bir İslâm merdiveninin bütün basamakları, Vel Asr Suresinde açıklanmaktadır.
İşte sabrı tavsiye eden bir insanın acaba hüviyeti nedir, diye bakalım. Çünkü son ifade (4. kısım). “Ve tevâsav bis sabr: Ve sabrı tavsiye edenler.” şeklinde.
Allahû Tealâ Secde Suresinin 24. âyet-i kerimesinde, devrin imamının vasıflarını veriyor. Allahû Tealâ şöyle buyuruyor:
32/SECDE-24: Ve cealnâ minhum eimmeten yehdûne bi emrinâ lemmâ saberû ve kânû bi âyâtinâ yûkınûn(yûkınûne).
Ve onlardan, emrimizle hidayete erdiren imamlar kıldık, sabır sahibi oldukları ve âyetlerimize (Hakk’ul yakîn seviyesinde) yakîn hasıl etmiş oldukları için.
Allahû Tealâ: “Biz onlardan, insanlardan imamlar kıldık.” diyor. “İnsanları hidayete erdirsinler diye, imamlar kıldık.”diyor.
“Ve cealnâ minhum eimmeten yehdûne bi emrinâ: Bizim emrimizle hidayete erdirsinler diye, onlardan imamlar kıldık” diyor.
“Lemmâ saberû: Sabrın sahibi oldukları için.”
“Ve kânû bi âyâtinâ yûkınûn: Ve âyetlerimize yakîn hasıl ettikleri için.”
Allah’ın âyetlerine yakîn hasıl eden kişi o kişidir ki; âyete baktığı zaman, o âyetin 7 tane safhadan hangisine ait olduğunu bir bakışta anlar.
Sabırlı olmakla, sabrın sahibi olmak arasında bariz bir fark vardır. Bir insan ulûl’elbab makamına ulaştığında nefsindeki bütün afetler yok olacağı için, sabırsızlıkla alâkalı olan afet de yok olur. Bu sebeple kişi, sabırlı bir insan olur. Sabırsızlık afeti yok olmuştur. Burada bu kişi, sabırsızlık afeti yok olduğu için artık sabırlı birisidir. Ama bundan sonra;
• Ulûl’elbab makamında 7 mertebe kalbi müzeyyen olacaktır.
• İhlâs makamında, 7 mertebe daha kalbi müzeyyen olacaktır.
• Salâh makamında da, irşad makamına tayin olana kadar 5 mertebe daha kalbi müzeyyen olacaktır.
Böylece kalbi 19 mertebe müzeyyen olarak irşad makamına tayin edilecektir. Bu kişi bu 19 mertebeyi kazanmadan evvel de sabırsızlık afeti yok olmuştu. Ama sabırsızlık afetinin yok olduğu noktayla, bu nokta arasında 19 mertebe müzeyyen olmak söz konusudur. İşte bu tezyin sebebiyle; Allah’ın ilâhi süsleme sanatıyla, o kişinin kalbi 19 mertebe müzeyyen olmuştur. İşte bu kişi sabrın sahibi olmuştur. Ancak bu kişi, sabrı tavsiye edebilir. Sabır sahibi olmanın çok ötesine geçen, kalbi müzeyyen olan bir insandır bu. İrşad makamına tayin edilmedikçe, kişinin kalbi 19 mertebe tezyini başaramaz. O kişi sabırlıdır, sabırlı olur ama sabrın sahibi olamaz. Sabrın sahibi olması, bu baptaki ulaşabildiği hedeflerle mümkündür. O kişi ne zaman sabırlı olduktan sonra, sabırsızlık afeti tamamen tükenip de sabırlı olduktan sonra 19 mertebe nefsinin kalbi müzeyyen olursa, ancak o takdirde o kişi aslî hedefine ulaşmıştır, sabrın sahibi olmuştur.
Bütün devirlerdeki, Allahû Tealâ tarafından tayin edilen devrin imamları bu vasıftadırlar, sâberû’durlar yani sabrın sahipleridirler. İmam-ı Şâfî Hz.’nin söylediği sözün ne kadar gerçek olduğunu tespit ediyoruz: “Kur’ân-ı Kerim kaybolmaz. Ama farzı muhal, olması mümkün değildir ama bir an için oldu diye düşünsek; o zaman bu Sure, Vel Asr Suresi bütün Kur’ân’ı ihata eder.”
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allah’a sonsuz hamd ederiz, şükrederiz ki bir sohbetimiz daha burada tamamlanıyor. Vel Asr Suresi, bu 4. sohbetle tamamına eriyor. Gördünüz ki 1. basamaktan, 28. basamağa kadar bütün basamakları muhtevî olan bir âyetle karşı karşıyayız.
Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz. Ve sözlerimizi inşaallah burada tamamlarız. Allahû Tealâ’nın hepinizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını Yüce Rabbimizden dileyerek inşaallah sözlerimize burada son veriyoruz. Hepinizi çok ama çok seviyoruz. Allah hepinizden razı olsun.
İmam İskender Ali M İ H R