}
Nûr Suresi 62-64 (Âyetlerin Sırları) 17.06.2003
Mp4 Mp3 Link

Sohbet Kodu: 106664


SOHBETİN ADI: NÛR SURESİ 62-64 (ÂYETLERİN SIRLARI)
TARİH: 17.06.2003


Esselâmu aleykum ve rahmetullâh ve berekâtuhu.

Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bir Kur’ân Tefsiri konusunda gene birlikteyiz.

Bir defa daha söyleyelim ki; Kur’ân tefsiri, bir, dünya üzerinde kazanılan bir bilgiyle gerçekleşmez. Kur’ân tefsiri, Kur’ân’ın ruhunu anlatmaktır. Bu ise ancak Allah’tan öğrenmekle gerçekleşebilir. Elbette bütün âyetler Kur’ân’ın ruhuyla alâkalı değildir. Oralardaki anlatım diğer anlatımlardan farklı bir hüviyet elbette göstermeyecektir. Hatta Fıkıh konusunda daha da alt seviyede bir anlatım biçimi oluşturabilir. Gerçekten Fıkıh konusunda, dünya üzerinde bugün konularını çok iyi bilen, çok sayıda âlim mevcuttur. Ama ruha geldiği zaman, ruhun anlatımı sevgili kardeşlerim, sadece Allah’ın öğretisiyle mümkündür.

Öyleyse Nûr Suresinin sonuna geldik: 62, 63, 64. âyet-i kerimeler.

Nûr-62:

Eûzubillâhimineşşeytânirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.

24/NÛR-62: İnnemâl mu’minûnellezîne âmenû billâhi ve resûlihî ve izâ kânû meahu alâ emrin câmiın lem yezhebû hattâ yeste’zinûhu, innellezîne yeste’zinûneke ulâikellezîne yu’minûne billâhi ve resûlihi, fe izâste’zenûke li ba’dı şe’nihim fe’zen li men şi’te minhum vestağfir lehumullâhe, innallâhe gafûrun rahîm(rahîmun).

Ancak Allah’a ve O’nun Resûl’üne îmân etmiş olan mü’minler, bir iş için onunla beraber toplandıkları zaman ondan izin istemedikçe gitmezler. Muhakkak ki senden izin isteyenler, işte onlar, Allah’a ve O’nun Resûl’üne îmân edenlerdir. Öyleyse onlar bazı işleri için senden izin istedikleri zaman onlardan dilediğin kimseye izin ver. Ve onlar için Allah’tan mağfiret dile. Muhakkak ki Allah, Gafur’dur (mağfiret edendir), Rahîm’dir (rahîm esması ile tecelli edendir).



“İnnemâl mu’minûnellezîne âmenû billâhi ve resûlihî ve izâ kânû meahu alâ emrin câmiın lem yezhebû hattâ yeste’zinûhu, innellezîne yeste’zinûneke ulâikellezîne yu’minûne billâhi ve resûlihi, fe izâste’zenûke li ba’dı şe’nihim fe’zen li men şi’te minhum vestağfir lehumullâhe, innallâhe gafûrun rahîm(rahîmun).”


Kelimeler:

innemâ: Ancak, sadece, fakat.

el mu’minûne: Mü’minler.

ellezîne âmenû: Allah’a ulaşmayı dileyen, îmân eden kimseler.

billâhi (bi allâhi): Allah’a.

ve resûli-hi: Ve O’nun Resûl’ü.

ve izâ: Ve olduğu zaman.

kânû: Oldular, idiler.

mea-hu: Onunla birlikte, beraber.

alâ emrin: Bir iş üzerine, bir iş için, bir oluş için.

câmiın: Toplu olarak, toplanmış olarak.

lem yezhebû: Gitmezler.

hattâ: Oluncaya kadar, olmadıkça.

yeste’zinû-hu: Ondan izin isterler.

innellezîne (inne ellezîne): Muhakkak o kimseler, onlar.

yeste’zinûne-ke: Senden izin isterler.

ulâike: İşte onlar.

ellezîne yu’minûne: Îmân edenler.

billâhi (bi allâhi): Allah’a.

ve resûli-hi: Ve O’nun Resûl’üne.

fe: Öyleyse, o zaman, o takdirde.

izeste’zenû-ke (yani: iza iste’zenû-ke): Senden izin istedikleri zaman.

li ba’dı: Bazısı için.

şe’ni-him: Onların işleri, halleri, durumları.

fe’zen (fe izen): O zaman izin ver.

li men: O kimse için (yani o kimseye).

şi’te: Sen diledin.

min-hum: Onlardan.

vestagfir (ve istagfir): Ve mağfiret dile.

lehum: Onlar için.

allâhe: Allah.

innallâhe (inne allâhe): Muhakkak Allah.

gafûrun: Gafûr’dur (mağfiret edendir).

rahîmun: Rahîm’dir (rahmet nuru gönderendir).


Bu durumda cümle şöyle teşekkül ediyor:

“Ancak Allah’a ve O’nun Resûl’üne îmân etmiş olan mü’minler, bir iş için onunla beraber toplandıkları zaman, ondan izin istemedikçe gitmezler. Muhakkak ki senden izin isteyenler, işte onlar, Allah’a ve O’nun Resûl’üne îmân edenlerdir. Öyleyse onlar bazı işleri için senden izin istedikleri zaman, onlardan dilediğin kimseye izin ver. Ve onlar için Allah’tan mağfiret dile. Muhakkak ki Allah, Gafûr’dur (mağfiret edendir), Rahîm’dir (Rahîm esması ile tecelli edendir).”

Öyleyse âmenû olmuş mü’minler. Allah’a ulaşmayı dilemişler, ruhları Allah’a doğru yola çıkmış, Allah’a vâsıl olmuş veya olmamış, bir toplantı söz konusu, Allah konusunda bir beraberlik, bir işin halledilmesi için bir araya geliş. Ve neticede: “Eğer kişi, acil bir işi varsa ancak o takdirde gerçekten gitmesi gerekiyorsa o, resûlden izin alıp, bu izni müteakip oradan ayrılmalıdır.” diyor Allahû Tealâ.

Öyleyse muhtevaya dikkatle bakın: Bu muhtevada peygambere, resûle saygıyı ihata eden bir hüviyet var; saygı. Burada Allahû Tealâ, resûlü, kendisinden mutlaka izin alınması gereken bir makam olarak değerlendiriyor. Bir toplantı olduğu zaman o toplantıya riyaset eden, başkanlık eden, resûldür ve resûlün bu riyasetinde (başkanlığında) bir farklı durum söz konusudur. Bu öyle bir başkanlıktır ki; toplantı devam ederken oradan gitmek isteyenler, mutlaka başkandan (resûlden) izin almak mecburiyetindedirler. Bu, Allah’ın emridir.

Öyleyse mü’min olanlar kimler? Mü’min olanlar, kalplerinde bu izin mecburiyetini hisseden ve gitmek gerektiğinde, kesin bir sebep söz konusuysa, gitmek gerektiğinde mutlaka ondan izin alanlar. Bu bir terbiye meselesi değil sevgili kardeşlerim, bu bir îmân meselesi. İnanç, Allahû Tealâ tarafından sizleri o noktaya getirir ki; insanları o noktaya getirir ki iç dünyalarındaki îmânları, Allahû Tealâ’nın o îmân sebebiyle onların kalbine koyduğu şeyler. Bu kişi zikir yapıyor. Vuslata ulaşmışsa nefsinin kalbinde %50’den fazla fazl birikimi söz konusu, fazl ve rahmet birikimi söz konusu. Afetlerinin %50’den fazlası yok olmuş durumda. Onların, yok olanların yerine gelen fazıllar, o kişinin nefsinin kalbinde öyle bir hedefe ulaşır ki; o kişinin nefsinin kalbi yarıdan çok Allah’ın nurlarıyla (%2 rahmet, %49 fazılla) dolar.

Vuslata ulaşıldığı an, ruhun sahibine geri döndüğü an, Allah’a ulaştığı an, o nokta; ruhun Allah’a ulaştığı nokta, velâyetin başlangıcıdır. Velâyet müessesesi, kişinin ruhunun Allah’a ulaşmasıyla (ruhun sığınağa; meâba sığınmasıyla) gerçekleşir. Ruhun sığınağa sığınması.

Allahû Tealâ diyor ki:

3/ÂLİ İMRÂN-14: Zuyyine lin nâsi hubbuş şehevâti minen nisâi vel benîne vel kanâtîril mukantarati minez zehebi vel fıddati vel haylil musevvemeti vel en’âmi vel hars(harsi), zâlike metâul hayâtid dunyâ, vallâhu indehu HUSNUL MEÂB(meâbi).

İnsanlara, "kadınlara, oğullara, kantar kantar biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, hayvanlara ve ekinlere olan sevgiden oluşan" şehvetleri (aşırı düşkünlükleri) güzel gösterildi. Bunlar, dünya hayatının menfaatleridir. Ve Allah, O'nun katındaki en güzel sığınaktır.

 
“Allah’ın katındaki en güzel sığınak, Allah’ın Zat’ıdır.”

İşte o en güzel sığınağa sığınan kişi, 3-4 aylık bir zaman parçasında, bir hiç iken Allah’ın evliyası mertebesine yükselmiştir. Çünkü o, Allah’a ulaşmayı dilemiştir. O noktaya ulaştığı zaman Allah’ın katından gelen fazıllar, ruhun hasletlerine paralel hüviyetteki nurlar, o kişinin nefsinin kalbini işgal etmişlerdir. %50’den daha fazla nurla dolmuştur kalbi. O nurların getirdiği yeni bir noktada kişi karar aşamasındadır. Orada artık %50’den fazla Allah’ın emrine itaat söz konusudur. Yasak ettiklerine karşı koymak söz konusudur. Onları işlememek söz konusudur. Bu, nefsin kalbindeki durum. Ruhun kalbine baktığımız zaman, ruhun kalbinde ise zaten %100 hasletler söz konusu.

Öyleyse sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, sevgili kardeşlerim, buradaki muhtevaya dikkatle bakın: Ruh, Allah’a ulaşmayı o kişi dilediği an vücudu terk etmiştir, gitmiştir. Devrin imamının ruhu kişinin başının üzerine gelip yerleşmiştir ve o kişinin nefsinin kalbinde %50’den fazla nur birikimi gerçekleşmiştir. Bu noktada o kişinin nefsinin kalbine %50’den fazla nur yerleştirmiştir. Yani o kişinin nefsinin kalbi eskiden Allah’ın bütün emirlerine karşı çıkarken, yasak ettiği bütün fiilleri işlerken, artık nefsin kalbinin %50’den fazlası Allah’ın bütün emirlerine itaat eden, yasak ettiği hiçbir fiili işlemek istemeyen bir hüviyette oluyor. Yani Allahû Tealâ böylece bekçiyi kişinin kalbine yerleştirmiştir. O, oradaki terbiyenin bir gereği olarak değil -onun da mutlaka rolü vardır- ama iç dünyasından gelen talebi değerlendiriyor. İç dünyasından gelen talep, ayrılacaksa mutlaka resûlden izin almak gereğini ona duyuruyor, hissediyor kişi bunu benliğinde. Eğer ayrılacaksa resûlden mutlaka izin almak gereğini hissettiriyor. İşte sevgili kardeşlerim, bu, Allah’ın içimize koyduğu bekçidir. Başkalarının talebiyle, dışarıdan gelen bir istekle, bir ricayla değil; iç dünyamızın bize gösterdiği ufukta, o istikamette bir davranış Allah’ın dizaynında iç dünyamızdan aksediyor. İç dünyamızda artık Allah’ın Resûl’ünü bir yere oturtmuşuz. O oturttuğumuz yerde mutlaka Allah’ın emirleri konusunda yapılan bir toplantıda, o toplantıyı terk edeceksek orada mutlak olarak başka bir muhtevanın var olduğunu görüyoruz. Mutlaka izin almak gereğini içimizden bir şey bize hissettiriyor. Bunun bir zaruret olduğunu hissediyoruz ve onun gereğini yapıyoruz. Öyleyse görüyorsunuz ki çözüm hep Allah’ta.

 

Bu âyet-i kerimede Allahû Tealâ Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e:

“Senden izin istedikleri zaman dilediğin kimseye izin ver.” diyor.


Burada sanki karar mercii, Peygamber Efendimiz (S.A.V) olarak Allahû Tealâ tarafından tayin ediliyor. Peygamber Efendimiz (S.A.V), izin vermek isterse izin verecek; istemezse vermeyecekmiş gibi görünüyor. Ama derûnuna baktığımız zaman konunun, böyle olmadığını görüyoruz. Karar mercii gene Allah’tır. Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz, Peygamber Efendimiz (S.A.V), tasarruftadır. Öyleyse kendiliğinden karar vermek yetkisinin sahibi değildir. Bütün kararları Allah ona verdirir ya da Allah’ın söylettiklerini söyleyebilir, yaptırdıklarını yapabilir. Burada “Dilediklerine izin ver.” demekten Allahû Tealâ’nın muradı, “Biz sana, kime izin vermen gerekirse öyle diletiriz, ona izin verirsin. Kime izin vermen gerekmezse sana öyle bir dileği hissettiririz, onun gereğini yaparsın.”


“Dilediğine izin verirsin, dilediğine izin vermezsin.” tarzındaki bir ifadede, yetki Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e bırakılmış gibi görünüyor. Ama realite bu değil.


“O, kendiliğinden konuşmaz.” diyor Allahû Tealâ. “Biz ne söylersek onu söyler.” diyor:


53/NECM-3: Ve mâ yentıku anil hevâ.

Ve o, hevasından (kendiliğinden) konuşmaz.

53/NECM-4: İn huve illâ vahyun yûhâ.

(O’nun söyledikleri), sadece O’na vahyolunan vahiydir.


Öyleyse dilediğine izin verecek, öyle görünecek ama o dileği, o seçimi ona yaptıran, kendi iradesi değildir, Allah’ın iradesidir. Diyor ki Allahû Tealâ bu hüviyette olan devrin imamları için ifadesinde:

28/KASAS-68: Ve rabbuke yahluku mâ yeşâu ve yahtâr(yahtâru), mâ kâne lehumul hıyarat(hıyaratu), subhânallâhi ve teâlâ ammâ yuşrikûn(yuşrikûne).

Ve Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer. Ve seçim hakkı onlara ait değildir. Allah Sübhan’dır (münezzehtir) ve (onların) şirk koştukları şeylerden yücedir.


“Onlar, hakk-ı hıyarın (seçim hakkının) sahibi değillerdir. Bu yüzden yaptıklarından sorumlu değillerdir.” diyor.

Sorumluluk Allah’a aittir. Çünkü bütün nebîler, huzur namazının imamıdırlar. Bütün nebîler mutlaka Allah’ın tasarrufundadırlar. Huzur namazının imamı olan herkes için geçerlidir. Nebî olmayan bir resûl, son nebîden sonra ve ondan evvelki 600 yıl, nebî olmayan resûller huzur namazının imamlığını yapmışlardır. O devre içerisinde hepsi için aynı şey söz konusudur. Yaptıklarından sorumlu değillerdir. Çünkü yapanlar onlar değillerdir. 

“O taşı attığın zaman sen atmadın, Biz attık.” diyor Allahû Tealâ.

8/ENFÂL-17: Fe lem taktulûhum ve lâkinnallâhe katelehum, ve mâ rameyte iz rameyte ve lâkinnallâhe ramâ, ve li yubliyel mu’minîne minhu belâen hasenâ(hasenen), innallâhe semîun alîm(alîmun).

Onları siz öldürmediniz ama onları Allah öldürdü. Ve attığın zaman da sen atmadın ama Allah attı. Ve Allah, mü’minleri Kendisinden ahsen belâ ile imtihan eder. Muhakkak ki Allah, işitendir ve bilendir.

 

Kumu atan, Peygamber Efendimiz (S.A.V). O fizik vücut bu işi yapıyor; yerden alıyor ve atıyor; ama yaptıran Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in cüz’î iradesi değil. Yaptıran, o iradeyi devreden çıkarmış olan Allah’ın İlâhi iradesi.

“Sen atmadın, Biz attık.” diyor.

Bir de dikkat çekici başka bir husus daha var âyette:

“Ve onlar için Allah’tan bağışlanma dile.” buyuruyor Allahû Tealâ.

24/NÛR-62: İnnemâl mu’minûnellezîne âmenû billâhi ve resûlihî ve izâ kânû meahu alâ emrin câmiın lem yezhebû hattâ yeste’zinûhu, innellezîne yeste’zinûneke ulâikellezîne yu’minûne billâhi ve resûlihi, fe izâste’zenûke li ba’dı şe’nihim fe’zen li men şi’te minhum vestağfir lehumullâhe, innallâhe gafûrun rahîm(rahîmun).

Ancak Allah’a ve O’nun Resûl’üne îmân etmiş olan mü’minler, bir iş için onunla beraber toplandıkları zaman ondan izin istemedikçe gitmezler. Muhakkak ki senden izin isteyenler, işte onlar, Allah’a ve O’nun Resûl’üne îmân edenlerdir. Öyleyse onlar bazı işleri için senden izin istedikleri zaman onlardan dilediğin kimseye izin ver. Ve onlar için Allah’tan mağfiret dile. Muhakkak ki Allah, Gafur’dur (mağfiret edendir), Rahîm’dir (rahîm esması ile tecelli edendir).


“İnnemâl mu’minûnellezîne âmenû billâhi ve resûlihî ve izâ kânû meahu alâ emrin câmiın lem yezhebû hattâ yeste’zinûhu, innellezîne yeste’zinûneke ulâikellezîne yu’minûne billâhi ve resûlihi, fe izâste’zenûke li ba’dı şe’nihim fe’zen li men şi’te minhum vestağfir lehumullâhe, innallâhe gafûrun rahîm(rahîmun).”


Yani sebep ciddi bir sebep olsa da toplantıyı, Allah için yapılan bir toplantıyı şahsî bir iş için terk etmek bir hata olarak değerlendiriliyor Allahû Tealâ tarafından. Mutlaka Allah’ın onu bağışlaması gereken, bağışlamayı gerektiren bir olay var. Bağışlanma dileğini gerektiren bir olay var. Allah’ın işi görüşülürken kişisel işlerin geçerli olmadığını Allahû Tealâ burada ifade etmiş oluyor. Allah’a ait bir iş yapılırken kişisel işler geçerli olmuyor. Ama Allah’tan bağışlanma dilendiği zaman, Resûl, toplantıyı terk edecek olan kişi için Allah’tan bağışlanma dilemekle vazifelendiriliyor. Bağışlanmayı gerçekleştirecek olan Allah’tır, bağışlayacak olan Allah’tır. Talep, bir vasıta olan Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den geliyor ama aslında o talebi yaptıran gene Allah’ın İlâhi iradesi. Ama kuluyla; Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le Allah arasındaki ilişkide, Peygamber Efendimiz (S.A.V), Allah’ın iradesinde, iradî yapısının kontrolü altında olmasına rağmen, Allah’ın İlâhi iradesinin kontrolünde olmasına rağmen, Peygamber Efendimiz (S.A.V) kendiliğinden böyle bir talepte bulunuyormuş gibi onun şahsiyetini Allahû Tealâ devreye sokuyor. Aslında ona o sözü söyleten, Allah.


Sevgili kardeşlerim, devrin imamlarıyla Allah arasındaki ilişkiler kolay anlaşılacak olan ilişkiler değildir. İlâhi irade, kesintisiz olarak devrin imamlarını kontrolü altında tutar. Bu sebeple onların hakk-ı hıyarı; seçim imkânları yoktur. Onlara yapılması lâzım gelen her şeyi Allah yaptırır. Bu sebeple yaptıklarından sorumlu değillerdir. Onlar, huzur namazının imamları, kendilerini Allah’a adamışlardır. Kendilerine ait bir şey kalmamıştır. Her şey Allah’a ait olmuştur. Onlar başka insanların mutluluğu için yaşarlar. Kendileri sadece bir vasıtadır. İnsanların mutluluğu için bir vasıtadır. Herkes için durum aynıdır. Kiminle konuşmuşlarsa, kime onu mutlu edecek hangi güzel davranışta bulunmuşlarsa, bunun arkasında kendilerine ait bir şey yoktur. Bunun arkasında sadece o kişinin mutluluğu söz konusudur. Ve burada mutluluğun tamamlanması için eksik kalan bir şey, izin alanın Allahû Tealâ tarafından affedilmesinin gerektiğidir. Af için harekete geçecek olan, gene devrin imamıdır. Kendisi, kendi iradesiyle bunu yapmış gibi addedilmekte Allahû Tealâ tarafından. Yani bir vasıtanın, Allah’ın bir mahlûkunun, bir kulunun bu konuda bir şeyler söylemesi gerektiği için. Gene Allah’ın iradesiyle hareket etmesine rağmen, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in Allah’tan, o kişi için af dilemesi emrediliyor.

Allah razı olsun.

Nûr Suresi 63. âyet-i kerime:

Bismillâhirrahmânirrahîm.


24/NÛR-63: Lâ tec’alû duâer resûli beynekum ke duâi ba’dıkum ba’da(ba’den), kad ya’lemullâhullezîne yetesellelûne minkum livâzâ(livâzen), felyahzerillezîne yuhâlifûne an emrihî en tusîbehum fitnetun ev yusîbehum azâbun elîm(elîmun).

Resûlün çağırmasını, aranızda, birbirinizi çağırmanızla eşit tutmayın! Sizden, (birbirini) siper ederek gizlice çıkanları Allah biliyordu. Bundan sonra O’nun emrine karşı gelenler, onlara bir fitne veya elîm azap isabet etmesinden hazer etsinler (sakınsınlar).


“lâ tec’alû duâer resûli beynekum ke duâi ba’dıkum ba’da(ba’den), kad ya’lemullâhullezîne yetesellelûne minkum livâzâ(livâzen), felyahzerillezîne yuhâlifûne an emrihî en tusîbehum fitnetun ev yusîbehum azâbun elîm(elîmun).”

 

Kelimelere bakıyoruz:

lâ tec’alû: Kılmayın, yapmayın.

duâe er resûli: Resûl’ün çağırması.

beyne-kum: Sizin aranızda.

ke: Gibi, aynı, eşit.

duâi: Çağırma.

ba’dı-kum ba’den: Birbirinizi.

kad ya’lemu: Biliyordu.

allâhu: Allah.

ellezîne: Onlar.

yetesellelûne: Gizlice çıkarlar.

min-kum: Sizden.

livâzen: Bir şeyi siper ederek, görünmemeye çalışarak.

fel yahzeri (fe li yahzeri): O zaman sakınsınlar, çekinsinler, hazer etsinler.

ellezîne yuhâlifûne: Hilâfet edenler, karşı gelenler.

an emri-hi: O’nun emrinden.

en tusîbe-hum: Onlara isabet etmesi.

fitnetun: Bir fitne, bir imtihan.

ev: Veya.

yusîbe-hum: Onlara isabet eder.

azâbun: Bir azap.

elîmun: Acı, elîm.


Şimdi kelimeleri cümle hâline getirelim:


“Resûl’ün çağırmasını, aranızda birbirinizi çağırmanızla eşit tutmayın. Sizden, birbirini siper ederek gizlice çıkanları Allah biliyordu. Bundan sonra O’nun emrine karşı gelenler, onlara bir fitne veya elîm azap isabet etmesinden hazer etsinler, sakınsınlar.”

 

Allahû Tealâ Peygamber Efendimiz (S.A.V) ile sahâbe arasındaki ilişkilerde, sahâbenin bir kısmının onu, kendileri gibi normal bir insan olarak değerlendirmesini burada dikkate almış, gözler önüne sermiş. Bir resûl var; Allah’ın Resûl’ü. Son nebî olan resûl, Peygamber Efendimiz (S.A.V), hatem-ül enbiya; nebîlerin sonuncusu. Ve belki de o sırada sahâbenin arasına yeni karışan, yeni tövbe eden kişiler için o da çarşıda pazarda dolaşan, dilediğiyle konuşan, kendileri gibi alelâde bir insan. Öyle görünür. O insanlar Allah’a ulaşmayı dilemeden evvel, geleceklerdir, sohbetlere iştirak edeceklerdir, bu sohbetlerde bir şeyler almaya çalışacaklardır. Bir kısmı iştirak edecek ama alamayacaktır hiçbir şey. Allah’a ulaşmayı dilemeyecektir. O zaman o kişi için tâbiiyet de söz konusu olmayacaktır veya kendisine bir zarar gelmesinden endişe edenler, Allah’a ulaşmayı dilemedikleri hâlde sahâbe gibi görünmek isteyerek tâbî olacaklardır; sureta bir tâbiiyet, ihsanla tâbiiyet değil. Allah’a ulaşmayı dilemeyen birisinin, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in önünde tövbe etmesi hâli.

Öyleyse buradaki dizayna baktığımız zaman: “Resûl’ün daveti, Resûl’ün çağırmasını, aranızda birbirinizi çağırmanızla eşit tutmayın.” diyor Allahû Tealâ. Resûl’ün daveti farklı bir sonuca ulaştırır. Davranış biçimlerinde Kur’ân bize başlıca kılavuzdur. En büyük kılavuz, mutlaka Kur’ân’dır. Hangi olayda nasıl davranmamız gerekiyor, bunun bütün muhtevası Kur’ân-ı Kerim’de hamdolsun ki vardır. Resûl’ün davet ettiği bir toplantıda bulunmamak veya bulunup toplantı sona ermeden başkalarını kendilerine, kendisine siper ederek kaçmak, bu, Allahû Tealâ’nın bu âyette dikkatle yerli yerine oturttuğu bir konudur.

Ve Nûr Suresinin 64. âyet-i kerimesi:

Bismillâhirrahmânirrahîm.

24/NÛR-64: E lâ inne lillâhi mâ fis semâvâti vel ard(ardı), kad ya’lemu mâ entum aleyhi, ve yevme yurceûne ileyhi fe yunebbiuhum bi mâ amilû, vallâhu bi kulli şey’in alîm(alîmun).

Muhakkak ki göklerde ve yeryüzünde olanlar Allah’ın değil mi? O, sizin üzerinizde olduğunuz şeyi (kalplerinizde olanı) biliyordu. Ve böylece, O’na döndürüldükleri gün, onlara yaptıkları şeyleri haber verecek. Ve Allah, herşeyi en iyi bilendir.



“e lâ inne lillâhi mâ fis semâvâti vel ard(ardı), kad ya’lemu mâ entum aleyhi, ve yevme yurceûne ileyhi fe yunebbiuhum bi mâ amilû, vallâhu bi kulli şey’in alîm(alîmun).”


Kelimeler:


e lâ: Değil mi?
inne: Muhakkak.
li allâhi: Allah’a aittir.
mâ: Şeyler.
fî es semâvâti: Göklerdeki.
ve el ardı: Ve yeryüzü, arz.
kad ya’lemu: Biliyordu.
mâ: Şeyi.
entum: Siz.
aleyhi: Üzerinde.
ve yevme: Ve o gün.
yurceûne: Döndürülecekler.
ileyhi: O’na.
fe yunebbiu-hum: O zaman onlara haber verecek.
bi mâ amilû: Yaptıkları şeyler(i).
vallâhu (ve allâhu): Ve Allah.
bi kulli şey’in: Her şeyi.
alîmun: En iyi bilendir.

“Muhakkak ki göklerde ve yeryüzünde olanlar Allah’ın değil mi? O, sizin, üzerinde olduğunuz şeyi (yani kalplerinizde olanı) biliyordu. Ve böylece O’na döndürüldükleri gün, onlara yaptıkları şeyleri haber verecek. Ve Allah, her şeyi en iyi bilendir.”

Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, Allah’ın Zat’ı var. O Zat, altı yevmde altı tane âlem yarattı. Üç asıl, üç onların zıddı olan altı âlem:


*Fizik vücudumuzun âlemi; zahiri âlem.

*Onun zıddı, nefsimizin âlemi; berzah âlemi.

*Onun ötesi; gayb. Ama cinlerin yaşamakta olduğu âleme diğerlerinden ayrılsın diye gayb âlemi diyoruz. Cinlerin yaşamakta olduğu gayb âlemi.

*Onların nefslerinin yaşadığı onların berzah âlemi. (Dört oldu).

*Emr âlemi. Buradan ayrılan bir ruhun Allah’a ulaşmak üzere takip ettiği, yedi tane gök katı aşarak Sıratı Mustakîm boyunca Allah’a ulaştığı; Tarîki Mustakîm boyunca yedi tane gök katını aştığı; iki yatay, iki dikey sebîlden oluşan, dört sebîlden oluşan Sıratı Mustakîm, bunun zemin kattan ötesi emr âlemidir.

*Bir de yedi tane yer katı, bu da zulmanî âlem.  


Bu âlemler Allahû Tealâ tarafından yaratılınca, Allahû Tealâ ilmiyle ve rahmetiyle bütün bu âlemleri kuşattı. Yaratırken aynı zamanda onları ilmiyle ve rahmetiyle kuşattı. Yani Allah’ın ilmiyle rahmeti, yarattığı bütün âlemleri kuşattı.

Âlemler, her biri diğerinin kapladığı alanı kaplar. Altı âlem de aynı boyutu ifade eder. Zemin kat, bütün yıldızlar zemin katın tavanını teşkil ederler. Kâinat, zahirî kâinat zemin kattan yukarıya gitmez. Yedi tane gök katını Allahû Tealâ’nın ilmi ve rahmeti kuşatmıştır, yedi tane yer katını da kuşatmıştır. Bunlardan ebrarın kader hücreleri, yedinci gök katındaki illiyindedir. Yani yedinci gök katının birinci âlemini oluşturur. “Kader hücreleri” diyoruz adına. Altıgen, bal petekleri görünümünde, binlerce, on binlerce 24 saatlik zaman parçasını ihtiva eden kader hücreleri. Ama füccarınkiler zemin kattan yedi kat aşağıda; siccînde (cehenneme gidecek olanların kader hücreleri). Ama her ikisi de o insanların, cehenneme gireceklerin ve cennete gireceklerin hayatının her saniyesini ihata ediyor, hem de üç boyutlu olarak.

İşte Allahû Tealâ’nın yaptıkları şeyleri insanlara haber vermesi olayı, kıyâmet günü orada gerçekleşecek; İndi İlâhi’de. Evvelâ kıyâmet günü zamanın durduğunu ve geriye döndüğünü müşahede edeceğiz. Zamanın durması ve geriye dönmesi. Zamanın geriye dönmesiyle birlikte sıfır zamana ulaşıncaya kadar, o bölümlerde bulunan; zamanın bütün parçalarında bulunan insanların yaşadıkları noktaya zaman geri döndüğünde, o insanlar hayatta olacaklar. Ama bulundukları sistemde yer çekimi kuvveti onlara tesir etmediği için, yerçekimi kuvveti olan tek yere, mahşer meydanına doğru yükseleceklerdir. Bütün âlemlerdeki insanlar mahşer meydanında toplanacaklardır; insanlar ayrı, cinler ayrı. Bu toplantıda Allahû Tealâ’nın, bu toplantı sur’a birinci defa üfürülmesinde tahakkuk eder. Sonra sur’a ikinci defa üfürülür -ki birinci üfürmede kıyâmetin koptuğu günkü yani zamanın durduğu, geçmişten geleceğe doğru uzayan zamanın durduğu noktada, gezegenlerin artık birbirinden ayrılmasını temin eden kinetik enerjinin tamamlanarak bitmesi noktasında, artık kâinat büyümeyecektir, büyüme duracaktır, zaman da duracaktır. Ve duran zamanın durgun kalması mümkün değildir. Gravitasyon başladığı için yerçekimi kuvveti sebebiyle zaman, gelecekten geçmişe doğru akacaktır. İşte bu devre içinde hayatta olan herkes orada, İndi İlâhi’de; orada, mahşer meydanında toplanacaktır. Bu, sur’a birinci üfürülüş. İkinci defa üfürdüğünde Allahû Tealâ, bütün insanları öldürecektir. Herkes ölecektir. Üçüncü defa üfürüldüğünde bütün insanlar enerji bedenlerle yeniden yaratılacaktır ve berzah âlemindeki nefsler de gelip fizik vücutlarının içine girecektir. Ve herkes İndi İlâhi’ye ulaşacaktır. Allahû Tealâ’nın huzurunda o sonsuz meydanda toplanan bütün insanları, elektronik sistemler kendi hayat filmlerine, rakamlı kitaplarına -“kitaben merkumen” buyuruyor Allahû Tealâ- götürecektir ve herkes doğuşundan ölümüne kadar geçen sürede yaptığı her şeyi, 3 boyutlu olarak orada seyredecektir. Oradaki zaman, buradaki bin yıl oradaki bir güne eşit olduğu için, 100 sene yaşayan bir insanın, orada 1 saat içinde gösterilecektir. Öyleyse iki iki buçuk saat içinde gösterilecektir. İşte bu, bütün yaptıklarımızın bu âyette geçtiği şekilde Allahû Tealâ’nın, bize haber verilmesidir, Allahû Tealâ tarafından bize haber verilmesidir. Kiramen kâtibîn melekleri orada olacaklar, sürücü şahit orada olacak, elimize verilen mizanla hayat filmimizi seyredeceğiz. Ve bize zerre kadar haksızlık edilmediğini kesin olarak tespit edeceğiz. O noktadan sonra bütün insanların, hayat filmlerini seyreden herkesin kitapları ya sağlarından ya sollarından hayat filmleri zaten kendilerine teslim edilecek. Ve onunla insanlar mutlaka, bütün insanlar önce cehenneme girecekler. Sonra da cennete girecek olanlar, cehennemden ayrılıp cennete ulaşacaklar. İşte Allahû Tealâ’nın yaptığımız şeyleri bize haber vermesi olayı, bu olaydır. 

Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, üniversitemizin değerli mensupları, hamdolsun ki Nûr Suresi burada tamamlanıyor. Böylece 24. suresini Kur’ân-ı Kerim’in, Allahû Tealâ bizlere tamamlamak imkânını bahşetmiş oluyor. Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; Nûr Suresini de böylece tamamlamış olduk.

Allahû Tealâ’nın hepinizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını, Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi inşaallah burada tamamlamak istiyoruz sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım.

Allah hepinizden razı olsun.

İmam İskender Ali  M İ H R