}
Meryem Suresi 52-64 (Âyetlerin Sırları) 01.01.2003
Mp4 Mp3 Link

Sohbet Kodu: 105371


SOHBETİN ADI: MERYEM SURESİ 52-64

TARİHİ: 01.01.2003

 

Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki bir defa daha Allah’ın bir zikir sohbetinde birlikteyiz. Bir Kur’ân-ı Kerim tefsiri dersinde bir aradayız.

 

Öyleyse Meryem Suresinin 52. âyet-i kerimesiyle inşaallah konumuza giriyoruz.

 

Bismillâhirrahmânirrahîm.


19/MERYEM-52: Ve nâdeynâhu min cânibit tûril eymeni ve karrabnâhu neciyyâ(neciyyen).

Ve Tur’un sağ tarafından ona seslendik. Ve onu, söyleşmek (vahyetmek) için yaklaştırdık.

 

ve nâdeynâ-hu: Ve ona seslendik (nida ettik).

min cânibi et tûri: Tur’un (Tur Dağı’nın) yanından.

el eymeni (el ey mani): Sağ taraf.

ve karrabnâ-hu: Ve onu yaklaştırdık.

neciyyâ(neciyyen): Fısıltıyla konuşmak, söylemek.
(ve karrabnâhu: Ve onu yaklaştırdık.)

 

Ve şöyle tamamlanıyor konu: “Ve Tur’un sağ tarafından ona nida ettik (seslendik). Ve onu, söyleşmek fısıltıyla sessiz bir şekilde konuşmak için (yani vahyetmek için) yaklaştırdık.”

 

Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, Allah’ın seslenmesi, nidası burada ‘nida’ kelimesi ve ‘neci’ kelimesi kullanılmış. Her ikisinde de Allah’ın sesi; şimdi bizim size konuştuğumuz gibi ses olarak, kulaklarınızın duyacağı bir ses olarak gelmez. Allah’ın sesi kalbinize gelir. O sesi kulağınız duymaz. Bir insanın bir başka insana nida etmesi; ona seslenmesidir. Falancaya uzaktan sesleniyorsunuz. Onun kulağı duyuyor söylediğiniz sesi. Ve size dönüyor.  Bu insanın başka bir insana nida etmesidir.

 

Allahû Tealâ nida edip seslendiği zaman, kulaklarınız Allah’ın sesini duymaz. Allah’ın sesini duyan nefsinizin kalbidir. Kalbinize bakın ki o kalp, kendisinde meknuz olan sem’î hassasıyla (işitme hassasıyla) Allah’ın söylediklerini duyar. Allah’ın sesi, sizin içinizdeki sessiz sese benzeyen bir hüviyet taşır. Onun aynı değildir. Ama Allahû Tealâ size ayıracı öğretir. O zaman Allah’ın sesiyle sizin içinizdeki iç sesinizi birbirinden kesin şekilde ayırırsınız.

 

Bir başka ayıraç; içinizdeki sesi siz kullandığınız zaman iradenizle onu kullanacaksınız. O sesin size ait olduğunu net olarak bilirsiniz. Ama onun dışında başka bir şey duyduğunuz zaman o, kalbinizle duyabilirseniz Allah’ın sesi olabilir. Ama eğer Allahû Tealâ size henüz vahyetmiyorsa o zaman içinizdeki sessiz sese benzeyen başka bir ses duyacaksınız içinizden. Ondan dikkatle sakının! O şeytandır. Maharetle sizin iç sesinizi taklit eder. Ve size bir sürü yanlışı sizin kendi düşüncenizmiş gibi yutturur.

 

Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, sevgili kardeşlerim, işte burada Allahû Tealâ’nın nida etmesi Hz. Musa’nın kalbine seslenmesidir. Tur Dağı’nın çevresinde Allahû Tealâ’nın Hz. Musa’ya seslenmesi ve Hz. Musa’yı Kendisine yaklaştırması. Hz. Musa, Allah’a yaklaşınca Allahû Tealâ ona buradaki ‘neciyyen’ dediği fısıltıyla konuşmak, sessiz konuşmakla ifade edilen gene vahyi anlatıyor.

 

Allahû Tealâ isterse sessiz sesiyle yüksek tonda seslensin; bunun adı nidadır, Allah’la kul arasındaki konuşmalarda. İsterse normal sesle konuşsun gene sessiz sesiyle bu da vahiydir. Ama ister nida şeklinde olsun yani yüksek sesle söylesin ister alçak sesle söylesin Allahû Tealâ, her ikisi de Allah’ın kuluyla konuşmasıdır netice itibarıyla, her ikisi de vahiydir. Allah bütün peygamberlerine vahyetmiştir. Ve Allahû Tealâ’nın vahyi asıldır. Vahyin sesi sessiz sestir. Yüksek de olsa sessiz sestir, alçak da olsa sessiz sestir.

 

Hz. Musa, Medyen’den Mısır’a giderken bir ateş görmüş. Ona yaklaşınca sesi duymuş.

“eni: muhakkak ki Ben, enel hakh: Ben Allah’ım.” sesini iç sesiyle, kalbindeki sesten işitmiş. Ve Allahû Tealâ ile böylece konuşması olmuştu. Allah razı olsun.

 

Ve âyet, 53:

 

Bismillâhirrahmânirrahîm.


19/MERYEM-53: Ve vehebnâ lehu min rahmetinâ ehâhu hârûne nebiyyâ(nebiyyen).

Ve ona, rahmetimizden kardeşi Harun (A.S)’ı Nebî (Peygamber) olarak bahşettik.

 

ve vehebnâ: Ve bahşettik.

lehu: Ona.

min rahmeti-nâ: Rahmetimizden.

ehâhu: Onun kardeşi.

hârûne: Harun (A.S)'ı.

nebiyyâ(nebiyyen): Nebî (peygamber) olarak.

 


“Ve ona, rahmetimizden kardeşi Harun (A.S)’ı Nebî (Peygamber) olarak bahşettik.”

 

 

Hz. Musa’nın peygamberliği (nübüvveti), kavmiyle beraber 40 yıllık bir seyahate çıktığı sürece devam ediyor. Biliyorsunuz; Hz. Musa Tur Dağı’nda Allah ile beraber olduktan sonra 40 gün, aşağı indiğinde kavmini buzağı heykeline tapar buluyor ve buna fena halde üzülüyor. Allahû Tealâ da bütün bu, ona eskiden tâbî olan ama sonra buzağıya tapmakta olan kavmini 40 yıl mekânsız bırakıyor. 40 yıl Konya Ovası kadar bir yerde devamlı dolaştırıyor. Onlara bıldırcın ve kudret helvası veriyor sadece. Başka bir şey yemelerine de müsaade etmiyor. Ve bu, Allahû Tealâ’ya isyan edip de buzağı heykeline tapanların hepsi bu 40 yıl süre içerisinde ölüyor. Hz. Musa’yı da Allahû Tealâ, Şeria Nehri’nin kavmi öbür tarafına geçmeden evvelki son gece alıyor emanetini, onu da öldürüyor. Ve karşı tarafa geçen o kadar insanın arasında geçebilen sadece Hz. Harun. Hz. Harun, ağabeyi Hz. Musa o gece rahmetli olduktan sonra resûl iken nebî olmak hüviyetine ulaşıyor. Ve Huzur namazının imamı, Hz. Harun oluyor. Allah razı olsun.

 

Ve 54. âyet-i kerime:

 

Bismillâhirrahmânirrahîm.


19/MERYEM-54: Vezkur fîl kitâbi ismâîle innehu kâne sâdıkal va’di ve kâne resûlen nebiyyâ(nebiyyen).

Ve Kitap’ta İsmail (A.S)’ı (da) zikret. Çünkü O, vaadine sadıktı ve O, Nebî Resûl’dü.

 

vezkur (ve uzkur): Ve zikret.

fî-el kitâbi: Kitapta.  

ismâîle: İsmail (A.S)’ı.  

inne-hu: Muhakkak ki O, çünkü O.

kâne: Oldu, idi.

sâdıka: Doğru olan, sâdık olan.

el va’di: Vaad, söz.

ve kâne: Ve oldu, idi.

resûlen: Resûl.

nebiyyâ(nebiyyen): Nebî (peygamber).


“Ve Kitap’ta İsmail (A.S)’ı (da) zikret. Çünkü O, vaadine sadıktı ve O, Nebî Resûl’dü.”

 

 

Hz. İsmail’in özelliği; sözüne, vaadine sadık olması. Ve Allahû Tealâ, hem nebî hem de resûl vasfını burada Hz. İsmail için beraber kullanmış. Ne demek istiyor Allahû Tealâ, Hz. İsmail’in vaadine sadık olmasından? Biliyorsunuz ki Hz. İbrâhîm Allahû Tealâ’ya diyor; “Ben Sana teslim-i külliyle teslim olmak istiyorum.” Allahû Tealâ da: “Zamanı gelince gereğini yaparız.” diyor. Ve Hz. İbrâhîm’e emrediyor ki: “Oğlun İsmail’i Bana kurban etmeni istiyorum.” Hz. İbrâhîm’in en sevdiği şey, oğlu İsmail. İsmail için de kendi hayatı söz konusu. Ve babası bunun üzerine Hz. İsmail’e soruyor: “Evlâdım,” diyor, “böyle bir durumumuz var. Allahû Tealâ benim seni Kendisi için kurban etmemi istiyor. Ne diyorsun?” Hz. İsmail diyor ki: “Baba ben hazırım. Ne zaman dersen ben hazırım. Derhal oraya, nerede bu işi yapacaksak gideriz beraberce ve inşaallah sen gereğini yaparsın.”

 

Ve vaadine sadıktı, hiç karşı koymadan babasının emri yerine getirmesi için boğazını uzattı ve bekledi. Hz. İbrâhîm, bıçakla kesti Hz. İsmail’in boğazını ama kestiğini zannetti. Çünkü bıçak Hz. İsmail’i kesmedi. O zaman Hz. İbrâhîm yeni bilediği bıçağını taşa sürttü. Bıçak taşı kesti. Tam o sırada Cebrail (A.S) bir koçla indi. “Hayır! Onu değil bunu kurban edeceksin.” diye. Ne demişti Hz. İsmail babasına? “Baba beni hazır bulacaksın.” Ve vaadine sadıktı; hayatını vereceği bir vaat. Sadakatini net olarak gösteriyor. Allah razı olsun.

 

Ve Meryem Suresi, 55. âyet:

 

Bismillâhirrahmânirrahîm.

 


19/MERYEM-55: Ve kâne ye’muru ehlehu bis salâti vez zekâti ve kâne inde rabbihî mardıyyâ(mardıyyen).

Ve o, ehline (halkına ve ailesine) namazı ve zekâtı emrediyordu. Ve o, Rabbinin katında razı olunmuşlardandı.

 

ve kâne: Ve oldu, idi.

ye’muru: Emrediyor.

ehle-hu: Onun ailesi, onun halkı.

bi es salâti: Namazı.

ve ez zekâti: Ve zekâtı.

ve kâne: Ve oldu, idi.

inde rabbi-hî: Rabbinin katında.

mardıyyâ(mardıyyen): Kendisinden razı olunan.

 

“Ve ehline (halkına ve ailesine) namazı ve zekâtı emrediyordu. Ve Rabbinin katında razı olunmuşlardandı.”

 

Allahû Tealâ, Hz. İsmail’den razıydı. Hz. İsmail sadece ailesine değil halkına da... Hz. İsmail de babasından sonra yaşadığı devirde babasından sonra devrin imamı görevini aldı. Onun için Allahû Tealâ ‘ehline’ kelimesiyle sadece onun ailesini değil, halkını da muhtevasına alıyor. “Nebî ve resûl idi.” buyuruyor Allahû Tealâ.

 

 

Ve Allahû Tealâ buyuruyor:


19/MERYEM-56: Vezkur fîl kitâbi idrîse innehu kâne sıddîkan nebiyyâ(nebiyyen).

Ve Kitap’ta İdris (A.S)’ı (da) zikret. Muhakkak ki O, sadık bir Nebî (Peygamber) idi.

 

vezkur (ve uzkur): Zikret.

fîl kitâbi (fi el kitabi): Kitapta.

idrîse: İdris (A.S)’ı.  

inne-hu: Çünkü o, muhakkak ki o.  

kâne: Oldu, idi.

sıddîkan: Sıddık, çok sadık, çok dürüst, doğru.

nebiyyâ(nebiyyen): Nebî (peygamber).

 

Allahû Tealâ böyle buyuruyor: “Ve Kitap’ta İdris (A.S)’ı (da) zikret. Muhakkak ki O, sadık bir Nebî (yani Peygamber) idi.”

 

Hz. İdris’in sözüne güven duyulan bir kişi olması söz konusu. Ve Allah’a sadakati söz konusu. Bir de her zaman doğruyu söylemesi söz konusu. Sıddîk kelimesi, bunların hepsini birden kapsıyor.

 

Ve Meryem Suresinin 57. âyet-i kerimesi:


19/MERYEM-57: Ve rafa’nâhu mekânen aliyyâ(aliyyen).

Ve onu, yüce bir mekâna (makama, cennete) yükselttik.

 

“ve rafa’nâhu mekânen aliyyâ(aliyyen).”



“Ve Biz, onu yükselttik.”

mekânen: Mekân, makam.

aliyyâ(aliyyen): (Çok) yüce.

 

“Ve onu, yüce bir makama yükselttik (yüce bir mekâna; aynı zamanda makama yükselttik).” diyor Allahû Tealâ.

 

Allahû Tealâ bu konuda İdris (A.S) konusunda, Hz. Üzeyir’le Hz. İdris arasında ikisinden birisi Allahû Tealâ tarafından katına yükseltilmişti. Bunun, “Onu yüce bir mekâna yükselttik (yüksek bir mekâna yükselttik).” demesi Allahû Tealâ’nın, açıkça anlaşılıyor ki bu Hz. İdris. Hz. İdris, Allah’ın cennetini görmek istiyor. Allahû Tealâ’ya müracaat ediyor: “Ben orayı görmek istiyorum.” diyor. Allahû Tealâ, kalp gözüyle gösteriyor. Hz. İdris de diyor ki: “Bana yetmez. Ben oraya gelerek görmek istiyorum.” Allahû Tealâ, onu cennetine alıyor. Hz. İdris cennete girdikten sonra, Allahû Tealâ ona cenneti gösterdikten sonra diyor ki: “Ben aşağı inmek istemiyorum.” Allahû Tealâ da talebini kabul ediyor, orada kalma talebini. Onu cennette bırakıyor.

 

Yani şu anda sadece Hz. İsa değil, Hz. İdris de Allah’ın cennetinde ve fizik vücuduyla. Aralarında bir fark olacak, Hz. İdris dönmeyecek dünyaya. O orada kalacak. Ve kıyâmet günü tabiatıyla orada hayat filmini seyredenlerden birisi de o olacak, kıyâmet günü oraya getirilecek. Ondan sonra O da cehenneme girecek, cehennemi görecek. Çünkü yalnız cenneti görmüş durumda. Sonra da tekrar cennetine geri dönecek. Onun dünyaya geri gelmesi söz konusu değil. Ama Hz. İsa ölmeden evvel, o da cennette şu anda ama kıyâmet kopmadan evvel mutlaka dünyaya geri dönecek. Allah razı olsun.

 

Meryem Suresinin 58. âyet-i kerimesi, Allahû Tealâ buyuruyor:

 

Bismillâhirrahmânirrahîm.


19/MERYEM-58: Ulâikellezîne en’amallâhu aleyhim minen nebiyyîne min zurriyyeti âdeme ve mimmen hamelnâ mea nûhin ve min zurriyyeti ibrâhîme ve isrâîle ve mimmen hedeynâ vectebeynâ, izâ tutlâ aleyhim âyâtur rahmâni harrû succeden ve bukiyyâ(bukiyyen). (SECDE ÂYETİ)

İşte onlar, Allah’ın kendilerine ni’met verdiği nebîlerdendir. Âdem (A.S)’ın zürriyyetinden (neslinden) ve Nuh (A.S)’la beraber taşıdıklarımızdan ve İbrâhîm (A.S) ve İsrail (A.S)’ın zürriyyetinden ve Bizim hidayete erdirdiklerimizden ve seçtiklerimizdendir. Onlara, Rahmân’ın âyetleri okunduğu zaman ağlayarak ve secde ederek yere kapanırlardı.

 

Kelimeler:

 

ulâike: İşte onlar.

ellezîne: Onlar ki.

en’ame allâhu, (en’amallâhu): Allah ni’metlendirdi.

aleyhim: Onları.

min en nebiyyîne: Nebîlerden, peygamberlerden.

min zurriyyeti: Zürriyetinden, neslinden.

âdeme: Âdem, Âdem (A.S).

ve mimmen(min men): Ve kimselerden.

hamelnâ: Taşıdık.

mea: Beraber.

nûhin: Nuh (A.S).

“Nuh (A.S)’la beraber taşıdığımız (taşıdık).”
 

ve min zurriyyeti: Ve zürriyyetinden, neslinden.

ibrâhîme: İbrâhîm (A.S).

ve isrâîle: Ve İsrail (A.S).

ve mimmen: Ve kimselerden, kişilerden.

hedeynâ: Hidayete erdirdik.

vectebeynâ: Ve seçtik.

izâ tutlâ: Okunduğu zaman.

aleyhim: Onlara.

âyâtu er rahmâni: Rahmân’ın âyetleri.

harrû: Yere kapandılar.

succeden: Secde ederek.

ve bukiyyâ(bukiyyen): Ve ağlayarak.

 

Ve şöyle bağlanıyor konu: “İşte onlar Allah’ın kendilerine ni’met verdiği nebîlerdendir. Âdem (A.S)’ın zürriyetinden (neslinden). Ve Nuh (A.S)’la beraber taşıdıklarımızdan.”

 

Yani aynı gemide var olanlardan. Çünkü o gemidekilerin dışında hiç kimse kalmadı dünyada. Şu anda dünyada bulunan 7 milyar nüfusun hepsi, Hz. Nuh’un gemisinde beraber olduğu kişilerdi.

 

“Nuh (A.S)’la beraber taşıdıklarımızdan ve İbrâhîm ve İsrail (A.S)’ın zürriyetinden ve Bizim hidayete erdirdiklerimizden ve seçtiklerimizdendir. Onlara Rahmân’ın âyetleri okunduğu zaman ağlayarak ve secde ederek yere kapanırlardı.”

 

Şimdi burada Allahû Tealâ’nın işaret etmek istediği bir husus; saydığı hepsini mutlaka Hz. Nuh’un gemisiyle kurtulanlar olduğunu, kurtulanların soyundan olduğunu söylüyor. Ve bütün dünyayı oluşturan bugünkü bütün nüfus hepsi, Hz. Nuh’un gemisinde var olan kişilerden oluşuyor. Ve peygamberlerin Hz. İbrâhîm ve İsrail’in soyundan geldiği de ifade ediliyor, bu yukarıdaki adı geçen peygamberlerin. Ve Allahû Tealâ diyor ki: “Onlar Bizim seçtiklerimizdendir.” diyor.

 

Şimdi biliyorsunuz ki insanların %90’ından fazlası seçilir. Allah’ın o seçtiklerinden insanların bir kısmı Allah’a ulaşmayı dilerler; seçilenlerin %10’undan daha azı. Allahû Tealâ’nın buradaki seçimi o seçim değil. Risalete ve nübüvvete seçmekten bahsediyor Allahû Tealâ. Allahû Tealâ bir insanı resûl olarak seçmişse, hele o resûl aynı zamanda da nebîyse o kişinin bütün hayatında Allah’ın bahşetmeleri asıldır. Hep Allahû Tealâ onlara vehhab standartlarında verir. Yani onlar daimî zikri iktisap etmezler. Ne resûller ne nebîler daimî zikri kendileri iktisap etmezler. Onlara vehbî olarak Allahû Tealâ tarafından verilir. Sahip oldukları Allah’tan gelen bütün mükâfatlar vehbîdir. Çünkü onlar, o makam için seçilmişlerdir, resûllük için seçilmişlerdir veya nübüvvet için seçilmişlerdir.

 

Öyleyse tabiatıyla bahsettiğimiz, başlangıçta seçilenlerin arasında bunlar da var. Ama o seçilenler, seçilenlerin hepsi nübüvvete ve resûllüğe, risalete ve nübüvvete seçilenlerin dışındaki seçilenler velâyete kadar seçilenlerdir. Allahû Tealâ’nın onlara yardımı oraya kadardır. Allah’ın onları ulaştıracağı yer, onların kendilerinin bir dahli olsun veya olmasın, onları ulaştıracağı bir yer var Allahû Tealâ’nın. Yani bir kişi Allah’a ulaşmayı diledikten sonra kim dilemişse o, mutlaka seçilenlerdendir. Ve Allah onu mutlaka Kendisine ulaştırır. Allah’a ulaşmayı dileyeni Allah mutlaka Kendisine ulaştırır. Şûrâ-13’de diyor ki: “Allah, kullarından dilediğini Kendisine seçer ve onlardan kim Allah’a yönelirse, Allah’a ulaşmayı dilerse Allah onları Kendisine ulaştırır.”


42/ŞÛRÂ-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrakû fîhi, kebure alâl muşrikîne mâ ted’ûhum ileyhi, allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).

(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).


Bu Allah’ın sözüdür, mutlaka yerine getirir. Herkes için geçerli olan bir olaydır. Allah’ın seçtikleri zaten insanların %90’ından fazlasıdır. O seçtiklerinden bir kısmı Allah’a ulaşmayı dilerler. Bunlar o toplamın %10’undan daha aşağısıdır. Diledikleri zaman da Allahû Tealâ mutlaka onları hayatta, 5-6 aylık bir hayat vermişse mutlaka Kendi Zat’ına ulaştırır. O kişiler Allah’a tevekkül etseler de ulaştırır, etmeseler de ulaştırır. Allah’ın bu ulaştırması vehbîdir, kesbî değildir. Kişiler onu kesp etmemişlerdir, hak etmemişlerdir; Allah ulaştırmıştır onları. Allah’ın sözü vardır; o kişi namazı sevmese de ona namazı sevdirir, zikri sevmese de Allahû Tealâ sevdirir; en azından geçici bir süre için.

 

O hedefe ulaşana kadar bütün görevlerini o kişi yapacaktır, mutlaka ruhunu Allah’a ulaştıracaktır Allahû Tealâ onun. Vehbî olarak ulaştıracaktır. Ama Allah’ın vehbî yardımı kişinin iktisap etmediği, kesp etmediği, kendi iradesiyle, gayretiyle elde etmediği bir yardım Allahû Tealâ’dan o kişiyi velâyete kadar ulaştırır. Velâyetten sonra bunu hak etmemiş olanlar yani Allah’a tevekkül etmeyenler, zikrini o noktadan sonra da giderek arttırmaya gayret etmeyenler, onlar o noktadan sonra yavaş yavaş aşağı doğru alçalırlar. Ama kim velâyete ulaştıktan sonra zikrini daha öteye, daha öteye, daha öteye taşıyorsa işte onlar Allah’a tevekkül edenlerdir. Bundan sonraki yolculukları kesbîdir. Daha üstün mertebelere ulaşmaları; fenâ makamından beka makamına geçmeleri kesbîdir. Bekadan zühde geçmeleri kesbîdir, zühdden fizik vücudun teslimine geçmeleri kesbîdir. Oradan daimî zikre ulaşmaları gene kesbîdir. İrşada ulaşmaları kesbîdir. İradelerini Allah’a teslim etmeleri de kesbîdir. Ama gayretlerine karşılık, Allah’ın da yardımını giderek daha çok alacaklardır. Ama kendi gayretlerine dayalı bir sonuçla karşı karşıyayız. Ama Allahû Tealâ kimi risalete seçmişse, onu velâyete ulaştığı zaman bırakmaz. Vehhab hüviyeti, o kişinin fizik vücudunun tesliminde de vehhab olarak ona fizik vücudunu teslim ettirir, nefsini tesliminde de vehhab olarak teslim ettirir. İrşada da Allahû Tealâ onu ulaştırır, ona vehbî olarak yardım etmek suretiyle ve Allahû Tealâ onun iradesini vehbî olarak teslim alır ve onu risâlet noktasına ulaştırır.

 

Öyleyse ikisi arasında fark var. Buradaki “seçtiklerimizdendir” ifadesi, onu vehbî olarak risalete seçilenlere Allah’ın yardımı yapacağı, sonsuz yardımları ifade eden çok özel bir ifadedir. Bu seçilenler; risalete ve nübüvvete seçilenlerdir. Nübüvvete seçilenler kendi kavminin resûlüdür ama aynı zamanda nebîdirler, huzur namazının otomatik olarak imamıdırlar.

 

Bütün kavimlerdeki resûller nebî değillerdir, onlar huzur namazının imamı değillerdir. Ama nebîlerin olmadığı bir devrede Allahû Tealâ risalete ulaştırdığı kullarından, vehbî olarak ulaştırdığı kullarından birini nebî olarak değil; gene resûl olarak huzur namazının imamlığına tayin eder. Bu bir vekâlet müessesesidir. Hiçbir zaman bir resûl, nebî olmayan bir resûl, bir nebî resûl kadar Allah’ın katında kıymetli olamaz.

 

Öyleyse Allah ile olan ilişkilerimize baktığımız zaman Allah’ın bu âyette söylediği, “Onlar seçtiklerimizdendi.” dediği bu kişilerin hepsi nebî. Aynı zamanda bütün nebîler resûl olduğu için, aynı zamanda resûl. Bütün nebîler kendi kavimlerinin resûlüdür. Ama bütün nebîler kâinat için nebîdirler.

 

Ve Allahû Tealâ, Meryem Suresinin 59. âyet-i kerimesinde şöyle söylüyor:


19/MERYEM-59: Fe halefe min ba’dihim halfun edâus salâte vettebeûş şehevâti fe sevfe yelkavne gayyâ(gayyen).

Bundan sonra onların arkasından gelen nesil, namazı ihmal (zayi) ettiler. Ve şehvetlere (nefsin arzularına) tâbî oldular. Artık yakında gayy (cehennemde en alt bölüm) ile karşılaşacaklar.

 

Kelimeler:

 

fe: Böylece, bundan sonra.

halefe: Arkasından geldi.

min ba’di-him: Onlardan sonra.

halfun: Sonraki nesil.

edâu es salâte: Namazı ihmal ettiler.

vettebeû (ve ittebeû): Ve tâbî oldular.

eş şehevâti: Şehvetler, nefsin arzuları.

fe sevfe: Artık yakında.

yelkavne: Karşılaşacaklar.

gayyâ(gayyen): Cehennemden bir bölüm.


Şuraya ulaşıyoruz: “Bundan sonra onların arkasından gelen nesil, namazı ihmal ettiler (zayi ettiler). Ve şehvetlere (nefsin arzularına) tâbî oldular. Artık yakında gayy ile (yani cehennemde bir bölüm; gayy ile) karşılaşacaklar.

 

 

Burada aynı peygamberlerin neslinden geliyor insanlar ama azgınlaşıyorlar. Şehvetlerine tâbî oluyorlar. Ve namazı ihmal ediyorlar, zayi ediyorlar yani Allah ile namazı kaybetmek demek; Allah ile günün 7 vakti kurulan ilişkiyi kesmek demek. O zaman kişi nefsinin arzularına tâbî, Allah’ın emirlerini hiçe sayıyor.

 

Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’deki bütün peygamberlere, “Namazı kılın.” diye mutlaka emrettiğini söylüyor Kur’ân-ı Kerim’de. Her biri de ayrı bir âyetle. “Namazı kılın, zekâtı verin ve adaletle hükmedin.” Ve bütün peygamberlerin hepsi daimî zikrin sahipleriydi. Ama onları oraya Allah ulaştırdı.

 

Ve 60. âyet-i kerime:


19/MERYEM-60: İllâ men tâbe ve âmene ve amile sâlihan fe ulâike yedhulûnel cennete ve lâ yuzlemûne şey’â(şey’en).

Tövbe edenler, âmenû olanlar ve amilüssalihat (nefs tezkiyesi) yapanlar hariç. İşte onlar, cennete girecekler. Ve onlara, hiçbir şeyle zulmedilmez.

 

illâ: Hariç, sadece.

men tâbe: Tövbe eden kişi.

ve âmene: Ve âmenû oldu.

ve amile sâlihan: Sâlih amel (nefs tezkiyesi) yaptı.

fe: O zaman, böylece.  

ulâike: İşte onlar.

yedhulûne: Girecekler.

el cennete: Cennet.

“el yedhulune” olmaz, “el cennete” olur. “yedhulûne-el cennete.”

Cennet…


ve lâ yuzlemûne
: Ve zulmedilmezler.

şey’â(şey’en): Bir şey.

 

 

Sonuç şöyle çıkıyor: “Tövbe edenler, âmenû olanlar ve amilüssalihat (nefs tezkiyesi) yapanlar hariç. İşte onlar cennete girecekler. Ve onlara hiçbir şeyle zulmedilmez.

 

Şimdi buradaki muhtevaya bakalım: Evvelâ cehenneme gidenlerden bahsediyor Allahû Tealâ. Bundan sonra onların arkasından gelen nesil namazı ihmâl etmişler. Şehvetlerinin arzusuna tâbî olmuşlar. Yani dünyayı öne geçirmişler ve artık Allah’a ulaşmayı dilememişler. Karşılaşacakları yer cehennem. Gayy, cehennemin gayy bölümü.

 

Şimdi bir ikinci grup ama onların arasında bulunan, her zaman onların %10’undan daha az bir rakam ifade eden, tövbe eden ve âmenû olan, tövbe ettikten sonra ikinci defa âmenû olan, mü’min olan ve amile sâlihan, sâlih amel işleyen, nefsi ıslah edici amel işleyenler; onlar cennete girerler, onlara hiçbir şeyle zulmedilmez.

“Hiçbir şekilde onlara zulmedilmez.” diyor Allahû Tealâ.

 

Kim bu insanlar? Evvelâ bu insanlar âmenû olmuşlar. Allah’a ulaşmayı dilemişler. Ondan sonra 10 tane ihsanla irşad makamına Allahû Tealâ onları ulaştırmış. Onun önünde tövbe etmişler. Tövbe ettikleri zaman ikinci defa âmenû olmuşlar. Mü’min olmuşlar ve mü’min oldukları için de nefs tezkiyesi yapmaya başlamışlar. Çünkü nefslerinin kalbine îmân yazılmış. Artık Allahû Tealâ’dan gelen rahmet, fazl ve rahmet, salâvât kalplerine ulaşmaya başlamış ve fazıllar îmân kelimesinin etrafında birikmeye başlamış. İşte buna “amilüssalihat” diyor Allahû Tealâ, nefsi ıslah edici ameler. Nefsi salâh noktasına kadar ulaştıracak olan ameller. Salâh; ıslahın sonu.

 

Öyleyse bunların cennete konması söz konusu. Allahû Tealâ aynı ifadeyi nerede kullanıyordu? Furkân-69, 70’de kullanıyor.

25/FURKÂN-69: Yudâaf lehul azâbu yevmel kıyâmeti ve yahlud fîhî muhânâ(muhânen).

Kıyâmet günü onun azabı kat kat artar. Ve orada alçaltılmış olarak ebediyyen kalır.



Furkân-70’de diyordu ki:

25/FURKÂN-70: İllâ men tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât(hasenâtin), ve kânallâhu gafûran rahîmâ(rahîmen).

Ancak kim (mürşidi önünde) tövbe eder (böylece kalbine îmân yazılıp, îmânı artan) mü’min olur ve salih amel (nefs tezkiyesi) yaparsa, o taktirde işte onların, Allah seyyiatlerini (günahlarını) hasenata (sevaba) çevirir. Ve Allah, Gafur’dur (günahları sevaba çevirendir), Rahîm’dir (rahmet nuru gönderendir).



“Kim böyle olursa, tâbî olursa ve âmenû olursa ve amelen sâlihan olursa, nefsi ıslah edici amel işlerse onların seyyiatlerini hasenata çeviririz.” diyordu Allahû Tealâ.


Burada da aynı kişiler var. Tâbî olmuşlar yani tövbe etmişler. Tövbenin neticesinde bir defa daha, tövbenin neticesinde ikinci defa âmenû olmuşlar yani mü’min olmuşlar. Zaten nefsi ıslah edici ameller işlemeleri mü’min olduklarının bir ispatı. Çünkü Allahû Tealâ böyle olanların mü’min olduğunu söylüyor, Mu’min Suresinin 40. âyet-i kerimesinde.


40/MU'MİN-40: Men amile seyyieten fe lâ yuczâ illâ mislehâ, ve men amile sâlihan min zekerin ev unsâ ve huve mu'minun fe ulâike yedhulûnel cennete yurzekûne fîhâ bi gayri hisâb(hisâbin).

Kim seyyiat (şer, derecat düşürücü ameller) işlerse mislinden daha fazla cezalandırılmaz. Kadınlardan veya erkeklerden kim amilüssalihat (nefsi ıslâh edici ameller, nefs tezkiyesi) yaparsa işte onlar, (îmânı artan) mü’minlerdir. Onlar, cennete konulacak ve hesapsız rızıklandırılacaktır.

 

“Onlar ki mü’minlerdir, onlar…”

“amelen sâlihan.” diyor Allahû Tealâ.

“Onlar nefsi ıslah edici amel yaparlar. İşte onlar mü’minlerdir. Kadın olsun erkek olsun, Allah onları cennetine alacak ve hesapsız rızıklandıracaktır.” diyor Allahû Tealâ.

Öyleyse aynı tövbe söz konusu, mürşidin önünde yapılan tövbe söz konusu.


19/MERYEM-61: Cennâti adninilletî vaader rahmânu ibâdehu bil gayb(gaybi), innehu kâne va’duhu me’tiyyâ(me’tiyyen).

Adn cennetleri ki onları, Rahmân, kullarına gıyaben vaadetti. Muhakkak ki o (adn cennetleri), O’nun (Allah’ın) vaadidir, yerine gelecektir.



“Ve gidecekleri yer…”

 


Kelimeler:

 

cennâti: Cennetler.

adninilletî (adnin elletî): Adn cennetleri ki.

vaade: Vaat etti.

er rahmânu: Rahmân.

ibâde-hu: O’nun kulları.

bi el gayb(gaybi): Gaybte, gıyaben.

inne-hu: Muhakkak ki o, çünkü o.

kâne: İdi.

va’du-hu: O’nun vaadi.

me’tiyyâ(me’tiyyen): Yerine gelecektir.


“Adn cennetleri ki onları Rahmân, kullarına gıyaben vaadetti. Muhakkak ki o (adn cennetleri), O’nun (Allah’ın) vaadidir, yerine gelecektir.”



O zaman 60. âyetteki “amile sâlihan” dan Allahû Tealâ’nın muradı; felâha, sâlah makamına ulaşmış. Yetmez, iradesini de Allah’a teslim etmiş kişiler. Çünkü gidecekleri yerin, Adn cennetleri olduğunu söylüyor Allahû Tealâ.

62. âyet-i kerime:

Bismillâhirrahmânirrahîm.

19/MERYEM-62: Lâ yesmeûne fîhâ lagven illâ selâmâ(selâmen), ve lehum rızkuhum fîhâ bukraten ve aşiyyâ(aşiyyen).

Orada boş söz işitilmez, sadece “selâm.” Ve orada, onların sabah ve akşam rızıkları vardır.

 

lâ yesmeûne: İşitmezler.

fî-hâ: Orada.

lagven: Boş söz.

illâ: Ancak, sadece.

selâmâ(selâmen): Selâm.

ve lehum: Ve onlar için, onlara, onların vardır.

rızku-hum: Onların rızıkları.

fîhâ: Orada.

bukreten: Sabahleyin.

ve aşiyyâ(aşiyyen): Ve akşam, akşamleyin.


“Orada boş söz işitilmez, sadece ‘selâm.’ Ve orada, onların sabah ve akşam rızıkları vardır.”



Ve 63:

Bismillâhirrahmânirrahîm.

19/MERYEM-63: Tilkel cennetulletî nûrisu min ibâdinâ men kâne takıyyâ(takıyyen).

Kullarımızdan takva sahibi olanları, varis kıldığımız cennet işte budur.



tilke: İşte bu.

el cennetu elletî: O cennet ki o.

nûrisu: Varis kılacağız.

min ibâdi-nâ: Kullarımızdan.

men kâne: Olan kimse.

takıyyâ(takıyyen): Takva sahibi.

 

“Kullarımızdan takva sahibi olanları varis kıldığımız cennet, işte budur.”

 

Burada da: “Takva sahibi kullarımızdan bihakkın takvaya ulaşanları varis kıldığımız cennet budur.” demiş oluyor Allahû Tealâ. Çünkü Adn cennetleri, iradesini de Allah’a teslim edenler için geçerli.

 

Meryem Suresinin 64. âyet-i kerimesi:

Bismillâhirrahmânirrahîm.

19/MERYEM-64: Ve mâ netenezzelu illâ bi emri rabbike, lehu mâ beyne eydînâ ve mâ halfenâ ve mâ beyne zâlike, ve mâ kâne rabbuke nesiyyâ(nesiyyen).

Ve biz (resûl melekler), Rabbinin emri olmaksızın inmeyiz. Bizim önümüzde, arkamızda ve bunların arasında olanlar, O’nundur. Ve senin Rabbin, (seni) unutmuş değildir.

 

ve mâ netenezzelu: Ve biz inmeyiz.

illâ: Sadece, -den başka, olmaksızın.

bi emri: Emriyle.

rabbi-ke: Senin Rabbin.

lehu: Onun için, ona, onun.

mâ beyne eydî-nâ: Önümüzdekiler.  

ve mâ halfe-nâ: Ve arkamızdakiler.

(Yani ellerimizin arasındakiler, önümüzdekiler oluyor.)

 

ve mâ beyne zâlike: Ve bunların arasındakiler.

ve mâ kâne: Ve olmadı, değildir.

rabbu-ke: Senin Rabbin.

nesiyyâ(nesiyyen): Unutan.

 

“Ve biz, Rabbinin emri olmaksızın inmeyiz. Bizim önümüzde, arkamızda ve bunların arasında olanlar, O’nundur. Ve senin Rabbin, (seni) unutmuş değildir.”


Burada Allahû Tealâ meleklerinden bahsediyor. Resûl meleklerden bahsediyor Allahû Tealâ. Cebrail (A.S), söyleyen O: “Ve biz, Rabbimizin emri olmaksızın inmeyiz.” Yani: “Oradan, Allahû Tealâ’nın katından dünya adı verilen bu gezegene biz, Allah’ın emri olmaksızın inmeyiz.”

“Bizim önümüzde, arkamızda ve bunların arasında olanlar O’nundur, Allah’ındır. Ve senin Rabbin seni unutmuş değildir.”

 

Yani demek istiyor ki: “Biz geldik ve sana ispat ediyoruz ki; Allahû Tealâ seni unutmadı. Biz bunun için buradayız.”

Cebrail (A.S) birçok defa Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e görünmüştür. O’na devamlı vahiy, Kur’ân-ı Kerim’in parça parça getirilmesinin nüzulünü temin etmiştir.

 

Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bir Kur’ân-ı Kerim’in tefsiri dersini inşaallah burada tamamlamış oluyoruz.

 

Allahû Tealâ’nın hepinizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi inşaallah burada tamamlamak istiyoruz.

 

Allah hepinizden razı olsun.

 

İmam İskender Ali  M İ H R