SOHBETİN ADI: PEYGAMBERLİK İDDİASI (TASAVVUF SOHBETLERİ 1)
TARİHİ: 10.07.1992
SUNUCU: Bu akşam ki konuğumuz, Mihr Vakfı Genel Başkanı Sayın İskender Evrenosoğlu.
Sayın Hocama gazetelerde, bazı dergilerde kendisinin peygamber olduğuna dair iddialar çıktı. Risâlet Nurları kitabının 5. sayfasında “Sen, peygamber değilsin.” deniliyor. Tüm bu iddialara Sayın Hocamızın ağzından, cevaplandırılmasını istiyoruz ve soruyoruz: Sayın Hocam, siz hakkınızda çıkarılan peygamberlik iddiasına ne diyorsunuz? Teşekkür ederim.
EFENDİMİZ: Eûzubillâhimineşşeytânirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.
Gerçekten birçok gazetelerde, İktibas dergisinin başlattığı ve devam eden bir salvo söz konusu. Burada, aslında çok mantıksız bir iddianın sahipleriyle karşı karşıyayız. Şimdi, ortaya konulan mizansen şöyle:
Biz, kendi kendimize bir kitap yazıyoruz, bir defter yazıyoruz. Bu defterin varlığı, bizim peygamber olmamızı gerektiriyor ve gene aynı defterde biz, kendi kendimize peygamber olmadığımızı söylüyoruz. Hani bir eskilerin bir sözü vardır; “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu.” diye. Eğer o kitap ya da defter diyelim; o defter, Allahû Tealâ’yla bizim aramızda bir hasbihal, bir söyleşi ve başkalarına açılması uygun görülmeyen bir söyleşi. Zamanı gelinceye kadar bu konu, bir sır olarak kalmak durumunda ve böyle bir defterin, bizden izin alınmaksızın açılması, herkese açıklanması söz konusu.
Biliyorsunuz ki 1986 yılında Kasım ayında, biz Devlet Planlama Teşkilatı'nda uzmanken, Hürriyet gazetesi, Emin Çölaşan imzasıyla bir haber yayınladı; 1. sayfada manşet haber: “Devlet Planlama Teşkilatı, tarikat yuvası.” ve biz, tutuklandık. Tutuklandığımız zaman da bu defter evvelâ polisin eline geçti, ordan da Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin eline geçti ve bildiğiniz gibi 3 ay tutuklu kaldık. Sonra da Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde, beraat ettik. Bu defter de enine boyuna hem polis makamları tarafından hem adlî makamlar tarafından incelendi ve sonuçta bildiğiniz gibi beraat ettik.
Şimdi, bu defteri ellerine geçiren ya da defterin fotokopilerini ellerine geçiren bu insanlar, birtakım iddiaların peşinde. Biz, peygamberlik iddia etmişiz gibi bir söylenti çıkıyor ortaya. Evvelâ biz bir şey sormak istiyoruz bu insanlara: Eğer bir iddia söz konusuysa bir ilan söz konusuysa bir iddia eden taraf yeterli olabilir mi? Bir de iddia edilen, iddianın açıklandığı kişilerin var olması lâzım. Oysaki bu defter, bizim tarafımızdan bugüne kadar hiç kimseye verilmedi. Öyleyse hiç kimseye vermediğimiz bu defterle biz nasıl oluyor da böyle bir iddianın sahibi oluyoruz? Yetmez, diyelim ki defterin dışında bir iddianın sahibiyiz; o zaman da bugüne kadar verdiğimiz yüzlerce konferansta, binlerce sohbette en azından bir benzer açıklamayı ortaya koymamız lâzım, bir iddiada bulunmamız lâzım. Hamdolsun ki bugüne kadar yaptığımız bütün konuşmalar, bütün konferanslar, bir kısmı videoya ama hepsi mutlaka teybe alınmıştır. Öyleyse bu kadar yüzlerce, binlerce yayın arasında, konuşmamız arasında, hiç değilse bir tanesinde böyle bir iddiada bulunmamız gerekmez miydi? Ayrıca söylediğim gibi o defterde, açık bir şekilde bizim peygamber olmadığımız yer aldığına göre, biz nasıl oluyor da peygamberlik iddiasında bulunuyoruz? Bunun, son derece saçma bir şey olduğu kanısındayım. Öyleyse bu iddialar, hep boşlukta kalmaya mahkûm olan iddialardır.
Tabiatıyla böyle bir sualin arkasından, “Niye, bu tarzda bir iddianın sahipleri oluyorlar?” diye bir sual akla gelecek. Önemli olan da zaten bu sualin cevabı.
İslâm, bundan 14 asır evvel Peygamber Efendimiz (S.A.V) tarafından ve sahâbe tarafından, Kur'ân-ı Kerim'deki Allahû Tealâ'nın farz emirlerinin, mutlaka yerine getirilmesi şekliyle tecelli etmiş. Bu konudaki ilk sual: “Allah, insanlardan ne istiyor?” şeklinde olmalı. Bu sualin cevabı, son derece net ve açık olarak veriliyor Kur'ân-ı Kerim'de. Allah, bütün insanlardan sadece o insanların mutluluğunu istiyor. İnsanlar için söz konusu olan şey; Allah'ın İndi'nde, bütün insanların mutluluğu şeklinde tecelli ediyor. Evvelâ şuna bakıyoruz: Acaba Allah'ın İndi'nde en kıymetli varlık, yarattığı bütün mahlûkat arasındaki en kıymetli mahlûk kimdir? Bu sualin cevabı, kesinlikle insan olarak çıkıyor ortaya. Neden? Çünkü Allahû Tealâ Bakara Suresinin 29. âyet-i kerimesinde:
2/BAKARA-29: Huvellezî halaka lekum mâ fîl ardı cemîan summestevâ iles semâi fe sevvâhunne seb’a semâvât(semâvâtin), ve huve bi kulli şey’in alîm(alîmun).
O (Allah) ki, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yarattı. Sonra (kudret ve iradesiyle) göğe yönelip, onları da yedi (kat) gök olarak düzenledi. Ve o, Alîm’dir (herşeyi en iyi bilendir).
“huvellezî halaka lekum mâ fîl ardı cemîan: Arzda yarattığım her şeyi, sizin için yarattık, ey insanlar.”
Demek ki şu Dünya adı verilen gezegende; 7 kat atmosfer, Van allen kuşakları, Güney-Kuzey kutuplar, karalar, denizler, hayvanlar, bitkiler, canlı veya cansız her şey, insan için yaratılmış. İnsan, öyle bir mahlûk ki; bu dünya bütünüyle kendisi için yaratılmış. Yetmez; kâinatın da insan için yaratıldığını görüyoruz. Çünkü Câsiye Suresinin 13. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:
45/CÂSİYE-13: Ve sahhara lekum mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardı cemîan minhu, inne fî zâlike le âyâtin li kavmin yetefekkerûn(yetefekkerûne).
Ve göklerde ve yerde olanların hepsini kendinden (bir lütuf olarak) size musahhar (emre amade) kıldı. Muhakkak ki bunda, tefekkür eden bir kavim için mutlaka âyetler (ibretler) vardır.
“ve sahhara lekum mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardı cemîan minhu: O'dur ki (O Yüce Allah'tır ki) bütün göklerde ve bütün arzlarda yarattığı her şeyi katından insanın emrine hasretti (sundu).”
Öyleyse sadece şu, bu kâinat üzerinde bir toz zerresi büyüklüğündeki dünyamız değil, bütün bir kâinat, Allah'ın 'insan' adlı bu mahlûku için yaratılmış. Öyleyse Allahû Tealâ'nın İndi'nde en sevilen mahlûk, mutlaka insandır. İşte Allahû Tealâ, bu en sevdiği 'insan' adı verilen mahlûkunun, mutlaka saadetini istiyor.
Dîn adı verilen müessese, bir boş sözler yığını değildir, son derece ciddî bir olgudur. Bu ciddî olgunun, mantık kaidelerine %100 uyumlu olması gerek. Öyleyse dînden beklenen şeyin, bir mutluluk işareti, bir saadet simgesi olması, son derece eşyanın tabiatına uygundur. Ve sual: Acaba gerçekten böyle midir? Bakalım beraberce.
Biz diyoruz ki; Allahû Tealâ insandan, yalnız onun mutlu olmasını istiyor(1). Bu mutluluğu, iki boyutta inceliyor(2). Evvelâ, ahiret saadetini dizayn etmiş. Yani insanların öldükten sonra, cennete gitmesi olayı. İkincisi, dünya saadetini dizayn etmiş. Yani insanların şu dünya hayatını yaşarken, mutlak bir saadete ulaşmasını istiyor ve bunları, Kur'ân-ı Kerim'de farzlar olarak ortaya koymuş. İlk sual; acaba Allah, bütün insanların cennet saadetine ulaşmasını istiyor mu? Bu sualin cevabı kesinlikle: evettir. Acaba Allah, bütün insanların ahiret saadetine ulaşmasının ötesinde bir de dünya saadetine ulaşmasını istiyor mu? Bu sualin de cevabı kesinlikle evettir.
İşte sualin cevaplarını, birkaç dakika içinde beraberce gözden geçirelim.
Şunu görüyoruz ki; Allahû Tealâ ezelde bütün insanlara, 3 tane yemin verdirmiş. Bir insanın evvelâ 3 tane vücudu olduğunu söylemek istiyorum.
1- İnsanın fizik vücudu var; halk edilmiş (yaratılmış).
2- İnsanın nefsi var; sevva edilmiş, yani dizayn edilmiş.
3- İnsanın ruhu var; üfürülmüş.
3 ayrı fiille oluşturulan, 3 ayrı vücut. A'râf Suresinin 172. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ bütün bu cesetleri, zamandan evvel huzurunda topladığını söylüyor: “Âdemoğullarının sırtlarından, onların zürriyetlerini aldık da hepsine birden dedik ki:” diyor.
7/A'RÂF-172: Ve iz ehaze rabbuke min benî âdeme min zuhûrihim zurriyyetehum ve eşhedehum alâ enfusihim, e lestu birabbikum, kâlû belâ, şehidnâ, en tekûlû yevmel kıyâmeti innâ kunnâ an hâzâ gâfilîn(gâfilîne).
Ve kıyâmet günü, gerçekten biz bundan gâfildik (gâfilleriz) dersiniz diye (dememeniz için), senin Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından onların zürriyetlerini aldığı zaman onları, nefsleri üzerine şahit tuttu. (Allahû Tealâ şöyle buyurdu): “Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?” Dediler ki: “Evet, (Sen, bizim Rabbimizsin), biz şahit olduk.”
“e lestu birabbikum: Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”
Sonra ne olmuş? Mâide Suresinin 7. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ devam ediyor. Diyor ki: “Biz, bütün insanlardan yeminler aldık; nefslerini tezkiye etmeleri için (temizlemeleri için). Misakler aldık; ruhlarını ölmeden evvel Biz’e ulaştırsınlar diye ve ahdler aldık; şeytana kul olmaktan kurtulsunlar da Allah'a kul olsunlar diye.”
5/MÂİDE-7: Vezkurû ni’metellâhi aleykum ve mîsâkahullezî vâsekakum bihî iz kultum semi’nâ ve ata’nâ vettekûllâh(vettekûllâhe) innallâhe alîmun bizâtis sudûr(sudûri).
Allah’ın, sizin üzerinizdeki nimetini ve: “İşittik ve itaat ettik” dediğiniz zaman, onunla sizi bağladığı misâkınızı hatırlayın. Allah’a karşı takvâ sahibi olun, Muhakkak ki Allah göğüslerde (sinelerde) olanı en iyi bilir.
Önemli mi? Son derece önemli. Çünkü bu 3 tane âyet-i kerime, bu 3 tane yemin, bütün insanlar için mutlaka yerine getirilmesi lâzım gelen bir vecibe. Çünkü Allahû Tealâ, ruhumuzun Allah'a ulaştırılmasını, ölmeden evvel Allah'a ulaştırılmasını 9 defa üzerimize farz kılıyor. Nefsimizin temizlenmesini, 3 kere üzerimize farz kılıyor. Fizik vücudumuzun şeytana kul olmaktan kurtulup, Allah'a kul olmasını, 3 kere üzerimize farz kılıyor. Öyleyse konunun önemi nerde? Tamam, Allahû Tealâ bu yeminleri farz kılmış üzerimize. Konunun önemi şurdan geliyor; Fecr Suresinin 27, 28, 29 ve 30. âyet-i kerimelerinde Allahû Tealâ, bu yeminleri yerine getiren kişinin, mutlaka cennete ulaşacağını söylüyor. İşte Fecr Suresinin 27, 28, 29, 30. âyet-i kerimeleri:
89/FECR-27: Yâ eyyetuhân nefsul mutmainnetu.
Ey mutmain olan nefs!
89/FECR-28: İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeten.
Rabbine dön (Allah’tan) razı olarak ve Allah’ın rızasını kazanmış olarak!
89/FECR-29: Fedhulî fî ibâdî.
(Ey fizik vücut!) O zaman, (nefsini tezkiye ettiğin ve ruhunu Allah’a ulaştırdığın zaman Bana kul olursun) kullarımın arasına gir.
89/FECR-30: Vedhulî cennetî.
Ve cennetime gir.
Allahû Tealâ diyor ki: “Ey mutmain olan nefs; Allah'tan razı ol, Allah'ın rızasını kazan, tezkiye ol. Allah'a verdiğin yemini (nefsini kontrol altına alma yeminini) yerine getir."
Sonra ruhumuza sesleniyor: “irciî ilâ rabbiki: Sen de Rabbine geri dön. Ölmeden evvel Rabbine ulaş (yani Allah'a verdiğin misaki yerine getir).”
Sonra fizik vücudumuza sesleniyor: “fedhulî fî ibâdî: O zaman (nefsini tezkiye ettiğin zaman, ruhunu da Allah'a ulaştırdığın zaman, diğer iki yeminini yerine getirdiğin zaman) gel, kullarımın arasına gir."
Böylece 3. yeminin de yerine gelmiş oluyor. Ve 3 tane yeminini yerine getiren kişinin sonucunu söylüyor: “vedhulî cennetî: Ve cennetime gir.”
Öyleyse Fecr Suresinin 27, 28, 29 ve 30. âyet-i kerimeleri, Allah'ın ezelde insanlara verdirdiği bu yeminlerin, insanlardan aldığı bu yeminlerin yerine getirilmesi hâlinde, bu yeminleri yerine getiren bütün 'insan' adı verilen mahlûkun, cennete gireceğinin kesin bir işaretini taşıyor. Ve Allahû Tealâ diyor ki: “Ezelde hiçbir insan yoktur ki; Bize bu yeminleri vermiş olmasın.” (A'râf Suresi 172. âyet-i kerime).
7/A'RÂF-172: Ve iz ehaze rabbuke min benî âdeme min zuhûrihim zurriyyetehum ve eşhedehum alâ enfusihim, e lestu birabbikum, kâlû belâ, şehidnâ, en tekûlû yevmel kıyâmeti innâ kunnâ an hâzâ gâfilîn(gâfilîne).
Ve kıyâmet günü, gerçekten biz bundan gâfildik (gâfilleriz) dersiniz diye (dememeniz için), senin Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından onların zürriyetlerini aldığı zaman onları, nefsleri üzerine şahit tuttu. (Allahû Tealâ şöyle buyurdu): “Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?” Dediler ki: “Evet, (Sen, bizim Rabbimizsin), biz şahit olduk.”
Öyleyse bütün insanlar, Allahû Tealâ ve Tekaddes Hazretlerine, 3 tane yemin vermişler. Allah, bütün insanlara bu yeminleri farz kılmış. Ve Allah, Kur'ân-ı Kerim'de açıklıyor ki; “Kim, bu yeminleri yerine getirirse mutlaka cennete girer.” Anlamı ne? Demek ki Allahû Tealâ, insan adı verilen mahlûkatının hepsinin, hiç istisna olmaksızın hepsinin, cennete girmesini istiyor. Cennete ulaşmasını istiyor. İstediği tek şey; bütün 'insan' adı verilen kullarının Allah'ın cennetine girmesi. Bunun için yeminler verdirmiş. Bunun için o yeminleri yerine getiren kişilerin, cennete gideceğini açıklamış.
Öyleyse neden biz, “İnsanlara örnek olması lâzım gelenler, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le beraber yaşayan sahâbedir.” diyoruz? Çünkü 14 asır evvel bütün sahâbenin, Allah'a verdikleri bu 3 tane yemini de yerine getirdiklerini görüyoruz. İşte bütün sahâbe; nefslerini tezkiye etmişler, temizlemişler, arıtmışlar. A'râf Suresi 157. âyet-i kerime, bütün sahâbenin felâha ulaştığını söylüyor:
7/A'RÂF-157: Ellezîne yettebiûner resûlen nebiyyel ummiyyellezî yecidûnehu mektûben indehum fît tevrâti vel incîli ye’muruhum bil ma’rûfi ve yenhâhum anil munkeri ve yuhıllu lehumut tayyibâti ve yuharrimu aleyhimul habâise ve yedau anhum ısrahum vel aglâlelletî kânet aleyhim, fellezîne âmenû bihî ve azzerûhu ve nasarûhu vettebeûn nûrellezî unzile meahu, ulâike humul muflihûn(muflihûne).
Onlar ki, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları ümmî, nebî, resûle tâbî olurlar. Onlara ma’ruf ile (irfanla) emreder, onları münkerden nehyeder ve onlara tayyib olanları (temiz ve güzel olan şeyleri), helâl kılar. Habis olanları (kötü ve pis şeyleri), onlara haram kılar. Ve onların, ağırlıklarını (günahlarını sevaba çevirip, günahlarının ağırlığını) kaldırır. Ve üzerlerindeki zincirleri, (ruhu vücuda bağlayan bağ ve fetih kapısının üzerindeki 7 baklalı altın zincir) kaldırır. Artık onlar, O’na îmân ettiler ve O’na saygı gösterdiler ve O’na yardım ettiler ve O’nunla beraber indirilen Nur’a (Kur’ân-ı Kerim’e) tâbî oldular. İşte onlar, onlar felâha (kurtuluşa, cennet mutluluğuna ve dünya mutluluğuna) erenlerdir.
“Onlar ki; resûl, nebî ve ümmî olana tâbî olurlar (tam, Peygamber Efendimiz (S.A.V)'in tarifi bu). Allah'ın Resûl'ü, Allah'ın Nebî'si ve ümmî (okuma-yazma bilmiyor). O'na tâbî olurlar. İşte onların hepsi, felâha ulaşmışlardır.”
Şems Suresinin 9. âyet-i kerimesinde Yüce Rabbimiz, felâha ulaşanların durumunu veriyor, diyor ki: "Sadece onlar, felâha ulaşırlar (cennete ulaşırlar) ki onlar, tezkiye olanlardır.”
91/ŞEMS-9: Kad efleha men zekkâhâ.
Kim onu (nefsini) tezkiye etmişse felâha (kurtuluşa) ermiştir.
Demek ki bütün sahâbe felâha ulaştıklarına göre hepsi, nefslerini tezkiye etmişler. Yani Allah'a verdikleri nefslerini temizleme yeminlerini, yerine getirmişler.
Bu yeminin yerine getirilmesi önemli mi? Son derece önemli. Çünkü bir insanı mutsuz eden şey, nefsindeki afetlerdir. Bir insan doğduğu andan itibaren, nefsinde afetlerle birlikte oluşur. Bu nefsindeki afetler, 19 tane afet; öfke, kin, kıskançlık, haset, kibir, iptilâlar gibi 19 tane afetin her birisi insanı huzursuz etmek için şeytanın bir melceidir.
Allah, biz insanları ne kadar mutlu görmek istiyorsa şeytan da o kadar mutsuz görmek istiyor. Ve şeytanın insana olan bu düşmanlığı boşuna değildir. Çünkü Allahû Tealâ, Âdem (A.S)'ı yaratıp da bütün etrafındaki mahlûkata insanın önünde secde etmesini emrettiği zaman, bu secde emrine itaat etmeyen bir tek mahlûku var Allahû Tealâ'nın; iblis yani şeytan. Ve Allahû Tealâ, itaat etmeyince: “Sen, kâfirlerden oldun. Seni, huzurumdan kovdum ve sonsuza kadar cehennemde cezalandıracağım.” diyor. İblisin talebi şu: “Ya Rabbi, beni kıyâmet gününe kadar yaşat. Ben, bu insanların Sıratı Mustakîm'ine oturacağım ve onları yoldan çıkarmaya çalışacağım. Sen, kıyâmet günü eğer bana bu izni verirsen, beni kıyâmet gününe kadar yaşatırsan, onları çoğunu sana şükreder bulmayacaksın.”
7/A'RÂF-11: Ve lekad halaknâkum summe savvernâkum summe kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs(iblîse), lem yekun mines sâcidîn(sâcidîne).
Ve andolsun ki; sizi Biz yarattık. Sonra size suret (şekil) verdik. Sonra meleklere: “Âdem (A.S)’a secde edin.” dedik. İblis hariç, secde ettiler. O, secde edenlerden olmadı.
7/A'RÂF-12: Kâle mâ meneake ellâ tescude iz emertuke, kâle ene hayrun minhu, halaktenî min nârin ve halaktehu min tîn(tînin).
(Allahû Tealâ) şöyle buyurdu: “Sana (secde etmeyi) emrettiğim zaman, seni secde etmekten men eden nedir?” İblis: “Ben ondan hayırlıyım,beni ateşten ve onu nemli topraktan (balçıktan) yarattın.” dedi.
7/A'RÂF-13: Kâle fehbit minhâ fe mâ yekûnu leke en tetekebbere fîhâ fahruc inneke mines sâgirîn(sâgirîne).
(Allahû Tealâ): “Öyleyse oradan in! Artık orada senin kibirlenmen olmaz. Hemen oradan çık. Muhakkak ki, sen alçaklardansın.” buyurdu.
7/A'RÂF-14: Kâle enzırnî ilâ yevmi yub'asûn(yub'asûne).
(Şeytan): “Beas gününe (dirileceğimiz güne, kıyâmet gününe) kadar bana izin (mühlet) ver.” dedi.
7/A'RÂF-15: Kâle inneke minel munzarîn(munzarîne).
(Allahû Tealâ): “Muhakkak ki sen izin (mühlet) verilenlerdensin.” buyurdu.
7/A'RÂF-16: Kâle fe bimâ agveytenî le ak'udenne lehum sırâtekel mustekîm(mustekîme).
(İblis): “Bundan sonra, beni azdırman sebebiyle, mutlaka Senin Sıratı Mustakîmin'e onlara karşı (mani olmak için) oturacağım.” dedi.
7/A'RÂF-17: Summe le âtiyennehum min beyni eydîhim ve min halfihim ve an eymânihim ve an şemâilihim, ve lâ tecidu ekserehum şâkirîn(şâkirîne).
Sonra, elbette onlara, önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından geleceğim ve onların çoğunu şükredenlerden bulmayacaksın.
Öyleyse bu insanların, Allahû Tealâ ve Tekaddes Hazretleri'nin İndi'ndeki durumlarına bakıyoruz. İnsanoğlu, şeytan tarafından yoldan çıkarılmak için şeytana bir yetki vermiş Allahû Tealâ. İşte bu yetkiyi niçin verdiğini görüyoruz ki; şeytan, bütün hedefi insanların mutsuzluğu olan bir varlıktır. Allah, ne kadar insanların mutlu olmasını istiyorsa ki bu mutluluğun birincisi, ahiret saadetidir. Şeytan da insanların o kadar mutsuz olmasını istiyor; bütün insanların, kendisiyle beraber cehenneme gitmesini istiyor. Dünya saadeti konusunda da olay aynı. Allah, ne kadar bütün insanların dünyada mutlu olmasını istiyorsa şeytan da o kadar bütün insanların, dünyada da mutsuz olmasını istiyor.
İşte ahiret saadeti konusundaki ilk etabı şeytanın. Şeytan, bütün insanların mutlaka cehenneme gitmesini istediği cihetle insanların bu yeminleri yerine getirmesine, mani olmak istiyor. Ama görüyoruz ki bundan 14 asır evvel bütün sahâbe, nefslerindeki kontrolü almışlar, nefslerine hakim olmayı başarmışlar.
Neden önemli konu? Eğer bir insan nefsine tâbî ise nefsine tâbî olma oranında huzursuzdur ve mutsuzdur. Çünkü nefs, devamlı şerri talep eder, ruh da devamlı hayrı talep eder ve bu istikamette aralarında bir mücâdele söz konusudur. Bu mücâdele, nefsin hakimiyeti altında devam ettiği sürece, hep kişi günahlar işler. Bu sebeple devamlı huzursuz olur.
Öyleyse 14 asır evvele baktığımız zaman, Allah'ın yeminlerinden nefsin tezkiyesi konusunda olanını, bütün sahâbenin yerine getirdiğini görüyoruz. Peki bütün sahâbe, ruhlarını da Allahû Tealâ'ya ulaştırmışlar mı? Kesin. Çünkü Zumer Suresinin 18. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ bütün sahâbenin hidayete erdiğini, yani ruhlarını ölmeden evvel Allah'a mutlaka ulaştırdıklarını söylüyor:
39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahsenehu, ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).
Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).
Peki bütün sahâbe, fizik vücutlarını da şeytana kul olmaktan kurtarıp, Allah'a kul etmişler mi? Bunun da cevabı kesin. Çünkü gene Zumer Suresinin 17. âyet-i kerimesi, bütün sahâbenin şeytana kul olmaktan kurtulup, Allah'a ulaştığını ve Allah'ın kulu olduğunu söylüyor:
39/ZUMER-17: Vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâdi.
Ve onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah’a yöneldiler (Allah’a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!
Öyleyse insanları ahiret saadetine götürecek olan, mutlaka cennete götürecek olan bu emirler, mutlak olarak 14 asır evvel sahâbe tarafından gerçekleştirilmiş. 14 asır sonra ise zamanımızda ise bırakınız Allahû Tealâ'nın verdiği bu yeminlerin gerçekleştirilmesini, insanlar bu yeminlerin, insanların üzerine farz kılındığını bile unutmuşlar. 14 asır sonra Allah'ın bir insanın üzerine 9 defa farz kıldığı ruhunu ölmeden evvel Allah'a ulaştırma yemini, yok edilmiş. Nefsini tezkiye etme yemini, 3 defa farz kılınmış; yok edilmiş. Ve fizik vücudunu şeytan kul olmaktan kurtarıp Allah'a kul etme yemini, 3 defa farz kılınmış ama 14 asır sonra tamamen unutulmuş. Artık hiçbir ilmihal kitabında, insanları mutlaka cennete ulaştıracak olan Allah'ın bu farzları, yer almaz olmuş.
Böyle bir ortamda, ilk defa biz bunları söylüyoruz. 14 asır sonra bu, Allahû Tealâ'nın insanlara verdiği, onları mutlaka ahiret saadetine götürecek olan yeminler, şeytan tarafından 14 asırda insanlara tamamen unutturulduktan sonra, ilk defa bizim tarafımızdan bunlar söyleniyor. Bunları, biz kendimizden mi söylüyoruz? Hayır, çünkü Kur'ân-ı Kerim söylediğimiz âyet-i kerimelerle bunları; bütün insanlardan Allah'ın yemin aldığını ve bu yeminlerin mahiyetini, sonra da üzerimize 9 defa farz kılındığını açıklıyor.
Öyleyse olay buysa Allah bunları bütün insanlara farz kıldıysa bu farzları yerine getirenler mutlaka Allah'ın cennetine ulaşıyorsa ve bütün sahâbe bundan 14 asır evvel bunları yerine getirmişse bunlar vaka ise ve insanlar 14 asır sonra Allah'ın bütün bu güzelliklerini unutmuşsa ve insanlara bunların olmadığını anlatan bir sürü insan ortalıkta, insanlara dîni öğretmekle vazifeli kişiler olarak görülüyorsa ve biz de bunları anlatıyorsak, onların söylediğinin tamamen tersi olan bunları herkese anlatıyorsak, elbet bizi, düşman cepheye alacaklardır bu insanlar. Bundan daha tabii bir şey olamaz. Yetmez; söylediğimiz kesim, insan saadetinin sadece cennete ait olan kesimi. Bunun daha ötesi de yer alıyor Kur'ân- Kerim'de. Çünkü Allahû Tealâ, bütün insanların mutlaka dünya saadetine de ulaşmasını istiyor. İşte bir insanın dünya saadetine ulaşması, mutlak olarak insanların üzerine farz kılınmış; 3 âyet-i kerimeyle:
1. Nisâ Suresinin 103. âyet-i kerimesi. Allahû Tealâ buyuruyor:
4/NİSÂ-103: Fe izâ kadaytumus salâte fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum, fe izatma’nentum fe ekîmus salât(salâte), innes salâte kânet alâl mu’minîne kitâben mevkûtâ(mevkûten).
Böylece namazı bitirdiğiniz zaman, artık ayaktayken, otururken ve yan üstü iken (yatarken), (devamlı) Allah'ı zikredin! Daha sonra güvenliğe kavuştuğunuz zaman, namazı erkânıyla kılın. Muhakkak ki namaz, mü'minlerin üzerine, "vakitleri belirlenmiş bir farz" olmuştur.
“fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum: Ayaktayken de otururken de yatarken de hep Allah'ı zikrediniz.”
Bir insan 3 hâlde bulunabileceğine göre (oturma, ayakta olma ve yatma hâli) 3 hâlin 3'ünde de sonsuz bir zikir emrediliyor. İşte bu olay, daimî zikir. Daimî zikir, bütün insanların üzerine farz kılınmış.
Allahû Tealâ'nın 2. emri; irşad emri. Bakara Suresinin 186. âyet-i kerimesi. Şöyle buyuruyor Allahû Tealâ:
2/BAKARA-186: Ve izâ seeleke ıbâdî annî fe innî karîb(karîbun) ucîbu da’veted dâi izâ deâni, felyestecîbû lî velyu’minû bî leallehum yerşudûn(yerşudûne).
Ve kullarım sana, Benden sorduğu zaman, muhakkak ki Ben, (onlara) yakınım. Bana dua edilince, dua edenin duasına (davetine) icabet ederim. O halde onlar da Bana (Benim davetime) icabet etsinler ve Bana âmenû olsunlar (Bana ulaşmayı dilesinler). Umulur ki böylece onlar irşada ulaşırlar (irşad olurlar).
"ucîbu da’veted dâi izâ deâni felyestecîbû lî velyu’minû bî leallehum yerşudûn: Bizi, kim davet ederse onun davetine mutlaka icabet ederiz. Ama onlar da Benim davetime icabet etsinler, mü'min olsunlar ve böylece irşada ulaşsınlar.”
Demek ki insanların irşada ulaşması da bir emir Kur'ân-ı Kerim'de.
Bir 3. emir; insanların Allah'a teslimi. Bunların 3'üne, nihaî emirler diyoruz. Diyor ki Bakara Suresinin 208. âyet-i kerimesinde Yüce Rabbimiz:
2/BAKARA-208: Yâ eyyuhâllezîne âmenûdhulû fîs silmi kâffeh(kâffeten), ve lâ tettebiû hutuvâtiş şeytân(şeytâni), innehu lekum aduvvun mubîn(mubînun).
Ey âmenû olanlar! Hepiniz silm’e dahil olun (Allah’a teslim olun)! Ve şeytanın adımlarına tâbî olmayın. Muhakkak ki o, size apaçık düşmandır.
“yâ eyyuhâllezîne âmenûdhulû fîs silmi kâffeten: Ey âmenû olanlar, hepiniz teslime girin. Yani Sizdeki 3 emaneti de (sırasıyla söylüyorum); önce ruhunuzu, sonra fizik vücudunuzu (vechinizi), sonra da nefsinizi Allah'a teslim edin.”
Ve bakıyoruz şimdi, bundan 14 asır evvel bütün sahâbenin, bu 3 tane nihaî emri de yerine getirip bir saadet devri yaşadıklarını görüyoruz. Yerine getirmişler mi? Kesin. Evvelâ daimî zikre ulaşmışlar mı? Hepsi. Çünkü Zumer Suresinin 18. âyet-i kerimesi, bütün sahâbenin ulûl'elbab olduğunu söylüyor:
39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahsenehu, ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).
Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).
Ulûl'elbab. Ulûl, sahipleri demek. Elbab da 'lübbler' demek. Yani Allah'ın sır hazineleri demek. Bütün sahâbe, ulûl'elbab sıfatına nail olmuşlar. Ve ulûl'elbabın tarifi veriliyor; Âli İmrân Suresi 191. âyet-i kerime:
3/ÂLİ İMRÂN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).
Onlar (ulûl elbab, lüblerin, Allah'ın sır hazinelerinin sahipleri), ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (daima) Allah'ı zikrederler. Ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve derler ki): "Ey Rabbimiz! Sen bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Sen Subhan'sın, artık bizi ateşin azabından koru.
“O ulûl'elbab kullarım ki onlar; otururken de ayaktayken de yatarken de yani daima Allah'ı zikrederler.”
Demek ki Allah'ın bütün insanlara farz-ı âyın olarak indirdiği daimî zikir, 14 asır evvel bütün sahâbe tarafından yerine getirilmiş (1). Hepsi irşada ulaşmış mı? Hepsi, irşada ulaşmışlar. Hucurât Suresinin 7. âyet-i kerimesi. Allahû Tealâ diyor ki:
49/HUCURÂT-7: Va’lemû enne fîkum resûlallâh(resûlallâhi), lev yutîukum fî kesîrin minel emri le anittum ve lâkinnallâhe habbebe ileykumul îmâne ve zeyyenehu fî kulûbikum, ve kerrehe ileykumul kufre vel fusûka vel isyân(isyâne), ulâike humur râşidûn(râşidûne).
Ve aranızda Allah’ın Resûl'ü olduğunu biliniz. Eğer işlerin çoğunda size itaat etseydi, mutlaka sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah, size îmânı sevdirdi ve onu kalplerinizde müzeyyen kıldı. Küfrü, fıskı ve isyanı size kerih gösterdi. İşte onlar, onlar irşad olanlardır.
“Ey sahâbe, Allah size îmânı sevdirdi. Fıskı, küfrü, isyanı kerih gösterdi ve hepinizin kalplerini, müzeyyen kıldı. İşte onlar, irşada ulaşanlardır.”
Görüyoruz ki 14 asır evvel bütün sahâbe, irşada ulaşmışlar. 2. emri de yerine gelmiş; en üst seviyedeki 3 emirden 2.'si. Peki teslime ulaşmışlar mı? Onun da kesinleştiğini görüyoruz. Allahû Tealâ Fussilet Suresinin 33. âyet-i kerimesinde, bir mürşid tarifi veriyor. Diyor ki:
41/FUSSİLET-33: Ve men ahsenu kavlen mimmen deâ ilâllâhi ve amile sâlihan ve kâle innenî minel muslimîn(muslimîne).
Allah’a davet eden ve salih amel (nefs tasfiyesi) yapan ve: “Muhakkak ki ben teslim olanlardanım.” diyenden daha güzel sözlü kim vardır?
“Onlar ki Allah'a teslim olup da Allah'a çağırırlar. Onlardan daha güzel sözlü kim vardır?”
34. âyet-i kerime de bunların, kötülüğe iyilikle mukabele edenler olduğunu söylüyor:
41/FUSSİLET-34: Ve lâ testevîl hasenetu ve lâs seyyieh(seyyietu), idfa’ billetî hiye ahsenu fe izâllezî beyneke ve beynehu adâvetun ke ennehu veliyyun hamîm(hamîmun).
Hasene (iyilik) ve seyyie (kötülük), müsavi (eşit) değildir. (Kötülüğü) en güzel şekilde karşıla. O zaman seninle arasında düşmanlık olan kişi, samimi bir dost gibi olur.
Ve acaba sahâbe böyle miydi? Sual-1: Allah'a çağırıyorlar mıydı? Kesin. Yûsuf Suresi 108. âyet-i kerime. Peygamber Efendimiz (S.A.V)'e, Allahû Tealâ şöyle söylüyor:
12/YÛSUF-108: Kul hâzihî sebîlî ed’û ilâllâhi alâ basîratin ene ve menittebeanî, ve subhânallâhi ve mâ ene minel muşrikîn(muşrikîne).
De ki: “Benim ve bana tâbî olanların, basiret üzere (kalp gözüyle basar ederek, Allah’ı görerek) Allah’a davet ettiğimiz yol, işte bu yoldur. Allah’ı tenzih ederim. Ve ben, müşriklerden değilim.”
“Habibim de ki: “Ben ve bana tâbî olanlar, biz hepimizin bir görüş üzere Allah'a davet ettiğimiz yol, işte bu Sıratı Mustakîm'dir.”
Demek ki bütün sahâbe, Allah'a çağırıyorlardı. Öyleyse bu açıdan, mürşiddiler. Kötülüğe iyilikle mukabele ediyorlar mıydı? Evet. Âli İmrân Suresi 119. âyet-i kerime.
3/ÂLİ İMRÂN-119: Hâ entum ulâi tuhıbbûnehum ve lâ yuhıbbûnekum ve tu’minûne bil kitâbi kullihi, ve izâ lekûkum kâlû âmennâ, ve izâ halev addû aleykumul enâmile minel gayz(gayzi), kul mûtû bi gayzikum, innallâhe alîmun bi zâtis sudûr(sudûri).
İşte siz (mü'minler) böylesiniz, siz onları seversiniz ve onlar sizi sevmezler ve siz kitabın tamamına îmân edersiniz. Ve sizinle karşılaşınca “Biz îmân ettik.” dediler, yalnız kaldıkları zaman, size karşı öfkelerinden parmak uçlarını ısırdılar. De ki: “Öfkenizden ölün.” Muhakkak ki Allah, sinelerde olanı en iyi bilendir.
Allahû Tealâ diyor ki: “Onlar size buğuz ettikleri hâlde, siz onlara muhabbet beslersiniz. Çünkü siz Kitab'ın bütününe tâbîsiniz.” Yani “Onlar size kötü davrandıkları hâlde siz onlara, sevgiyle mukabele edersiniz.” Demek ki hepsi kötülüğe iyilikle davranıyorlardı. Mukabele ediyorlardı.
Ve 3. unsur; acaba sahâbenin direkt olarak mürşid olduğunu ifade eden bir âyet-i kerime var mı? Evet, Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesi:
9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ihsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehâl enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).
O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah'a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden (Mekke'den Medine'ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.
“O sabikûn-el evvelîne var ya (evvelki müsabakalarda, hayırlarda yapılan müsabakalarda en üst dereceleri işgal edenler) onların bir kısmı ensardandı (Medine'deki yardımcılardandı). Bir kısmı, muhacirîndendi (Mekke'den Medine'ye göç edenlerdi). Bir de onlara ihsanla tâbî olanlardandı.”
Demek bütün sahâbeye ihsanla tâbî olan, bir tâbiîn olayı var. Öyleyse sahâbe, kendilerine tâbî olunanlardı. Yani hepsi, mürşiddiler. Bu durumda, bütün mürşidler gibi onların da ruh teslimlerini, fizik vücut teslimlerini ve nefs teslimlerini gerçekleştirdiğini görüyoruz.
Şimdi bunun ışığında meselenin aslî cephesine gelelim, asıl önemli cephesine gelelim; acaba sahâbe bu teslimleri yaparak, dünya saadetine de ulaşmış mıydı? Bunun kesin işareti, o devir için verdiğimiz ismin, asr-ı saadet oluşudur. Bütün insanlar o devre 'asr-ı saadet' derler. Yani 'saadet devri' derler. Neden? Çünkü bütün sahâbe, onları dünya saadetine ulaştıracak olan bu 3 unsuru gerçekleştirmişlerdi.
Öyleyse bu nasıl bir olaydır; dünya saadeti? Ona baktığımız zaman, şunu görüyoruz: Bir insanın dünya saadetine ulaştığı, 3 ayrı cepheden mütâlea ediliyor:
1- Kişinin iç âleminde sulh ve sükûn. Yani huzur müessesesi.
2- Kişinin dış âleminde yani başka insanlarla olan münasebetlerinde sulh ve sükûn. Yani huzura kavuşma.
3- Allah ile olan ilişkilerinde sulh ve sükûn. Yani huzura kavuşma.
Acaba bundan 14 asır evvel bütün sahâbe, bu dediklerim söylediğimiz şeyleri yapmış olarak dünya saadetine de ulaşmışlar mıydı? Kesin. Öyleyse bu nasıl bir olgudur, beraberce bakalım kısaca:
Nefs-i Emmare'de bulunan (başlangıçta bulunan) bir insan, huzursuzdur ve sıkıntılıdır ve sıkıntısının sebebini de hep başkasına yükler. Ama 3 ayrı cepheden meseleyi tetkik ettiğimiz zaman, gerçek ortaya çıkıyor. Bu kişi, iç âleminde neden huzursuzdur? Vücudun kumandanı akıldır. Nefs, muhtevasında bulunan 19 tane afet sebebiyle vücudun kumandanına yaptığı bütün taleplerini şerr talep olarak gerçekleştirir. Yani şerri ister, günahı ister, nefsinin afetlerinin muhtevasını ister akıldan. Ne zaman bir nefs, bir insan vücudunda akla, bir günah işlemek üzere müracaat etse derhal ruh harekete geçer, o da bir hayır talebiyle akla ulaşır. Anlamı; nefs, bir günah işlenmesini, ruh da bir hayır işlenmesini akıldan ister. Ve akıl, bu konuda karar verecek olan organdır. Ama ikisi de taleplerinden vazgeçmezler. Vazgeçmedikleri için kavga kaçınılmazdır. Bir insanın bu sebeple iç âleminde, Nefs-i Emmarede’yken nefsiyle ruhu arasında devamlı bir çatışma söz konusudur. İşte bu çatışmanın, bu müessesenin varlığı o kişiyi huzursuz eder. Neden? Eğer savaş varsa çatışma varsa orada sulh ve sükûn yoktur. Sulhun ve sükûnun olduğu yerde, savaş yoktur. Savaşın olduğu yerde, sulh ve sükûn yoktur. Öyleyse Nefs-i Emmare’de bulunan bir kişi, hep huzursuzdur, hep sıkıntılıdır; iç âlemindeki savaş sebebiyle sulh ve sükûna ulaşamaması sebebiyle (1).
İkincisi; nefs, hep afetlerin tesiri altında olduğu için sık sık aklı kandıracak ve ona günah işletecektir. Allahû Tealâ: “İçki içme.” diyecektir; o kişi nefsindeki afet sebebiyle içecektir. “Kumar oynama.” diyecektir; oynayacaktır. “Namaz kıl.” diyecektir; kılmayacaktır. Öyleyse Allahû Tealâ'nın emirlerine de itaat etmeyecek, yasak ettiği fiilleri de işleyecektir. Bu sebeple yeniden huzursuz olacaktır. Neden? Ne zaman bir insan bir hayır işlerse arkasından mutlaka mutluluk duyar, huzur duyar. Ama ne zaman bir günah işlerse arkasından duyduğu şey, eşyanın tabiatına uygun bir sonuçtur; huzursuzluk ve sıkıntı. İşte kişi, hep günah işleyeceği için hep bu huzursuzluğu duyacaktır, yaşayacaktır. Arkasından da her günah işlediğinde, ruhu nefsine azap edecektir; “Akletmeyene azap ederiz.” âyet-i kerimesi gereğince. Bu azap da bu kişiyi, bir defa daha üzecektir.
Öyleyse Nefs-i Emmare'deki bir kişi, iç âleminde 3 sebepten hep huzursuzdur:
1. sebep: Ruhuyla nefsi arasındaki kavga sebebiyle.
2. sebep: Günah işlemesi.
3. sebepse: Günahın arkasından, ruhunun nefsine azap etmesi.
Peki, nefsinin bütün afetlerini daimî zikirle yok etmiş olan, teslimlerini tamamlamış olan bir sahâbe, bundan 14 asır evvel bu huzursuzluğu, bu devrede, daimî zikre ulaştıkları devrede, yani velâyetin 7. kademesinde, Allah'a yaklaşım basamaklarının 28. basamağında, acaba onlar bu huzursuzluğu yaşıyorlar mıydı? Hiçbirisi yaşamıyordu. Neden? Çünkü nefslerindeki 19 tane afetin hepsi, yok olmuştur. Yerine, ruhun hasletleri gelip faziletler adıyla yerleşmişti. Öyleyse nefsin bütün talepleri, hayır talebi olmak mecburiyetindeydi ve nefs, sadece hayrı talep eder bir hüviyetteydi. Öyleyse bu noktaya ulaşmış olan bir kişinin nefsinin talebi, hayır talebiyse ruhunun talebi zaten ezelden beri hayır olduğuna göre artık aralarında bir çatışmadan bahsedilemez. Savaş bitmiştir vücut ülkesinde, yerini sulh ve sükûn almıştır. Bu sebeple 1. sebep zâil olmuştur o kişinin huzursuzluğu istikametinde. Bu kişinin nefsi de hayrı, ruhu da hayrı istediği için bu kişi, huzur içinde bir yaşantı sürecektir iç âleminde. İkinci sebep; kişinin nefsi, hep hayır istediği için hep hayır talep ettiği için, o kişinin günah işlemesi mümkün değildir. Hep, hayır işleyecektir. Arkasından hep, huzur ve mutluluk duyacaktır. Üçüncüsü, bu kişi hep hayır işlediği için nefsine ruhun azabı, hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Bu sebeple bu noktaya ulaşmış (ihlâsa ve salâha ulaşmış) olan bir insan, hiçbir zaman huzursuz olmayacaktır iç âleminde. Daimî zikre ulaştığı o noktadan itibaren.
Peki bu insan, dış âleminde hangi durumda olacaktır? Nefs-i Emmare'deki kişiye bakalım. Bu insan, nefsinin afetleri cephesinden hareket ettiği için sık sık başkalarına yanlış davranışlarda bulunacaktır yani zulmedecektir. Bu bir günah olduğu için kişi bundan mutlaka negatif yönde etkilenecek ve huzursuz olacaktır (1). İkincisi; bu bir günah olduğu için ruhu nefsine hemen azap tatbik edecektir (2). Bu kişi çevresine zulüm ediyorsa çevresinden de ona zulüm dönecektir. Neden? Çünkü her etki, kendi istikametinde bir tepki doğurur. Çevresindeki insanlar bu kişiye zulmettiği zaman bu kişi, huzursuz olacaktır. Arkasından, intikam afeti harekete geçecek ve kişiye mutlaka intikam alma istikametinde telkinde bulunacaktır. Bu kişi de nefsinin tesiri altında olduğu için mutlaka intikam almaya yönelecektir. İntikamını alabilirse bir günah işlemiş olacağı için yeniden huzursuz olacaktır. Arkasından, günahı işlediği için ruhu nefsine azap edecek, bir defa daha huzursuz olacaktır. Eğer bu kişi, intikamını almayı şiddetle istediği hâlde intikamını alamıyorsa bu sefer de şuuraltı birikimi oluşacak, stres sebebiyle huzursuz olacaktır.
Öyleyse Nefs-i Emmare'deki bir insan, dış ilişkilerinde hep huzursuzdur ve sıkıntılıdır. Ama ihlâsa ve salâha ulaşan bir insan, bundan 14 asır evvel sahâbenin ulaştığı yere ulaşan bir insan, neden huzursuz değildir, hep mutludur dış âleminde, başka insanlarla olan ilişkilerinde? Çünkü bu kişinin nefsinde afetler yoktur. Yerine, hasletler gelmiştir, ruhun güzellikleri gelmiştir. Onlarsa hiçbir zaman bir başkasına zulmetmek istikametinde bir talebin sahibi, olamazlar. Öyleyse bu insan, hiçbir davranışında bir başkasına zulmedemez. Zulmedemezse hep hayırlı bir davranışın sahibidir. Bu davranışın arkasından, yalnız huzur duyar ve mutluluk duyar. Tabiatıyla böyle olduğu için zulmetmediği için günah işlemediği için ruhunun nefsine azabı da söz konusu değildir. Kişinin kendi aksiyonları itibariyle durum bu.
Bu kişi çevresine zulmetmiyorsa çevresinden de ona zulüm geri dönmeyecektir. Bu sebeple de kişi huzurlu olacaktır. Ayrıca hiç kimse mi buna zulmetmeyecektir? Böyle bir şey mümkün değildir, mutlaka zulmedenler bulunacaktır. Ama bu kişinin nefsinde afetler olmadığı için zulmü, kendisine huzursuzluk verecek bir sistem olarak düşünmeyecektir, bir etki alanı olarak düşünmeyecektir ve huzursuz olmayacaktır. Ayrıca nefsindeki afetlerin olmayışının ötesinde, bu insan başka bir sebepten de huzursuz olmayacaktır. Çünkü bilecektir ki birisi kendisine zulmederse zulmeden kişi, derecât kaybeder yani şerre ulaşır. Zulüm gören kişiyse onun kaybettiği derecâtı alacak ve hayra ulaşacaktır.
Biliniz ki kıyâmet günü bir insanın cehenneme gitmesinin sebebi, günahlarının sevabından fazla oluşudur. Kaybettiği derecelerin, kazandığı derecelerden fazla oluşudur. Cennet gitmesinin sebebiyse; kazandığı derecelerin, kaybettiği derecelerden fazla oluşudur. Öyleyse derecât kaybetmek, önemli bir olgu. Ve o seviyeye ulaşmış birisi için de derecât kazanmak önemlidir. Başka insanların kendisine olan davranışı, önemli değildir. Çünkü o insan, kötülüğe iyilikle mukabele etme yetkisine zaten ulaşmıştır.
Öyleyse ihlâsa ulaşan bir kişi, evvelâ başkasına zulmetmeyeceği için huzurludur. Arkasından, ruhu nefsine hiçbir zaman azap etmeyeceği içim huzurludur ve başkası kendisine zulmetmeyeceği için huzurludur. Başkası kendisine zulmetse bile, onu zulüm olarak değerlendirmeyeceği için huzurludur. Tabiatıyla hâl böyleyse bu kişinin, kendisine zulmedildi diye başkasından intikam almasını düşünmesini bekleyemeyiz. Böyle bir olay mümkün değil. Bunu düşünmediği için de hiçbir zaman intikam almayacaktır. İntikam almadığı için de o günahı işlemediği cihetle huzursuz olması mümkün değildir. Ayrıca tabiatıyla o günahı işlemediği için ruhunun nefsine azap etmesi de mümkün değildir. Diğer taraftan böyle bir insan, intikamını alamıyor diye, şuuraltı birikimine uğraması da düşünülemez bile.
Öyleyse bundan 14 asır evvel sahâbe, dış âlemlerinde de bir muhteşem, dış âlem saadetinin içindeydiler. Bunların, Allah ile olan ilişkilerine baktığımız zaman, aynı sonuçla karşılaşıyoruz; bir mutluluk tablosuyla karşılaşıyoruz. Neden öyle? Çünkü Nefs-i Emmare'deki kişi, Allah'ın emirlerini hiçe sayar. Ya hiç yapmaz ya da çok az bir kısmını yerine getirir. Bu sebeple huzursuzdur. Allah'ın yasak ettiği fiilleriyse işlememezlik edemez. Çünkü nefsindeki afetler, devamlı olarak kişiyi o günahları işlemeye sevk eder. Ve kişi o günahları işledikçe, her günahın arkasından o huzursuzluğu duyacaktır, ruhu da nefsine azap edecek, bir defa daha üzülecektir. Öyleyse Allah ile olan ilişkilerinde de Nefs-i Emmare’deki kişi, hep huzursuz ve sıkıntılı olacaktır. Ama ihlâsa ulaşmış olan bir kişiye bakalım: Allah, “5 vakit namaz.” diyor; 7 vakit kılıyor. “Daimî zikir.” diyor; daimî zikrin sahibi. “Oruç tut.” diyor; Ramazan ayının ötesinde, bütün sene her perşembe günü oruç tutarak hayatını geçiriyor, kandil günleri de oruç tutuyor. Allah'ın bütün emirlerini en üst derecelerde yerine getiren birisiyle karşı karşıyayız. Hiç bu kişi, Allah'ın emirlerini yerine getirememekten dolayı bir huzursuzluğun içinde olabilir mi? Mümkün değil.
Yasak ettiği fiillere gelince; Nefs-i Emmare'deki kişi, nefsindeki afetler sebebiyle hep, Allah'ın yasak ettiği fiilleri de işleyecektir, bu sebeple huzursuz olacaktır. Ama ihlâsa ve salâha ulaşmış olan bir kişi, hiçbir zaman bu günahları işlemeyecektir. Çünkü nefsinde, onu günahlara iten afetlerin hiçbiri mevcut olmadığı gibi aksine, onu günahları işlememeye iten, ruhunun hasletleri gelmiş yerleşmiş içine, ahsen olmuş nefsi. Öyleyse bu seviyeye ulaşmış bir insan, görüyorsunuz ki hem iç âleminde hem dış âleminde (başka insanlarla olan ilişkilerinde) hem de Allah ile olan ilişkilerinde sulh ve sükûna ulaşmıştır.
İşte bu, Allahû Tealâ'nın 3 tane farz emri. Yani daimî zikre ulaşmak (1), irşada ulaşmak (2), teslime ulaşmak (Allah'a, Allah'ın kendisine verdiği 3 emaneti de teslim etmek olayı) bir insanı demek ki mutlaka, Allah'ın dünya saadetine de ulaştırıyor. Ve 14 asır evvel sahabenin, bu dünya saadetine ulaştığı Kur'ân-ı Kerim âyetleriyle kesinleşmiş durumda.
Ve insanlar, artık bu farzlardan hiç bahsetmez olmuşlar, sahâbenin bu farzları yerine getirdiğinden hiç bahsetmez olmuşlar. Düşünün ki ne İlahiyat Fakülteleri’nde ne Diyanet İşleri Başkanlığı’nda yani kısaca insanlara dîni anlatmakla vazifeli olan kuruluşların hiçbirinde, artık bu farzlardan bahsedilmez olmuş ve bu farzları insanlara unutturmaya çalışan, birtakım gruplar bile oluşturulmuş, birtakım mecmualar çıkartılır olmuş. İşte böyle bir ortamda, Allah'ın bütün insanlara mutluluğu emretmesine rağmen, o insanları mutluluğa değil, mutsuzluğa götüren bir eğilim içersine sokan birçok derginin var olduğu bir ortamda, biz eğer bunları söylüyorsak, onların söylediğinin tamamen zıttı olan Allah'ın gerçeklerini söylüyorsak, Allah'ın hedefinin bütün insanları sadece ve sadece ahiret ve dünya mutluluğuna ulaştırmak olduğunu söylüyorsak, bu insanlara ters düşüyorsak onların bize yapabileceği bir tek şey vardır; bizi susturmaya çalışmak. Ve bu istikamette, bu söylediğiniz şeyi, gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Birincisi bizim, deli olduğumuzu iddia etmektedirler, ikincisi de bizim tarafımızdan yapılan bir peygamberlik iddiasını, varmış gibi göstermeye çalışmaktadırlar.
Aslında birinci sualin cevabı alınan, adli tıptan, İstanbul Adli Tıp’tan alınan bir raporla kesinleşmiştir ki; 13 kişilik bir heyet, bizim tam aklî dengemize sahip olduğumuzu ifade buyurmuştur. Ve biliyorsunuz ki İstanbul Adli Tıp’ta bir karar verildiği zaman bu karar, itiraz edilemez bir karardır. Çünkü İstanbul Adli Tıp, bu konudaki en yüksek merciidir. Nitekim Devlet Güvenlik Mahkemesi oradan, bizi oraya göndererek, ordan bir rapor almamızı istemişlerdir ve aldığımız rapor, 13 kişilik bir heyetin verdiği raporla bu konu, tarihe karışmıştır. Aklî dengemizin tam olduğu, akıllı olduğumuz, cezaî ehliyete tam olarak sahip olduğumuz bir ortamda yargılandık ve beraat ettik. Bu olay bitti.
Şimdi, bunun ötesinde yeni bir şey ortaya çıkıyor; bizim peygamberlik iddiasında bulunmamız. İşte hepinize karşılık, hepinizin karşısında rahat rahat söylüyorum ki biz hiçbir zaman, bir peygamberlik iddiasında bulunmadık ve bunu aslında çok saçma buluruz. Çünkü Peygamber Efendimiz (S.A.V), Allahû Tealâ'nın son Nebîsi’dir, son Peygamberi’dir. O’ndan sonra bir peygamberin gelmesi, söz konusu da değildir. Mümkün de değildir.
SUNUCU: Sayın Hocam, yani siz peygamber değilsiniz değil mi?
EFENDİMİZ: Evet, ben asla peygamber değilim. Hiçbir zaman da böyle bir iddiada bulunmadım.
SUNUCU: Sayın Hocam Evrenosoğlu, 14 asır sonra söylenmeyenleri söylediği için karalanmaya çalışılıyor. İşte yapılan yayınlar, kendisini durdurmaya yönelik olduğunu söylüyor.
İmam İskender Ali M İ H R