SOHBETİN ADI: MUTLULUK
TARİH: 29.10.2007
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allahû Tealâ’ya sonsuz hamd ve şükrederiz ki bir mutluluk sohbetinde daha Allahû Tealâ bizleri bir araya getirdi.
“Allahû Tealâ insanlardan ne istiyor?” sualinin cevabı, Kur'ân-ı Kerim'de gayet açıkça verilmiştir. Allahû Tealâ hepimizden sadece mutlu olmamızı istiyor. Bunu da nereden çıkartıyoruz? Çünkü Kur’ân’ın yapısını mercek altına aldığımız zaman görüyoruz ki Allahû Tealâ evvelâ Allah'a ulaşmayı dilememizi istiyor. O, mutluluğun başlangıç noktasıdır. Ve de bu noktadan itibaren mürşidimize ulaşmamız, tâbiiyetimiz, ruhumuzun vücudumuzdan ayrılması, yaptığımız zikre paralel olarak Allah'a doğru bir seyr-i sülûk gerçekleştirmesi ve Allah'ın Zat’ına ulaşarak Allah'ın Zat’ında yok olması 3 kademeyi ifade eder.
1- Allah'a ulaşmayı dilemek
2- Tâbiiyet
3- Ruhun Allah'a ulaşması.
Bu süreç içerisinde dünyanın en mutlu insanlarından biri oluruz. Allah'ın ilk emrini yerine getirmek Allah'a ulaşmayı dilemektir. Ama Allahû Tealâ buyuruyor ki: “Kim dilerse, Ben onu mutlaka Kendime ulaştırırım.” Yani kişinin görevi sadece dilemektir. Geri kalanı mı? O, Allah'a ait. Biz insanlar Allah'a mülâki olmayı dilemek gibi bir emirle karşı karşıyayız. Üzerimize farz kılınmış. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve O'na karşı takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.
“O’na yönel (O’na ulaşmayı dile) ve böylece O’na (Allah'a) karşı takva sahibi ol.”
Böyle bir dizaynda, Allahû Tealâ’nın böyle bir dileğin sahibine ne yapacağını da nasıl bir yardımda bulunacağına da bakmak lâzım. Şûrâ Suresinin 13. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:
“Allah dilediğini Kendisine seçer. Ve münîb olanları (Allah'a ulaşmayı dileyenleri), O’na (Kendisine) ulaştırır.”
Münîb olmak; Allah'a yönelmek, Allah'a ulaşmayı dilemektir. “Munîbîne ileyhi” kelimesi onu ifade ediyor.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allah'ın Kendisine (Zat’ına) ulaştırması söz konusudur. O zaman biz insanlar fizik vücutlarımızla bu dünyadan uçup da Allah'ın Zat’ına ulaşabilir miyiz? Bunun bir tek istisnası vardır: Peygamber Efendimiz (S.A.V). Bir ikinci istisna Hz. İsa. Hz. İsa Allah'ın emriyle babasız olarak yaratıldığı cihetle O’nun çok özel bir statüde olması tabiî. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in annesi de babası da bu dünyadandır ama Allahû Tealâ O’nu da miraçta Kendisine ulaştırdı ve konuştular. Sonra da tekrar dünyaya indi. Allah'ı sadece baş gözüyle görmekle kalmadı; ruhunun gözleriyle zaten görmüştü. Nefsinin kalbindeki gözle de zaten görmüştü. Ama baş gözleriyle de Allahû Tealâ’yı gördü ve Allahû Tealâ ile karşılıklı konuşmak şerefine nail oldu. Bunu Hz. Ebûbekir’e ulaştırdıkları zaman diyorlar ki:
- Seninki Allah'a ulaşmış da Allah ile konuşmuş.
O da cevap veriyor:
- Kimden duydunuz? Siz bana onu söyleyin. Kendisinden mi duydunuz yoksa bir başkasından mı?
- Ondan duyduk. Kendisinden duyduk, diyorlar
- Öyleyse bunun yanlış olması hiçbir zaman mümkün olamaz. Mutlak olarak Allah'a ulaşmıştır. Mutlak olarak Allah ile konuşmuştur.
İşte Hz. Ebûbekir, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in o kadar sadık bir bendesiydi ki öylesine O’na bağlıydı ki bu, bir ömür boyunca onun “sıddîk” adını almasına sebebiyet verdi. Sıddîk; hem “en sadık” mânâsına geliyor hem “sadaka veren” mânâsına geliyor hem de “sözüne ne çok güvenilen” mânâsına geliyor. Ebûbekir sıddîk bu sebeple Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonraki ilk halife olarak seçildi. Üstün vasıfların sahibiydi. Peygamber Efendimiz (S.A.V) savaş gerektiğinde herkesi dolaşıyordu ve diyordu ki: “Bana para verin ki silah alalım, askerlerimizi silahlandıralım.” Bir kısmı para vermekten kaçınıyordu. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e Hz. Ebûbekir geldi. Bir anahtar teslim etti ve dedi ki: “Bu evimin anahtarı. Evim ve içinde ne varsa hepsi senindir.” İşte bu sadakâtin en üst nişanesidir. Ondan başka hiç kimse böyle bir şeyi yapamadı.
Sevgili kardeşlerim! Allah için bir araya geldik. Allah için konuşuyoruz. O bizim Rabbimiz, sahibimiz, her şeyimiz. Bize hayat veren, bizi öldüren, ruhumuzu Kendisine ulaştıracak olan her şeyimiz. Her şeyden evvel sahibimiz. Biz O’nun kölesiyiz. Azatsız bir köle… Ondan kendimize ait hiçbir talebimiz olamaz. O, biz istemeden her şeyi bize vermiştir.
Sevgili kardeşlerim! Allah ile dost olmak, Allah'ın bir büyük ni’metidir. İşte bu dostluğun seviyelerine göre insanlar mutluluğu yaşarlar. Mutlulukla nefsin afetleri arasında çok ciddî bir ters orantı söz konusudur. Yani nefsimizin kalbindeki afetleri mürşidimize ulaşıp da tâbiiyetimizi gerçekleştirdikten sonra, zikir adı verilen “Allah, Allah, Allah, Allah …” diye Allah'ın ismini tekrar eden bir sistemle azaltmak nasıl mümkün olabilir? İlk kişi Allah'a ulaşmayı dileyecek. Allah da onu mutlaka mürşidine ulaştıracaktır. Bu kişi, tâbî olduğu andan itibaren zikir yaptığında Allah'ın katından gelen salâvâtla rahmet ve salâvâtla fazl nurları onun göğsüne ulaşır. Allah'ın daha o kişi mürşidine ulaşmadan evvel göğsünden kalbine açtığı nur yolunu takip eden nurlar (rahmet nurları), o kişinin kalbine ulaşır. Kalbine ulaşır ama kalpte îmân kelimesi henüz yazılmamıştır. Nurlar kalbe sadece girerler. O kişi sadece Allah'a ulaşmayı dilemiştir. Peki, îmân kelimesi kalbine ne zaman yazılacaktır? Ne zaman mürşidine tâbî olursa. İşte başlangıçta gelen %2 rahmet nuru, o kişinin göğsünden kalbine Allah'ın nur yolunu açmasından sonra tahakkuk eder. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
6/EN'ÂM-125: Fe men yuridillâhu en yehdiyehu yeşrah sadrahu lil islâm(islâmi), ve men yurid en yudıllehu yec’al sadrahu dayyikan haracen, ke ennemâ yassa’adu fîs semâi, kezâlike yec’alûllâhur ricse alâllezîne lâ yu’minûn(yu’minûne).
Öyleyse Allah kimi Kendisine ulaştırmayı dilerse onun göğsünü yarar ve (Allah’a) teslime (İslâm’a) açar. Kimi dalâlette bırakmayı dilerse, onun göğsünü semada yükseliyormuş gibi daralmış, sıkıntılı yapar. Böylece Allah, mü’min olmayanların üzerine azap verir.
Allahû Tealâ: “Allah kimi Kendisine ulaştırmayı (kimin ruhunu Kendi Zatı’na vasıl etmeyi) dilerse, onun göğsünü yarar ve İslâm’a açar.” diyor. Yani Allah'a teslim olmak için.
İslâm; teslim olmak demektir. Allah'a teslim olmasını sağlamak üzere Allahû Tealâ o kişinin göğsünü yarar ve teslime açar. O kişinin ruhunu Allah'a teslim etmesi için ilk adım budur. Neden olmazsa olmaz şartıdır? Çünkü Allahû Tealâ kişinin göğsünü yarıp kalbine bir yol açmasa nurlar o kalbe ulaşamaz. Hiç kimse Allah'a ulaşmayı dilemeden, onun kalbi aydınlanamaz; Allah nur yolunu açmayacağı için. Allah, sadece Allah'a ulaşmayı dileyenlerin göğsünü yarar ve göğsünden kalbine nur yolunu açar. Allahû Tealâ ne diyor? Diyor ki: “Allah kimi Kendisine ulaştırmayı dilerse, İslâm olması için onun göğsünü şerh eder (yarar, açar).” Yani ruhunu, vechini, nefsini ve iradesini Allah'a teslim etmesi için açar. Öyleyse hiç kimse bedavadan İslâm olamaz. Herkes göğsünü gere gere ortalıkta dolaşıyor ve “Ben İslâm’ım, Müslümanım.” diyor.
Bütün insanlar, İslâm fıtratı üzerine yaratılmışlardır. Allahû Tealâ burada bir dîni başka bir dîn üzerine üstün kılmıyor. Neden? Ne demek istiyoruz? Çünkü dînler yok. Hristiyanlık diye ayrı bir dîn, Müslümanlık diye ayrı bir dîn, Musevilik diye ayrı bir dîn, 72 tane inanç biçimi falan yok (daha dünyada 72 çeşit inanç biçimi var). 2 tane de dîn yok. Sadece bir tek dîn olmuştur. O dîn, Hz. İbrâhîm’in hanif dînidir. Nasıl bir dîn bu? Hanif dîni; ruhu, vechi, nefsi ve iradeyi Allah'a teslim etmeyi garanti eden dînin adıdır. Başka bir dîn de hiç olmamıştır. Çok ilginç bir standart söz konusudur. Şu an dünya üzerinde 3 tane kitaplı dîn var:
1- Tevrat
2- İncil
3- Kur'ân-ı Kerim
İnsanlar henüz bilmiyorlar. Ama biz Tevrat’ı da İncil’i de Kur'ân-ı Kerim'i de incelediğimiz zaman Allahû Tealâ bize muhteşem bir olayı gösterdi. Nedir o? Allahû Tealâ, Tevrat’ta da defaatle “Bu dîn, Hz. İbrâhîm’in hanif dînidir.” diyor. İncil’de de Tevrat’ta da defaatlee “Bu dîn, Hz. İbrâhîm’in hanif dînidir.” diyor. Kur'ân-ı Kerim'de de Allahû Tealâ; “Bu dîn, Hz. İbrâhîm’in hanif dînidir.” diyor. İşte Allahû Tealâ Kur'ân-ı Kerim'’de ne diyor? Rûm Suresinin 30. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:
30/RÛM-30: Fe ekim vecheke lid dîni hanîfâ(hanîfen), fıtratallâhilletî fataran nâse aleyhâ, lâ tebdîle li halkıllâh(halkıllâhi), zâliked dînul kayyimu ve lâkinne ekseran nâsi lâ ya’lemûn(ya’lemûne).
Artık hanif olarak kendini (vechini) dîn için ikame et, Allah’ın hanif fıtratıyla ki; Allah, insanları onun üzerine (hanif fıtratıyla) yaratmıştır. Allah’ın yaratmasında değişme olmaz. Kayyum olan (kaim olacak, ezelden ebede kadar yaşayacak) dîn budur. Fakat insanların çoğu bilmez.
“Habibim! Sen hanifsin. Hanif olarak vechini (fizik vücudunu) dîne ikame et (dîn için ayakta tut, dînin gereklerini yerine getir). O hanif fıtratıyla ki; Allah bütün insanları hanif olarak (hanif fıtratıyla) yaratmıştır. Bu dîn, ezelî ve ebedî dindir. (Yani ne kadar geriye gidersen git, Allah'ın koyduğu başka bir dîn bulamazsın. Gelecekte de zaman ne kadar ileriye giderse gitsin, Allah'ın koyacağı başka bir dîn olmayacaktır.)”
Allah'ın dîn beas etmesi (ortaya koyması), sadece bir tek dîn olarak tahakkuk etmiştir. Başka bir dîn hiç olmamıştır. Peki, Hz. İbrâhîm’den evvel Hz. Nuh yok muydu? Vardı. E Nuh’un dîni? Hz. Nuh’un dîni de hanif dînidir. Ondan evvel, en evvele gidelim; Âdem (A.S)! Âdem (A.S)’ın dîni de hanif dînidir. Öyleyse Allahû Tealâ dîn deyince ne anlıyor? Dîn deyince Allahû Tealâ sadece mutluluğu anlıyor. Dîn yoksa mutluluk yaşanamaz. Hiç kimse dîn olmadan mutluluğu yaşayamaz. Çünkü mutluluk;birinci etapta yarı yarıya mutluluk, nefsin tezkiyesine yani nefsin kalbinin %51’inin nurlarla kaplanmasına bağlıdır. Bu, herkese verilen bir imtiyazdır. Herkes hiçbir güçlük çekmeden bunu kolayca gerçekleştirebilir. Geri kalanı dik yokuştur. Fizik vücudun teslimi, nefsin teslimi daha sonra gelecektir. O dik yokuşu aşmayan kişi nefsini teslim edemez. Ama dik yokuşu aşar da fizik vücudunu Allah'a teslim ederse, nefsin teslimine ramak kalmıştır. Hemen arkasından o kişi nefsini de Allahû Tealâ’ya teslim eder. Daha sonra da iradesini teslim edecek, irşad makamına “irşada memur ve mezun kılındın” diye tayin edilecektir.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! İşte dînin kemâlâtı insanın mutluluğuyla paralel bir seyir takip eder. Çünkü dînin kemâle ermesi, kişinin ruhunu teslim etmesiyle 1. etabını (1. teslim) oluşturur. Kişi fizik vücudunu teslim edecektir; 2. teslim. Mutluluğu %90’ı aşacaktır. Kişi nefsini teslim edecektir; mutluluğun bütününü yaşayacaktır. Çünkü onu mutsuz edecek olan şeytanın tesir edebileceği nefsindeki afetler artık mevcut değildir.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allahû Tealâ’nın dizaynında her şey en güzelini gösterir. Allahû Tealâ da bütün insanlardan sadece mutlu olmalarını, daha çok mutlu olmalarını, daha çok mutlu olmalarını ister. İşte biz de O’nun yeryüzündeki vekili olarak size diyoruz ki: Daha çok mutlu olun!
Ruhunuzu Allah'a teslim etmek, Allahû Tealâ’nın üzerine aldığı bir vazifedir. Siz Allah'a ulaşmayı dileyeceksiniz, Allah da mutlaka sizin ruhunuzu Kendisine ulaştıracak. Hayır, siz ulaştırmayacaksınız. O ulaştıracak. Konunun hiçbir zahmeti yok. Çünkü kişi zikri mi sevmiyor? Allah ona mutlaka zikri sevdirir. Namazı mı sevmiyor? Allah ona namazı sevdirir. İbadetlerden hangisi o kişiye güç geliyorsa bütün engelleri kaldırır. O kişi namazlarını seve seve kılan, oruçlarını tuttuğu zaman açlık duymayan, 7-8 aylık bir devre boyunca 9 ay diyelim, 12 ay diyelim 1 yıl diyelim netice değişmez. O devrenin sonunda Allah o kişinin ruhunu mutlaka Kendisine ulaştıracaktır. Allah ulaştıracaktır. Öyleyse? Bu, o kişinin nefsinin kalbinde mutlaka %49 fazl, %2 rahmet nuru olmak üzere %51 nuru oluşturacaktır. Yani nefsin muhtevasının yarısından fazlasını nurların kaplaması ve %51’e ulaşması söz konusu olacaktır. Bu %51 nur tahakkuk ettiği zaman ki bunu Allah gerçekleştirecektir, kişi o tahakkuka kadar daimî zikre ulaşmış insan nasıl bir mutluluğun içerisindeyse aynı mutluluğu yaşayacaktır. Neden? Çünkü Allahû Tealâ şeytanın o kişiye tasallutuna kesin olarak mâni olacaktır. Şeytan Allah'a ulaşmayı dileyen, ruhunu hayattayken Allah'a ulaştırmayı dileyen bir insanın bu konudaki gayretlerini engelleyemediği gibi onu huzursuz da edemez. Allahû Tealâ şeytanla insan arasına bir muhafaza, bir koruyucu şalter (koruyucu sistem) koymuştur. Şeytan, ruhunu Allah'a ulaştırıncaya kadar, Allah'a ulaşmayı dileyen bir kişiye hiçbir zarar veremez. Ona hiçbir şekilde engel de olamaz. O kişinin ruhunu Allah Kendisine ulaştıracağına dair söz vermiştir ve mutlaka sözünü tutacaktır. İşte Ra’d Suresinin 27. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:
13/RA'D-27: Ve yekûlullezîne keferû lev lâ unzile aleyhi âyetun min rabbihi, kul innallâhe yudillu men yeşâu ve yehdî ileyhi men enâb(enâbe).
Ve kâfirler: “Ona, Rabbinden bir âyet (mucize) indirilse olmaz mı?” derler. De ki: “Muhakkak ki Allah, dilediği kimseyi dalâlette bırakır ve O’na yönelen kimseyi Kendine ulaştırır (hidayete erdirir).”
Allahû Tealâ: “Allah dalâlette olanları bırakır.” diyor.
Kişi dalâletteyse Allah onlarla meşgul olmaz. Biliyorsunuz ki herkes doğuştan itibaren dalâlettedir. Allah onlarla meşgul olmaz. Allahû Tealâ Ra’d-27’de: “Ama onlardan (dalâlette olanlardan) kim Allah'a mülâki olmayı dilerse Allah onları mutlaka Kendisine ulaştırır.” diyor. Bir tek dilek, ruhu Allah'a ulaştırmayı dilemek Allah için yeterli bir delildir. O kişiyi Allah Kendisine ulaştıracaktır. Allahû Tealâ ne diyor? “Ama onlardan (dalâlette olanlardan) kim Bana ulaşmayı dilerse, dilemesi Benim için yeterlidir. Ben onun ruhunu Kendime ulaştırırım.” diyor.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allahû Tealâ’nın bütün insanlara hediye ettiği, kucak kucak verdiği mutluluk bu süreç içerisinde tahakkuk eder. O 7-8 aylık devre içerisinde kişi pencereleri açıp içerisinden “Mutluyum!” diye bağırmak gelen biridir. Bunu çoğunuz yaşadınız. Biliyorsunuz. Yeni gelenler de mutlaka 7-8 aylık bir devre içerisinde yaşayacaklardır. Yaşadıktan sonra onlar da aynı şeyi söyleyeceklerdir: “Mutluyum!”
Sevgili kardeşlerim! Allahû Tealâ ne kadar güzel şeyler nasip etmiş öyle değil mi? O zaman bizim hepimizin sevinmemiz, huzur içerisinde bir dünya hayatı yaşamamız gerekmez mi? Gerekir. Öyleyse neden yaşayamıyoruz? Yaşayamıyoruz çünkü iblis insanların önüne yüzlerce engel çıkartıyor. Kim Allah'a mülâki olmayı dilemeyi biliyor ki? Sevgili kardeşlerim! Allahû Tealâ bize bunu öğretmeseydi biz de bunları size söylemeseydik, Allah'a ulaşmayı dilemek diye bir talep insanlar tarafından dikkate alınmayacaktı. Kur'ân-ı Kerim, “Allah'a ulaşmayı dileyin. Münîb olun.” diyor. Ama kimse münîb olmanın ne mânâya geldiğini bilmiyor. Peki, arkasında ne var? Arkasında sadece Kur’ân’ın unutulması var. Peygamber Efendimiz (S.A.V) diyor ki: “Benim hadîslerim tartışılacaktır. Kur’ân’a bakın. Hiçbir hadîsim Kur’ân’a aykırı olamaz.” Yani “Kur’ân’a bakın.” diyor. Kur’ân, Allah'ın indirdiği kitaptır. Bütün nesiller için indirilmiştir. İlk insandan kıyâmet günü doğacak olan son insana kadar herkesin kitabıdır. Herkesi muhtevasına alır. Bu sebeple herkesin kitabıdır. Orada Allahû Tealâ’nın ifadesini kullanalım. Allahû Tealâ: “Biz bu kitaba her şeyi yerleştirdik. Biz bu kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.” diyor. Kur'ân-ı Kerim’e her şeyi yerleştirmiş, hiç bir şeyi eksik bırakmamış. Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Öyleyse Kur'ân bütün ilimleri muhtevîdir. Ama onun özel şifrelerine girmek kaydıyla.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allahû Tealâ bütün insanlardan sadece o tek şeyi istiyor. Onların, bütün insanların mutlu olmalarını ve de başlangıçta da insanlar Allah'a ulaşmayı dilerlerse, onların ruhlarını Allah'a ulaştırması Allah'ın yardımıyla gerçekleşecektir. Allahû Tealâ o süreç içerisinde şeytanla onların irtibatını kesinlikle yok ediyor. Şeytan hırsından kuduruyor, çatlıyor. Hiçbir şey yapamadığı ve yapamayacağı için. Kim Allah'a ulaşmayı dilemişse, o kişinin ruhunu Allah Kendisine ulaştıracağı için Allah şeytanın o kişiyi yoldan çıkarmasına hiçbir şekilde müsaade etmez. Sözü var: 2 âyet söyledik. Allahû Tealâ: “Kim Bana ulaşmayı dilerse Ben, onu Kendime ulaştırırım.” diyor. Bitti. Peki, kişi ruhunu Allah'a ulaştırdı; söylediğimiz gibi 7-8 aylık bir zaman devresi bu devirde yetiyor. Biz bu yola girdiğimiz zaman meselâ bizim seyr-i sülûkumuz 1, 5 yıl (18 ay) sürdü. O zaman daha uzun bir süreyi ihata ediyordu.
Sevgili kardeşlerim! Allah'a sonsuz hamd ediyoruz, şükrediyoruz; sizlere anlatalım, sizleri mutlu kılalım, mutluluğu sizlere de ulaştıralım diye bu ilimle bizi teçhiz etmiş. Hepinizin görevi; öğrendiğiniz, yaşadığınız mutluluğu başka insanlara ulaştırmaktır. İnsanlar sadece bilmedikleri için mutsuzlar. Huzursuzluk içinde bir dünya hayatı yaşıyorlar. Bir dîn kültürü alamadan da bu dünyadan gidiyorlar. Ve de tabiî hem bu dünyada mutsuz insanlar hem de gidecekleri yer cehennem.
Sevgili kardeşlerim! Şeytanın duruma bu kadar hâkim olabilmesi çok ilginç bir sonuçtur. Etrafınızdaki insanlara dikkatle bakın. İnsanlar mutsuz. Çünkü insanlar, mutluluğun ne olduğunu, nasıl kazanılacağını, mutlu olmak için ne yapılması lâzım geldiğini bilmiyor. Neden bilmiyorlar? Çünkü onlara bunu öğretecek pozisyonda olan öğretici kadro, onlar da bilmiyorlar. %90’dan fazlası bunu öğrenmemişler. Öğrenmemeleri de gayet tabiî. Neden tabiî? Çünkü onlara öğretilen şey bunlar değil. Onlar, ne Allah'a ulaşmayı dilemeyi, ne mürşide tâbiiyeti ne ruhun Allah'a ulaşmasını ne de fizik vücudun Allah'a teslimini, ne nefsin Allah'a teslimini ne de iradenin Allah'a teslimini bir farz olarak görmüyorlar. Ve korkunç bir tuzağın içinde bocalayıp duruyorlar. O korkunç tuzak, İslâm’ın 5 şartıdır. Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek ve kelime-i şehadet getirmek İslâm’ın 5 tane şartıdır. Ama İslâm 5 şarttan ibaret değildir. Allah'a ulaşmayı dilemek 6. şarttır. Allah'ı zikretmek de 7. şarttır. Bu 2 şartı ekleyemezseniz zaten Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'deki 7’li kaidesini bozmuş olursunuz. Kur'ân-ı Kerim’e dikkatle bakın. Allahû Tealâ 7 tane gök katından bahsediyor. 7 tane yer katından bahsediyor. 7 kat cehennem, 7 kat cennet. İliyyin ve Siccîn 7 ayrı kademeden oluşuyor.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Kur’ân’da 7 tane safha var. Bir defa daha sayalım:
1- Allah'a ulaşmayı dilemek; 1. basamak.
2- Mürşide tâbiiyet; 14. basamak.
3- Ruhun Allah'a ulaşması ve teslim olması; 21 ve 22. basamak. 21. basamakta ruh ulaşıyor, 22. basamakta teslim oluyor.
4- Fizik vücudun teslim olması; 25. basamak.
5- Nefsin teslim olması; 26. basamak.
6- Kişinin muhlis olması; bundan sonraki basamak, 27.basamak.
7- İradesini Allah'a teslim etmesi; 28. basamağın 5. kademesi.
Muhlis olmak, 6. kademeyi ifade ediyor. İradeyi Allah'a teslim ederek irşad makamına “İrşada memur ve mezun kılındın cümlesiyle tayin edilmek 7. kademeyi ifade ediyor. Öyleyse 7 safha bu söylediğimiz 7 safhadır. Gördüğünüz gibi 22. basamakta ruhun teslimi, 25. basamakta fizik vücudun teslimi, 26. basamakta nefsin teslimi, 28. basamakta iradenin teslimi söz konusudur; 4 tane teslim.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allah'a sonsuz hamd ve şükrederiz ki bir defa daha sizlerle birlikte bir güzelliği yaşadık. Allah’tan bahsetmenin, onun emirlerini ulaştırmanın huzurunu ve mutluluğunu birlikte yaşadık. O Allah ki; insanların sadece mutlu olmasını ister. Bütün kaidelerini ona göre koymuştur. 7 safhanın 7’sini de üzerimize farz kılmıştır. Kur'ân-ı Kerim'i indiren Allahû Tealâ Kur'ân-ı Kerim'de hem 7 safhanın 7’sini üzerimize farz kılıyor hem de bize ibret olmak üzere Peygamber Efendimiz (S.A.V) ile birlikte bütün sahâbenin 7 safhanın 7’sini de yaşadıklarını gösteriyor. İster ensar olsun ister muhacirin yani ister Medine’deki yardımcılar ister Mekke’den Medine’ye göç eden muhacirler (hicret edenler), hepsi 7 safhanın 7’sini de yaşamışlar, irşad makamının sahibi olmuşlar. Nereden biliyoruz? Biliyoruz ki; tabiîn onlara tâbî olmuş. Öyleyse hepsi başkalarına tâbiiyet vermek yetkisinin sahibi olmuş. Allahû Tealâ Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:
9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ihsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehâl enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).
O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah'a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden (Mekke'den Medine'ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.
Allahû Tealâ: “Onlardan bir kısmı muhacirîndendi bir kısmı da ensardandı. Bir de ensara ve muhacirîne ihsanla tâbî olanlardandı.” diyor.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! İşte onlar evvelki sabikûnlardı. Allahû Tealâ onların çok olduğunu, sonraki sabikûnlar olan sizlerin sayısının onlardan daha az olduğunu söylüyor. Sevgili kardeşlerim! Allahû Tealâ’ya sonsuz hamd ediyoruz, şükrediyoruz ki bu ilmi bize Allah öğretti. Yoksa Kur'ân-ı Kerim, o unutulmuş haliyle hep kalacaktı. Biliyorsunuz ki dîn âlimleri insanlara çok yanlış bir şeyi hedef göstermişler. “Siz Kur'ân-ı Kerim'e bakmayın, onu incelemeyin. Çünkü anlamazsınız ve başınıza dert açarsınız. Kur'ân-ı Kerim hocaların işidir. Bırakın Kur'ân-ı Kerim'i onlar incelesinler. Size de Kur’ân hakikatlerini anlatsınlar. Sakın ha Kur’ân’ı incelemeye falan kalkmayın, yoksa çarpılırsınız.” demişler. Ve insanlar ellerini Kur'ân-ı Kerim'den çekmişler, ehli sünnet ve cemaat âlimleri de çıkmış ortaya; insanlara dînlerini öğretmişler ve her şey mahvolmuş. 7 safha ve 4 teslimden oluşan Kur’ân’daki İslâm, yerini İslâm’ın 5 şartına terk etmiş. Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek ve kelime-i şehadet getirmek. Demişler ki: “İslâm’ın 5 şartı vardır. Bu, orta yoldur. Bir kısım insanlar bunları da yapmaz. Onlar tefrittir. Onların ibadetleri gereken seviyede gerçekleşmemektedir. Bir de tasavvuf dedikleri bir şeyi yaşayanlar var. Onlarınki de ifrattır. O da zor iştir. Siz oraya da girmeyin. Siz orta yolu İslâm’ın 5 şartını takip edin. Bu sizi mutlaka cennete götürür.”
İşte bir de uydurma hadîs:
Bir bedevî Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e geliyor ve diyor ki:
-Ey Allah'ın Resûlü! Ben cennete gitmek istiyorum. Ne yapayım?
O da ona sözde diyor ki:
“Namaz kıl, oruç tut, zekât ver, hacca git, kelime-i şehadet getir.
Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in bunları dememesi mi lâzım? Eğer gerçek olsaydı mutlaka bunları diyecekti. Ama bunlarla kalmayacaktı. Ve de diyecekti ki: “Allah'a ulaşmayı dile ve Allah'a ulaşmayı diledikten başka zikir yap.”
Kur'ân-ı Kerim'in olmazsa olmaz şartı zikirdir. Bir insan zikir yapmadıkça ruhunu Allah'a teslim edemez. Ruhunu Allah'a teslim edemeyen insanın fizik vücudunu, nefsini ve iradesini Allah'a teslim etmesi diğerleri daha çok zikre ihtiyaç gösterdiği için hiçbir zaman mümkün olmayacaktır.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Sizler ve biz Allah'a ne kadar hamd etsek, şükretsek azdır ki o Kur’ân’ın unutulan bütün aktif muhtevasını, sizleri cehennemden kurtaracak olan, cennete ulaştıracak olan, ruhunuzu, vechinizi, nefsinizi ve iradenizi Allah'a teslim ettirecek olan muhtevasını Allahû Tealâ bize öğretmeseydi, biz de size hiçbir şekilde öğretemezdik. Bu derinlikte bir ilmi biliyorsunuz şu anda dünyada hiç kimse veremiyor.
Sevgili kardeşlerim! Allah'a sonsuz hamd ve şükrediyoruz ki; bir defa daha bir zikir sohbetinde Allahû Tealâ bizleri birlikte kıldı. Hepinizi çok ama çok sevdiğimizi belirterek inşaallah huzurlarınızdan ayrılıyoruz.
İmam İskender Ali M İ H R