SOHBETİN ADI: İKİ HİDAYET ÂYETİ
TARİHİ: 02.09.2009
Âli İmrân Suresinin 73. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor: 3/ÂLİ İMRÂN-73: Ve lâ tu’minû illâ li men tebia dînekum, kul innel hudâ hudallâhi en yu’tâ ehadun misle mâ ûtîtum ev yuhâccûkum inde rabbikum, kul innel fadla bi yedillâh(yedillâhi), yu’tîhi men yeşâu, vallâhu vâsiun alîm(alîmun). Ve (Ehli Kitap): “Sizin dîninize tâbî olandan başkasına inanmayın.” (dediler). (Habibim onlara) De ki: “Muhakkak ki hidayet Allah'a ulaşmaktır. (İnsanın ruhunun ölmeden önce Allah’a ulaşmasıdır.) Size verilenin bir benzerinin, bir başkasına verilmesidir.” Yoksa onlar, Rabbiniz'in huzurunda, sizinle çekişiyorlar mı? (Onlara) De ki: “Muhakkak ki fazl Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir.” Ve Allah, Vâsi’dir (ilmi geniştir, herşeyi kapsar), Alîm'dir (en iyi bilendir).
“kul innel hudâ hudallâhi.”
“De ki: kul.”
“inne: Muhakkak ki.”
“el hudâ: Hidayet.”
“hudallâhi: Allah’a ulaşmaktır.”
Bakara Suresinin 120. âyet-i kerimesinde ise Allahû Tealâ buyuruyor ki:
2/BAKARA-120: Ve len terdâ ankel yahûdu ve len nasârâ hattâ tettebia milletehum kul inne hudâllâhi huvel hudâ ve le initteba’te ehvâehum ba’dellezî câeke minel ilmi, mâ leke minallâhi min veliyyin ve lâ nasîr(nasîrin).
Ve sen onların dînine tâbî olmadıkça (uymadıkça) ne yahudiler ve ne de hristiyanlar senden asla razı olmazlar. De ki: “Muhakkak ki Allah’a ulaşmak (Allah’ın Kendisine ulaştırması) işte o, hidayettir.”. Sana gelen ilimden sonra eğer gerçekten onların hevalarına uyarsan, senin için Allah’tan bir dost ve bir yardımcı yoktur.
“kul inne hudâllâhi huvel hudâ: Muhakkak ki Allah’a ulaşmak, işte o hidayettir.”
“kul: De ki.
“inne: Muhakkak ki.”
“hudâllâhi: Allah’a ulaşmak.”
“huve: İşte o.”
“el hudâ: Hidayettir.”
Her iki âyet-i kerime, kelime yapısı değişik ama birbirinin aynı şeyi söylüyor.
“innel hudâ hudallâhi.”
“inne: Muhakkak ki.”
“el hudâ: Hidayet.”
“hudallâhi: Allah’a ulaşmaktır.”
“inne hudâllâhi huvel hudâ.”
“inne: Muhakkak ki.”
“hudâllâhi: Allah’a ulaşmak.”
“huve: İşte o.”
“el hudâ: Hidayettir.”
Söyleniş biçimi iki âyet-i kerimede biraz farklı. Ama bir sonuç çıkıyor ortaya. Kur’ân-ı Kerim’de hidayet dediğimiz muhteva insan ruhunun Allah’a ulaşmasıyla başlar. Hidayete ermek; bu ruhun hidayete ermesidir. Ruh vücuttan ayrılır, Allah’a ulaşır, Allah’ın Zat’ında yok olur. İşte bu (ruhun Allah’a ulaşması), o kişinin hidayete ermesidir.
Burada teslimlerle hidayet arasında çok yakın bir ilişkinin varlığı ortaya çıkıyor. Ruh Allah’a teslim olur, fizik vücut Allah’a teslim olur, nefs Allah’a teslim olur, irade Allah’a teslim olur. Böylece ruhun hidayeti, vechin yani fizik vücudun hidayeti, nefsin hidayeti ve iradenin hidayeti vücuda gelir. Öyleyse hidayet, ulaşmak anlamında bir kelime. Ama aynı zamanda bir olgunluk makamını da muhtevasına almış.
Ruhun teslimiyle bir kişinin ruhu Allah’ın Zat’ına ulaşıyor.
“De ki…”
“kul: De ki.”
“inne: Muhakkak ki.”
“el hudâ: Hidayet.”
“hudallâhi: Allah’a ulaşmaktır.”
Ama neyin Allah’a ulaşmasıdır? Biz mi ulaşıyoruz; fizik vücudumuz mu, nefsimiz mi? Hayır. Fizik vücudumuz da değil, nefsimiz de değil. Ama Allah’ın bize üfürdüğü ruh, Allah'a geri dönecektir. Her hâlükârda mutlaka geri döner. Ne demek istiyoruz? Ya biz insanlar Allahû Tealâ’nın emrettiği “irciî ilâ rabbiki: Rabbine geri dön (Rabbine rücû et).” emrine itaat ederiz ve Rabbimizden bize üfürülen ruhu, onun gerçek sahibi olan Allah’a iade ederiz (tevdî ederiz, O’na ulaştırırız). O’na ait olan, O’nun üfürdüğü ruh sahibine geri döner.
89/FECR-28: İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeten.
Rabbine dön (Allah’tan) razı olarak ve Allah’ın rızasını kazanmış olarak!
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allahû Tealâ mutlaka ruhumuzun bu dünya hayatını yaşarken Allahû Tealâ’ya geri dönüp ulaşmasını emrediyor. Biliyorsunuz ki insanlar doğdukları zaman, Allahû Tealâ o kişinin burnundan üfürerek o kişinin içine ruhunun ulaşmasını sağlıyor. Bu ruh derhal fizik vücudun şeklini aynen alır. Bir fizik vücutta ne görürseniz, eğer o kişinin ruhunu görebilmiş olsaydınız ikisinin birbirine ayırt edemeyeceğiniz kadar benzediğini yani birbirinin aynı olduğunu görecektiniz. Kalıp fizik vücuttur ama ruh mutlaka onun şeklini alacaktır. Nefs de mutlaka onun şeklini alacaktır.
Bir bedende üç tane vücut oluşacaktır: Nefsimiz, ruhumuz ve fizik vücudumuz. Üçünün de görüntüsü birbirinin aynı. Ama ruhumuz emr âleminin varlığıdır, Allah’tan gelmiştir, Allah üfürmüştür. Doğduğumuz an Allah burnumuzdan ruhumuzu vücudumuza üfürmüştür ve ruhumuz vücudumuzun şeklini almıştır. Büyüdükçe, o da kendisine ait olan zemin büyüdükçe ruh o zemini bütünüyle doldurmaya devam edecektir. Ve fizik vücudun görüntüsü nasılsa ruhun da görüntüsü aynı görüntü olacaktır bir ömür boyu.
Bir nefsimiz var. Allahû Tealâ nefsimizi afetlerle donatmış. Öfke, kin, kıskançlık, haset, isyan, iptilalar vs. Afetlerden oluşan bir vücut, adı nefs. Nefsanî davranışlar dediğiniz zaman nefsin afetlerine dayalı olan davranışlar yani başkalarına zarar veren davranışlar, daha geniş bir ifadeyle Allah’ın yasak ettiği fiilleri işleyen davranışlar bir veya emrettiği standartları gerçekleştirmeyen davranışlar. Meselâ günde 5 vakit farz namaz söz konusudur: Sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı. Sabahla öğlen arasında kuşluk sünneti, yatsıyla sabah namazı arasında da teheccüd namazı bu 5 vakit namazı 7’ye çıkarır. Biz tasavvufu yaşayanlar, başkaları 5 vakit namaz kılarlar ama bizler 7 vakit namaz kılarız. Namazın bir haz, bir büyük mutluluk olduğunu yaşarız her namazda. Namaz kılarken Allah’ı düşünürüz.
Sevgili kardeşlerim, gerçekten namazı Allah’ın emrettiği standartlarda kılmak bir ayrıcalıktır. Bu ise nefsinizin tezkiyesine ve tasfiyesine bağlanır. Allah’a ulaşmayı dileyen bir kişi, eğer Allah’a ulaşmayı gerçekten dilemişse, Allahû Tealâ o kişinin 7-8 aylık bir ömrü varsa o kişinin ruhunu mutlaka Kendisine ulaştıracaktır. Böyle bir dizaynda kişinin ruhu Allah’a ulaşıncaya kadar bir şeyler yapmamız gerekecektir. Önce Allah’a ulaşmayı dileyeceğiz. Bu dilek yoksa ruhumuzun biz dünya hayatını yaşarken Allah’a ulaşması hiçbir şekilde mümkün olmaz. Herkes bunu mutlaka dilemek mecburiyetindedir. Çünkü üzerimize Allahû Tealâ tarafından farz kılınmıştır.
*Ruhumuzun Allah’a teslimi üzerimize farzdır.
*Fizik vücudumuzun Allah’a teslimi üzerimize farzdır.
*Nefsimizin Allah'a teslimi gene üzerimize farzdır.
*İrademizin Allah’a teslimi de farzdır.
Öyleyse birtakım teslimlerin art arda gelmesi söz konusu. İşte bu hedeflere bizi ulaştıracak olan ilk adım bir dilektir. Bir insanın ruhunu Allah’a ulaştırmayı dilemesidir. Böyle bir dilek olmadıkça hiç kimsenin ruhu vücudundan ayrılıp Allah’a, o kişi dünya hayatını yaşarken ulaşamaz. Ama bir insan öldüğü zaman Azrail (A.S) ve O’nun emrindekiler gelip o kişinin fizik vücudundan ruhunu alırlar ve Allah’a ulaştırırlar. Bu, ölümle Allah’a geri dönüştür. Herkesin ruhu ayrı ayrı Allah’a bu ölüm melekleri vasıtasıyla ulaştırılır. Fizik vücut öldüğü zaman o vücut artık ruh için bir sığınak olamaz. Sığınak olma vasfını kaybeder. Kişi hayattayken ruha ve nefse ki ruhun da nefsin de şekli aynıdır. Çünkü aynı sahayı kaplarlar. Bu sebeple ayrı olması mümkün değildir. Ruh, fizik vücut ve nefs aynı görüntünün sahipleridir.
Bir insan için Allahû Tealâ’ya ulaşmak bir dilek olarak tahakkuk etmezse, kişi Allah’a ulaşmayı dilemezse hiçbir zaman hidayete eremez. Kim Allah’a mülâki olmayı yani ruhunu Allah’a ilka etmeyi (ulaştırmayı) dilerse, Allahû Tealâ ruhunu Allah’a ulaştırmasını o kişiye bırakmaz. Bunu bizatihi Allah üstlenir ve o kişinin ruhunu mutlaka Kendisine ulaştırır. Eğer kişinin Allah’a ulaşmayı diledikten sonra 8-10 aydan daha fazla bir ömrü varsa ki normal standartlardan bahsedersek, 7-8 ayda ruhun Allah’a ulaşması normal standartlarda mutlaka vücuda gelir.
Allahû Tealâ: “Siz dileyeceksiniz.” diyor. “Ya Rabbi! Ben ruhumu şu dünya hayatını yaşarken Sana ulaştırmayı diliyorum. Ne olur Yüce Allah’ım, benim de ruhumu Sana ulaştır. Hayattayken bu şerefi bana nasip kıl. Bu büyük mutluluğu bana nasip kıl.” Kişi böyle bir talepte bulunduğu zaman Allahû Tealâ -o kişi kim olursa olsun, ne kadar büyük günahları olursa olsun, hiç fark etmez- Allahû Tealâ bu talep kalptense mutlaka o kişinin ruhunu Kendisine ulaştıracaktır.
Bu kişi ruhunu Allah’a ulaştırmak istediği zaman 1. kademededir. Ulaştırabilmesi için mürşidine ulaşmak mecburiyetindedir. Tâbî olmazsa, mürşide tâbiiyet yoksa Allah’ın kendi tayin ettiği, o kişi için tayin ettiği mürşide ulaşmak yoksa kişinin ruhu vücudu terk edemez. Öyleyse kişi hacet namazını kılıp Allah’tan mürşidini sormak zorundadır. Bu zorunluluk o kişiye Allah’ın mutlaka mürşidini göstermesiyle sonuçlanır ve kişi içinde dayanılmaz bir arzu duyar mürşidine ulaşıp da tâbiiyetini gerçekleştirmek istikametinde ve mutlaka bunu gerçekleştirir. İçinden gelen o büyük talep mutlaka meyvesini verir. O kişi mürşidi neredeyse oraya mutlaka ulaşır.
Önce ne yapmıştır bu kişi? Bu kişi hacet namazını kılmıştır. Boy abdesti almıştır, hacet namazını kılmıştır. Hacet namazını kılan bu kişi, Allahû Tealâ’dan mürşidini istemiş ve hacet namazını kıldığı andan itibaren buna liyakat kazanmıştır. Hacet namazını gerçekleştiren kişi namazın arkasından Allahû Tealâ’ya mürşidini sorar. Kişi gerçekten Allah’a ruhunu ulaştırmayı dilemişse, Allah’ın ona o kişinin ruhunu Kendisine ulaştıracak olan mürşidini göstermemesi mümkün değildir. Allah mutlaka mürşidi gösterir.
Mürşidsiz bir vuslat yani ruhun Allah’a hayattayken ulaşması hiçbir şekilde mümkün olamaz. Mutlaka Allah’a sorulacak, Allah’ın tayin ettiği mürşide ulaşılacak ve önünde diz çöküp tövbe edilecek, söyledikleri aynen tekrar edilecek, mürşidin kelime kelime söyledikleri aynen tekrar edilecek ve böylece o kişinin ruhu vücudundan ayrılarak Allah’a doğru yola çıkacak kafileye katılacaktır. Bu kafile her zaman vardır. Bütün zaman parçalarında bu kafile vardır. Hep yolda olanlar bir grup oluştururlar ve Allah’a doğru seyr-i sülûk adı verilen bir yolculuk gerçekleşir.
Zemin katta ki biz dünya adı verilen bir gezegende yaşıyoruz. Bu dünyadan Allah’a ulaşmak için yola çıkan ruhlar, bu dünya üzerinde evvelâ çimenler üzerinde bir secde olayı gerçekleştirirler zemin katta. Yola çıkanlar ana dergâhtan altın kapının açılmasıyla ayrılırlar ve ana dergâhın üstünde, yerden 20-30 metre yukarıda tek bir sıra oluştururlar. Boşlukta tek bir sıra oluşturacak şekilde bulunurlar ve 1. katta söylediğimiz secde işlemi gerçekleşir; çimenler üzerinde bir secde.
2. katta suvarılma havuzlarında, Allah’a doğru yola çıkan bu ruhlar kafilesi tamamen suvarılacaktır. Orada yola çıkanların iki grubu söz konusudur. Birisi 1. kata kadar çıkabilenler, diğerleri 1. katın ötesine geçebilenlerdir. Tabiî burası bulunulan 2. kat olduğuna göre, bir süre burada ruhların suyun içinde -oradaki özel sıvanın içinde- kalmaları gerekiyor. Bunu tamamlayanlar dışarıdaki bir yerde secdede olurlar. Sonra 3. kata ulaşan kafileye katılırlar.
Sevgili kardeşlerim, 3. katta bir köşk mescit söz konusudur. Bu, Allahû Tealâ’nın bir ni’metidir. İki katlı bir köşk mescitte, üst katta ve alt katta insan ruhları secdeye gelirler. Sonra mihenk menfezinden yukarıya doğru çıkan, bir boruyu hatırlatan bir dizaynın içinde süratle sonsuza doğru yol alınır. Bir evvelkinin ayakları bir sonrakinin başından yaklaşık bir karış yukarıdadır. Hiçbir zaman ayaklar altlarındaki başlara değmez. Yukarıda olanın da başı, kendisinden daha yukarıda olanın ayaklarının altındadır. Böyle bir dizayn içerisinde insanlar yollarına devam ederler.
Bu yolculuğun daha ötesinde insanların Kudret Denizi’ne ulaşması söz konusu. Bütün ruhlar burada suyun derinliklerine dalmak imkânının sahipleridir. Sonra Allah’a doğru olan yolculuk devam edecektir ve 7 tane gök katı birer birer aşılacaktır. Ruhlar buradaki muhtevayı takip ederek zikir hücrelerine ulaşacaklardır. Makam-ı Mahmud, Divan-ı Salihîn ve nihayet Zikir Hücreleri.
Zikir Hücreleri, Sidretül Münteha’dan evvelki son noktadır. Sevgili kardeşlerim, bütün bunların tahakkukuyla kişi zikir hücrelerinde 2 metre çapındaki şeffaf kürelerde -kürelerin içinden geçilebilir- zikirlerini tamamlarlar. Ancak bu zikirlerin tamamlanması söz konusu olduğu takdirde o kişinin ruhu oradan ayrılıp Sidretül Münteha’ya ulaşır.
Sidretül Münteha, Allah’a ulaştıran son yolculuğun başlangıç noktasıdır. Sidretül Münteha’dan dikey bir yolculukla ruh Allah’ın Zat’ına ulaşır, Allah’ın Zat’ında ifnâ olur (yok olur). İşte bu ruhun, Allah tarafından üfürülen Allah’ın ruhunun Allah’a yani o ruhun sahibine geri dönmesidir.
İşte kimin ruhu Allah’a Allah tarafından ulaştırılırsa, söylediğimiz macerayı kişi tamamlayıp da bu olayı gerçekleştirebilirse (7-8 aylık bir ömrü varsa mutlaka Allah gerçekleştirir onu), o zaman bu kişi ruhunu Allah’a ulaştırır. Allah’ın Zat’ına ulaşan ruh, Allah’ın Zat’ında yok olur.
Ne olmuştu? Allahû Tealâ o kişiye ruhundan üfürmüştü. Ne oldu? Allah’ın üfürdüğü ruh, sahibi olan Allah’a teslim edildi. Allahû Tealâ buna “ruhun teslimi” diyor. Bu teslim bir son değildir. Bundan sonra fizik vücut Allah’a teslim edilecektir. Kişinin fizik vücudunu Allah’a teslim edebilmesi, yeniden bir gayreti muhtevasına alır. Fizik vücudun Allah’a teslimi gerçekleştikten sonra nefsin Allah’a teslimi söz konusu olacaktır.
Fizik vücudun Allah’a teslimi bir dik yokuşu gerektirir. Yani 3 saatlik bir zikirden günde 18 saatlik bir zikre ulaşmak söz konusu olacaktır. Böylece kişinin fizik vücudu Allah’a teslim edilecektir. Fizik vücudun Allah’a teslimi, bu sebeple bir dik yokuştur. 3 saatlik bir zikir, 6 kat artarak devam edecektir. Kişi henüz daimî zikre ulaşmamıştır yani ulûl’elbab olmamıştır. Bundan sonraki hedef, daimî zikirdir.
Kişi daimî zikre ulaşacak ve daimî zikre ulaştığı zaman, bu kişi fizik vücudundan sonra nefsini de Allah’a teslim etmiş olacaktır. Allah ile olan ilişkiler böyle bir süreç içerisinde devam eder. Allahû Tealâ daha sonra bu kişiyi Tövbe-i Nasuh’a davet edecektir. Tövbe-i Nasuh’unu gerçekleştiren kişi muhlis sıfatını alacaktır. Yani halis olan bir nefs kalbine sahip olacaktır. Kalbinde en ufak bir negatif faktör kalmayacaktır. Kalbi tamamen Allah’ın nurlarıyla dolacaktır. Bütün negatif faktörler kalbi terk edecektir. Burası ulûl’elbab makamıdır.
Ulûl’elbab makamının ötesi ihlâs makamıdır. Kişi muhlis olur. Allahû Tealâ onu halis kılar. Böyle bir şey için kişinin Tövbe-i Nasuh’la Allahû Tealâ’ya tövbe etmesi gerekir. Tövbe tamamlandığı zaman kişi ihlâs makamının sahibi olur. Geriye salâh makamı kalır.
Allahû Tealâ o kişinin iradesini de teslim alacak ve onu salâh makamının yani salihlerden biri olmasını temin eden makamın sahibi kılacaktır. Salâh makamının sahibi olan kişi salihlerden birisidir.
Sevgili kardeşlerim, bütün bunların başlangıç noktasına baktığımız zaman bunun sadece bir dilekten ibaret olduğunu görürüz: Allah’a ulaşmayı dilemek. İşte bu nihaî noktaya kadar ulaşan dizaynın başlangıcı bir dilektir. Kişinin: “Ya Rabbi, ben ruhumu Sana ulaştırmak istiyorum.” diye olaya başlamasıdır.
İşte böyle bir başlangıcın oluşmasının iki âyeti:
Birincisi: “innel hudâ hudallâhi.”
“inne: Muhakkak ki.”
“el hudâ: Hidayet.”
“hudallâhi: Allah’a ulaşmaktır.”
İkincisi de:
“inne hudâllâhi huvel hudâ.”
“inne: Muhakkak ki.”
“hudâllâhi: Allah’a ulaşmak.”
“huve: İşte o.”
“el hudâ: Hidayettir.”
Bu iki âyet-i kerimenin kelime yapıları birbirinden farklı olması neticeyi değiştirmiyor. İkisi de aynı noktayı ifade ediyor. Ruhun insan vücudunu terk edip seyr-i sülûk isimli bir yolculukla Allah’ın Zat’ına ulaşması işlemi hidayettir. Ama bu, hidayetin ruha ait kesimidir. Sonra fizik vücudun hidayeti gelecektir; fizik vücudun Allah’a teslimiyle. Sonra nefsin hidayeti gelecektir; nefsin Allah'a teslimiyle. Ve son teslim, iradenin teslimidir. Bir kişinin iradesini teslimiyle konu tamamlar.
Görülüyor ki iki âyet-i kerime: “innel hudâ hudallâhi.” ve “inne hudâllâhi huvel hudâ.”
“Muhakkak ki hidayet Allah’a ulaşmaktır.”
“Muhakkak ki hidayet var ya; işte o Allah’a ulaşmaktır.” ifadeleri.
“inne: Muhakkak ki.”
“el hudâ: Hidayet.”
“hudallâhi: Allah’a ulaşmaktır.”
“inne: Muhakkak ki.”
“hudâllâhi: Allah’a ulaşmak.”
“huve: İşte o.”
“el hudâ: Hidayettir.”
İkisi de hidayeti anlatıyor. Ama biraz birbirinden farklı iki ifade kullanılmış.
İşte bir insanın mutluluğu yaşayabilmesi, hidayet adı verilen bu müesseseyi mutlaka gerçekleştirmesiyle mümkündür. Bu ise Allahû Tealâ tarafından garanti edilmiştir. Allahû Tealâ diyor ki: “Kim Bana ulaşmayı dilerse, Ben onu Kendime ulaştırırım.”
42/ŞÛRÂ-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrakû fîhi, kebure alâl muşrikîne mâ ted’ûhum ileyhi, allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).
(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).
Diyor ki:
“allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu): Allah dilediğini Kendisine seçer ve onlardan kim Allah’a ulaşmayı dilerse Allah onları Kendisine ulaştırır.” diyor.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, işte konunun başlangıcına baktığımız zaman bu başlangıcın bu iki âyet-i kerimeye dayalı olduğunu görürüz.
1- “innel hudâ hudallâhi.”
“inne: Muhakkak ki.”
“el hudâ: Hidayet.”
“hudallâhi: Allah’a ulaşmaktır.”
“innel hudâ hudallâhi.”
“inne: Muhakkak ki.”
“el hudâ: Hidayet.”
“hudallâhi: Allah’a ulaşmaktır.”
Her hâlükârda hidayetin insan ruhunun hayattayken Allah’a ulaşması olduğunu, Allahû Tealâ açık bir şekilde Kur’ân’da ifade ediyor. Bu sebeple bu iki âyet-i kerime yani “innel hudâ hudallâhi” ve “inne hudâllâhi huvel hudâ” hidayetin temelini teşkil eder.
Hidayeti tanıyanları ve yaşayanları, hidayeti yaşayamayanlardan ayıran en önemli iki âyet-i kerime, bu iki iki âyet-i kerimedir. Hidayet adlı bir müessesenin, insan ruhunun o kişi dünya hayatını yaşarken Allah’a ulaşması olduğunu en net, bariz ve açık şekilde bu iki âyet ispat etmektedir. Bu sebeple insanın manevî tekâmülünde en önemli hamle olan ruhun Allah’a ulaşması ve ruhun hidayeti, ancak bu iki âyette anlatılan muhtevayı gerçekleştirmekle olur.
Âyetler son derece açık bir şekilde tarifi yapıyor.
“inne: Muhakkak ki.”
“el hudâ: Hidayet.”
“hudallâhi: Allah’a ulaşmaktır (yani ruhun Allah’a ulaşmasıdır).”
“innel hudâ hudallâhi.”
“inne: Muhakkak ki.”
“el hudâ: Hidayet.”
“hudallâhi: Allah’a ulaşmaktır.”
Allahû Tealâ’nın hepinizi sonsuz mutluluklara ulaştırmasını Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi inşaallah burada tamamlıyoruz.
Sevgili kardeşlerimiz, hepinizi çok ama çok seviyoruz. Allah hepinizden razı olsun.
Esselâmu aleykum ve rahmetullâh ve berekâtuhu.
İmam İskender Ali M İ H R