SOHBETİN ADI: MUCİZE VE İSTİDRÂÇ
TARİHİ: 28.04.2003
Esselâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhu.
Eûzubillâhimineşşeytânirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki bir defa daha Allah’ın bir zikir sohbetinde Allah bizleri birlikte kıldı. Konumuz: Mucize ve istidrâç.
Mucize: Allahû Tealâ’nın nebîlerine (peygamberlerine) yaptırdığı; onlar eliyle vücuda getirdiği, aslında Allah’ın vücuda getirdiği fakat nebîleri (peygamberleri) kullanarak vücuda getirdiği, bazen de onları kullanmadan da vücuda getirdiği olaylar; başka insanların hiçbir şekilde yapmaları mümkün olmayan olaylar. Bunlar mucizedir. Eğer buna benzer bir olayı Allahû Tealâ’nın bir evliyası vasıtasıyla Allahû Tealâ oluşturursa bunun adı mucize değildir, bunun adı keramettir. Mucize ve keramet: Rütbe farklılığı sebebiyle -rütbe farkları sebebiyle- vücuda gelen, Allah’ın indindeki farklı hüviyetteki Allah’ın dostlarına Allah’ın yaptırdığı, vücuda getirdiği fizik ötesi işlemler dolayısıyla verdiği farklı isimlerdir.
Peygamberler eğer fizik ötesi bir olayı vücuda getirmişlerse veya peygamberlerin talebi üzerine Allahû Tealâ özel bir olay vücuda getirmişse -başka insanların yapması mümkün olmayan- bu, Allahû Tealâ’nın bir mucizesidir. Peygamber Efendimiz (S.A.V) kendisine tâbî olmasını istediği kişilere hitap ediyor: “Neden” diyor, “aklınızı başınıza toplamıyorsunuz? Gideceğiniz yer cehennem. Tâbî olun ki sizi hidayete erdireyim.” Şöyle söylüyorlar: “Şu gökteki ay var ya, o ayı ikiye bölersen o zaman biz sana tâbî oluruz.” Peygamber Efendimiz (S.A.V) cevap veriyor: “Ben ayı ikiye bölemem. Ben de sizin gibi bir insanım ama Allahû Tealâ dilerse O, böler. Ben O’na müracaat ederim, talepte bulunurum. Eğer Yüce Rabbimiz talebimizi kabul buyurursa ay ikiye bölünür. Ama öyle bir şey olursa bana gerçekten tâbî olacak mısınız? Söz veriyor musunuz?” Hepsi diyorlar ki: “Söz veriyoruz. Tâbî olacağız.” Ve Allahû Tealâ ayı ikiye bölüyor, ayın fekki olayı tahakkuk ediyor. Bu bir mucizedir. Allahû Tealâ’nın fiziğin ötesinde vücuda getirdiği bir olay. Ay ikiye bölünüyor. Peygamber Efendimiz (S.A.V) çağırıyor o söz veren insanları, diyor ki: “Hadi bakalım! Allahû Tealâ ayı ikiye böldü. Şimdi tâbî olun bakalım.” Onlar da diyorlar ki: “Bu bir büyüdür. Sen sadece bir sihirbazsın.”
Bütün peygamberlere Allah’ın vücuda getirdiği bütün fizik ötesi olaylar; mucizeler o zamanlar yaşayan ve Allah’ın yoluna girmeyen gururlu, kibirli insanların ismiyle hepsi büyücülük olarak kabul edildi. Her seferinde: “Bu bir sihirdir.” dediler, “Bu bir büyüdür.” dediler, “Sen büyücüsün.” dediler.
Allahû Tealâ Hazreti Musa’yı firavuna gönderiyor, Harun’la beraber. “Siz ikiniz Allah’ın resûlleri olarak gidin, deyin ki: “Biz ikimiz Allah’ın Resûl’üyüz ve seni hak dîne davet etmek için geldik.” Ve Hazreti Musa ile kardeşi Harun gidiyorlar firavuna ve aynen bunu söylüyorlar. O da diyor ki: “Sizin Rabbiniz nasıl bir şey” diyor, “bana söyler misiniz?” Onlar da: “O” diyorlar, “kâinatı ve hepimizi yaratandır, öldürendir, diriltendir.” Firavun diyor ki: “Bize onunla olan ilişkinizin delillerini gösterin. Falanca gün burada toplanalım. Getirin delillerinizi, ne yapacaksanız görelim.”
Bunun üzerine Hazreti Musa ve Harun o gün geliyorlar. Allahû Tealâ Hazreti Musa’ya buyuruyor ki: “Korkma! Elindeki o âsayı bu konuda kullanacaksın. Onların bütün hilelerini senin âsan yok edecek.” Ve Hazreti Musa soruyor: “Siz mi atacaksınız, ben mi atayım?” diyor. Onlar da onlar diyorlar Hazreti Musa’ya: “Sen mi atacaksın, yoksa biz mi atacağız?” Hazreti Musa da diyor ki: “Siz atın.” Hepsi atıyorlar ellerindeki sopaları, ipleri. İpler yürüyormuş gibi görünüyor; sanki yılanlar ortalıkta dolanmaya başlamış. Hazreti Musa da elindeki âsayı atıyor. Âsa bir canavar oluyor ve bütün ipleri, yılanları, orada ne varsa görüntüde yılan gibi görünen her şeyi birer birer yutuyor, ortalığı tertemiz ediyor. Ve bütün o sihirbazlar diyorlar ki: “Senin sihrin bizden üstün. Sen bizden üstün bir sihirbazsın.” Hazreti Musa’da diyor ki: “Biz buraya sihirbazlık yapmaya gelmedik. Biz sahir değiliz, sihirbaz değiliz. Biz Allah’ın resûlleriyiz ve size bu mucizeyi Allahû Tealâ’nın göndermesinden murat, sizi hak dîne davet etmek.” Sihirbazlar hak dîne giriyorlar ve arkadan gelen, bu olayı gören; şahit olan firavun: “Sizin” diyor, “ellerinizi çaprazlama kestireceğim, bacaklarınızı da.” diyor. “Sizi dallara asacağım.” diyor. Onlar da diyorlar ki: “Sen yapacağını bu dünyada yaparsın sadece. Biz onun Rabbine tâbî olduk. Tâbî oluyorlar Hazreti Musa’ya. “Ne yapacaksan” diyorlar, “yap.”
İşte Hazreti Musa’nın Allahû Tealâ tarafından görevli kılınan âsası bütün oradakilere bir canavar olarak; bütün yılanları yutabilen bir büyük yılan veya bir canavar olarak görünüyor ve oradaki bütün ipleri yutuyor. Bütün peygamberler zamanlarında bu tarzdaki mucizelere şahit olmuşlardır, bunları yaşamışlardır.
Peygamber Efendimiz (S.A.V), bir savaşın muhtevası içinde açlık çekildiği bir noktada dağdalar ve dağda hiç yiyecek bir şey yok. Bakıyorlar, orada yukarıda bir ihtiyar kadın, bir de zayıf, sıska bir keçi. Keçinin memesinde de biraz süt var. Peygamber Efendimiz (S.A.V) diyor ki: “Şu keçiyi getirin bakalım.” Getiriyorlar. Peygamber Efendimiz (S.A.V) başlıyor besmeleyle süt sağmaya. O zayıf naif keçinin, sıska keçinin memesindeki az bir parça süt orada bulunan 30-40 kişilik bir kafilenin hepsinin karnını doyurmaya yetiyor. Peygamber Efendimiz (S.A.V) eliyle Allahû Tealâ bir mucize gösteriyor.
Peygamber Efendimiz (S.A.V) mucizelerden yana bir şeyler yaşamış. Mekke’den Hazreti Ebûbekir’le kaçarlarken bir mağaraya sığınıyorlar (Medine’ye giderlerken). Ve Hazreti Ebûbekir, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e bir şeyler olacak endişesiyle, bir zarar gelecek endişesiyle fena halde sıkılıyor. Peygamber Efendimiz (S.A.V) diyor ki: “Korkma! Ya Ebâbekir” diyor. “Allah’ı zikret” diyor. “İçinden zikret” diyor. “Allah, Allah, Allah diyerek.” Ve Hazreti Ebûbekir hafî zikrin başlangıcını ifade eder. Hazreti Ali’ye ise Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in verdiği emir, cehrî zikirdir. Hazreti Ebûbekir, “Allah, Allah, Allah,” diye içindeki sesle Allah’ı zikrederken, Allahû Tealâ bir örümceğe mağaranın kapısını ördürüyor. Mağaranın kapısına kadar gelenler orada tartışıyorlar aralarında. Bir kısmı diyor ki: “Görüyorsunuz ki mağaranın ağzı bir örümcek tarafından örülmüş. Bir insan girecek kadar burada mesafe olmadığına göre hiçbir şekilde onların içeri girmesi mümkün değil. Öyleyse burada olmaları da mümkün değil.” Öbür grup de diyor ki: “Öyle de olsa illa içeri girip bakalım.” Neticede tartışıyorlar ve içeriye bakmadan çıkıp gidiyorlar. Çekip gidiyorlar oradan. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le Hazreti Ebûbekir de bu badireden böylece kurtularak Medine’ye ulaşıyorlar.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, peygamberler mucizeleri hep oluşturmuşlardır. Hazreti İsa’nın doğumu bir mucizedir. Çünkü Hazreti Meryem kendisine bir çocuk müjdeleyecek olan Cebrail (A.S)’a diyor ki: “Nasıl olur?” diyor. “Ben nasıl çocuk sahibi olabilirim. Benim hiçbir erkekle münasebetim olmadı ki çocuk sahibi olayım.” Cebrail (A.S) diyor ki: “Öyledir.” diyor, “Aynen söylediğin gibidir. Bütün insanlar için durum söylediğin gibidir ama senin için öyle değil.” diyor. “Çünkü” diyor, “bu olay oldu bile.” Hiç bir erkekle teması olmayan Hazreti Meryem’in bir erkek çocuğa sahip olacağı, Allahû Tealâ tarafından bildiriliyor kendisine. O da diyor ki: “Ya Rabbi! Onlar beni kötü bir kadın zannedecekler. Ben onlara nasıl ispat edeceğim bu konuların onların zannettiği gibi olmadığını?” Allahû Tealâ diyor ki: “Senin işaretin üç gün konuşmamaktır. Onlara çocuğu gösterirsin.” diyor.
19/MERYEM-20: Kâlet ennâ yekûnu lî gulâmun ve lem yemsesnî beşerun ve lem eku bagıyyâ(bagıyyen).
(Hz. Meryem dedi ki): “Bana bir beşer dokunmamış (olduğuna göre) benim nasıl bir oğlum olabilir? Ve ben, azgın (iffetsiz) olmadım.”
19/MERYEM-21: Kâle kezâlik(kezâliki), kâle rabbuki huve aleyye heyyin(heyyinun), ve li nec’alehû âyeten lin nâsi ve rahmeten minnâ, ve kâne emren makdıyyâ(makdıyyen).
(Ruh’ûl Kudüs): “İşte böyle” dedi. Senin Rabbin: “O, Bana kolaydır ve onu, insanlara bir âyet (mucize) ve Bizden bir rahmet kılacağız.” buyurdu. Ve emir kaza edilmiştir (yerine getirilmiştir).
19/MERYEM-26: Fe kulî veşrabî ve karrî aynâ(aynen), fe immâ terayinne minel beşeri ehaden fe kûlî innî nezertu lir rahmâni savmen fe len ukellimel yevme insiyyâ(insiyyen).
Artık ye ve iç, gözün aydın olsun! Bundan sonra eğer beşerden bir kimseyi görürsen, o zaman (ona şöyle) söyle: “Muhakkak ki ben, Rahmân’a (konuşmama) orucu nezrettim (adadım). Bu sebeple bugün bir insanla asla konuşmayacağım.”
Hazreti İsa doğarken annesiyle konuşmaya başlıyor. Doğduğu andan itibaren konuşmaya başlıyor, annesine yardımcı oluyor, neler yapması lâzım geldiğini söylüyor ve Hazreti Meryem kucağındaki çocukla şehre girince, şehirde kıyâmet kopuyor. Herkes Hazreti Meryem’e kötü şeyler söylüyor tabiatıyla. O da hiç konuşmadan bekliyor gürültü dinsin diye. Onlar da diyorlar ki: “Söyle bakalım şimdi, nasıl yaptın bu işi?” O da konuşmadan çocuğu işaret ediyor. Bir, iki, üç defa işaret ediyor. Ancak ondan sonra anlıyorlar ki çocukla alâkalı bir şey var. “Ne yani” diyorlar, “bu çocuğa mı soracağız, sen konuşmayacaksın da?” Hazreti Meryem başını sallıyor ve Hazreti İsa konuşmaya başlıyor: “Selâm benim üzerimedir.” diyor. Ve doğar doğmaz konuşan bir çocuk. Bir çocuk bir defa bir mucize. Allahû Tealâ’nın kelimesi. Ondan sonra Hazreti İsa, mütemadiyyen mucizeler gösteriyor. Dalgalar üzerindeki, korkunç dalgaları olan denizde; “Ey deniz! Dur.” diyor ve deniz duruluyor. Allahû Tealâ diyor ki Hazreti İsa için: “Biz ona” diyor, “abraşları normal hale getirmesi için müsaade ettik. Emrimizle onu yapsın diye; ölüleri diriltsin diye ona” diyor, “müsaade verdik. Emrimizle ölüleri diriltsin diye. Emrimizle hastaları iyileştirsin diye. Emrimizle insanların bilmedikleri şeyi onlara bildirsin diye.”
Ve Hazreti İsa Allahû Tealâ’dan aldığı emirle diyor ki: “İşte” diyor, “şu kuş, ölü bir kuş. Ama” diyor, “şimdi Allah’ın izniyle (Rabbimin izniyle) ben bu kuşu dirilteceğim ama dirilten aslında O’dur.” diyor ve kuş gerçekten canlanıyor.
Kuş deyince aklımıza hemen Hazreti İbrâhîm geliyor. Hazreti İbrâhîm diyor ki “Ya Rabbi! Sen ölüleri nasıl diriltiyorsun?” Allahû Tealâ diyor ki: “Beni imtihan mı ediyorsun?” Hazreti İbrâhîm diyor ki: “Hayır, sadece tatmin olayım diye bunu talep ediyorum.” diyor. Allahû Tealâ buyuruyor: “Şu kuşu” diyor, “tut.” Kuş zaten orada, kuş kaçmıyor. Hazreti İbrâhîm Allah’ın emri üzerine kuşun başını koparıyor, iki bacağını koparıyor. Gövde, iki bacak ve kafadan ibaret dört parçaya ayrılmış bir kuş var. “Şimdi” diyor, “bunların her birini bir tepeye koy.” Koyuyor Hazreti İbrâhîm. Sonra da Allahû Tealâ diyor ki: “Bak şimdi parçalar bir olup sana gelecek kuş.” Her yerdeki parça bir merkezde toplanıyor. Kuş tekrar canlanıyor ve Hazreti İbrâhîm’e ulaşıyor.
Hazreti İbrâhîm birçok mucize yaşamıştır. Kendisini mancınıkla ateşe atmadan evvel Cebrail (A.S) geliyor ve onu kurtarmak istiyor. O da diyor ki: “Hayır” diyor, “ben Rabbime güvenirim.” Ve mancınıkla yanmakta olan dağ gibi alevlerin arasına atıyorlar Hazreti İbrâhîm’i. Allahû Tealâ da ateşe “Su ol.” emrini veriyor, odunları da birer balık yapıyor. Ve Hazreti İbrâhîm uça uça suya kadar uçuyor ve ateşin olduğu yerdeki o suyun içine dalıyor. Ölmüyor, hiçbir şey olmuyor. Allahû Tealâ ateşleri suya, odunları da balığa çeviriyor.
Hazreti İbrâhîm’in İsmail’le olan macerasını da zaten hepiniz bilirsiniz. Bildiğiniz gibi Hazreti İbrâhîm Allahû Tealâ’ya diyor ki: “Ben teslim-i küllî ile teslim olmak istiyorum. Ruhumu da vechimi de nefsimi de irademi de Sana teslim etmek istiyorum.” Allahû Tealâ da diyor ki: “Zor bir imtihan geçirebilirsin.” Hazreti İbrâhîm de diyor ki: “Sen benim Rabbimsin, emredersen ben yaparım.” Ve Allahû Tealâ günlerden bir gün Hazreti İbrâhîm’e diyor ki: “Oğlun İsmail’i benim için kurban etmeni istiyorum.” “Hazreti İbrâhîm: “Söyleyeyim mi” diyor, “kendisine?” Allahû Tealâ: “Evet.” diyor. Hazreti İbrâhîm, İsmail’e söylüyor. Allahû Tealâ da söylüyor tabiî. Ve Hazreti İsmail: “Ben hazırım baba.” diyor, “Derhal gerekeni yapalım.” Beraberce oradan yola çıkıyorlar, varacakları yere varıyorlar. Ama biliyorsunuz, yolda şeytana rastlıyorlar. Şeytan hemen Hazreti İsmail’in yanına yaklaşıyor. Biliyor olayın ne olduğunu. “Bu” diyor, “senin baban, senin en büyük düşmanın biliyor musun?” “Ya öyle mi” diyor Hazreti İsmail, “nerden biliyorsun?” “Şimdi” diyor, “seni götürdüğü yerde bu bıçağı senin boynuna sürüp boynundan seni kesecek ve öldürecek. Ben seni kurtarmak için geldim.” diyor. “Aklına başına topla ve ölme.” diyor, “Gel seni kurtarayım.” Derler ki Hazreti İsmail: “Yerden aldım mı taşı, ederim onu şaşı.” diyerek, “Şeytanın gözü budur.” diye patlatmış bir taş. Şeytanın gözü hâlâ, o gözü sakat.
Nasıl olmuş bu iş; onu pek bilmiyoruz. Ama bir vakıa var ki Hazreti İbrâhîm Allahû Teala’nın emrettiği yere geldiğinde Hazreti İsmail’e “Hazır mısın?” diyor. “Hazırım.” diyor. Gözlerini bağlıyor, Hazreti İsmail’in talebi üzerine gözlerini bağlıyor. “Ben hazırım baba.” diyor. “Derhal gerekeni yapalım.” Hazreti İbrâhîm, özenle bilediği bıçağını çıkarıyor, Hazreti İsmail’in boğazına besmeleyle sürüyor. Ama bıçak Hazreti İsmail’in boynunu kesmiyor. Hazreti İbrâhîm bir defa daha deniyor. Sanki bir bıçak değil, bir yontulmuş tahtayı sürüyormuş gibi; hiç kesebilecek bir tarafı olmayan, sanki yuvarlak bir nesne sürülüyormuş gibi kesmiyor. Ama aynı bıçakla Hazreti İbrâhîm taşa dokununca bıçağın taşı kestiğini görüyor ve de bu arada Cebrail (A.S) bir koçla geliyor: “Ya İbrâhîm!” diyor, “Onu değil. Kurban etmen lâzım gelen o değil, bu.” diyor. Ve kurban, Kur’ân-ı Kerim’de söylendiği gibi farzdır. Kurban kesilmesi emri Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e de gelmiştir.
Öyleyse mucizelerin belki en büyüğü miraçtır. Peygamber Efendimiz (S.A.V) ruhu vücuduna örtü olarak, bir gece bulunduğu yerden evvela Beyt-ül Makdes’e ulaşıyor yatay bir yolculukla. Ama giderken üç tane kervana ulaşıyor. O kervanların aralıkları birer hafta denir, birer ay denir. Doğrusunun hangisi olduğunu bilmiyoruz. Ama birer hafta olduğunu kabul edelim. Birinci kervana ulaşıyor, onlarla konuşuyor. Birkaç dakika sonra ikinci kervana ulaşıyor, onlarla konuşuyor. Birkaç dakika değil, birkaç saniye sonra. Birkaç saniye sonra da üçüncü kervana ulaşıyor, onlarla da konuşuyor. Oradan Beyt-ül Makdes’e ulaşıyor, Kudüs’e ulaşıyor ve içerisini tavaf ediyor. Oradan da dikey bir yükselişle 7 tane gök katını aşıp Allah’ın huzuruna ulaşıyor ve Allah ile olan bir konuşmaları var. Allahû Tealâ diyor ki: “Kalbi gördüklerini tekzip etmedi.” diyor.
53/NECM-11: Mâ kezebel fuâdu mâ reâ.
Kalbindeki fuad (gönül gözü görmesi), gördüğü (ruhun gözlerinin gördüğü) şeyi tekzip etmedi.
Yani ne demek bu? Kalbindeki gözlerle daha evvel Allahû Tealâ’yı çok sayıda; yüzlerce defa görmüş Peygamber Efendimiz (S.A.V). Ve şimdi de orada, miraçta vücuduna örtü olan ruhunun gözleriyle görüyor. Dikkat edin, baş gözüyle hiç kimse Allah’ı göremez. Bu gözler Allah’ı görmeye müsait değildir.
Nitekim Hazreti Musa Allahû Tealâ’ya ısrar ediyor: “Ben” diyor, “Seni görmek istiyorum.” “Ya Musa!” diyor, “Sen Beni göremezsin. O gözler Beni görmeye müsait değildir.” diyor. “O gözler sana bu dünyada hayatında, fizik dünyada bu dünyayı görmen için verildi. Ona göre programlandı ama sen aynı gözlerle Beni görmeye kalkarsan o zaman senin için zor olur. diyor, “Yani bayılırsın, ölürsün.” Hazreti Musa da ısrar ediyor. Onun üzerine Allahû Tealâ diyor ki: “Ben şu karşı tepeye bir” diyor, “tecelli edeyim. Bu tecelliyi sen gör. Beni değil,” diyor, “tecellimi gör. Eğer dayanabilirsen sonra gereğini yaparız.” diyor. Ve Allahû Tealâ dağa tecelli edince dağ berhava oluyor; patlıyor. Hazreti Musa da düşüp bayılıyor sarsıntının tesirinden. Ayıldıktan sonra da Allah’ı baş gözüyle görmekten Hazreti Musa vazgeçiyor. Ama Hazreti Musa fizik ötesi birçok olayı yaşamıştır.
Bir defa Hazreti Musa’nın bebekken kurtuluşu bir mucizedir. Firavun ailesi biliyor ki bir çocuk gelecek. O dünyaya gelecek olan çocuk firavunu ve ailesini ve bütün ordusunu mahvedecek. Bunun üzerine Yahudilerin bütün erkek çocukları öldürülüyor. Sadece kızlar sağ bırakılıyor. Ama Hazreti Musa’nın annesinin de oğlu oluyor; Hazreti Musa. Allahû Tealâ annesine vahyediyor: “Sen çocuğunu Nil Nehri’ne bırak.” diyor. “Gerisini biz hallederiz.” Nil Nehri’ne bıraktığı çocuk saraya kadar geliyor. Sarayda da firavunun karısı çocuğu görüyor, çok beğeniyor. Firavundan onun kim olduğunu saklamışlar. “Babasız bir çocuk bulduk.” demişler. Yahudi asıllı olduğu söylenmemiş firavuna. Ve de firavun sarayda o çocuğu çok sevmiş; Hazreti Musa’yı. Ve Hazreti Musa yalnız ne var ki kimseden süt emmiyor. Hazreti Musa’nın ablası oradan geçip” diyor, “vaziyeti görünce diyor ki: “Ben size bir sütanne bulabilirim.” “Yahu” diyorlar, “bu çocuk kimseden süt almadı, sen nasıl bulacaksın?” “Getireyim.” diyor, “Deneyelim. Almazsa ondan da almaz.” Annesini getiriyor. Hazreti Musa annesinin sütünü alıyor ve zaman içerisinde Firavun’un oğluyla beraber büyüyen Hazreti Musa, Yahudi kavminin oradan kovulması üzerine orasını terk ediyor. Beraberce kaçıyorlar ve firavun da arkalarından hızla geliyor. Atlı arabalarla, atlarla askerler hızla geliyor. Hazreti Musa ve oradan ayrılan arkadaşlarının üzerine. Allahû Tealâ diyor ki: “Korkma ya Musa!” diyor, “Kızıldeniz’e gir.” diyor. “Karşı sahile kadar yürü.” Hazreti Musa etrafındakilere diyor ki: “Hadi bakalım gelin, denize gireceğiz.” Giriyorlar, girer girmez sular iki tarafa yükselerek onlara bir yol açıyor suyun dibinden. Ve karşı sahile kadar Hazreti Musa ve arkadaşları ulaşıyorlar. Sular onları ıslatmıyor bile. Onların arkasından, “Onlara açıldığına göre deniz bize de açılmıştır.” diye ki o sırada halen açık deniz yani deniz yükselmiş yukarıya doğru, iki taraftan kalkmış durumda. Ortada bir koridor açılmış durumda. Dalgalar yukarı kadar yükseliyor, sular iki tarafta ama ortası açık, ta karşı sahile kadar. Firavun atlarıyla, arabalarıyla denize dalıyor Hazreti Musa’nın arkasından ve pek az kalmış, karşı sahile ulaştığı zaman Hz. Musa ve onunla beraber olanlar. Firavun da hemen hemen onlara yetişmek üzere ama karşı sahile çıkar çıkmaz Hazreti Musa ve adamları; kafile tamamlanınca Allahû Tealâ Kızıldeniz’in dalgalarını kapatıyor. İki taraftaki açık olan sular kapanıveriyor Hazreti Musa’nın arkasından. Firavun ve bütün adamları denizde boğuluyorlar. Allah görüyorsunuz ki her şeye kaadirdir.
Ve Hazreti Musa diyor ki: “Bu mucizeler müessesesini ben de öğrenmek istiyorum. Bana fizik ötesi bir şeyler yapmayı öğretebilecek olan birisine beni gönderebilir misin?” Allahû Tealâ da: “Tabiî.” diyor, “İki denizin birleştiği yerde onu bulacaksın, gidin.” diyor. “Bir genç arkadaşıyla beraber Hazreti Musa, yanlarındaki kuru balıkları yiyerek yola çıkıyorlar. Bir yere ulaşıyorlar. Hazreti Musa diyor ki: “Hadi çıkar bakalım balıkları yiyelim.” Arkadaşı diyor ki: “Balıklar yok.” “Ne demek” diyor, “balıklar yok?” diyor. “Torba yarıya kadar balık doluydu. Geri kalanı yedik ama ne oldu anlamadım.” diyor o arkadaşı. “O bir sahilde oturduğumuz zaman” diyor, “denizin kıyısında balıkların hepsi canlandılar, birer birer suya girdiler, gözden kayboldular.” diyor. Hazreti Musa diyor ki: “Nerede gördün” diyor, “bunu? Nerde oldu bu olay?” “İki denizin birleştiği yerde.” diyor. “Hah!” diyor, “Aradığımız kişi, işte oradaki ağacın altındaki o ihtiyar adam. Hemen koşalım. Bakalım onu bulabilecek miyiz?” Koşuyorlar ve buluyorlar. Buluyorlar; Hazreti Hızır’ı buluyorlar.
Hazreti Hızır bir peygamber değil. Hazreti Hızır, sonsuz ömür verilmiş bir fâni. Ama ilmin; fizik ötesi ilmin en büyüğüne sahip. Hazreti Musa gidiyor, diyor ki: “Senin bütün emirlerine itaat etmem kaydıyla bana” diyor, “senin ilm-i ledûnundan öğretir misin?” Hazreti Hızır gülümsüyor, diyor ki: “Sen benimle yapamazsın.” diyor. Düşünün ki bir tanesi nebî (peygamber), öteki ise sadece bir evliya ama marifetin en üstünüyle donatılmış. Bir defa zaman müessesesi Hazreti Hızır için çalışmaz, hâlâ hayattadır. Hazreti Musa zamanında da hayattaydı. Hayatının nerede başladığını da kimse bilmiyor. Ama sonsuz bir ömrü Allahû Tealâ ona vermiş. Nasıl şeytan insanları kötülüklere yönlendiriyorsa Hazreti Hızır da Allah yolunda hizmet ediyor insanlar için. Ve Hazreti Hızır, kabul ediyor Hazreti Musa’yı. “Peki” diyor, “madem öyle söylüyorsun, madem dayanabilecekmişsin peki” diyor, “gidelim.” diyor. Ve gidiyorlar. Erzakları bitince gene gittikleri yollar üzerindeki bir köyde ekmek istiyorlar herkesten. Birçok ev bunları kovmuş ama bir evdekiler bunlara ekmek vermiş. Hazreti Hızır da o evin bahçesindeki duvarı yıkmış veya başka bir şey yapmış ve eve zarar vermiş olmuş böylece. Hazreti Musa demiş ki: “Yahu!” demiş, “Bu köyün birçok evini dolaştık. Hiç kimse bize yiyecek bir şey vermedi, bu ev verdi. Sen de adamlara bu kötülüğü yaptın, olur mu” demiş, “bu?” Hazreti Musa’ya demiş ki Hazreti Hızır: “Ben sana demedim mi,” demiş, “benimle sen yapamazsın diye. Bak işte, sözüm çıktı.” demiş. Hazreti Musa bunun üzerine hemen susmuş, demiş ki: “Bir daha benden böyle bir şey duymayacaksın.” Ve başka bir yere gitmişler. Bir sahildeler, sahil boyunca gemiler söz konusu ve gemilerden yiyecek istiyorlar. Hiç kimse bunlara yiyecek falan vermiyor. Nihayet bir gemidekiler bunlara yiyecek vermiş. Güzelce yemekleri yemişler. Kalkarken Hazreti Hızır, eline geçirdiği bir baltayla geminin bordasını delmiş, gemi karaya oturmuş. Hazreti Musa dayanamamış demiş ki: “Allah’tan reva mı şimdi bu senin yaptığın? Bu” demiş, “gemiyi, geminin sahibi bize yemek veren yegâne adam ve sen adamın gemisini batırdın, mahvettin adamı.” Hazreti Hızır demiş ki: “Bak,” demiş, “bu ikinci oldu. Ben sana demedim mi” demiş, “sen benimle yapamazsın. Üçüncü tahakkuk ederse aramızdaki bu ilişki biter.” demiş. Hazreti Musa demiş ki: “Beni çok sabırlı bulacaksın. Asla sana bu konuda bir şey söylemeyeceğim.” Ama son imtihan daha dehşetli. Bir pınarın başında bir delikanlıyı bizim Hazreti Hızır öldürüyor. Ölüm olayını görünce Hazreti Musa daha fazla dayanamamış, demiş ki: “Hepsi olabilir ama sen,” demiş, “resmen bir cana kıydın burada. Bu bir cinayet. Ben” demiş, “buna dayanamam.” “Zaten ben de sana söyledim” demiş, “dayanamayacağını.” “Ama” demiş, “bunları ben yapmıyorum. Rabbim bana ne emrederse ben sadece onun tarafından yaptırılırım. Yani O yapar benim yerime. Ben bunları kendimden yapmam. Benim vücuduma o kumanda eder. İlk yerde” demiş, “o, orası bir, o köydekiler bize yemek, yiyecek veren yetimlerdi.” demiş. “O kötülük ettiğimi söylediğin yerde” demiş, “onların bahçe duvarıyla alâkalı olan yerde onların hazinesi vardı.” demiş. “Yetimler büyüyünce o hazineyi bulacaklar.” demiş. “Başkaları bulmasın diye ben o bahçe duvarına zarar verdim.” demiş. “Diğer gemiye gelince” demiş, “karşı sahildeki derebeyi, yola çıkan bütün gemileri zaptetti.” demiş. “Sadece o gemi kaldı. Çünkü” demiş, “deldiğim için yola çıkamadı ve” demiş, “orada kaldı. Gemi sahibi de tayfaları da forsa olmaktan, esir olarak kürekçi olmaktan kurtardılar paçayı.” demiş. “Üçüncüye gelince” demiş, “o delikanlı annesini ve babasını öldürecekti veya onlara çok kötü bir şey yapacaktı. Allahû Tealâ buna, onu öldürmek suretiyle mâni oldu.” demiş.
Sevgili kardeşlerim, Hazreti Hızır hâlâ var. Belki sizlerden de birçok kardeşimiz ona rastlamıştır. Eğer bir gün yanınıza biri oturur da size Fatih Sultan Mehmet zamanında başından geçenleri anlatırsa ve siz de hiç aklınıza o zamanki bir olaylar dizisi anlatılıyor diye şüphe falan girmiyorsa içinize, sanki siz de o devirde yaşıyormuşsunuz gibi hissediyorsanız kendinizi, sonra sizi terk ettiği zaman aklınız başınıza gelip arkasından koşuyorsanız, onu bulamıyorsanız; işte o Hazreti Hızır’dır. Mutlaka hayır için gelmiştir.
Hamd olsun ki bir çocukluğumuzda bir de Ankara’daki bu olayı anlattığımız camide iki defa Allahû Tealâ onunla bizi karşılaştırdı. Geleceğimiz hakkında annemize bir şeyler söyledi. Allah rahmet eylesin, rahmetli annemiz o konuda bize bir şeyler anlatmıştı. Biz çocuklar kapının önünde dama oynuyorduk. Mermer 4-5 merdivenin üzerinde yanımızdan geçti ve gittiğini gördük. Ama açık sokak üzerinde arkasından baktığımız zaman kimseyi göremedik.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, mucizeler peygamberlere aittir. Mucizeyi peygamber vücuda getirir. Peki, zülmanî ilimlerle uğraşanların vücuda getirdiği fizik ötesi olaylar, onlar istidrâçtır. Şeytan devreye girer, onu yaptırır. Dikkat edin ki Allahû Tealâ mucize yaptırsın veya keramet vücuda getirsin; her ikisinde de Allah söz konusudur. Allah’ın emriyle gerçekleşir olaylar.
Allahû Tealâ, Nuh’a bizim şimdiki transatlantikler kadar bir gemi yaptırıyor. Bir atom gemisi. Ve hiç Allahû Tealâ ateşten, odundan bahsetmiyor ama “Tennur kaynadığı zaman.” diyor. Bir nükleer gemi; bütün dünyayı o zaman dolaşan bir nükleer gemi. Aylarca kara yüzü görmeden gidiyorlar ama tennur kaynıyor. Şimdi bugün de denizaltılar atomla çalışıyor. Bir yıl dolaşabiliyor adamlar. Bir yüklemede bir yıl bütün dünyayı dolaşabiliyorlar. Oksijensiz kalmazlar mı? Kalmazlar. Çünkü denizin altında etrafları bütün su ve suyu devamlı olarak oksijen ve hidrojene ayırıyorlar.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, peygamberler dediğimiz zaman hep böyle mucizelerle karşılaşıyoruz. Allahû Tealâ insanlar için ibret olsun diye çok olaylar vücuda getirmiştir. On üçüncü havari Hazreti İsa’yı yakalatmak üzere bir salonda onunla beraber oluyor. Yani konuşurlarken ikisi, Romalılar içeri giriyorlar. Allahû Tealâ aynı anda havarinin yüzünü Hazreti İsa’nın yüzü şekline getiriyor. Hazreti İsa’nın yüzünü de havarinin yüzü haline getiriyor. Ve gelenlerden Hazreti İsa’yı tanıyanlar, hemen Hazreti İsa diye on üçüncü havariyi yakalıyorlar. Aslında havari değil, bir sahtekâr ve götürüp onu çarmıha geriyorlar. Bu bir mucize, Allahû Tealâ’nın mucizesi ve Allahû Tealâ Hazreti İsa’yı yukarıya alıyor. Hazreti İsa’yı eğer isteseydi çarmığa gerdirir, ondan sonra da alabilirdi. Ama Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’de bu olayı anlatıyor: “Onun yüzünü değiştirdik.” diyor. “Ve o zannettiler.” diyor, “Hazreti İsa zannettiler” diyor, “o yüzünü değiştirdiğimiz havariyi ve onu yakalayıp götürdüler.” diyor.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, evliyaların yaptığı şeyin adı keramettir. O evliyalar her zaman keramet göstermişlerdir ama ne evliyaların gösterdiği keramet kendilerine aittir ne de peygamberlerin vücuda getirmiş gibi göründükleri mucizeler kendilerine aittir. Hepsi Allah’ındır. Havariler diyor ki Hazreti İsa’ya: “Bize Allahû Tealâ bir sofra indirsin de yiyelim.” Hazreti İsa hemen Allahû Tealâ’dan talepte bulunuyor, sofra iniyor. Beraberce sofradan (maideden yani) nasiplerini alıyorlar. Bu bir mucizedir. Ama aynı olay bizim Yunus tarafından da gerçekleştiriliyor. Yani Yunus’un da başına geliyor aynı olay.
Yunus, Taptuk Emre’nin dergâhından ayrıldıktan sonra iki dervişle beraber, üç kişi yollara revan oluyorlar ve gece bir mağarada geçirecekler geceyi. Yiyecekleri yok. Dervişlerden birisi ellerini açıyor: “Ya Rabbi!” diyor, “Bize bir sofra indirmeni dileriz, açız.” Bunun üzerine Allahû Tealâ bir sofra indiriyor ve bizimkiler yemeklerini güzelce o sofradan yiyorlar. Üçü de karınlarını doyuruyor. Buraya kadar bir problem yok. Ertesi akşam ikinci derviş Allahû Tealâ’dan yiyecek istiyor, gene bir tepsi iniyor. Allahû Tealâ indiriyor tepsiyi, üçü de karınlarını doyuruyorlar. Üçüncü akşam sıra Yunus’ta. Yunus şimdiye kadar hiç böyle bir fizik ötesi olaya girmemiş, biraz da endişeli. Allahû Tealâ’dan o da istiyor ve bu sefer Allahû Tealâ üç tepsi indiriyor; her birine ayrı bir tepsi. Karınlarını doyuruyorlar ama adamların, dervişlerin dikkatini çekmiş. Yunus üç tane birden, Yunus’un talebi üç tepsiye birden muhatap olmuş. Demişler ki: “Yahu!” demişler, “Sen kimin adına istedin? Kimin yüzü suyu hürmetine istedin de Allahû Tealâ bize birer tepsi gönderdiği halde sana üç tepsi gönderdi.” Yunus diyor ki: “Önce siz söyleyin. Siz kimin adına söylediniz de size o tepsileri gönderdi Allahû Tealâ.” Diyorlar ki: “Kimse duymasın ama” diyorlar, “bir garip derviş varmış, adı Yunus’muş. Allah’ın kendisine ne kadar keramet verdiğinden de hiç haberi yokmuş. Biz hep onun adını kullanıp acıktıkça Allahû Tealâ’dan tepsileri isteriz. Allahû Tealâ da gönderir.”
Yunus diyor ki: “Kanatlandık kuş olduk, uçtuk elhamdulillah” Yunus, fizik vücut tayyi mekânı gerçekleştirmiş. Hazreti Süleyman, fizik vücut tayyi mekânı gerçekleştirmiş. Rüzgâr hızıyla, sonsuz hızla hareket eden bir Hazreti Süleyman var. Nefs tayyi mekânı, ruh tayyi mekânı ve fizik vücut tayyi mekânı, hepsini de gerçekleştirmiş. Fizik vücut tayyi mekânı biliyorsunuz, fizik vücudun ruh tarafından örtülmesiyle gerçekleşir. Ruhun devir sayısı, elektron devir sayısı fizik vücudun iki katı olur. Fizik vücut aynı hüviyette olan, aynı boyutta olan ruh tarafından tamamen kaplanır ve ruh görünmediği için fizik vücut da gözlerden nihan olur, kimse göremez. Ruh, fizik ötesi bir standarttadır. İçindeki fizik vücut da fizik ötesi bir standarda bürünür. Hazreti Süleyman, üç çeşit tayyi mekânı da gerçekleştirmiş.
Allah’ın evliyalarının da bu istikamette çok olaylar geçmiştir başlarından. Mevlâna Celâlettin Rumî Hazretleri: İlimde üzerine yokmuş. Her tartışmada mutlaka galip gelirmiş ve onun mürşidi olacak olan Şems onunla karşılaştığında 5-6 defa tartışmışlar. Her seferinde Mevlâna Celâlettin Rumî galip gelmiş. Bütün şer’î konularda Mevlâna Celâlettin Rumî’nin üstüne kimse yok. Şems de bu konuda çok gerilerde kalmış ve onun üzerine son defa mağlup olduğu zaman Hazreti Mevlâna’nın elindeki şeriat Kitab’ını kaptığı gibi havuzun içine fırlatmış. Mevlâna fena halde telaşlanmış. Çünkü tek hazinesi o, her şeyi oradan biliyor. Hemen havuza saldırmış. Havuzdan kitabı alınca, Şems Hazretleri onun elinden kitabı almış ve üfürmüş kitabın üzerine. Kitaptaki tozlar üfürüğün tesiriyle uçmuş. Kitap suya girince hiç ıslanmamış. O zaman son galibiyetinde Mevlâna’nın ona söylediği: “Sen şeriattan anlamazsın. Bu iş bizim işimiz.” sözü gelmiş. Mevlâna: “Bu işi nasıl yaptın?” deyince: “Sen de bundan anlamazsın.” demiş Şems Hazretleri.
Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, sevgili kardeşlerim, bir de şeytanın yaptığı pislikler var. Hipnoz bunlardan bir tanesi, bir tanesi meditasyon diyorlar adına. Yer çekimi kuvvetine hâkim olarak insanların boşlukta durabilmeleri, hep şeytanın yardımıyla oluşan fizik ötesi olaylar. Zülmanî nefs tayyi mekânı, o da şeytanın yardımıyla gerçekleşen olaylardan birisi ve hepsinde şeytanın parmağı var. Bunların adına istidrâç deniyor. Allah’ın dostları, Allah’ın yetkisiyle fiziğin ötesine geçerler. Allah müsaade ederse gerçekleşir. Allah uygun görürse gerçekleşir ve kişiler sadece yaşarlar. Yapan Allah’tır. Onlar da net olarak bunu bilirler ve derler ki: “Hayır, bu olayda benim bir dahlim yok. Rabbimin bana bir ikramıdır. Kerameti yapan ben değilim. Ben sadece bir vasıtayım. Bunu vücuda getiren Allah’tır.” Şeytansa takımına hiçbir zaman bunun kendisinden olduğunu söylemez. O zavallı insanlar da kendilerini matah bir şey zannederler fizik ötesine geçtikleri zaman. İşte büyü de hüddam da şeytanın pisliklerindendir ve ikisi de istidrâçtır.
Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, sevgili kardeşlerim, size saatlerce değil günlerce anlatsam içimdekileri boşaltamam. Hep bir kısmını anlatabilirim. Bir kısmı hep kalır. İşte bir yeni günün akşamında bir defa daha sizinle birlikte olduk. Gene zaman her zamanki gibi bitti. Allahû Tealâ’nın hepinizi ama hepinizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını, hepinizi zülcenehayn kılmasını Yüce Rabbimizden talep ederek, Ona niyaz ederek sözlerimizi inşaallah burada tamamlamak istiyoruz sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, can dostlarım, gönül dostlarım. Allah hepinizden razı olsun.
Esselâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhu.
İmam İskender Ali M İ H R