}
Denizli Konferansı (Bölüm 2) 15.07.1990
Mp4 Mp3 Link

Sohbet Kodu: 200657

 

SOHBETİN ADI: DENİZLİ KONFERANSI (BÖLÜM 2)

TARİH: 15.07.1990

 

Demek ki hidayet, Allah’a insan ruhunun ulaşması. Âli İmrân Suresinin 73. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ bunu söylüyor: “innel hudâ hudallâhi.”  İki âyet-i kerime birbirine çok benziyor.

1.’si: “inne hudâllâhi huvel hudâ.”

 

2/BAKARA 120: Ve len terdâ ankel yahûdu ve len nasârâ hattâ tettebia milletehum kul inne hudâllâhi huvel hudâ ve le initteba’te ehvâehum ba’dellezî câeke minel ilmi, mâ leke minallâhi min veliyyin ve lâ nasîr(nasîrin).

Ve sen onların dînine tâbî olmadıkça (uymadıkça) ne yahudiler ve ne de hristiyanlar senden asla razı olmazlar. De ki: “Muhakkak ki Allah’a ulaşmak (Allah’ın Kendisine ulaştırması) işte o, hidayettir.”. Sana gelen ilimden sonra eğer gerçekten onların hevalarına uyarsan, senin için Allah’tan bir dost ve bir yardımcı yoktur.

 

 2.’si: “innel hudâ hudallâhi.”

 

3/ÂLİ İMRÂN 73: Ve lâ tu’minû illâ li men tebia dînekum, kul innel hudâ hudallâhi en yu’tâ ehadun misle mâ ûtîtum ev yuhâccûkum inde rabbikum, kul innel fadla bi yedillâh(yedillâhi), yu’tîhi men yeşâu, vallâhu vâsiun alîm(alîmun).

Ve (Ehli Kitap): “Sizin dîninize tâbî olandan başkasına inanmayın.” (dediler). (Habibim onlara) De ki: “Muhakkak ki hidayet Allah'a ulaşmaktır. (İnsanın ruhunun ölmeden önce Allah’a ulaşmasıdır.) Size verilenin bir benzerinin, bir başkasına verilmesidir.” Yoksa onlar, Rabbiniz'in huzurunda, sizinle çekişiyorlar mı? (Onlara) De ki: “Muhakkak ki fazl Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir.” Ve Allah, Vâsi’dir (ilmi geniştir, herşeyi kapsar), Alîm'dir (en iyi bilendir).


Diyor ki Allahû Tealâ: “Muhakkak ki hidayet, Allah’a ulaşmaktır.”


Öyleyse hidayet dediğimiz olay demek ki Allah’a ulaşmak. Peki, Sıratı Mustakîm neydi? İnsanları hidayete ulaştıran yol. Mademki Sıratı Mustakîm insanları hidayete ulaştırıyor, hidayet de Allah’a ulaşmak, öyleyse Sıratı Mustakîm, insanları Allah’a ulaştıran yolun adı.

Ve biz Fâtihâ Suresinde Allahû Tealâ’ya; “Ya Rabbi! Yalnız Senden istiane isteriz.” dediğimiz zaman arkasından ne diyoruz? “Bizi Sıratı Mustakîm’ine ulaştırman için, hidayete ulaştırman için, yani Sana ulaştırman için yalnız Senden istiane isteriz.” diyoruz.  

 

1/FÂTİHA 5: İyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn(nestaînu).

(Allah'ım!) Yalnız Sana kul oluruz ve yalnız Senden İSTİANE (mürşidimizi) isteriz.

1/FÂTİHA 6: İhdinâs sırâtel mustakîm(mustakîme).

(Bu istiane'n ile) bizi, SIRATI MUSTAKÎM'e hidayet et (ulaştır).



Günde 45 defa,  evvelâ kim sünnetleri de kılıyorsa, günde kıldığımız 5 vakit namazda tam 45 tane Fâtiha Suresi okumak mecburiyetindeyiz. Ve günde 45 defa Allahû Tealâ ve Tekaddes Hazretleri’ne: “Ya Rabbi!” diyoruz, “Senden istiane isteriz, bizi Kendi Zat’ına ulaştırman için.” İnsanların çoğu bunu söyledikleri halde günde 45 defa, bunun hangi anlama geldiğini bile bilmiyorlar, Allah’a ulaşmaktan da genel olarak kimsenin haberi yok.

Peki, Sıratı Mustakîm’in Fâtiha Suresinde açıklaması nasıl?

 

1/FÂTİHA 7: Sırâtallezîne en’amte aleyhim gayril magdûbi aleyhim ve lâd dâllîn(dâllîne).

O yol (SIRATI MUSTAKÎM) ki; üzerlerine nimet verdiklerinin yoludur. Üzerlerine gadap duyulmuşların ve dalâlette kalmışların (Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin) yolu değil.

 

sırâtallezîne: O yol ki.”

“en’amte aleyhim: Üzerlerine, başlarının üzerine ni’met verdiklerinin yoludur.”

“gayril magdûbi aleyhim: Üzerine gadap duyduklarının yolu değildir.”

“ve lâd dâllîn(dâllîne): Ve dalâlette olanların yolu değildir.”

Şimdi demin söylediğimiz Âli İmran-164’teki ifadesine bakıyoruz,  Allahû Tealâ ne diyordu?

 

“İnsanlara bir ni’met olmak üzere mürşidleri beas ettik.” diyordu. Arkasından da diyordu ki: “Bu mürşide tâbî olmadan evvel onlar apaçık bir dalâlet içindeydiler.”

3/ÂLİ İMRÂN 164: Lekad mennallâhu alâl mu’minîne iz bease fîhim resûlen min enfusihim yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmete, ve in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn(mubînin).

Andolsun ki Allah, mü’minlerin (başlarının) üzerine (devrin imamının ruhu) bir ni’met olmak üzere (onların aralarında, kendi kavminin içinde) kendilerinden bir resûl beas eder. Onlara O’nun (Allah’ın) âyetlerini tilâvet eder, onları tezkiye eder ve onlara kitap ve hikmeti öğretir. Ondan evvel (Allah'a ulaşmayı dilemeden evvel) onlar gerçekten açık bir dalâlet içinde idiler.

Kişi mürşidine ulaşınca, onun elini öpünce ne oluyor? Başının üzerinde mürşidinin ruhu oluşuyor. O ruh, mürşidin ruhu o kişi için Allah’ın tayin ettiği bir ni’met.   Onun bir muhafız olduğunu söylüyor Allahû Tealâ, Ra’d Suresinin 11. âyet-i kerimesinde: 

13/RA'D 11: Lehu muakkibâtun min beyni yedeyhi ve min halfihî yahfezûnehu min emrillâh(emrillâhi), innallâhe lâ yugayyiru mâ bi kavmin hattâ yugayyirû mâ bi enfusihim, ve izâ erâdallâhu bi kavmin sûen fe lâ meredde lehu, ve mâ lehum min dûnihî min vâl(vâlin).

Onları (o kavimdekileri), önünden ve arkasından (önden arkaya doğru uzanan) takip edenler (devrin imamlarını koruyan muhafız melekler) vardır. Allah’ın emrinden olup, onları korurlar. Muhakkak ki; Allah, onlar nefslerinde olan şeyi (hidayette kalma konusundaki niyetlerini) bozmadıkça, bir kavimde olan şeyi bozmaz (devrin imamının ruhunu başlarının üzerinden almaz). Ve Allah, bir kavme ceza vermeyi dilediği zaman, artık onu reddedecek (mani olacak kimse) yoktur. Ve onlar için, ondan başka koruyan bir dost yoktur.

Demek başımızın üzerinde bir ni’met var ve o ni’met aynı zamanda bir muhafızdır ki zulmanî ilimlerden, büyüden ve buna benzer ilimlerden koruyan bir muhafız. Ve ancak mürşidimize ulaştığımız zaman o ni’mete kavuşuyoruz. Ondan evvel açık bir dalâlet içindeyiz. Başımızın üzerinde bir ruh yok ve Sıratı Mustakîm’e ulaşmamız da mümkün değil.   

Allahû Tealâ diyor ki: “Sıratı Mustakîm, dalâlette olanların yolu değildir. Ancak başlarının üzerinde Allah’ın bir ni’metinin bulunduğu insanlar için geçerlidir. “Başlarının üzerine ni’met verdiklerimin yoludur.” diyor Allahû Tealâ, “Sıratı Mustakîm.”

1/FÂTİHA 5: İyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn(nestaînu).

(Allah'ım!) Yalnız Sana kul oluruz ve yalnız Senden İSTİANE (mürşidimizi) isteriz.

1/FÂTİHA 6: İhdinâs sırâtel mustakîm(mustakîme).

(Bu istiane'n ile) bizi, SIRATI MUSTAKÎM'e hidayet et (ulaştır).

1/FÂTİHA 7: Sırâtallezîne en’amte aleyhim gayril magdûbi aleyhim ve lâd dâllîn(dâllîne).

O yol (SIRATI MUSTAKÎM) ki; üzerlerine nimet verdiklerinin yoludur. Üzerlerine gadap duyulmuşların ve dalâlette kalmışların (Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin) yolu değil.



Acaba bu Sıratı Mustakîm’e ulaşmak için istianeyi Allah’tan nasıl isteyeceğiz? Şimdi Sıratı Mustakîm’in Allah’a ulaştıran yol olduğu kesinlik kazandı herhalde. Kazanmadıysa daha başka âyet-i kerimeler de var. Necm Suresi 42. âyet-i kerime:


53/NECM 42: Ve enne ilâ rabbikel muntehâ.

Ve münteha (sonunda dönüş), mutlaka Rabbinedir.



ilâ rabbikel muntehâ: Senin Rabbin olan Allah, bu yolun sonudur.”


Demek ki bu yol; Sıratı Mustakîm,  Allah’a kadar gidiyor ve Allah’ta son buluyor. Yetmez; Nebe Suresi 39. âyet-i kerime:

78/NEBE 39: Zâlikel yevmul hakku, fe men şâettehaze ilâ rabbihî meâbâ(meâben).

İşte o gün (mürşidin eli Hakk'a ulaşmak üzere öpüldüğü ve ona tâbî olunduğu gün), Hakk günüdür. Dileyen (Allah'a ulaşmayı dileyen) kişi, kendisine Rabbine ulaştıran (yolu, Sıratı Mustakîm'i) yol ittihaz eder. (Allah'a ulaşan kişiye Allah) meab (sığınak, melce) olur.


“zâlikel yevmul hakku, fe men şâettehaze ilâ rabbihî meâbâ: İşte o gün Hakk günüdür. Dileyen kişi kendisine Allah’a giden bir yol ittihaz eder. Ve bu yolu takip ederek Allah’a varan kişi için Allah bir sığınaktır.” buyuruyor Allahû Tealâ.  


Demek ki Allah’a giden bir yol var. Bu yolu takip eden kişi Allah’a ulaşıyor ve Allah, O’na ulaşan ruh için bir sığınak oluyor, meab oluyor. O’na ulaşan ruh da “evvab” adını alıyor Kur’ân-ı Kerim’imizde; “sığınağa ulaşmış” anlamına.

Şimdi demek ki Sıratı Mustakîm, Allah’a ulaştıran yol. Kesinlik kazanıyor olay. Öyleyse bu Sıratı Mustakîm’e ulaşmak için istianeyi, yani mürşidi Allah’tan nasıl isteyeceğiz, bunu araştıralım.  Allahû Tealâ  Nahl Suresinin 89. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:

16/NAHL 89: Ve yevme neb’asu fî kulli ummetin şehîden aleyhim min enfusihim ve ci’nâ bike şehîden alâ hâulâi, ve nezzelnâ aleykel kitâbe tibyânen li kulli şey’in ve huden ve rahmeten ve buşrâ lil muslimîn(muslimîne).

Ve o gün, bütün ümmetlerin içinde, onların üzerine, onların kendilerinden bir şahit beas ederiz (vazifeli kılarız). Ve seni de onların üzerine şahit olarak getirdik. Ve sana, herşeyi beyan eden (açıklayan), hidayete erdiren ve rahmet olan Kitab’ı, müslümanlara (Allah’a teslim olanlara) müjde olarak indirdik.



“Habîbim! Biz sana bu Kitabı, her şeyi açıklamak için indirdik.”

Demek ki Kur’ân-ı Kerim, her şeyin açıklandığı bir kitap. Allahû Tealâ burada………

 

En’âm Suresinin 38. âyet-i kerimesinde şöyle söylüyor:

6/EN'ÂM 38: Ve mâ min dâbbetin fîl ardı ve lâ tâirin yatîru bi cenâhayhi illâ umemun emsâlukum, mâ farratnâ fîl kitâbi min şey’in summe ilâ rabbihim yuhşerûn(yuhşerûne).

Ve yeryüzünde yürüyen hayvanlardan ve iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa (4 ayaklı) hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki; sizin gibi ümmet olmasınlar. Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Sonra Rab’lerine haşrolunacaklar (olunurlar).



“Habîbim! Biz bu kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Her şeyi bu Kitabın içine yerleştirdik.”

Demek ki Kur’ân-ı Kerim, bir bütündür. İlgilenebileceğiniz her sualin cevabı bu Kitabın içindedir.


Öyleyse: Allahû Tealâ’dan istianeyi nasıl isteriz? Sual.

Cevap:  Bakara Suresi 45. âyet-i kerime:

2/BAKARA 45: Vesteînû bis sabri ves salât(salâti), ve innehâ le kebîratun illâ alâl hâşiîn(hâşiîne).

(Allah’tan) sabırla ve namazla istiane (özel yardım) isteyin. Ve muhakkak ki o (hacet namazı ile Allah’a ulaştıracak mürşidini sormak), huşû sahibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir.




“vesteînû bis sabri ves salât(salâti), ve innehâ le kebîratun illâ alâl hâşiîn(hâşiîne).”

Buyuruyor ki Allahû Tealâ: “Allah’tan sabırla ve namazla istiane isteyin (mürşidi isteyin). Bu, kebiretun bir iştir, zor bir iştir ama huşû sahipleri için zor değildir (suali sorması da cevabı alması da.)”

Ama dikkat edin ki; cevabın alınması, huşû sahibi olmaya bağlanmış Allahû Tealâ tarafından.

Acaba nasıl ve ne zaman huşû sahibi oluruz da Allah’tan mürşidimizi isteriz, onun elini öperiz ve Allah’ın emirlerini yerine getiririz? Bunun için birçok basamaklı bir merdiveni tırmanmamız gerekiyor. Bu merdivenin birinci basamağında Allah’a inanmak var. Tabiatıyla tek Allah’a inanmak, Allah’ın tekliğine inanmak. Allah’a inanmak, eğer birden fazla Allah’a inanmak olarak vasıflandırılıyorsa o küfürdür, insanı hiçbir yere götürmez ya da cehenneme götürür. Ama Allah’ın tekliğine, tek Allah’a inanan kişi, bundan sonraki bütün kademeleri aşabilir.


Birinci kademede Allah’a inanan bu insan, ikinci kademede 45 tane âyet-i kerimeyi mutlaka incelemek mecburiyetinde. Bu 45 âyet-i kerime, ona bir büyük gerçeği bütün detaylarıyla ispat edecektir. İnsan ölmeden evvel, dünya hayatını yaşarken, hayattayken ruhen Allah’a ulaşmalıdır. Bu ulaşmanın bir vecibe olduğunu, bir vakıa olduğunu Allahû Tealâ tam 95 tane âyet-i kerimede izah etmiş Kur’ân-ı Kerim’imizde.  Her kim bu 95 tane âyet-i kerimeyi tek tek incelerse öyle bir noktaya ulaşır ki; o kişi artık kesin şekilde ölmeden evvel insan ruhunun Allah’a ulaşmasına inanır.

Böyle bir noktaya gelen kişi, bir ikinci kademe için artık hazırdır, inceleyeceği âyet-i kerime sayısı 7’dir. 7 tane âyet-i kerimede Allahû Tealâ ve Tekaddes Hazretleri’nin, dünya hayatında Allah’a ulaşmayı üzerimize farz kıldığını inceleyecek kişi. İncelediği zaman kesin bir gerçeğe ulaşıyor. Ulaştığı …. açık ve kesin: İnsan Allah’a dünya hayatında ruhen ulaşmak mecburiyetindedir. Üzerine 7 defa farz kılınmıştır. Her kim bu vecibenin bir farz olduğuna inanırsa üç basamağı aşmıştır. Her kim üç tane basamağı aşarsa, bu üç basamağı aşan kişiler Kur’ân-ı Kerim’imizde bir isimle anılıyor. Bunlara Allah’ın verdiği isim: “Âmenû olanlar.” 


Demek ki; tek Allah’a inanan, Allah’a dünya hayatında ulaşmaya inanan ve Allah’a dünya hayatında ulaşmanın farz olduğuna inanan bir kişi,  hayatında en önemli engelleri aşmıştır.  Ve Allah’ın bundan sonraki yardımlarına ehil olmuştur, âmenû olmakla.

Bakınız ne diyor Hûd Suresi 29. âyet-i kerimede Hz. Nuh:

11/HÛD 29: Ve yâ kavmi lâ es’elukum aleyhi mâlâ(mâlen), in ecriye illâ alâllâhi ve mâ ene bi târidillezîne âmenû, innehum mulâkû rabbihim ve lâkinnî erâkum kavmen techelûn(techelûne).

Ve ey kavmim! Buna (tebliğ ettiğim şeylere) karşılık sizden mal olarak (bir şey) istemiyorum. Eğer ücretim (ecrim) varsa ancak Allah’a aittir. Ve ben âmenû olanları (Allah’a ulaşmayı dileyenleri) tardedecek (uzaklaştıracak, kovacak) değilim. Muhakkak ki onlar, Rab’lerine mülâki olacaklar (ulaşacaklar). Ve lâkin ben, sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum.


“Ben âmenû olanları yanımdan kovamam, yanımdan tard edemem. Çünkü onlar muhakkak Allah’ın Zat’ına ulaşacaklardır.”

Görüyorsunuz ki; bir muhakkaklık, bir kat’iyet, bir kesinlik geliyor. Âmenû olabilmek,  3 basamağı atlayabilmek, bu söylediğim standartlara sahip olabilmek, kişiyi mutlaka Allah’a ulaştıracak olan bir pozisyona vâsıl ediyor. Ve kişi âmenû olunca Allah’ın direkt yardımları gelmeye başlıyor. Nasıl yardımlar bunlar? Tegâbûn Suresi 11. âyet-i kerime, Allahû Tealâ buyuruyor:  

64/TEGÂBUN 11: Mâ esâbe min musîbetin illâ bi iznillâh(bi iznillâhi), ve men yu'min billâhi yehdi kalbeh, vallâhu bikulli şey'in alîm(alîmun).

Allah’ın izni olmadıkça bir musîbet isabet etmez. Ve kim Allah’a îmân ederse (âmenû olursa), (Allah) onun kalbine ulaşır. Ve Allah, herşeyi en iyi bilendir.

   


“ve men yu'min billâhi yehdi kalbeh: 
Kim Allah’a âmenû olursa o kişinin kalbine hidayeti koyarız.” diyor Allahû Tealâ.


O kişinin nefsinin kalbine Allahû Tealâ, âmenû olduğu için, bu 3 basamağı kendi gayretiyle aşabildiği için hidayeti koyuyor.


Acaba bu kişinin bu 3 basamağı aşması sırasında iç dünyasında neler oluyor? Herkes gibi başlangıçta âmenû olan kişi de nefsinin telkinleri altında, dünya hayatında Allah’a ulaşmak diye bir şeyin farkında değildi. Ama bu tarzda bir konferansa, bir toplantıya iştirak ettiği zaman Allahû Tealâ ve Tekaddes Hazretleri ona birtakım âyet-i kerimelerden bahsettirdi. Bu âyet-i kerimeleri incelemek gereğini duyan akıl, o âyet-i kerimeleri incelediği zaman, nefsin kendisini seneler boyunca aldatmış olduğunun da farkına vardı ve dünya hayatında Allah’a ulaşmanın mevcut olduğunu kesin bir şekilde öğrendi. Devam etti; 7 âyet-i kerimeyi daha bu 95 âyet-i kerimeden sonra; Allah’a dünya hayatında ulaşmanın farz olduğuna da kanaat getirdi. O zaman akılla nefs arasındaki ilişki kesildi. Nefs yalnız kaldı. Akıl başka bir yardımcı buldu kendisine; ruh. Çünkü ruh zaten, Allah’a, dünya hayatında fizik vücut yaşarken ruhun Allah’a ulaşmasındaki yetkileriyle donatılmış olan bir varlıktır.

İnsan ruhu, Allah’a ulaşmaya göre programlanmıştır. Mutlaka bu programın gereği yerine gelecektir. Kişi dilerse dünya hayatını yaşarken bunun gereklerini yerine getirir ve bilerek, isteyerek, teslim etmeyi….. olarak Allah’a ulaşır, dilerse yerine getirmez ama cehennemi seçmiştir ve öldükten sonra onun ruhu ancak Allah’a; ulaşmaz, ulaştırılır, Azrail (A.S) tarafından.

İşte bu iki tarz Allah’a ulaşmayı, Bakara Suresinin 46. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ şöyle anlatıyor:

 

2/BAKARA 46: Ellezîne yezunnûne ennehum mulâkû rabbihim ve ennehum ileyhi râciûn(râciûne).

Onlar (o huşû sahipleri) ki, Rab’lerine (dünya hayatında) muhakkak mülâki olacaklarına ve (sonunda ölümle) O’na döneceklerine yakîn derecesinde inanırlar.


ellezîne yezunnûne ennehum mulâkû rabbihim ve ennehum ileyhi râciûn(râciûne): Onlar kesin şekilde inanırlar ki; dünya hayatında ruhen Allah’a ulaşacaklardır, ölümden sonra da Allah’a geri döndürüleceklerdir.”


Demek ki bir tür ulaşmak; bilerek isteyerek bir hedefe doğru yönlenmek ve nefsin tezkiyesiyle ruhu Allah’a ulaştırmak,  diğeri ise Azrail (A.S) vasıtasıyla ruhun Allah’a; ulaşması değil,  ulaştırılması. İki olay birbirinden farklı.  Biri …. talebi vücuda getiriyor,  ikincisinde Azrail (A.S) vücuda getiriyor.

İşte Allah’tan istiane istemek için ehil olduğu olgunluk kademesine ulaşmak mecburiyetinde olan bir insan, evvelâ bu üç basamağı aşmak mecburiyetinde. Ve aklı, demek ki bu 45 âyet-i kerime ve 7 âyet-i kerimeyi incelediği zaman, eskiden ilişki kurduğu nefsle alâkasını kesiyor ve ilişkisini ruhla sürdürüyor. Allahû Tealâ bunlara bir de yardımcı ihsan ediyor; insanın iradesi. Böylece irade akıl ve ruh, bir mukaddes ittifak kuruyorlar iç dünyamızda, Allah’ın mutlak olarak yardımını alan bir mukaddes ittifak. Böyle bir ittifakın sahibi olan kişi, âmenû olmuştur, Allah’ın  bundan sonraki yardımlarına liyakat kesbetmiştir, ehil olmuştur. İşte böyle olan; ruhu, aklı ve iradesi bir arada olan, yetkilenmiş, programlanmış, bir hüviyet kazanmış olan bu insan, âmenû olmuştur. Allah’ın yardımlarına ehildir.

İşte Allahû Tealâ, demin söylediğim Tegâbûn Suresinin 11. âyet-i kerimesiyle bu kişiye ilk yardımını gönderiyor. Nedir bu ilk yardım? O kişinin kalbine Allahû Tealâ hidayeti koyuyor.    

64/TEGÂBUN 11: Mâ esâbe min musîbetin illâ bi iznillâh(bi iznillâhi), ve men yu'min billâhi yehdi kalbeh, vallâhu bikulli şey'in alîm(alîmun).

Allah’ın izni olmadıkça bir musîbet isabet etmez. Ve kim Allah’a îmân ederse (âmenû olursa), (Allah) onun kalbine ulaşır. Ve Allah, herşeyi en iyi bilendir.



Ne yapar bu hidayetin kalbine konulması? Kişinin nefsinin kalbine Allah’ın hidayeti koyması ne sağlar? O kişinin nefsinin kalbinin Allah’a dönmesini sağlar. Son derece önemli bir olgu. Ondan evvel şeytana dönük olan o insanın kalbi, Emmare kademesinde devamlı şeytandan telkinler alan ve aklı devamlı şerre davet eden o insanın nefsinin kalbi, artık Allah’a dönmüştür.

 

Bakınız, Kaf Suresinin 30. âyet-i kerimesinde ne diyor Allahû Tealâ, ruhen Allah’a ölmeden evvel ulaşanlar için bir ifade kullanıyor: 

 

50/KAF 30: Yevme nekûlu li cehenneme helimtele’ti ve tekûlu hel min mezîdin.

O gün cehenneme: “Doldun mu?” deriz. Ve o: “Daha fazlası var mı?” der.



“Onlar, kalpleri Allah’a dönük olarak Allah’a ulaşanlardır.”

Demek ki kalbin Allah’a dönük oluşu, Allah’a ulaşmamızdaki önemli bir faktör. Yetmez; 
bir mutlakıyet ifade ediyor konu; Ra’d Suresi 27. âyet-i kerime:

 

13/RA'D 27: Ve yekûlullezîne keferû lev lâ unzile aleyhi âyetun min rabbihi, kul innallâhe yudillu men yeşâu ve yehdî ileyhi men enâb(enâbe).

Ve kâfirler: “Ona, Rabbinden bir âyet (mucize) indirilse olmaz mı?” derler. De ki: “Muhakkak ki Allah, dilediği kimseyi dalâlette bırakır ve O’na yönelen kimseyi Kendine ulaştırır (hidayete erdirir).”



“Kimin kalbi Allah’a dönerse, o kişinin ruhu mutlaka Allah’a ulaşır.”

Demek ki kalbimizin, nefsimizin kalbinin Allah’a dönük oluşu, ruhumuzu Allah’a ulaştıran temel faktör, mutlakıyet kazanıyor konu. Kalbimiz Allah’a dönük oldu mu Allah’a ulaşmamız kesinlik kazanıyor. Mutlaka ruhen Allah’a ulaşacağız.  Ve kalbimiz Allah’a dönük olunca Allah’ın yeni bir yardımı bize ulaşıyor. Bu seferki yardım, En’âm Suresinin 125. âyet-i kerimesine dayalı. Allahû Tealâ buyuruyor:


6/EN'ÂM 125: Fe men yuridillâhu en yehdiyehu yeşrah sadrahu lil islâm(islâmi), ve men yurid en yudıllehu yec’al sadrahu dayyikan haracen, ke ennemâ yassa’adu fîs semâi, kezâlike yec’alûllâhur ricse alâllezîne lâ yu’minûn(yu’minûne).

Öyleyse Allah kimi Kendisine ulaştırmayı dilerse onun göğsünü yarar ve (Allah’a) teslime (İslâm’a) açar. Kimi dalâlette bırakmayı dilerse, onun göğsünü semada yükseliyormuş gibi daralmış, sıkıntılı yapar. Böylece Allah, mü’min olmayanların üzerine azap verir.


fe men yuridillâhu en yehdiyehu yeşrah sadrahu lil islâm(islâmi): Allah kimi Kendisine ulaştırmayı dilerse o kişinin göğsünü teslimlere açar.”


Ama “Önce göğsünü şerh eder.” diyor, “yarar” diyor, “ameliyat eder.” diyor.

Demek ki Allahû Tealâ, ehil olan insanların, en azından bu üç kademeyi kendi gayretiyle ve Allah’ın yardımıyla aşabilmiş olan, âmenû olabilmiş olan insanların, önce kalbine hidayeti koyuyor. Sonra da o kişinin göğsünü bir ameliyata tâbî tutuyor. Ve ameliyata tâbî tuttuğu bu göğüsten, kalbe doğru bir yol açıyor. Niçin açıyor? Allah’ın rahmeti, bu yolu takip ederek insanın kalbine (nefsinin kalbine) ulaşsın diye.


Allahû Tealâ buyuruyor ki: 

2/BAKARA 186: Ve izâ seeleke ıbâdî annî fe innî karîb(karîbun) ucîbu da’veted dâi izâ deâni, felyestecîbû lî velyu’minû bî leallehum yerşudûn(yerşudûne).

Ve kullarım sana, Benden sorduğu zaman, muhakkak ki Ben, (onlara) yakınım. Bana dua edilince, dua edenin duasına (davetine) icabet ederim. O halde onlar da Bana (Benim davetime) icabet etsinler ve Bana âmenû olsunlar (Bana ulaşmayı dilesinler). Umulur ki böylece onlar irşada ulaşırlar (irşad olurlar).



ucîbu da’veted dâi izâ deâni: Biz davet edildiğimiz zaman” diyor, “mutlaka davete icabet ederiz.”


Zikir,  Allah’ın ismini: “Allah, Allah, Allah, Allah, Allah…” diye tekrarlamaktır. Yani Allah’ı davet etmektir, Allah’ı çağırmaktır. Kâinattaki bir insan nefsini tezkiye edecek tek anahtar, işte bu zikirdir, her kapıyı açan,  kâinattaki en sağlam anahtar.

Sözlerime dikkat edin. İnşaallah hiçbirinizde bir büyük üzüntüyü doğuracak bir olay tahakkuk etmez ama bir an için olduğunu düşünelim; çok büyük bir acıyla karşılaştınız, çok yakınlarınızı bir anda kaybettiniz ve sonsuz bir acı yüreğinizde çöreklendi. Ve şiddetli bir şekilde huzursuzsunuz, büyük ıstırap çekiyorsunuz. Hemen müsekkin ilaçlara, trankilizan ilaçlara sarılmayın, Allah’ın ilacına sarılın.  Elinize bir tespih alın, “Eûzubillâhimineşşeytânirracîm,” deyin,  “Bismillâhirrahmânirrahîm.” deyin ve yalnız “Allah” kelimesini tekrar etmeye başlayın: “Allah, Allah, Allah, Allah, Allah…” diye.  Bunu yaptığınız zaman, çok değil, 5 dakikalık bir sürenin içerisinde içinizdeki o sonsuz karanlıkların, büyük hüznün, sizi üzüntünün ta köküne indirmiş olan o sıkıntının bir anda yok olduğunu göreceksiniz.

Olay son derece açık ve kesin. Allah’ın bütün insanlara, onların acılarını dindirmek, onların  ….. hafifletmek ve nefslerini tezkiye etmek için verdiği temel ilaç, zikirdir; kâinattaki en büyük ibadettir. Ankebût Suresi 45. âyet-i kerime, Allahû Tealâ buyuruyor:

29/ANKEBÛT 45: Utlu mâ ûhıye ileyke minel kitâbi ve ekımıs salât(salâte), innes salâte tenhâ anil fahşâi vel munker(munkeri), ve le zikrullâhi ekber(ekberu), vallâhu ya’lemu mâ tasneûn(tasneûne).

Kitaptan sana vahyedilen şeyi oku ve salâtı ikâme et (namazı kıl). Muhakkak ki salât (namaz), fuhuştan ve münkerden nehyeder (men eder). Ve Allah’ı zikretmek mutlaka en büyüktür. Ve Allah, yaptığınız şeyleri bilir.



“mâ ûhıye ileyke minel kitâbi ve ekımıs salât(salâte), innes salâte tenhâ anil fahşâi vel munker(munkeri), ve le zikrullâhi ekber(ekberu).”

Diyor ki Allahû Tealâ: “Habîbim! Sana kitaptan vahyettiklerimizi onlara oku, tilavet et ve namaz kıl. Çünkü namaz, kötülüklerden ve fuhuştan men eder. Ama Allah’ın zikri en büyüktür.”

Neden en büyük? Burada Allahû Tealâ namazla ve Kur’ân-ı Kerim tilavetiyle karşılaştırmış ve zikrin en büyük olduğunu söylüyor, ikisinden de daha büyük. Neden büyük? Çünkü zikir, daimî bir ibadettir. Ve bir insanın Allah’la olan ilişkilerinde, Allah’ın o insana karşı duyduğu sevgiyi bir oran ifade eder; bir günlük zikrinizin 24 saate oranı. 24 saatlik bir zaman parçası içinde ne kadar zikrediyorsunuz? Allah’ın size olan sevgisi bu zikirle paraleldir.

Bir gün daimî zikre ulaştığınız zaman Allah’ın tam sevgisine kavuşacaksınız ve o sevgiye ehil ve lâyık olacaksınız. Çünkü daimî zikre ulaştığınız zaman nefsinizde hiçbir afet kalmayacak. İslâm’ı yaşayacaksınız, İslâm şerefine nail olacaksınız. Ve İslâm şerefine nail olmak demek, Allah’ın sevgilisi olmak demektir. İşte en çok sevilenler, en çok zikredenlerdir.

Unutmayın ki; zikir de bir farz-ı ayn olarak üzerimize verilmiştir. İşte Nisâ Suresi 103. âyet-i kerime:

 

4/NİSÂ 103: Fe izâ kadaytumus salâte fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum, fe izatma’nentum fe ekîmus salât(salâte), innes salâte kânet alâl mu’minîne kitâben mevkûtâ(mevkûten).

Böylece namazı bitirdiğiniz zaman, artık ayaktayken, otururken ve yan üstü iken (yatarken), (devamlı) Allah'ı zikredin! Daha sonra güvenliğe kavuştuğunuz zaman, namazı erkânıyla kılın. Muhakkak ki namaz, mü'minlerin üzerine, "vakitleri belirlenmiş bir farz" olmuştur.



“Ayaktayken, otururken ve yatarken daima Allah’ı zikret.”

Bir insan sadece üç şekilde bulunabilir. O insan ya oturur haldedir, ya ayaktadır, ya da yatıyor haldedir. Ama bir dördüncü hal hiç kimse için mümkün değildir. Herkes sadece üç konumda bulunabilir. Ve bu üç konumun üçünde de zikretmeniz açık bir şekilde emrediliyor. Böyle insanlar var mı? Evet. Âli İmrân Suresi 191. âyet-i kerime:

 

3/ÂLİ İMRÂN 190: İnne fî halkıs semâvâti vel ardı vahtilâfil leyli ven nehâri le âyâtin li ulîl elbâb(ulîl elbâbı).

Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde, ulûl elbab için elbette âyetler (deliller) vardır.

3/ÂLİ İMRÂN 191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).

Onlar (ulûl elbab, lüblerin, Allah'ın sır hazinelerinin sahipleri), ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (daima) Allah'ı zikrederler. Ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve derler ki): "Ey Rabbimiz! Sen bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Sen Subhan'sın, artık bizi ateşin azabından koru.



“O ulûl’elbab kullarım ki;  onlar otururken, onlar ayaktayken, onlar yatarken daima Allah’ı zikrederler.”


İşte daimî zikirde olan bu insanlar, ulûl’elbabdır, yani lübblerin sahipleridir. Yani sır hazinelerinin sahipleridir. Çünkü kalplerindeki bütün karanlıklar yok oldu. Ve Allahû Tealâ onların kalplerindeki işitme hassasını açmış, Allah’tan gelen şeyleri duyabilir hale getirmiş, Allah’ın her söylediğini işitebilir hale gelmişler. Ve Allah onların kalplerindeki görme hassasının üzerindeki perdeyi kaldırmış. Ve onlar Allah’ın göstermek istediklerini görebilir hale gelmişler. Onun için sır hazinelerinin sahibi olmuşlar. Ve Allahû Tealâ onun için bunlara “lübbün sahibi” diyor. “Lübblerin sahibi” olarak, “sır hazinelerinin sahibi” olarak vasıflandırıyor onları.


İşte Allahû Tealâ niçin göğsümüzden kalbimize yol açıyor diye sormuştuk. O sualin cevabı sadedinde bilgi konusunda bu kadar bilgi verdik size. Zikir yaptığımız zaman, kim zikir yaparsa yapsın Allah’ı davet ettiği için Allah mutlaka davete icabet edecek ve o kişinin göğsüne, zikir yaptığı sürece Allah’ın rahmeti mutlaka ulaşacaktır. Ama eğer o göğüsten içeriye, kalbe doğru bir yol En’âm Suresinin 125. âyet-i kerimesi gereğince açılmamışsa, Allah, lâyık olmadıkları için onların göğüslerini ameliyat edip de göğüslerinden kalplerine bu yolu açmamışsa, onlar ne kadar zikrederse etsin, Allah’tan gelen rahmet göğüslerine kadar gelip içeriye girmeden, kalpteki temizlik vazifesini yapamadan geri dönmek mecburiyetindedir. Ve zikrin rahmetinin geri dönüşü, o kişide rahmetin görev yapamamasını ifade eder. Ama Allahû Tealâ kimin göğsünden kalbine bu yolu açmışsa, bu göğüsten kalbe açtığı yol, zikir yaptığı zaman o kişinin kalbine, nefsinin kalbine Allah’ın rahmetinin ulaşmasını ifade eder. Ve Zumer Suresinin 22. âyet-i kerimesi, Allah’tan gelen bu rahmetin, böyle olan kişilerde bir nura, bir aydınlığa sebebiyet verdiğini ifade buyuruyor.

39/ZUMER 22: E fe men şerahallâhu sadrahu lil islâmi fe huve alâ nûrin min rabbih(rabbihi), fe veylun lil kâsiyeti kulûbuhum min zikrillâh(zikrillâhi), ulâike fî dalâlin mubîn(mubînin).

Allah kimin göğsünü İslâm için (Allah’a teslim için) yarmışsa artık o, Rabbinden bir nur üzere olur, değil mi? Allah’ın zikrinden kalpleri kasiyet bağlayanların vay haline! İşte onlar, apaçık dalâlet içindedirler.


Diyor ki: “Sadece Allah’ın, göğüslerinden kalplerine, ameliyat ederek yol açtığı kişiler var ya, sadece onlar Allah’ın nuruna kalplerinde sahip olabilirler.”

Demek ki Allah’ın nurunun bir kalbe, Zumer Suresinin 22. âyet-i kerimesi gereğince ulaşabilmesi, şarta bağlıdır. Bu şart, o kişinin göğsünden kalbine, bizatihi Allah’ın En’âm Suresinin 125. âyet-i kerimesi gereğince yol açmasıdır.

6/EN'ÂM 125: Fe men yuridillâhu en yehdiyehu yeşrah sadrahu lil islâm(islâmi), ve men yurid en yudıllehu yec’al sadrahu dayyikan haracen, ke ennemâ yassa’adu fîs semâi, kezâlike yec’alûllâhur ricse alâllezîne lâ yu’minûn(yu’minûne).

Öyleyse Allah kimi Kendisine ulaştırmayı dilerse onun göğsünü yarar ve (Allah’a) teslime (İslâm’a) açar. Kimi dalâlette bırakmayı dilerse, onun göğsünü semada yükseliyormuş gibi daralmış, sıkıntılı yapar. Böylece Allah, mü’min olmayanların üzerine azap verir.



Böyle bir yol açılmışsa, Allah’ın rahmeti zikir boyunca evvelâ o kişinin göğsüne gelecektir, göğsünden o yolu takip ederek kalbine kadar ulaşacaktır. Ama kalpte yeni bir engelle karşılaşacaktır Allah’ın rahmeti. Bu engel, o kalbin üzerinde bulunan mühürdür.

Câsiye Suresinin 23. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ, hidayetçiye ulaşamayanların dalâlette olduğunu söylüyor. Ve dalâlette olanların kalplerinin mühürlü olduğunu buyuruyor. Ayrıca kalplerindeki işitme hassasının da mühürlü olduğunu söylüyor, görme hassasının da perdeli olduğunu söylüyor.


45/CÂSİYE 23: E fe raeyte menittehaze ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin ve hateme alâ sem’ihî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveten, fe men yehdîhi min ba’dillâhi, e fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).

Hevasını kendisine ilâh edinen kişiyi gördün mü? Ve Allah, onu ilim (onun faydasız ilmi) üzere dalâlette bıraktı. Ve onun işitme hassasını ve kalbini mühürledi. Ve onun basar (görme) hassasının üzerine gışavet (perde) çekti. Bu durumda Allah’tan sonra onu kim hidayete erdirir? Hâlâ tezekkür etmez misiniz?




Şu anda bizi alâkadar eden şey, Câsiye Suresinin 23. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ’nın söylediği şu ifade: “Onların kalpleri mühürlüdür. Hidayetçiye ulaşamayanların kalpleri mühürlüdür. Onlar dalâlettedirler.”


Bu kişi bu kadar kademeyi aşabildiği halde hâlâ hidayetçiye ulaşabilmiş değil ve kalbi hâlâ mühürlü. Ve zikir yaptığı zaman Allah’ın açtığı yoldan, göğsünden kalbine ulaşan Allah’ın rahmeti, aydınlatıcı fonksiyonunu tam olarak eda edemiyor, çünkü o kalbin üzerinde mühür var ve mührün kenarından içeriye sızabiliyor. Bunun da sebebi kalbin konum değiştirmiş olmasıdır. O kalp eskiden şeytana dönüktü, şimdi Allah’a dönük hale geldi. Ve şeytana dönük olan bu kalp Allah’a dönük hale geldiği için mühürde çatlamalar oldu ve onun kenarından Allah’ın rahmeti kalbin içine sızmaya başladı.

Nefs kalbinin iki tane kapısı var. Birisi; Allah’tan gelen rahmetin kalbimize ulaştığı rahmet kapısı, ikincisi; şeytandan gelen karanlıkların kalbimize ulaştığı, karanlıkların ulaştığı zulmet kapısı. Ve zulmet kapısının üzerinde bir perde veya engel olmadığı halde Allah’ın rahmet kapısının üzerinde bir perde var. Neden? Bir insan Allah’a lâyık olmak istiyorsa o bir gayretin sahibi olmak mecburiyetinde. En az 3 kademeyi aşıp âmenû olmak mecburiyetinde. Ondan sonra Allah’ın yardımı gelecek ve bu perdeyi, bu mührü o kişinin kalbinden söküp alacaktır.

İşte böyle bir olayın tahakkuku için demek ki evvelâ göğsümüzden kalbimize yol açıyor ve zikir yaptığımız zaman, göğsümüzden rahmet bu yolu takip ederek kalbimize kadar ulaşıyor ve kalbimizin üzerindeki mühürden içeriye sızıyor. Bu sızma, kalbimizde çok parlak olmayan bir aydınlığı vücuda getiriyor. Çünkü bir taraftan şeytan karanlıklarını kalbimize ulaştırmakta devam ediyor. Öyleyse bir taraftan şeytanın karanlıklarının kalbimize girişi, öbür taraftan Allah’ın rahmetinin kalbimize girişi fakat rahmetin kapı genişliğince giremeyişi, kapının üzerinde bir mührün var olması sebebiyle. Öyleyse kısmî bir aydınlık, nefs tezkiyesinde sağlanan aydınlıktan çok daha az bir aydınlık kalbimize ulaşıyor ve kalbimizi aydınlatıyor. İşte bu tarzdaki aydınlığın, kalp aydınlığının adına Allahû Tealâ “huşû sahibi olmak” diyor.


Hadîd Suresinin 16. âyet-i kerimesinde Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:

57/HADÎD 16: E lem ye’ni lillezîne âmenû en tahşea kulûbuhum li zikrillâhi ve mâ nezele minel hakkı ve lâ yekûnû kellezîne ûtûl kitâbe min kablu fe tâle aleyhimul emedu fe kaset kulûbuhum, ve kesîrun minhum fâsikûn(fâsikûne).

Allah’ın zikri ile ve Hakk’tan inen şeyle (Allah’ın nurları ile), âmenû olanların (Allah’a ulaşmayı dileyenlerin) kalplerinin huşû duyma zamanı gelmedi mi? Kendilerine daha önce kitap verilip de böylece üzerinden uzun zaman geçince, artık (zikri unuttukları için) kalpleri katılaşan kimseler gibi olmasınlar. Onlardan çoğu fasıklardır.

  

 

“O kişinin kalbinde, zikirle ve Hakk’tan inen rahmetle huşû oluşması zamanı daha gelmedi mi?” buyuruyor Allahû Tealâ.

Demek ki bir kişinin kalbinde, Hakk’tan inen rahmetle ama zikirle huşû oluşması söz konusu. Demek ki zikir, Allah’ın rahmetini davet ediyor. Bu rahmet, göğsümüzden kalbimize ulaşıyor ve kalbimizde bir aydınlık vücuda getiriyor. İşte bu aydınlığın adına Allahû Tealâ “huşû” adını veriyor.

Öyleyse bu kademeye ulaşabildiysek, bu kademe sekizinci kademedir. Biz artık huşû sahibi olduk. Bu kademeye kadar geçen kademeleri beraberce bir defa daha sayalım:

*Önce Allah’a inanıyoruz; 1. kademe.

…………; 5. kademe,

*Allahû Tealâ göğsümüzden kalbimize bir yol açıyor; 6. kademe.

*Zikir yaptığımız zaman bu yolu takip eden rahmet, kalbimize ulaşıyor; 7. kademe.

*Kalbimize ulaşan bu rahmet kalbimizde bir aydınlığı vücuda getiriyor, huşû sahibi kılıyor bizi; 8. kademe.

Şimdi Bakara Suresinin 45. âyet-i kerimesine bir defa daha bakalım:

2/BAKARA 45: Vesteînû bis sabri ves salât(salâti), ve innehâ le kebîratun illâ alâl hâşiîn(hâşiîne).

(Allah’tan) sabırla ve namazla istiane (özel yardım) isteyin. Ve muhakkak ki o (hacet namazı ile Allah’a ulaştıracak mürşidini sormak), huşû sahibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir.


 

“vesteînû bis sabri ves salât(salâti),  innehâ le kebîratun illâ alâl hâşiîn(hâşiîne).”


Allahû Tealâ buyuruyor ki: “Sabırla ve namazla Allah’tan istiane isteyin. Bu, kebiretun (zor) bir iştir ama huşû sahipleri için zor değildir.”


Demek ki Allahû Tealâ’dan mürşidimizi istemek için, istianeyi istemek için huşû sahibi olmamız lâzımdı ki Allah’tan cevabı alabilelim.  Şimdi huşû sahibi olduk. Perşembeyi Cumaya bağlayan gece veya kandil gecelerinden birinde, mukaddes gecelerden birinde -her Perşembeyi Cumaya bağlayan gece olabilir- hacet namazını kılmamız gerekiyor.

Hacet namazı, dört rekâtlık bir namaz. Önce boy abdesti almayı gerektiriyor. Hacet namazına niyetleniyoruz.

*Birinci rekâtta Fâtiha’dan sonra üç tane Âyet-el Kürsî okuyoruz.

*İkinci rekâtta Fatihâ’dan sonra İhlâs, Felâk, Nâs okuyoruz.

*Üçüncü rekâtta Fâtiha’dan sonra gene İhlâs, Felâk, Nâs okuyoruz.

*Dördüncü rekâtta gene aynı şeyi yapıyoruz.

Allah’tan mürşidimizi istiyoruz ve hiç kimseyle konuşmadan yatıyoruz. Yatarken yatağımızı kıbleyi sağa alacak şekilde dizayn ediyoruz. Vücudumuzu da sağa çevirerek uyumaya çalışıyoruz. Uyumadan evvel yastıkta başımızı oynatarak kulağımızda kalbimizin sesini hissetmeye çalışıyoruz. Hissettikten sonra üç tane Âyet-el Kürsî okuyoruz ve Allahû Tealâ’dan mürşidimizi isteyerek, kulağımızdaki kalbimizin her atışında “Allah” kelimesini birbirinin ardından tekrar ederek yani zikirle uykuya dalıyoruz. Ve eğer huşû sahibi olmuşsak yani kalbimiz Allah’a dönükse ve Allahû Tealâ göğsümüzden kalbimize o yolu açmışsa, kalbimiz aydınlanmışsa Allahû Tealâ bize mutlaka mürşidimizi gösteriyor. İşte mürşidimizin Allah tarafından gösterilmesi 9. kademeyi ifade ediyor. Bu mürşide ulaşmak da 10. kademeyi ifade ediyor.


Şimdi beraberce Furkân Suresinin 69, 70 ve 71. âyet-i kerimelerine bakalım. Allahû Tealâ buyuruyor ki Furkân-69’da:

25/FURKÂN 69: Yudâaf lehul azâbu yevmel kıyâmeti ve yahlud fîhî muhânâ(muhânen).

Kıyâmet günü onun azabı kat kat artar. Ve orada alçaltılmış olarak ebediyyen kalır.



“Tövbe etmeyenler cehenneme gider.”

Bu tövbeyi alelâde bir tövbe zannetmeyin. Tövbenin mahiyeti Furkân Suresinin 70 ve 71. âyet-i kerimelerinde açıklanmış. Allahû Tealâ diyor ki:

 

25/FURKÂN 70: İllâ men tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât(hasenâtin), ve kânallâhu gafûran rahîmâ(rahîmen).

Ancak kim (mürşidi önünde) tövbe eder (böylece kalbine îmân yazılıp, îmânı artan) mü’min olur ve salih amel (nefs tezkiyesi) yaparsa, o taktirde işte onların, Allah seyyiatlerini (günahlarını) hasenata (sevaba) çevirir. Ve Allah, Gafur’dur (günahları sevaba çevirendir), Rahîm’dir (rahmet nuru gönderendir).



“Ama tövbe edenler cehenneme gitmezler. Onlar cennete giderler (tövbe edenler).”


Nasıl bir tövbe?

1- “Bu tövbe bir kişiyi mü’min kılar.” diyor Allahû Tealâ.

2- “Bu tövbe kişiyi nefs tezkiyesine başlatır, nefsin ıslâhına başlatır.”

3- “Bu kişinin bütün günahları bu tövbe sebebiyle sevaba çevrilir.”


Furkân-70 burada bitiyor. Furkân-71’e geçiyor Allahû Tealâ:

25/FURKÂN 71: Ve men tâbe ve amile sâlihan fe innehu yetûbu ilâllâhi metâbâ(metâben).

Ve kim (mürşidi önünde) tövbe eder ve salih amel (nefs tezkiyesi) işlerse, o taktirde muhakkak ki o, tövbesi kabul edilmiş olarak Allah’a ulaşır (hayattayken ruhu Allah’a ulaşır).



“Kim böyle bir tövbeyi yapmışsa ve nefs tezkiyesine başlamışsa o kişinin ruhu mutlaka Allah’a ulaşır ve tövbesi kabul edilmiş bir şekilde Allah onu kabul buyurur.” diyor Allahû Tealâ.

Demek ki Furkân-70, bir tövbeden bahsediyor:


Nasıl bir tövbe? Bizi mü’min kılan bir tövbe.

Nasıl bir tövbe? Bizi nefs tezkiyesine başlatan bir tövbe.

Nasıl bir tövbe? Bütün günahlarımızı sevaba çeviren bir tövbe.

Nasıl bir tövbe? Ruhumuzu Allah’a ulaştıran bir tövbe.

Öyleyse bu tövbe nefs tezkiyesini tahakkuk ettirdiğine göre, biz de nefs tezkiyesini kendimiz sağlayamadığımıza göre bu, nefs tezkiyesini sağlayacak olan bir kişinin huzurunda yapılan bir tövbedir. İşte bu kişi, Allah’ın bizim için tayin ettiği mürşiddir.  Hacet namazını kılıp bunu makamına sorduk Allah’ın. Allahû Tealâ ne diyordu?

16/NAHL 9: Ve alâllâhi kasdus sebîli ve minhâ câirun, ve lev şâe le hedâkum ecmaîn(ecmaîne).

Ve sebîllerin (dergâhlardan Sıratı Mustakîm'e ulaşan bütün yolların yani mürşidlerin) tayini, Allah'ın üzerinedir. Ve ondan sapanlar vardır. Ve eğer O dileseydi, sizin hepinizi hidayete erdirirdi.



“Allah’a giden yolun tayini yalnız Allah’a aittir.”


İşte yalnız Allah’a ait olan bir delil, Allah’tan sorulur. Ve bunun için belli bir liyâkate ulaşmamız gerekirdi; huşû sahibi olmamız gerekirdi, huşû sahibi olarak bu sualin cevabını verecek olan, verebilecek olan tek varlığa; Allah’a sorduk, O’nun emrine uygun olarak. Ve Allahû Tealâ lâyık olduğumuz için bize mürşidimizi gösterdi ve ona ulaştık, Furkân Suresinin 70. âyet-i kerimesine göre tövbe ettik.


Acaba bu tövbe neleri sağlar? Tam 7 tane olaydan bahsediyor Kur’ân-ı Kerim’imiz. Bize ait olan mürşidin önünde el öptüğümüz zaman, o mürşidin ruhu derhâl başımızın üzerinde bir ni’met olarak oluşuyor. Mucâdele Suresi 22. âyet-i kerime:

58/MUCÂDELE 22: Lâ tecidu kavmen yu’minûne billâhi vel yevmil âhiri yuvâddûne men hâddallâhe ve resûlehu ve lev kânû âbâehum ve ebnâehum ve ihvânehum ev aşîratehum, ulâike ketebe fî kulûbihimul îmâne ve eyyedehum bi rûhin minhu, ve yudhıluhum cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru hâlidîne fîhâ, radıyallâhu anhum ve radû anhu, ulâike hizbullâh(hizbullâhi), e lâ inne hizballâhi humul muflihûn(muflihûne).

Allah’a ve ahiret gününe (ölmeden önce Allah’a ulaşmaya) îmân eden bir kavmi, Allah’a ve O’nun Resûl’üne karşı gelenlere muhabbet duyar bulamazsın. Ve onların babaları, oğulları, kardeşleri veya kendi aşiretleri olsa bile. İşte onlar ki, (Allah) onların kalplerinin içine îmânı yazdı. Ve onları, Kendinden bir ruh ile destekledi (orada eğitilmiş olan, devrin imamının ruhu onların başlarının üzerine yerleşir). Ve onları, altından nehirler akan cennetlere dahil edecek. Onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Allah, onlardan razı oldu. Ve onlar da O’ndan (Allah’tan) razı oldular. İşte onlar, Allah’ın taraftarlarıdır. Gerçekten Allah’ın taraftarları, onlar, felâha erenler değil mi?



“Onların başlarının üzerinde, Katımızdan eğitim görmüş olan bir ruh göndeririz ve o ruhla, bir ni’met olan o ruhla onları destekleriz.”


Mu’min Suresi 15.  âyet-i kerime:

 

40/MU'MİN 15: Rafîud deracâti zul arş(arşi), yulkır rûha min emrihî alâ men yeşâu min ıbâdihî li yunzira yevmet telâk(telâkı).

Dereceleri yükselten ve arşın sahibi olan Allah, kullarından (Kendisine ulaştırmayı) dilediği kişinin (Allah’a ulaşmayı dilediği için Allah’ın da Kendisine ulaştırmak istediği kişinin) üzerine (başının üzerine) Allah’a ulaşma gününün geldiğini (o kişinin ruhuna) ihtar etmek için, emrinden (Allah’ın emrini tebliğ edecek) bir ruh (devrin imamının ruhunu) ulaştırır.



“Dereceleri yükselten ve arşın sahibi olan Allah, kullarından lâyık olanların başlarının üzerine emrinden bir ruh ulaştırır.”


Dikkat edin: “Başlarının üzerine.”

Bizim ruhumuzun bize üfürülmesi, “fîhi” kelimesiyle tahakkuk ediyor; Secde Suresi 9. âyet-i kerime:

32/SECDE 24: Ve cealnâ minhum eimmeten yehdûne bi emrinâ lemmâ saberû ve kânû bi âyâtinâ yûkınûn(yûkınûne).

Ve onlardan, emrimizle hidayete erdiren imamlar kıldık, sabır sahibi oldukları ve âyetlerimize (Hakk’ul yakîn seviyesinde) yakîn hasıl etmiş oldukları için.



“ve nefeha fîhi min rûhihî: 
Biz onun içine ruhumuzdan üfürdük.” diyor Allahû Tealâ.


Dikkat edin ifadeye: “Onun içine üfürdük.”

Ama mürşidimizin ruhu içimize değil, başımızın üzerine gönderiliyor ve ni’met olarak gönderiliyor. İşte Âli İmrân-164, Cuma-2:

3/ÂLİ İMRÂN 164: Lekad mennallâhu alâl mu’minîne iz bease fîhim resûlen min enfusihim yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmete, ve in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn(mubînin).

Andolsun ki Allah, mü’minlerin (başlarının) üzerine (devrin imamının ruhu) bir ni’met olmak üzere (onların aralarında, kendi kavminin içinde) kendilerinden bir resûl beas eder. Onlara O’nun (Allah’ın) âyetlerini tilâvet eder, onları tezkiye eder ve onlara kitap ve hikmeti öğretir. Ondan evvel (Allah'a ulaşmayı dilemeden evvel) onlar gerçekten açık bir dalâlet içinde idiler.



62/CUMA 2: Huvellezî bease fîl ummiyyîne resûlen minhum yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmete, ve in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn(mubînin).

Ümmîler arasında, kendilerinden bir resûl beas eden (görevlendiren) O’dur. Onlara, O’nun (Allah’ın) âyetlerini okur, onları tezkiye eder (nefslerini temizler), onlara Kitab’ı (Kur’ân-ı Kerim’i) ve hikmeti öğretir. Ve daha önce (Allah'a ulaşmayı dilemeden evvel) elbette onlar, sadece açık bir dalâlet içinde idiler.


“İnsanlara bir ni’met olmak üzere mürşidler beas ettik.”

Ve bu ni’met ne zaman geliyor? Âyet-i kerimenin sonunda görüyoruz bunu: “Ondan evvel, o mürşidin elini öpmeden evvel, onlar açık bir dalâlet içindeydiler.”

Demek ki mürşidin elini öptüğümüz zaman başımızın üzerine o ni’met gelip yerleşiyor ve biz Sıratı Mustakîm’de oluyoruz. Nasıl oluyoruz Sıratı Mustakîm’de? Başımızın üzerine gelip yerleşen mürşidimizin ruhu, arkadan öne doğru uzanan bir pozisyonda yatay olarak başımızın üzerine geliyor ve bu, Ra’d Suresinin 11. âyet-i kerimesine göre bir muhafızdır.

13/RA'D 11: Lehu muakkibâtun min beyni yedeyhi ve min halfihî yahfezûnehu min emrillâh(emrillâhi), innallâhe lâ yugayyiru mâ bi kavmin hattâ yugayyirû mâ bi enfusihim, ve izâ erâdallâhu bi kavmin sûen fe lâ meredde lehu, ve mâ lehum min dûnihî min vâl(vâlin).

Onları (o kavimdekileri), önünden ve arkasından (önden arkaya doğru uzanan) takip edenler (devrin imamlarını koruyan muhafız melekler) vardır. Allah’ın emrinden olup, onları korurlar. Muhakkak ki; Allah, onlar nefslerinde olan şeyi (hidayette kalma konusundaki niyetlerini) bozmadıkça, bir kavimde olan şeyi bozmaz (devrin imamının ruhunu başlarının üzerinden almaz). Ve Allah, bir kavme ceza vermeyi dilediği zaman, artık onu reddedecek (mani olacak kimse) yoktur. Ve onlar için, ondan başka koruyan bir dost yoktur.


İşte bu ruh, derhâl fizik vücudumuzun içinde bulunan ve Allah’a dönmek için programlanmış olan bizim ruhumuza …. eder. Allah’a dönmeye zaten büyük istek duyan bizim ruhumuzu derhal beraberine alır, onu dergâhına götürür ve dergâhında ona bir rahle ihsan eder, hediye eder. Ve bizim ruhumuz için rahle-i tedris; yer eğitimi o gün başlar. İşte bu olayı Allahû Tealâ Nebe Suresinin 39.  âyet-i kerimesinde anlatıyor:

78/NEBE 39: Zâlikel yevmul hakku, fe men şâettehaze ilâ rabbihî meâbâ(meâben).

İşte o gün (mürşidin eli Hakk'a ulaşmak üzere öpüldüğü ve ona tâbî olunduğu gün), Hakk günüdür. Dileyen (Allah'a ulaşmayı dileyen) kişi, kendisine Rabbine ulaştıran (yolu, Sıratı Mustakîm'i) yol ittihaz eder. (Allah'a ulaşan kişiye Allah) meab (sığınak, melce) olur.



zâlikel yevmul hakku: İşte o gün Hakk günüdür.”

Neden? Neden o gün Hakk günü? Çünkü kişi o gün Hakk’a giden, Allah’a giden bir yol ittihaz ediyor kendisine. Sıratı Mustakîm’i yol olarak ittihaz ediyor, Sıratı Mustakîm’e ulaşıyor. Tek bir fırkaya tâbî oluyor; Sıratı Mustakîm’e tâbî olanların fırkasına.


Mucâdele Suresinin 22. âyet-i kerimesine göre kim Sıratı Mustakîm’e ulaşırsa, mürşidinin elini öpüp de onun önünde tövbe ederek Sıratı Mustakîm’e ulaşırsa o kişi “Hizbullah” adını alıyor; “Allah’ın taraftarı.” Ve bir tek fırkanın sahibi; Sıratı Mustakîm’in sahibi.

58/MUCÂDELE 22: Lâ tecidu kavmen yu’minûne billâhi vel yevmil âhiri yuvâddûne men hâddallâhe ve resûlehu ve lev kânû âbâehum ve ebnâehum ve ihvânehum ev aşîratehum, ulâike ketebe fî kulûbihimul îmâne ve eyyedehum bi rûhin minhu, ve yudhıluhum cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru hâlidîne fîhâ, radıyallâhu anhum ve radû anhu, ulâike hizbullâh(hizbullâhi), e lâ inne hizballâhi humul muflihûn(muflihûne).

Allah’a ve ahiret gününe (ölmeden önce Allah’a ulaşmaya) îmân eden bir kavmi, Allah’a ve O’nun Resûl’üne karşı gelenlere muhabbet duyar bulamazsın. Ve onların babaları, oğulları, kardeşleri veya kendi aşiretleri olsa bile. İşte onlar ki, (Allah) onların kalplerinin içine îmânı yazdı. Ve onları, Kendinden bir ruh ile destekledi (orada eğitilmiş olan, devrin imamının ruhu onların başlarının üzerine yerleşir). Ve onları, altından nehirler akan cennetlere dahil edecek. Onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Allah, onlardan razı oldu. Ve onlar da O’ndan (Allah’tan) razı oldular. İşte onlar, Allah’ın taraftarlarıdır. Gerçekten Allah’ın taraftarları, onlar, felâha erenler değil mi?

 

Ve Allahû Tealâ hepimizin Sıratı Mustakîm’e mutlaka ulaşmamızı emrediyor.  En’âm Suresi 152. âyet-i kerime, Allahû Tealâ ve Tekaddes Hazretleri buyuruyor:

 

6/EN'ÂM 152: Ve lâ takrabû mâlel yetîmi illâ billetî hiye ahsenu hattâ yebluga eşuddehu, ve evfûl keyle vel mîzâne bil kıst(kıstı), lâ nukellifu nefsen illâ vus’ahâ ve izâ kultum fa’dilû ve lev kâne zâ kurbâ, ve bi ahdillâhi evfû, zâlikum vassâkum bihî leallekum tezekkerûn(tezekkerûne).

Yetimin malına, o en kuvvetli çağına gelinceye kadar, en güzel şekliyle olmadıkça yaklaşmayın. Ölçü ve tartıyı adaletle yerine getirin. Kimseyi gücünün dışında (bir şey ile) sorumlu tutmayız. Söylediğiniz zaman, yakınınız olsa bile, artık adaletle söyleyin. Allah’ın ahdini yerine getirin (ifa edin). Böylece tezekkür edersiniz diye, (Allah) işte böyle, size onunla vasiyet (emir) etti.




“Allah ile olan ahdinizi yerine getirin. İşte bu, Sıratı Mustakîm’de bulunmaktır.” diyor Allahû Tealâ.

Demek ki ne zaman nefsimizi tezkiye için, ruhumuzu Allah’a ulaştırmak için ve fizik vücudumuzun Allah’a kul olması için harekete geçer de mürşidimizin önünde tövbe edersek, işte o gün Sıratı Mustakîm’e ulaşıyoruz, o gün Allah ile olan ahdimizi yerine getirmek için harekete geçmiş oluyoruz. Ve Sıratı Mustakîm’de olduğumuz sürece hiç korkmayalım. Allahû Tealâ ve Tekaddes Hazretleri yalnız onların kurtuluşa ulaştıklarını söylüyor.

Öyleyse bir insanın Sıratı Mustakîm’e ulaşması, mutlaka başının üzerinde bu ni’meti taşımasıyla mümkün. İşte Fâtiha Suresi:

1/FÂTİHA 7: Sırâtallezîne en’amte aleyhim gayril magdûbi aleyhim ve lâd dâllîn(dâllîne).

O yol (SIRATI MUSTAKÎM) ki; üzerlerine nimet verdiklerinin yoludur. Üzerlerine gadap duyulmuşların ve dalâlette kalmışların (Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin) yolu değil.



“O yol ki, sırâtallezîne: O yol ki, en’amte aleyhim: Üzerlerine (başlarının üzerlerine) ni’met verdiklerinin yoludur. Üzerlerine gadap duyduklarının yolu değildir ve dalâlette olanların yani başlarının üzerinde o ni’metin bulunmadığı kişilerin yolu da değildir.”

Öyleyse Sıratı Mustakîm, bir kişinin ni’met sahibi olduğu andan itibaren geçerli oluyor. Ancak mürşidimize ulaşıp da onun ruhu başımızın üzerinde yer aldığı andan itibaren Sıratı Mustakîm’deyiz.

İşte:

*Birinci olay, başımızın üzerinde mürşidimizin ruhunun var oluşu.

*İkinci olay, o ruhun bizim ruhumuzu Sıratı Mustakîm’e ulaştırması, kendimize Sıratı Mustakîm’i yol olarak edinmemiz.
*Üçüncü olay; “ketebe fî kulûbihimul îmâne: Onların kalplerine o gün îmânı yazarız.” diyor Allahû Tealâ.

 

58/MUCÂDELE 22: Lâ tecidu kavmen yu’minûne billâhi vel yevmil âhiri yuvâddûne men hâddallâhe ve resûlehu ve lev kânû âbâehum ve ebnâehum ve ihvânehum ev aşîratehum, ulâike ketebe fî kulûbihimul îmâne ve eyyedehum bi rûhin minhu, ve yudhıluhum cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru hâlidîne fîhâ, radıyallâhu anhum ve radû anhu, ulâike hizbullâh(hizbullâhi), e lâ inne hizballâhi humul muflihûn(muflihûne).

Allah’a ve ahiret gününe (ölmeden önce Allah’a ulaşmaya) îmân eden bir kavmi, Allah’a ve O’nun Resûl’üne karşı gelenlere muhabbet duyar bulamazsın. Ve onların babaları, oğulları, kardeşleri veya kendi aşiretleri olsa bile. İşte onlar ki, (Allah) onların kalplerinin içine îmânı yazdı. Ve onları, Kendinden bir ruh ile destekledi (orada eğitilmiş olan, devrin imamının ruhu onların başlarının üzerine yerleşir). Ve onları, altından nehirler akan cennetlere dahil edecek. Onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Allah, onlardan razı oldu. Ve onlar da O’ndan (Allah’tan) razı oldular. İşte onlar, Allah’ın taraftarlarıdır. Gerçekten Allah’ın taraftarları, onlar, felâha erenler değil mi?



Ne zaman Allah’ın bizim için tayin ettiği mürşidi bulursak, Allah’tan sorarak bulursak ve ne zaman bu mürşide tâbî olursak, işte o gün Allahû Tealâ ve Tekaddes Hazretleri bizim kalbimize îmânı yazıyor.

Kalbimize îmânın yazılması hangi olguyu vücuda getirir? Eğer kalbimize îmân yazıldıysa, o gün artık kalbimize îmân yazıldığı cihetle, zikir yaptığımız zaman kalbimiz bir gerçek aydınlığa kavuşacaktır. Neden? Zikir yaptığımız zaman Allah’tan gelen rahmet, nefsimizin kalbi üzerinde bulunan o mührü kalbimizin içine itiyor, ondaki enerjisizlik sebebiyle. Ve kalbimizin içine giren bu mühür, kalbimizin alt boyutuna kadar gidiyor. Ve alt tarafta bulunan, şeytandan gelen karanlıkları kalbimize ulaştıran kapıyı tam olarak kapatıyor. Bu ne demektir? Zikir yaptığımız süre içerisinde kalbimize şeytanın karanlıkları asla ulaşamayacak demektir. Öyleyse kalbimize îmân yazıldığı andan itibaren kalbimize Allah’ın rahmeti ulaşacak ve kalbimize ulaşan bu rahmet, kapı genişliğinde ulaşacak ama şeytanın karanlığı kalbimize ulaşamayacak demektir.

(“Vakit geliyor, …….?”)


(Evet, tabiî. Birçok kardeşimiz gitmek zorundalar. Allah yolunuzu açık etsin. Allah razı olsun. Selâmun aleykum. Allah razı olsun.)  

Demek ki Allah’tan gelen bu rahmet, kalbimizde bir aydınlık vücuda getiriyor. Bu aydınlık, Allah’ın rahmetinin kalbimizdeki karanlığın temizlenmesini icap ettiriyor. Böyle bir temizlik ameliyesi “nefs tezkiyesi” adını taşıyor. Demek ki mürşidinizin elini öptüğünüz zaman kalbinize îmânın yazılması, aynı zamanda nefsinizin kalbinde nefs tezkiyesinin başlamasını icap ettiriyor.

O zaman îmân kelimesinin muhtevasına bir defa daha bakalım. Ne zaman mü’min olduğumuzu bir defa daha ifade ediyor, Hucurât Suresi 14. âyet-i kerime, Allahû Tealâ diyordu ki:

49/HUCURÂT 14: Kâletil a’râbu âmennâ, kul lem tu’minû ve lâkin kûlû eslemnâ ve lemmâ yedhulil îmânu fî kulûbikum, ve in tutîullâhe ve resûlehu lâ yelitkum min a’mâlikum şey’â(şey’en), innallâhe gafûrun rahîm(rahîmun).

Araplar: “Biz âmenû olduk.” dediler. (Onlara) de ki: “Siz âmenû olmadınız (Allah’a ulaşmayı dilemediniz). Fakat: "Teslim olduk." deyin. Kalplerinize (içine) îmân girmedi. Ve eğer Allah’a ve O’nun Resûl'üne itaat ederseniz (Allah’a ulaşmayı dilerseniz), amellerinizden bir şey eksiltmez. Muhakkak ki Allah, Gafur’dur, Rahîm’dir.”

  

“Araplar dediler ki: Biz mü’min olduk. Habîbim, de ki: Hayır, siz mü’min olmadınız. İslâm dairesine girdik deyin ama mü’min olduk demeyin. Çünkü henüz kalbinize îmân girmedi, îmân yazılmadı.”

Şimdi ne olduk? Mürşidimize ulaştık, Allahû Tealâ kalbimize îmânı yazdı. Öyleyse artık kalbinde îmân yazılı olanlardanız. Ve aynı anda Allah’tan gelen rahmet bu mührü, kalbimizin üzerindeki mührü aşağı indirdiği için kalbimizin, bütün boyutlarıyla aydınlanıyor kalbimiz. Ve kalbimizin içinde bulunan, nefsimizin kalbinde bulunan karanlıkları, Allah’tan gelen sonsuz sayıdaki enerji partikülü temizleyip geri dönüyor. Ve kalbimiz karanlık, pislik içindeyken artık o pisliklerden temizlenmiş durumda; zikir boyunca.  Öyleyse nefsimizin kalbinin temizlendiği bir hüviyetin içinde yaşıyoruz artık. Öyleyse nefsimiz artık tezkiye olmaya başladı.

Şimdi hatırlayalım, Nûr Suresinin 21. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ ne diyordu?


“Eğer Allah’ın rahmeti kalbinize ulaşamazsa, nefsinizin kalbine ulaşamazsa, içinizden hiçbiriniz ebediyyen nefsinizi tezkiye edemezsiniz.” diyordu.

 

24/NÛR 21: Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tettebiû hutuvâtiş şeytân(şeytâni), ve men yettebi’ hutuvâtiş şeytâni fe innehu ye’muru bil fahşâi vel munker(munkeri) ve lev lâ fadlullâhi aleykum ve rahmetuhu mâ zekâ minkum min ehadin ebeden ve lâkinnallâhe yuzekkî men yeşâu, vallâhu semî’un alîm(alîmun).

Ey âmenû olanlar, şeytanın adımlarına tâbî olmayın! Ve kim şeytanın adımlarına tâbî olursa o taktirde (şeytanın adımlarına uyduğu taktirde) muhakkak ki o (şeytan), fuhşu (her çeşit kötülüğü) ve münkeri (inkârı ve Allah’ın yasak ettiklerini) emreder. Ve eğer Allah’ın rahmeti ve fazlı sizin üzerinize olmasaydı (nefsinizin kalbine yerleşmeseydi), içinizden hiçbiri ebediyyen nefsini tezkiye edemezdi. Lâkin Allah, dilediğinin nefsini tezkiye eder. Ve Allah, Sem’î’dir (en iyi işitendir) Alîm’dir (en iyi bilendir).



Şimdi ne oldu? Allah’ın rahmeti artık kalbimize ulaşıyor. Öyleyse bizim için nefs tezkiyesi başladı. Böylece kalbimize îmân yazıldığı için mü’min olduk. Şimdi de bu îmân sebebiyle kalbimizin üzerindeki mührün ….. ve kapı genişliğince rahmet kalbimize girerek kalbimizi temizlediği için nefs tezkiyesi başladı.  Öyleyse ikinci bir mü’min oluş standardı daha oldu. Mu’min Suresinin 40. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:


40/MU'MİN 40: Men amile seyyieten fe lâ yuczâ illâ mislehâ, ve men amile sâlihan min zekerin ev unsâ ve huve mu'minun fe ulâike yedhulûnel cennete yurzekûne fîhâ bi gayri hisâb(hisâbin).

Kim seyyiat (şer, derecat düşürücü ameller) işlerse mislinden daha fazla cezalandırılmaz. Kadınlardan veya erkeklerden kim amilüssalihat (nefsi ıslâh edici ameller, nefs tezkiyesi) yaparsa işte onlar, (îmânı artan) mü’minlerdir. Onlar, cennete konulacak ve hesapsız rızıklandırılacaktır.


“Onlar nefs tezkiyesine başlamış olanlardır. İşte onlar mü’mindirler.”

Öyleyse biz bir açıdan daha mü’min olduk; nefs tezkiyesine de o gün başladık. Ve ne diyordu Allahû Tealâ?


“Kadın olsun, erkek olsun, Allah onları cennetine alacak, o mü’minleri cennetine alacak ve hesapsız rızıklandıracaktır.”

Şimdi de şeytana …. bakalım, ne diyordu Allahû Tealâ?

“Şeytan insanlara olan vaadini kıyâmet günü yerine getirdi. Yalnız mü’minlerden oluşan bir tek fırka kurtuldu. Geri kalan bütün fırkalar şeytana kul oldular.”

 

34/SEBE 20: Ve lekad saddaka aleyhim iblîsu zannehu fettebeûhu illâ ferîkan minel mu’minîn(mu’minîne).

Ve andolsun ki iblis, onlar üzerindeki zannını (hedefini) yerine getirdi. Böylece mü’minleri oluşturan bir fırka (Allah’a ulaşmayı dileyenler) hariç, hepsi ona (şeytana) tâbî oldular.



İşte biz mürşidimize ulaştığımız gün, gerek kalbimize îmân yazıldığı için, gerek kalbimize îmân girdiği için mü’min olduk. Ve bu andan itibaren hareket tarzımızda negatif bir değişiklik olmadığı sürece mutlaka Allahû Tealâ ve Tekaddes Hazretleri’nin cennetine ulaşmamız söz konusu.


İşte mürşidimize ulaşınca 4 olaydan bahsetmiş olduk:

1.’si: Mürşidimizin ruhu başımızın üzerinde bir ni’met olarak yer alıyor.

2.’si: Bizim ruhumuz Sıratı Mustakîm’e ulaşıyor, Allah’a doğru yola çıkıyor.

3.’sü: Kalbimize îmân yazılıyor.

4.’sü: Nefsimizin kalbinde nefs tezkiyesi başlıyor.


4 tane oldu.

5. olay: Bütün günahlarımızın Furkân Suresinin 70. âyet-i kerimesi gereğince sevaba çevrilmesi. Bütün günahlarımız sevaba çevriliyor.

 

25/FURKÂN 70: İllâ men tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât(hasenâtin), ve kânallâhu gafûran rahîmâ(rahîmen).

Ancak kim (mürşidi önünde) tövbe eder (böylece kalbine îmân yazılıp, îmânı artan) mü’min olur ve salih amel (nefs tezkiyesi) yaparsa, o taktirde işte onların, Allah seyyiatlerini (günahlarını) hasenata (sevaba) çevirir. Ve Allah, Gafur’dur (günahları sevaba çevirendir), Rahîm’dir (rahmet nuru gönderendir).

 

6. olay: Allahû Tealâ evvelce her sevabımıza 10 kat ihsanda bulunurken, şimdi Bakara Suresinin 261. âyet-i kerimesi gereğince, zemin kattaysak; 100 kat, 1. kattaysak; 200 kat, katları değiştirdikçe 100’er 100’er artarak 7. kata ulaştığımız zaman tam 700 kat ihsanda bulunuyor. Evvelce yaptığımız amellerin karşılığında Allah’tan 10 kat ihsan alırken, şimdi artık 700 kat ihsan almaya başlıyoruz. 

 

2/BAKARA 261: Meselullezîne yunfikûne emvâlehum fî sebîlillâhi ke meseli habbetin enbetet seb’a senâbile fî kulli sunbuletin mietu habbetin, vallâhu yudâifu li men yeşâu, vallâhu vâsiun alîm(alîmun).

Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her sünbülünde (başağında) yüz adet tane (tohum) olmak üzere, yedi sünbül (başak) veren bir tek tohumun durumu gibidir. Allah, dilediği kimse için (onun rızkını) kat kat artırıp verir. Ve Allah Vâsi’dir, Alîm’dir.


7. olay ise; evvelce düşünce planında duran, düşünce planında kalan Allah’a verdiğimiz yeminlerin yerine getirilmesi olayını biz artık fiilî platformda uygulamaya alıyoruz ve fiilen bu olayı gerçekleştirmenin gayreti içine giriyoruz. Allah’a doğru yola çıkıyoruz, nefsimizi tezkiye etmek istikametinde yola çıkıyoruz. Kısaca, Allah’a verdiğimiz üç yeminin tahakkuku için yola çıkmış oluyoruz. Yani Allah ile olan ahdimizi yerine getirmek için harekete geçiyoruz.

İşte bu noktadan itibaren mürşidimizin bize verdiği talimatı hakkıyla yerine getirirsek adım adım yolumuzda ilerliyoruz ve nefsimiz Emmare’deyken Levvame’ye ulaşıyor, Emmare’yi tamamlıyor. Emmare’yi tamamladığı için Allah’a doğru yola çıkan Sıratı Mustakîm üzerindeki ruhumuz, zemin kattan birinci kata kadar yükselebilmeye başlıyor. Levvame’yi tamamladığımızda ruhumuz ikinci kata kadar yükseliyor, kendisiyle beraber yükselenlerle birlikte. Mülhime’de üçüncü kata, Mutmainne’de dördüncü kata, Radiye’de beşinci kata, Mardiyye’de altıncı kata ve Tezkiye’de yedinci kata yükselen insan ruhu, nihayet Allah’ın Zat’ına ulaşıyor. Sidretül Münteha’yı geçiyor, ademe ulaşıyor, yani mekânsızlığa. Ve mekânsızlıktan Allah’ın Zat’ına ulaşıyor. Ve Allahû Tealâ ruhumuzu Zat’ında muhafaza altına alıyor.  

İşte Nebe Suresinin 39. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ’nın söylediği: “Kim bu yolu takip ederek Allah’a ulaşırsa Allah onun için bir sığınak olur.” ifadesi bunu anlatıyor.

 

78/NEBE 39: Zâlikel yevmul hakku, fe men şâettehaze ilâ rabbihî meâbâ(meâben).

İşte o gün (mürşidin eli Hakk'a ulaşmak üzere öpüldüğü ve ona tâbî olunduğu gün), Hakk günüdür. Dileyen (Allah'a ulaşmayı dileyen) kişi, kendisine Rabbine ulaştıran (yolu, Sıratı Mustakîm'i) yol ittihaz eder. (Allah'a ulaşan kişiye Allah) meab (sığınak, melce) olur.

  


Allah insan ruhu için burada bir sığınak oluyor, meab oluyor. Ruhumuz Allah’a ulaşıp O’nun indinde muhafaza altına alınıyor.

 

Bu şartlar tahakkuk etmişse biz Allah’a verdiğimiz yeminleri tahakkuk ettirmiş oluyoruz. İşte böyle olan bir insanın mutlaka cennete gideceğini Allahû Tealâ Fecr Suresinin 27, 28, 29 ve 30. âyetlerinde şöyle anlatıyor. Diyor ki Allahû Tealâ:
 

89/FECR 27: Yâ eyyetuhân nefsul mutmainnetu.

Ey mutmain olan nefs!

89/FECR 28: İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeten.

Rabbine dön (Allah’tan) razı olarak ve Allah’ın rızasını kazanmış olarak!

89/FECR 29: Fedhulî fî ibâdî.

(Ey fizik vücut!) O zaman, (nefsini tezkiye ettiğin ve ruhunu Allah’a ulaştırdığın zaman Bana kul olursun) kullarımın arasına gir.

89/FECR 30: Vedhulî cennetî.

Ve cennetime gir.


yâ eyyetuhân nefsul mutmainnetu, irciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeten. fedhulî fî ibâdî,  vedhulî cennetî.

Diyor ki Allahû Tealâ: “Ey mutmain olan nefs! (Dördüncü kademeyi tamamlamış olan nefs!) Allah’tan razı ol ve Allah’ın rızasını kazan. (Beşinci, altıncı kademeleri de bitir ve tezkiye ol.)”

Allah’ın nefse verdiği emir bu; tezkiye olmak. Sonra ruha dönüyor Allahû Tealâ: “Ey ruh!” diyor, “sen de; irciî ilâ rabbiki: Rabbine ulaş, Rabbine vâsıl ol.”


Sonra fizik vücuda hitap ediyor: “fedhulî fî ibâdî: Ey Fizik vücut! Sen de fe: O zaman  (yani nefsin tezkiye olduğu zaman, ruhun da Allah’a ulaştığı zaman) kullarımın arasına gir.”


Sonra, böyle olursa eğer, bu üç tane görevi yerine getirmiş olan kişi için Allahû Tealâ, fizik vücut ve nefse sesleniyor:

“Ve cennetime gir.”   

Allahû Tealâ’ya ezelde verdiğimiz yeminler neydi?

*Nefsimizin tezkiye yemini; işte nefsimiz tezkiye oldu.

*Ruhumuzun Allah’a ulaşma yemini yani misak; o da gerçekleşti, ruhumuz Allah’a vâsıl oldu.

*Fizik vücudumuzun Allah’a kul olması yemini; Allah fizik vücudumuzu kulluğuna kabul buyurduğuna göre diğer iki yemini yerine getirdiğimiz cihetle, artık fizik vücudumuz da şeytanın kulu olmadığını, Allah’ın kulu olduğunu ispat etmiş oldu.

Mademki üç yeminimizi yerine getirmiştik,  yerine getirdik ve Allahû Tealâ ezelde, Allah’a verdiği üç yemini yerine getirenlere cennetini vadetmişti ve ahd böyle oluşmuştu, işte Allahû Tealâ bu âyet-i kerimeyle o verdiği vaadi perçinleştiriyor. Diyor ki:

“Kim nefsini tezkiye etmişse, ruhunu Bana ulaştırmışsa, Allah’a ulaştırmışsa, Ben onun fizik vücudunu kullarımın arasına kabul ederim ve o kişi cennetlik olur. Ben onu cennetime kabul ederim.”

Ne oldu? Her kim Allah’a ezelde verdiği üç yemini yani Allah ile olan ahdini yerine getirirse o kişi ahiret saadetine mutlaka nail oluyor, mutlaka cennetlik oluyor. Bu âyet-i kerimeler açık ve net bir biçimde bu büyük gerçeği söylüyor. Ama Allah’ın muradı sadece kıyâmetten sonra bir mutluluğa ulaşmamız değil, dünya hayatında da mutluluk ve saadet, Allah’ın bütün insanlara öngördüğü temel faktördür. Hepimizin sadece mutluluğunu istiyor Allahû Tealâ. İşte bunun şartlarını vermiş Kur’ân-ı Kerim’de.  Bu mutluluğun yalnız cennet kesimine henüz ulaştık, peki dünya hayatındaki saadete ulaşmak da acaba aynı minval üzere mümkün olur mu? Evet.


Biz şimdi velâyet makamına ulaştık. Bu söylediğim şartları yerine getirdiysek, ruhumuzu Allah’a teslim ettik ve fenâ makamındayız ve Allah ile dost olduk. Ama biz Allah’la dost olduk. Sonra ikinci makamda ki bu makama “beka makamı” deniyor, Allahû Tealâ bize bir taht ihsan ediyor. Bu ihsan ettiği taht, İndi İlâhi’de “eraik” adını alıyor veya “sürur” adını alıyor; altın bir taht. Bu tahtı Allahû Tealâ bize ihsan ettiği zaman, Allah’ın İndi İlâhi’sinde baki oluyoruz. Bu sebeple bu makama “beka makamı” adını veriyor Allahû Tealâ. Ve her kim bekaya ulaşırsa, Allahû Tealâ diyor ki: “Artık Allah da bu bekaya ulaşanlarla dost olmuştur.”

Demek ki velâyetin ilk makamında biz Allah’la dost oluyoruz,  ikinci makamında Allah da bizimle dost oluyor ve böylece dostluklar perçinleşiyor. 

Ve üçüncü makama geçiyoruz. Üçüncü makam, teslim makamı. Nisâ Suresinin 125. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:

4/NİSÂ 125: Ve men ahsenu dînen mimmen esleme vechehu lillâhi ve huve muhsinun vettebea millete ibrâhîme hanîfâ(hanîfen). Vettehazallâhu ibrâhîme halîlâ(halîlen).

Ve hanif olarak Hz. İbrâhîm’in dînine tâbî olmuş ve vechini (fizik vücudunu) Allah’a teslim ederek muhsin olan kimseden, dînen daha ahsen kim vardır. Ve Allah, Hz. İbrâhîm’i dost edindi.



“Onlar ki fizik vücutlarını Allah’a teslim etmişlerdir ve Muhsinlerden olmuşlardır. Onlardan daha muhsin km vardır?”

Demek ki fizik vücudumuzun Allah’a teslimi söz konusu. Ne zaman fizik vücudumuzu Allah’a teslim ediyoruz? Bir gün şu büyük gerçeğin farkına varıyoruz ki; bu fizik vücut bizim değil. Sahibi biz değiliz. Sadece bize verilen bir emanet. Bu cesedin sahibi Allah. Neden? Çünkü ölüm emrini O veriyor ve ölüm emrini verdiği zaman da mutlaka uygulatıyor. Eğer bu fizik ceset bizimse ölmeyelim. Bakalım becerebiliyor muyuz?


Öyleyse ölüyorsak, Allah’ın verdiği emir üzerine ölüyorsak, bizim elimizde değilse, bu fizik cesedin bizde olmadığı, sadece bize verilen bir emanet olduğu kesinlik kazanıyor. İşte ne zaman böyle bir emanetin sahibi olduğumuzu fark edersek ve emanete ihanet etmemek kararı alırsak, eğer bu vücut bizim değilse, Allah’ınsa, bize verilen bir emanetse o zaman bu emaneti onun sahibinin emirlerine uygun olarak kullanmak mecburiyetindeyiz. Ancak böyle yaparsak emanete ihanet etmemiş oluruz. İşte onu gerçekleştirdiğimiz takdirde fizik vücudumuzun Allah’a teslimi söz konusu olacaktır. Ne zaman? Fizik vücudumuz yalnız Allah’ın emirlerini yerine getiren, Allah’ın yasak ettiği fiillerden hiçbirini işlemeyen bir özellik kazandığı gün, fizik vücudumuz da Allah’a teslim olmuştur. Allah’a ulaşmış mıdır? Hayır. Gene bizdedir, gene biz kullanmaktayız ama onu öyle bir kullanmaktayız ki; artık o fizik vücut Allah’ın bütün emirlerine riayet eden, zamanında riayet eden ve Allah’ın yasak ettiği fiilleri yapmayan, uygulamayan bir özellik taşıyor.


İşte şeytanın davetine uymaktan kaçınan bu insanların müjdelenmesi söz konusu.


“Onlar ki şeytana uymaktan içtinap ederler, kaçınırlar. İşte onlara müjdeler vardır, kullarımı müjdele.” diyor Allahû Tealâ.

39/ZUMER 17: Vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâdi.

Ve onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah’a yöneldiler (Allah’a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!



Nedir bu? Demek ki nefs afetleri istikametinde şeytanın bütün talepleri geri çevriliyor. Allah’ın emirlerine karşı gelme olayı fizik vücudumuzca tamamen önlenmiş. Fizik vücudumuz Allah’ın emrettiği her şeyi yapıyor ve Allah’ın yasak ettiği fiillerden hiçbirini yerine getirmiyor. Yasak ettiği fiillerin hiçbirini işlemiyor, hepsinden kaçınabiliyor. İşte bu nokta, fizik vücudumuzun Allah’a teslim edildiği üçüncü makam.

Bu teslimden sonra dördüncü bir makam; zühd makamı adını alıyor, zikrimizin çok olduğu devre. Yani 24 saatin 12 saatinden daha fazlasını zikirle geçiriyorsak o zaman zikrimiz çok, zikirsiz geçen devremiz az demektir. Ve biz çok zikre ulaştığımız zaman zühd makamına ulaşmışızdır.


Bundan sonra bir makam kalıyor geriye daimî zikre ulaşmak için. İşte daimî zikre ulaştığımız makamın adı ki hikmet makamıdır burası; ulûl’elbab. Ulûl’elbab makamı, bizim artık sırlara ulaştığımız,  lübblerin (sırların) sahibi olduğumuz yerdir. 

Câsiye Suresinin 23. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyurdu ki: 

45/CÂSİYE 23: E fe raeyte menittehaze ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin ve hateme alâ sem’ihî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveten, fe men yehdîhi min ba’dillâhi, e fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).

Hevasını kendisine ilâh edinen kişiyi gördün mü? Ve Allah, onu ilim (onun faydasız ilmi) üzere dalâlette bıraktı. Ve onun işitme hassasını ve kalbini mühürledi. Ve onun basar (görme) hassasının üzerine gışavet (perde) çekti. Bu durumda Allah’tan sonra onu kim hidayete erdirir? Hâlâ tezekkür etmez misiniz?



“Dalâlette olanların kalplerinin işitme hassalarını mühürleriz, görme hassalarının da üzerini perdeleriz.”

Ve o kalpler karanlıktır. Dalâlette olan herkesin kalbi kapkaranlıktır. Ne zaman biz hidayete ulaşırsak ve bu hidayetin ötesinde öyle bir gün gelir de daimî zikre ulaşırsak, daimî zikre ulaştığımız an artık bizim için yeni bir olgu vücuda gelmiştir. Daimî zikre ulaşan bu kişi daimî zikirde olduğu için nefsinin kalbinde şeytana açılan kapı artık hiç açılmamak üzere kapanmıştır. Allah’a açılan kapı ise kapanmamak üzere açılmıştır. Kişi de daimî zikirdedir. Öyleyse Allah’ın rahmet kapısından sonsuz olarak, kesintisiz olarak, o kişi hayatta kaldığı sürece kalbine rahmet ulaşacaktır ama şeytanın karanlıklarından artık bir zerrenin bile o kişinin kalbine girmesi, nefsinin kalbine girmesi mümkün değildir.


Öyleyse saatle değil dakikalarla ifade edilen bir zaman parçasında nefsimiz bir aklanma ameliyesini tamamlamış olacaktır. Ve böylece nefisimizde hiçbir karanlığın kalmadığı, bütün bir aklanmanın var olduğu bir devreye ulaşacağız. O zaman ne olacak? Nefsimizin bütün afetlerini karanlıklar temsil etmekteydi, artık bunlar yok. Nefsimizin afetleri bütünüyle yok oldu, onların yerine ruhumuzun hasletleri geldi ve yerleşti. Böyle bir olgu varsa, artık nefsimizin kalbi tam bir aydınlık içinde müzeyyen olmuş. Bundan 14 asır evvel, bütün sahâbenin kalpleri müzeyyen….

İmam İskender Ali M İ H R