}
Hûd Suresi 102-108 (Âyetlerin Sırları) 12.02.2002
Mp4 Mp3 Link

Sohbet Kodu: 103385


SOHBETİN ADI:  HÛD SURESİ 102-108 (Âyetlerin Sırları)

TARİH:  12.02.2002                      

 

Eûzubillâhimineşşeytânirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.


Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, can dostlarım, gönül dostlarım, Allahû Tealâ’ya sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bizleri bir defa daha Allah’ın bir zikir sohbetinde bir araya getirdi. Bu zikir sohbeti, Kur’ân-ı Kerim’in zikri, Kur’ân-ı Kerim’in tefsiri, bir başka ifadeyle Kur’ân-ı Kerim’in ruhunun anlatılması.                       


Kod Numaramız: 2.2.12.11. Kur’ân-ı Kerim’in 11. Suresi, Hûd Suresi.


Ve 102 numaralı âyetle inşaallah konumuza giriyoruz, sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler.

Eûzubillâhimineşşeytânirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.


 

11/HÛD-102: Ve kezâlike ahzu rabbike izâ ehazel kurâ ve hiye zâlimetun, inne ahzehû elîmun şedîd(şedîdun).

Halkı zalim olan ülkeleri ahzettiği zaman senin Rabbinin yakalaması işte böyledir. Onun ahzı (yakalaması), muhakkak ki çok şiddetlidir, çok elîmdir.

                      
Ve kelimelere geçiyoruz:


ve kezâlike: Ve onun gibi, böyle, böylece.

ahzu: Yakalaması, alması.

rabbi-ke: Senin Rabbin.

izâ: Olduğu zaman.

ehaze: (Cezalandırdı) aldı, yakaladı.

el kurâ: Belde, ülke, ülkeler, ülke halkı.

ve hiye: Ve o.

zâlimetun: Zulmetmek, zulüm işlemek, zâlimdir.

inne: Muhakkak, gerçekten.

ahze-hu: Onun yakalaması, cezası.

elîmun : Elîm, acı.

şedîdun: Şiddetli.                 


Cümleciklere bakıyoruz:


ve kezâlike: Ve işte böyledir.

ahzu rabbike: Senin Rabbinin alışı (yakalaması).

izâ ehazel kurâ: Ülkeleri aldığı zaman.

ve hiye zâlimetun: Ve o ülke halkı zâlimdir.

inne ahzehû elîmun şedîdun: Onu alışı (ahzı) muhakkak ki çok şiddetlidir, çok elîmdir.


Allahû Tealâ, zâlim ülkeleri cezalandırdığını ifade buyuruyor. “Zâlim ülke halkını cezalandırırım.” diyor. Böyle cezalandırmaya da “ahzetmek (yakalamak)” diyor. Ahz-u kabz, Türkçede de eski kanunlarda çok geçen bir kelime; el koymak, tutmak, kanunları tahsile yetkili olmak anlamına gelen bir kelime.


Burada Allahû Tealâ’nın verdiği işaret: “Halkı zâlim olan ülkeleri Allahû Tealâ yakalar ve cezalandırır.” diyor. Allahû Tealâ’nın cezalandırması çeşitli şekillerde vücuda gelebilir. Burada ölümle noktalanan ve bütün insanların, Allah’ın dostları hariç öldüğü bir cezalandırma sistemi.


Allah razı olsun.                       


Hûd Suresi 103. âyet-i kerimeye inşaallah geliyoruz.


Bismillâhirrahmânirrahîm.

11/HÛD-103: İnne fî zâlike le âyeten li men hâfe azâbel âhırati, zâlike yevmun mecmûun lehun nâsu ve zâlike yevmun meşhûd(meşhûdun).

Muhakkak ki bunda, ahiret azabından korkan kimse için, elbette bir âyet (delil) vardır. İşte bu, insanların toplanma günüdür. Ve işte bu, şahadet günüdür.


Kelimeler:


inne: Muhakkak, gerçekten.

fî zâlike: Bunda vardır.

le âyeten: Elbette bir âyet (bir delil).

li men hâfe: Korkan kimse için.

azâbe el âhırati: Ahiret azabı(ndan).

zâlike: İşte bu.

yevmun mecmûun: Toplanma günüdür, toplanma günü.

lehu: Ona.

en nâsu: İnsanlar.

ve zâlike: İşte bu.

yevmun meşhûdun: Şahadet günü(dür).


Şimdi cümleciklere geçiyoruz:


inne fî zâlike: Muhakkak ki bunda vardır.

le âyeten: Elbette bir âyet (bir delil).

li men hâfe: Korkan kimse için.

azâbe el âhırati: Ahiret azabından.

zâlike: İşte bu.

yevmun mecmûun lehun nâsu: İnsanların onda (o günde) o toplanma günüdür.
(İnsanların onda (Allah’ta) toplanma günüdür.)

ve zâlike: Ve işte bu.
yevmun meşhûdun: Şahadet günü(dür).


Cümlecikleri demek ki cümle haline getirdiğimiz zaman şunu görüyoruz:

“Muhakkak ki bunda ahiret azabından korkan kimse için elbette bir âyet (delil) vardır. İşte bu, insanların toplanma günüdür ve işte bu, şahadet günüdür.”                      


Şahadet, insanların kendi hayat filmlerine bakıp da…


Allahû Tealâ  âyet-i kerimede: “Ahiret azabından korkan kimse için delil vardır.” diyor. Allahû Tealâ’nın ahiret azabı dediği şey, sonraki azap. Önceki azap ne? İlk azap, bir insan yaşarken her yanlış şeyi yaptığında içinde bir sıkıntı duyar, huzursuzluk duyar, ilk azap budur. Allahû Tealâ kişiye huzursuzluğu yaşatır, sıkıntıyı yaşatır, azap verir ona. Ruh da nefse azap verir.  Ondan sonra kişi ölür. Öldüğü zaman kabir azabı söz konudur, kabirdeki mutluluk da söz konusudur. Hayat filmi kişiye gösterilir ve bütün hata yaptığı yerlerde, 40 günlük bir süreç içerisinde kişinin hata yaptığı her noktada azap edilir ve doğruları yaptığı noktada da kişi ferahlanır, ferahlandırılır. Bu da ikinci azaptır. Ama büyük azap, sonraki azaptır; ahiret azabıdır. Burada ahiret azabı diye açıkça adı geçiyor, yani cehennem azabı demek.


Öyleyse ahiret kelimesinin çeşitli kullanışlarından birini görüyoruz: “likâil âhirati” kullanıyor Allahû Teâlâ, A’râf Suresinin 147. âyet-i kerimesinde. Oradaki “likâil âhirati” kelimeleri, “Allah’a ulaşma, mülâki olma”  anlamına geliyor.


7/A'RÂF-147: Vellezîne kezzebû bi âyâtinâ ve likâil âhirati habitat a’mâluhum, hel yuczevne illâ mâ kânû ya’melûn(ya’melûne).

Ve onlar ki; âyetlerimizi ve ahirete ulaşmayı (hayatta iken ruhun Allah’a ulaşmasını) tekzip ettiler (yalanladılar) ve onların amelleri, heba oldu (boşa gitti). Onlar, yaptıklarından başka bir şeyle mi cezalandırılır?


Öyleyse ahiret kelimesini Allahû Tealâ sadece, cehennem günü olarak kullanmıyor. Kullandığı dizaynda farklı bir yapı da var. Hem kıyâmet günü için, azap günü olarak Allahû Tealâ burada değiştirmiş, “azâbel âhirati: Ahiret azabı olarak vasıflandırmış bu âyet-i kerimede (Hûd Suresinin 103. âyet-i kerimesinde). Bu belli ki ahiret azabı, cehennem azabı, yani sonraki hayatımızdaki; bu dünyada yaşadığımız hayattan sonra kıyâmet gününden sonra yaşayacağımız sonraki hayatımızdaki ahir devrede, sonraki devrede yaşayacağımız azap.


Öyleyse insanların azabı yaşayacak olanlarından bahsediyor Allahû Tealâ burada ve bu azap; sonraki azap, “ahiret” kelimesiyle ifade ediliyor. Ama aynı ahiret kelimesi, A’râf Suresinin 147. âyet-i kerimesinde, “likâil âhirati” şeklinde geçiyor; Allah’a ulaşma gününe ulaşmak istikametinde kullanılıyor. Oradaki ahiret kelimesi; Allah’a ulaşma günü, Allah’a ulaşma zamanı.


Öyleyse bir insanın dünya hayatını yaşarken Allah’a ulaşması keyfiyetini Allahû Tealâ, “likâallahe” veya “likâil âhirati” şeklinde iki tarzda kullanıyor. Buradaki ahiret kelimesi cehennemi ifade ediyor; kıyâmetten sonra yaşayacağımız hayatı ifade ediyor.


Allah razı olsun.


Ve burada bir de: “İşte bu, şahadet günüdür.” diyor Allahû Tealâ. Şahitliklerin gerçekleşeceği, şahitliklerin herkes tarafından müşahede edileceği bir gün. Şahitlerin birbirine şahit olacağı, şahitlerin kendilerine şahitlik edenlere şahitlik edeceği, şahitlik edeceklerine şahadet edeceği gün; o gün, kıyâmet günü.


Allah razı olsun.                         


Âyet-104’e geliyoruz, Allahû Tealâ buyuruyor:


Bismillâhirrahmânirrahîm.

11/HÛD-104: Ve mâ nuahhıruhû illâ li ecelin ma’dûd(ma’dûdin).

Ve Biz, onu (o günü), sayılı (belirli) bir vadeden(ecelden) başka ertelemeyiz.


Kelimeler:


ve mâ nuahhıru-hû:
Ve Biz onu ertelemeyiz, geciktirmeyiz.

illâ: Ancak, ...den başka.

li ecelin: Bir ecele, bir zamana.

ma’dûdin: Sayılı (adetli), belirli.


ve mâ nuahhıruhû: Ve Biz, onu (o günü) geciktirmeyiz (ertelemeyiz).

illâ li ecelin ma’dûdin: Sayılı (belirli) bir zamandan başka (belirli bir vadeden, ecelden başka).


Öyleyse Allah’ın tayin ettiği belirli bir zaman var, “O zamanın dışında,” Allahû Tealâ, “Ertelemem.” diyor. Hangi zaman bu? Allahû Tealâ kâinatı yarattıktan sonra, kâinatı oluşturan yıldızların hepsine, birbirinden ayrılma konusunda bir itiş gücü vermiş, bir kinetik enerji. Bu itiş enerjisi şu anda kâinatı hâlâ büyütüyor. Ama bunun belli bir vadesi var, belli bir süresi var. O süre gelinceye kadar kâinat büyümeye devam edecek. Ama o sürenin sonunda Allahû Tealâ, o enerjinin vadesi tamamlanmış olduğu için artık kâinat büyümeyecek, duracak, durunca bir noktadan uzaklaşan her şeyin vücuda getirdiği zaman adlı faktör duracak.


Biliyorsunuz, kâinat bir tek noktada toplanmıştı, büyük patlama ile Allahû Tealâ onu patlattı ve kâinatı vücuda getirdi. Bu vücuda getirdiği kâinatın her yıldızına, başka yıldızlardan ayrılacak olan bir itiş gücü verdi ve kâinat bu sebeple hâlâ büyümeye devam ediyor. Ama o itiş enerjisi belli bir süreye kadar devam edecek, sonra itiş enerji sona erecek. Sona erdiği zaman artık yıldızlar uzaklaşmayacak birbirinden ve Allahû Tealâ’nın Kur’ân-ı Kerim’de belirttiği gibi, durmadan sonra Dünya Güneş’le ve Ay da Dünya’yla birleşecek. Sonra da bütün büyük gezegenler, küçük gezegenleri ya da sabiteler kendisinden küçük olan yıldızları kendisine çekecek ve böylece kâinat bir tek noktaya doğru küçülecek. Sonunda bütün uzaylar alınarak tek bir noktaya geri dönülecek.


İşte bu, Dünya ile Ay’ın, Ay ile Güneş’in birbirine yapışacağı, birbirini çekerek birbirine vasıl olacağı nokta, kıyâmetin başlamasından sonradır. Öyleyse bu gezegenlerin birbirine yaklaşması, birbirini çekmesi ve yapışması, başlangıçta zamanı oluşturan temel faktörü tersine çeviriyor.


Zaman neydi? Bir noktadan uzaklaşan sonsuz sayıdaki partikül. Bu uzaklaşma hızı sebebiyle zaman adı verilen bir müessese oluşuyor geçmişten geleceğe doğru. Ama olay tersine dönünce, gelecekten geçmişe dönüş söz konusu oluyor ve zaman tersine dönerek ta sıfır noktasına kadar ulaşıyor. Kâinat da küçülüp tekrar o bir tek noktaya, kâinat kadar ağır bir tek noktaya dönüşüyor.


Allah razı olsun.                      


105. âyet-i kerime:


Bismillâhirrahmânirrahîm.

11/HÛD-105: Yevme ye’ti lâ tekellemu nefsun illâ bi iznihi fe minhum şakıyyun ve saîd(saîdun).

O gün gelince, O’nun izni olmaksızın kimse konuşamaz. O zaman onlardan bir kısmı şâkîdir (bedbaht), bir kısmı saiddir (mutlu).

yevme: Gün

ye’ti: Gelir.

lâ tekellemu: Konuşmaz (konuşamaz).

nefsun: Bir kimse.

illâ: Ancak, başka, olmaksızın.

bi izni-hi: O’nun izni.

fe: O zaman.

min-hum: Onlardan bir kısmı.

şakıyyun: Şâkîdir, bedbahttır.

ve saîdun: Saiddir, mutludur.


Şâkîler; cehennemde kalacaklar, saidler; cennette kalacaklar.


Öyleyse cümleciklere geliyoruz:

 

yevme ye’ti: O gün gelince.

lâ tekellemu nefsun: Kimse konuşamaz.

illâ bi iznihi: O’nun izni olmaksızın.

fe minhum: Artık onlardan bir kısmı (o zaman).

 

“O zaman onlardan bir kısmı (şakıyyun ve saîdun) şâkîdir ve bir kısmı saiddir.

“Bir kısmı şâkîdir ve bir kısmı saiddir (mutludur).”

 

Allahû Tealâ’nın burada kullandığı “şâkî” ve “said” mefhumları, mutluluğu ve mutsuzluğu içeriyor. Saidler; mutlu olanlar; şâkîler de mutsuz olanlar.

 

Ve Hûd Suresi 106. âyet-i kerime, Allahû Tealâ buyuruyor:


Euzubillâhimineşşeytânirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.


11/HÛD-106: Fe emmâllezîne şekû fe fîn nâri lehum fîhâ zefîrun ve şehîk(şehîkun).

Şâkî olanlara gelince; artık onlar, ateştedir. Onlar, orada (yüksek sesle inleyerek ve) çok zor bir şekilde soluk soluğa, nefes alıp verirler.


Kelimeler:

 

fe emmâ: Ama, artık.

ellezîne şekû: Şâkî olanlar, mutsuz olanlar, bedbaht olanlar.

fe: Artık.

fî en nâri: Ateş içinde, ateşte.

lehum: Onlar (için).

fî-hâ: Orada.

zefîrun: Sesli nefes verme, inilti, hızlı, soluk soluğa nefes almak.

ve şehîkun: Nefesin içeri çekilip, şiddetli ve kötü bir sesle çıkması.

 

Cümlecikler:


fe emmâllezîne şekû
: Şâkî olanlara gelince.

fe fîn nâri: Artık onlar ateştedirler.

lehum fîhâ: Onlar orada.

zefîrun ve şehîkun: Yüksek sesle inleyerek ve çok zor bir şekilde, soluk soluğa nefes alıp verirler.


“Şâkî olanlara gelince, artık onlar ateştedirler. Onlar orada (yüksek sesle inleyerek ve) çok zor bir şekilde soluk soluğa nefes alıp verirler.”


“Şâkî olanlara gelince, artık onlar ateştedir. Onlar orada yüksek sesle, inleyerek ve çok zor bir bir şekilde soluk soluğa nefes alıp verirler.”


Burada şâkîler, daha evvel de söylemiştik; cehenneme girecek olanlar. Onlara “şâkî” diyor Allahû Tealâ. Osmanlıcadaki eşkıya kelimesi de şâkî kelimesinin çoğuludur, yani cehennemlikler anlamına, haydut anlamına, hırsız anlamına eşkıya kelimesi, şâkî kelimesinin çoğuludur.


Burada şâkîlerin ateşte olmaları ifade ediliyor, cehennemde oldukları ifade ediliyor ve çok zor bir şekilde, soluk soluğa nefes alıp vermeleri söz konusu.


Öyleyse Allahû Tealâ’nın dizaynı bu. Şâkîler için cehennem söz konusu.


Ve 107.  âyet-i kerime, Allahû Tealâ buyuruyor:


Bismillâhirrahmânirrahîm.

11/HÛD-107: Hâlidîne fîhâ mâ dâmetis semâvâtu vel ardu illâ mâ şâe rabbuke, inne rabbeke fe'âlun limâ yurîd(yurîdu).

Onlar, semalar ve yeryüzü (cehennemin semaları ve arzı) durdukça orada ebedî kalanlardır (kalacaklardır). Rabbinin dilediği şey (cehennemi yok etmeyi dilemesi) hariç. Muhakkak ki senin Rabbin, dilediği şeyi yapandır.


hâlidîne: Ebedî kalanlar.

fî-hâ: Onun içinde, orada.

mâ dâmeti: Devam ettikçe, durduğu müddetçe.

es semâvâtu: Gökler, semalar.

ve el ardu: Ve yeryüzü, arz.

illâ: Ancak, başka, hariç.

mâ şâe: Dilediği şey.

rabbu-ke: Senin Rabbin(in).

inne: Muhakkak.

rabbe-ke: Senin Rabbin.

fe’âlun: Yapandır.

li-mâ: Şeyi.

yurîdu: Diler.
“Dilediği şeyi yapandır.”


hâlidîne fîhâ:
Orada ebedî kalanlardır (kalacaklardır).

mâ dâmetis semâvâtu vel ardu: Semalar ve arz durdukça.

illâ mâ şâe rabbuke:  Senin Rabbinin dilediği şey hariç.

inne rabbeke: Muhakkak ki senin Rabbin.

fe’âlun limâ yurîdu: Dilediği şeyi yapandır.


“Semalar ve yeryüzü durdukça orada ebedî kalanlardır (kalacaklardır). Rabbinin dilediği şey (cehennemi yok etmesi) hariç (semalar ve yeryüzü durdukça orada ebedî kalacaklardır).”

“Onlar, semalar ve yeryüzü durdukça orada ebedî kalanlardır (kalacaklardır), Rabbinin dilediği şey (cehennemi yok etmesi) hariç. Muhakkak ki senin Rabbin, dilediği şeyi yapandır.” buyuruyor Allahû Tealâ.


Sevgili kardeşlerim, cehenneme girenler (şâkîler), orada ebediyyen kalacaklardır. “hâlidîne fîhâ. diyor Allahû Tealâ, “Orada ebediyyen kalacaklardır.” Ama Allah’ın dilediği şey, eğer Allah cehennemi yok etmek, cehennemin görevini bir gün, sonsuz bir zamandan sonra tamamlamak istiyorsa cehennemi de içindeki insanları da enerjiye çevirecektir.


Buradaki “” kelimesini, “şey” kelimesini, Allah’ın dilediği şeyi; kişi olarak algılamış birçok Kur’ân-ı Kerim meali verenler. Ve yani insanların, cehennemin sonu olması söz konusu olacak, insanlar oradan cennete alınacaklar ve cennette ebediyyen kalacaklar; buna yaklaşmak istiyorlar. Oysaki Allahû Tealâ’nın, Kur’ân-ı Kerim’de 30 âyet-i kerimede “Allah’ın cennetine girenler cennette ebediyyen kalırlar. Allah’ın cehennemine girenler, cehennemde ebediyyen kalırlar,” hükmü var, Mu’minûn Suresinin 102 ve 103. âyetlerinde.


23/MU'MİNÛN-102: Fe men sekulet mevâzînuhu fe ulâike humul muflihûn(muflihûne).

O zaman kimin mizanı (sevap tartıları) ağır gelirse işte onlar, felâha erenlerdir.

23/MU'MİNÛN-103: Ve men haffet mevâzînuhu fe ulâikellezîne hasirû enfusehum fî cehenneme hâlidûn(hâlidûne).

Ve kimin mizanı (sevap tartıları) hafif gelirse, işte onlar, nefslerini hüsrana düşürenlerdir. Onlar, cehennemde ebediyyen kalacak olanlardır.


Allahû Tealâ: “Kıyâmet günü mizanlarımızı tartarız.” diyor, “Mizanlarımızı koyarız. Kimin sevapları fazlaysa onu cennetimize alırız.” diyor Allahû Tealâ.  “Kimin de günahları sevaplarından fazlaysa onu cehenneme alırız. Onlar nefsi hüsranda olanlardır.” diyor Allahû Tealâ. “Onlar hüsranda olanlardır.” diyor, “Ve onlar ebediyyen cehennemde kalacaklardır.” diyor Allahû Tealâ.


Bir de Allahû Tealâ’nın cennetlikler için söylediğine gelin beraberce bakalım. Diyor ki Allahû Tealâ, Hûd Suresinin 108. âyet-i kerimesinde:


Bismillâhirrahmânirrahîm.

11/HÛD-108: Ve emmâllezîne suidû fe fîl cenneti hâlidîne fîhâ mâ dâmetis semâvâtu vel ardu illâ mâ şâe rabbuke, atâen gayra meczûz(meczûzin).

Fakat mutlu olanlar, artık cennettedir. (Cennetlerin) semaları ve arzı durdukça, Rabbinin dilediği şey (cenneti yok etmeyi dilemesi) hariç, onlar orada ebedî kalanlardır (kalacaklardır).


ve emmâ: Ve fakat.

ellezîne suidû: Mutlu olanlar, said olanlar.

fe: Artık, böylece.

fî el cenneti: Cennette.

hâlidîne: Ebedî kalanlar.

fî-hâ: Onun içinde, orada.

mâ dâmeti: Devam ettikçe, durduğu müddetçe.

es semâvâtu: Gökler, semalar.

ve el ardu: Ve yeryüzü, arz.

illâ: Başka, hariç.

mâ şâe: Dilediği şey.

rabbu-ke: Senin Rabbin.

atâen: Lütuf, bağış, ihsan olarak.

gayra: Olmayan.

meczûzin: Kesinti, kesilmiş.

gayra meczûzin: Kesintisiz, devamlı, kesilmeyen.


Ve cümleciklere geçiyoruz:


ve emmâllezîne suidû fe fîl cenneti: Fakat mutlu olanlar artık cennettedir.

hâlidîne fîhâ: Orada ebedî kalanlardır, kalacaklardır.

mâ dâmetis semâvâtu vel ardu: Semalar ve yeryüzü durdukça.

illâ mâ şâe rabbuke: Rabbinin dilediği şey hariç.

atâen gayra meczûzin: Kesilmeyen bir lütuf olarak.


Burada Allahû Tealâ: “Cenneti yok etmeyi dilemesi hariç, orada ebedî kalanlardır (kalacaklardır).” diyor.


“Fakat mutlu olanlar artık cennettedir. Kesilmeyen bir lütuf olarak semalar ve yeryüzü durdukça Rabbinin dilediği şey (cenneti yok etmeyi dilemesi) hariç, orada ebedî kalanlardır (kalacaklardır).”


Öyleyse iki çeşit insan var:


1- Allah’ın cennetine girecek olanlar.

2- Allah’ın cehennemine girecek olanlar.


Allah’ın cennetine gireceklere “said” diyor Allahû Tealâ, “Onlar orada ebediyyen kalacaklardır.” diyor, “Yerler ve gökyüzü kaldığı sürece.” Ondan sonra da Allahû Tealâ, daha evvel cehenneme gidenlerden bahsediyor, onların da ebediyyen cehennemde kalması söz konusu; şâkîlerin. Allah’ın dilediği şey, yani cehennemi yok etmeyi dilemesi hariç. Yani Allahû Tealâ cehennemi yok etmeyi dilerse o zaman onlar da onların da orada ebedî kalışları sona erecek. Zaten şartı baştan koyuyor Allahû Tealâ: “Cehennemin ve cennetin gökleri ve yeri durdukça.”


Biliyorsunuz ki cehennem ve cennet hayatı kıyâmetten sonra başlıyor. Öyleyse kıyâmet günü göklerin ve yerin yok olması bu konuyla alâkalı değil. Ondan sonraki devre için geçerli, söz konusu olan sonuç.


Bismillâhirrahmânirrahîm.

109. âyet-i kerime.


Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, 109. âyet-i kerimeye geçmeden evvel bu hususu kesinleştirmemiz lâzım. Kur’ân-ı Kerim’de 30 tane âyet-i kerime, cehenneme kıyâmet günü insanların, kaybettikleri dereceler kazandıkları derecelerden fazla olanların gireceği yerin
cehennem olduğunu söylüyor Allahû Tealâ. Onların nefslerini hüsrana düşürenler olduğunu söylüyor ve ebediyyen cehennemde kalacağını söylüyor. Kayıtsız ve şartız olarak söylemiş bunu.

Mu’minûn-103:


23/MU'MİNÛN-103: Ve men haffet mevâzînuhu fe ulâikellezîne hasirû enfusehum fî cehenneme hâlidûn(hâlidûne).

Ve kimin mizanı (sevap tartıları) hafif gelirse, işte onlar, nefslerini hüsrana düşürenlerdir. Onlar, cehennemde ebediyyen kalacak olanlardır.



Bunun ötesinde daha 30 âyette cehenneme girenlerin, kıyâmet günü cehenneme girenlerin ebediyyen cehennemde kalacaklarını ve oradan çıkmalarının hiçbir şekilde mümkün olmadığını söylüyor Allahû Tealâ. Ve bir yanlış anlaşılma asırlar boyunca sürüp gitmiş ve insanlar zannediyorlar ki; bir süre cehennemde kalan insanları Allahû Tealâ, bir süre sonra cehennemden alacak, cennetine koyacak ve orada herkes cennete girecek. Sevgili kardeşlerim, Kur’ân-ı Kerim’de böyle bir şey yok. Allahû Tealâ cehenneme giren insanların cehennemden alınarak cennete gireceklerine dair hiçbir açıklamada bulunmamış Kur’ân-ı Kerim’de. Söz konusu olan bu âyetler, şu son âyetler;  Hûd Suresinin 107 ve 108. âyetlerindeki Allah’ın dilediği şey, hep bir yanlış anlayışın, bir yanlış, Kur’ân’da olmayan bir yanlışın ortaya konulmasıyla şekillenmiş.


İnsanlar ve dîn öğreticilerin çok büyük bir kısmı zannediyorlar ki; insanlar bir süre cehennemde kalırlar (cehenneme girenler), ondan sonra Allahû Tealâ onları cehennemden alır, cennetine koyar. Kişilerin ne kadar günahı varsa o kadar cehennemde kalırlarmış, ne kadar sevabı da varsa o kadar cennette kalırlarmış, karşılığı… 


Kur’ân-ı Kerim’de böyle bir şey yok sevgili kardeşlerim. Kur’ân-ı Kerim, açık ve net olarak şunu söylüyor:


23/MU'MİNÛN-102: Fe men sekulet mevâzînuhu fe ulâike humul muflihûn(muflihûne).

O zaman kimin mizanı (sevap tartıları) ağır gelirse işte onlar, felâha erenlerdir.

23/MU'MİNÛN-103: Ve men haffet mevâzînuhu fe ulâikellezîne hasirû enfusehum fî cehenneme hâlidûn(hâlidûne).

Ve kimin mizanı (sevap tartıları) hafif gelirse, işte onlar, nefslerini hüsrana düşürenlerdir. Onlar, cehennemde ebediyyen kalacak olanlardır.



“Kıyâmet günü insanların mizanları tartılır. Kimin günahları sevaplarından fazlaysa onlar cehenneme konulur, ebediyyen cehennemde kalırlar. Kimin sevapları günahlarından fazlaysa onlar cennete konulur, ebediyyen cennette kalırlar.”


İşte Allah’ın kanunu böyle.


Sevgili kardeşlerim, ne kadar yanlış varsa bunların hepsini düzeltmekle görevliyiz. Öyleyse bu da yanlışlardan çok büyük bir yanlış. İnsanları, “Nasıl olsa Allahû Tealâ beni cennetine alacak, ben ne yaparsam yapayım gideceğim yer neticede cennet olacak, öyleyse hiç problem yok, ben istediğim bütün kötülükleri yaparım,” fikrine götürür böyle bir yanlış akide.
Ama sevgili kardeşlerim, 14 asır evvel yaşanan İslâm’dan sonra insanlar dînlerinden, İslâm dîninden çok şeyler kaybetmişler. Geçen zaman parçaları içinde insanlar, Allah’ın kendilerine ihsan ettiği dîni geliştirecekleri, bütün güzellikleri yaşayacakları yerde dînlerini şeytanın onlara yaptığı tesirle adım adım unutmuşlar ve öyle bir hale gelmişler ki; bugünkü dîn öğretisiyle hiç kimsenin Allah’ın cennetine girmesi artık mümkün değil. Ya insanlar doğruları öğrenecekler; Allah’a ulaşmayı dileyecekler ve cennetine girecekler Allah’ın veya öğrenmeyecekler; öğrendikleri dîn bilgisiyle İslâm’ın 5 şartı ile amel edip ne yazık ki kurtulamayacaklar.


Bütün gönlümüzle Allahû Tealâ’ya dua ediyoruz ki; bu büyük hata artık inşaallah bu Kur’ân-ı Kerim’in, bu Tefsirin yayınlanmasıyla inşaallah biter ve bütün dünya Allah’ın doğrularını öğrenir.

Allah razı olsun.


Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, Allahû Tealâ’nın hepinize sonsuz mutluluklar, cennet ve dünya saadetini ihsan eylemesi, ni’met olarak vermesi dileklerimizle, dualarımızla sözlerimizi inşaallah burada tamamlıyoruz.


Allah hepinizden razı olsun.



İmam İskender Ali  M İ H R