SOHBETİN ADI: PEYGAMBER EFENDİMİZ (S.A.V)’DEN SONRA BİR RESÛL GELECEKTİR
TARİH: 31.12.2003
Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bir defa daha Allah’ın bir zikir sohbetinde birlikteyiz. Konumuz: Resûller, Nebîler.
“Bütün resûller kendilerine kitap verilen peygamberlerdir.” Akaidin 3. ayağı. Bu ifade yanlıştır.
“Nebîler; kendilerine kitap verilmeyen ama resûllere verilen kitaplarla hükmeden peygamberlerdir.” Bu da yanlış sevgili kardeşlerim.
Akaidin 4 ayağından 3 tanesi yanlış. Bunların hepsinden daha üstün bir yanlışlık var. “Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra artık resûl gelmez” iddiası; o da yanlış. Öyleyse konumuza adım adım girelim.
“Nebîler kendilerine kitap verilmeyen peygamberlerdir” ifadesinin bir bölümü yanlış. Çünkü nebîler gerçekten peygamberlerdir; ifade doğrudur. Nebîler peygamberlerdir. Yalnız nebîler peygamberdir. Tabiî bu nebîler aynı zamanda da resûldür. Ve peygamber olanlar nebîlerdir; nebî resûllerdir. Velî resûller hiç bir zaman peygamber olmamışlardır, olmaları da mümkün değildir.
Öyleyse şimdi muhtevaya bakıyoruz. Aynı kişiler, “Nebî olunmadan resûl olunmaz.” diyorlar. Aynı kişiler, “Nebîler peygamberdir.” diyorlar. Yani peygamber olunmadan, bir kişi kâinatın peygamberi olmadan, herhangi bir kavmin resûlü olabilecek, manâ oraya geliyor. Sevgili kardeşlerim, eğer bu insanlar, nebîlerin peygamber olduğunu kabûl ediyorlarsa ki bu ayakta, 4. ayakta bu olay var: “Nebîler kendilerine kitap verilmeyen peygamberlerdir.” Onlara göre resûller de peygamberler, nebîler de peygamberler. Ama resûller kendilerine kitap verilen peygamberler, nebîler kendilerine kitap verilmeyen peygamberler.
Saçmalığın dik âlâsı sevgili kardeşlerim. Her şey yanlış. Nereye bakarsanız, her şey dökülüyor. 14 Asır sonra İslâm’dan geriye sadece bir iskelet kalmış. İslâm’ın eti, kemiği, her şeyi yok olmuş. Bacakları koparılmış, kolları koparılmış, İslâm mahvedilmiş sevgili kardeşlerim. Şimdi İslâm’ı yeniden hayata getirmek, ihya etmek; Osmanlı’nın bugünkü torunlarına düşüyor, Osmanlı mirasının sahiplerine.
İşte sizler hepiniz, Osmanlı’nın bugünkü temsilcilerisiniz. Yani Kırgızistan Türk Cumhuriyeti, Türkmenistan Türk Cumhuriyeti, Kazakistan Türk Cumhuriyeti, hepsi Türk Cumhuriyeti. Biz de Türkiye Cumhuriyeti diyoruz, kendimize. Ama bir şey daha ilâve etmemiz gerekmez mi sevgili kardeşlerim? Osmanlı Türk Cumhuriyeti. Damarlarımızda Osmanlı kanı akıyor. Asırlarca evvel bir cihan devleti olan, cihana hükmeden Osmanlı’nın torunları olmakla biz iftihar ediyoruz. Sevgili kardeşlerim, tavsiye ederim, Yılmaz Öztuna’nın Büyük Türkiye Tarihi’nde, Türkiye’nin, Osmanlı’nın yükselme devresini bir okuyun. 1299-1699. 400 yıl, adım adım cihan hâkimiyetine gidiş. Ve nizam-ı âlem olmak; âleme, bütün dünyaya nizam veren Osmanlı olmak. Sonra bu hâle gelmişiz. Osmanlılığımızı unutmuşuz. Yetmez, eğer bize okullarda öğretilen Osmanlı tarihine bakarsanız, Osmanlılığımızdan utanmamız lâzım.
Sevgili kardeşlerim, ne kadar çok zoka yutturmuşlar bize. Hakikatler ne kadar çok gizlenmiş bizlerden. Şimdi adım adım ortaya çıkıyor her şey. Konumuza giriyorum: “Nebîler, kendilerine kitap verilmeyen, resûllerin kitaplarıyla hükmeden peygamberlerdir” ifadesi, nebîlerin peygamber olması itibariyle doğru. Ama kendilerine kitap verilmeyen peygamberlerdir” ifadesi, kendilerine kitap verilmediği hususu yanlış. Resûllerin kitaplarıyla hükmederler; o da yanlış. Evvelâ, nebîler kendirine kitap verilmeyen değil, kitap verilen peygamberlerdir. Allahû Tealâ, Kur’ân-ı Kerim’de geçen peygamber isimlerinin çoğu için onlara kitap verdiğini söylüyor. Hz. İbrâhîm’e, Hz. Nuh’a, Hz. İsmail’e, Hz. Yâkub’a. Allahû Tealâ isim isim saymış. Elbette Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz’e Kur’ân-ı Kerim’i, Hz. İsa’ya İncil’i, Hz. Musa’ya Tevrat’ı vermiş Allahû Tealâ. Ama daha pek çok nebî adı geçiyor Kur’ân-ı Kerim’de, kendilerine kitap verilmiş.
Öyleyse Peygamber Efendimiz (S.A.V), bir nebî. Kendisine bir nebî olarak Allahû Tealâ kitap veriyor. Bizim saflar da diyorlar ki: Nebîler, kendilerine kitap verilmeyen peygamberlerdir.
Sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ diyor ki: “Son nebîdir, Peygamber Efendimiz (S.A.V).” Bunlar akaidde bunu uyduruyorlar: “Nebîler, kendilerine kitap verilmeyen peygamberlerdir ve resûllerin kitaplarıyla hükmeden peygamberlerdir.” Ama peygamber ifadesi neyse ki doğru. Bir doğru olan bir tarafını yakalayabiliyoruz, gene çok şükür.
Sevgili kardeşlerim, her bir âyetteAllahû Tealâ, o peygamberine kitap verdiğini açık bir şekilde ifade etmiş. Âyetleri bulup, birer birer sizlere sunmak da bizim üzerimize borç olsun. Ama şimdi sizlere bu konuya son verebilecek olan, aslî âyet-i söylemek istiyorum; Âli İmrân Suresinin 81. âyet-i kerimesi, Allahû Tealâ diyor ki:
3/ÂLİ İMRÂN-81: Ve iz ehazallâhu mîsâkan nebiyyîne lemâ âteytukum min kitâbin ve hikmetin summe câekum resûlun musaddikun limâ meakum le tu’minunne bihî ve le tansurunnehu, kâle e akrartum ve ehaztum alâ zâlikum ısrî, kâlû akrarnâ, kâle feşhedû ve ene meakum mineş şâhidîn(şâhidîne).
Ve Allah, nebilerden, “Size kitap ve hikmet verdim. Sonra size, beraberinizde olanı (Allah'ın size verdiği kitapları) tasdik eden bir Resûl geldiği zaman, O'na mutlaka îmân edeceksiniz ve O'na mutlaka yardım edeceksiniz” diye misak aldığı zaman, “İkrar ettiniz mi (kabul ettiniz mi?) ve bu ağır (ahdimi) üzerinize aldınız mı?” diye buyurdu. (Onlar da): “İkrar ettik (kabul ettik)” dediler. (Allahû Teâlâ): “Öyleyse şahit olun ve Ben sizinle beraber şahitlerdenim.” buyurdu.
“Biz, o zaman ki nebîlere dedik ki: Ey nebîler, sizlere kitap verdik ve hikmet verdik.”
Sevgili kardeşlerim, âyet-i kerimeyi tekrar ediyorum: “Ey nebîler, sizlere kitap verdik ve hikmet verdik.” diyor Allahû Tealâ. Nebîlere kitap da verdiğini, hikmet de verdiğini söylüyor. Öyleyse nebîler kendilerine kitap verilmeyen peygamberler değildir. Allahû Tealâ başka âyetlerde nübüvveti ve kitabı birlikte verdiğini, nebîlerin o kitaba dayalı olarak hükmetmesini sağlamak üzere olduğunu söylüyor.
Bizim ihtarlar arasında bu konu geçti. Ve son derece açık olarak, Allahû Tealâ nübüvveti kitapla birlikte verdiğini ve o kitaba dayalı olarak nebînin, peygamberin hükmetmesini emrediyor. Bunun bir Allahû Tealâ tarafından kanun hâline, usûl hâline getirildiğini buyuruyor Allâhû Tealâ. Ama olay açık ve kesin: “Ey nebîler, size kitap verdik ve hikmet verdik.”
Öyleyse sevgili kardeşlerim, bu konudaki bütün âyetlerle beraber, bir defa daha huzurlarınızda olmak istiyoruz. Onun için bu konuşmamızda bir defa kesin olarak şunu ispat ediyoruz ki Allahû Tealâ: “Ey nebîler,” diyor, “Size kitap verdik ve hikmet verdik.” Yani kitabı nebîlerine verdiğini söylüyor, resûllerine değil. Diğer âyetleri de tekrar bu konuya döneceğiz ve size birer birer, âyetleri teker teker okuyacağız. Öyleyse demek ki Allahû Tealâ nebîlere kitap vermiş ve hikmet vermiş. Devam ediyor Allahû Tealâ:
“Sizlerden sonra bir resûlümüz gelecek. Ey nebîler, sizlerden, hepinizden sonra bir resûlümüz gelecek. O resûle îmân edeceğinize ve ona yardım edeceğinize dair Bana söz veriyor musunuz? Ve bunu dilinizle de ikrar ediyor musunuz, misak veriyor musunuz?” diyor.
Söz kelimesinden Kur’ân’daki ifade, “misak” kelimesi.
“Bana misak veriyor musunuz? Bunu dilinizle ikrar ediyor musunuz?”
Nebîler diyorlar ki:”Misak veriyoruz ve bunu ikrar ediyoruz.”
Allahû Tealâ buyuruyor: “Öyleyse birbirinize şahit olun. Ben de ey nebîler, sizlerle birlikte şahitlerdenim.”
Demek ki Allahû Tealâ resûllere değil, yani nebî olmayan resûllere değil, nebî olanlara, nebîlere kitap veriyor. Ve peygamber adlarını, nebî adlarını birer birer devreye koyduğu âyetler var. Onlardan da size bahsedeceğiz inşallah. Burada bir sonuçla karşı karşıyayız. Allahû Tealâ’nın dizaynında nebîler, demek ki kendilerine kitap verilen peygamberlerdir. Kitap verilmeyen peygamberler, kitap verilmeyen peygamberler değildir. Nebîler mutlaka peygamberdir. Zaten âyet de onu söylüyor; peygamberdir, nebîlerdir. Ama: “Kitap verilmeyen, kendilerine kitap verilmeyen peygamberlerdir.” ifadesi yanlış.
Gelelim, “Resûller kendilerine kitap verilen peygamberlerdir,” ifadesine. Yani nasıl demişlerdi ki: “Bütün nebîler, bütün resûller aynı zamanda nebîdir.” Burada da: “Bütün resûller, kendilerine kitap verilen peygamberlerdir.” diyorlar. Oysaki bu, büyük bir yanlış. Evvelâ bütün resûller, peygamber değildir. Bu konu daha evvelki konuşmamızda geçmişti. Orada ne demiştik biz? Demiştik ki resûller, peygamber değildir. Velî resûller; kavim resûlleri, peygamber değildir. Onlar velî resûldürler, nebî resûl değildirler. Ve ne görmüştük? Bin tane resûle; velî resûle karşılık, sadece bir tane nebî resûl geliyor. Kur’ân’da geçen her resûl kelimesinin peygamber olmadığ,ı kesin bir gerçek olarak çıkıyor karşımıza.
Şimdi bu iki dizaynın muhtevasına baktığımız zaman, gerek Allahû Tealâ’nın bütün kavimlere resûl göndermesi, arda arda göndermesi sebebiyle resûller peygamber değildir. Hangi resûller peygamber değildir? Kavim resûlleri, Allah’ın bütün kavimlere gönderdiği resûller peygamber değildir. Ama akaid, bütün resûlleri peygamber olarak kabul ediyor, hem de kendilerine kitap verilmiş peygamber olarak kabul ediyor.
Sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ kavim resûllerinden birine bir kitap yazdırırsa bu kitap asla şeriat kitabı olamaz. Bir velî resûl, huzur namazının imamı olarak vekâleten görevi alsa da asla o bir nebî değildir. Bir nebî olmadığı için kendisine bir şeriat kitabı verilmesi asla mümkün değildir. Hz. Îbrâhîm zamanındaki şeriat kitabının aynı, Hz. Musa’ya verilmiştir. Gene o kitabın aynı, yani şeriat hükümleri itibariyle aynı Hz. İsa’ya verilmiştir. Aynı şeriat, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e de verilmiştir. Hepsi de nebîdirler (peygamberdirler).Resûllerin hepsinin peygamber olmadığını zaten ispat etmiştik. Burada resûllerin kendilerine kitap verilen peygamberler olduğu iddiası var. Hem bütün resûller peygamber değildir; bu açıdan yanlış bu akaidin 4. ayağı hem de resûllere değil, nebîlere kitap verilmiştir. Allahû Tealâ kitaptan, zaten şeriat kitabını kastediyor. Şûrâ Suresinin 13. âyet-i kerimesine baktığımız zaman ne görüyoruz sevgili kardeşlerim? Allahû Tealâ buyuruyor ki:
42/ŞÛRÂ-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrakû fîhi, kebure alâl muşrikîne mâ ted’ûhum ileyhi, allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).
(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).
“Habîbim!” diyor, “Hz. Nuh’a, Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya, Hz. İsa’ya verdiğimiz şeriatı, sana da vahyetmek suretiyle size de (sana ve sana tâbî olanlara da) şeriat kıldık.”
Öyleyse Hz. Nuh’un şeriatı, Hz. Îbrâhîm’in şeriatı, Hz. Musa’nın şeriatı, Hz. İsa’nın şeriatı aynı şeriat. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in de şeriatı aynı şeriat. Bu şeriatın temel hükmü ne? Bu şeriatın temel hükmü; Allah’a ulaşmayı dilemek. Neden bu hükme varıyoruz? Çünkü Allahû Tealâ böyle söylüyor: “Sana” diyor, “Bu şeriatı vermekten muradımız;
1- Dîni ayakta tutmanız için.
2- Fırkalara ayrılmamanız için
3- Ve o müşriklerden olmamanız için. Çünkü müşriklere senin söylediğin, ‘Allah’a ulaşmayı dileyin, böylece takva sahibi olun ve şirkten kurtulun,’ ifadesi, müşriklere ağır geldi.” diyor Allahû Tealâ.
Şimdi bu âyetle Rûm Suresinin 30, 31 ve 32. âyetlerini karşılaştırmamız lâzım. Rûm-30’da Allahû Tealâ diyor ki:
30/RÛM-30: Fe ekim vecheke lid dîni hanîfâ(hanîfen), fıtratallâhilletî fataran nâse aleyhâ, lâ tebdîle li halkıllâh(halkıllâhi), zâliked dînul kayyimu ve lâkinne ekseran nâsi lâ ya’lemûn(ya’lemûne).
Artık hanif olarak kendini (vechini) dîn için ikame et, Allah’ın hanif fıtratıyla ki; Allah, insanları onun üzerine (hanif fıtratıyla) yaratmıştır. Allah’ın yaratmasında değişme olmaz. Kayyum olan (kaim olacak, ezelden ebede kadar yaşayacak) dîn budur. Fakat insanların çoğu bilmez.
“Habîbim! Vechini hanif olarak dîne doğrult (dîne ikâme et). Yani: “Dînin kıyamda kalması için, ihya edilmesi için sen bütün gücünle çalış. Ve hanif olarak çalış.”
Kimdir hanif? Hz. İbrâhim’in hanif dîninden bahsediyor Allahû Tealâ, Kur’ân-ı Kerim’de. “Hz. İbrâhîm’in dîni hanif dîni.” diyor.
Hanif dîninin özelliklerine giriyor Rûm Suresi 30. âyet-i kerime: “O hanif dîni ile, hanif fıtratıyla vechini, dînin kıyamda kalması için ikame et ki Allah, bütün insanları hanif fıtratıyla yarattı. İşte kayyum olan dîn (ezelden ebede kadar devam edecek olan dîn), sadece o dîndir (hanif dînidir). Allah’ın yaratmasında değişiklik göremezsin.”
Yani Allahû Tealâ bütün insanları mutlaka hanif fıtratıyla yaratır. Neden? Çünkü sadece hanif fıtratıyla yaratılan insanlar, hanif dînini yaşarlar. Bütün insanları kâinatın tek dînini yaşayabilecek olan özellikle, fıtratla yaratıyor Allahû Tealâ. Hanif fıtratıyla yaratıyor. Öyleyse muhtevaya dikkatle bakın sevgili kardeşlerim: “Allah’ın yaratmasında değişiklik göremezsin.” diyor. Yani: “Ne hanif dînini insanlık tarihi boyunca Allahû Tealâ değiştirdi ne de insanları sadece o dîni yaşayabilecek olan özelliklerin dışında başka bir özellikle yarattı. Sadece o dîni yaşayabilecek olan özelliklerde yarattı.” diyor.
“İşte bu, ezelî ve ebedî dîndir. Kayyum olan dîndir. Kıyâmete kadar devam edecek dîndir, ezelden ebede devam edecek dîndir.” diyor Allahû Tealâ, “Yegâne dîndir.”
Peki, bu dînin özelliği ne? Bir sonraki âyet-i kerime bu dînin özelliğini söylüyor: “munîbîne ileyhi vettekûhu.”
Diyor ki Allahû Tealâ: “O'na ulaşmayı dile; munîb ol; Allah'a ulaşmayı dile. Bu dîn Allah'ın kayyum dînidir. Ve O'na (Allah'a) ulaşmayı dile.” diyor bir sonraki âyette, Rûm Suresinin 31. âyet-i kerimesinde.
30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve O'na karşı takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.
munîbîne ileyhi vettekûhu: O'na yönel (O'na ulaşmayı dile). Ve takva sahibi ol.
ve ekîmûs salât: Ve namaz kıl.
ve lâ tekûnû minel muşrikîn: Ve müşriklerden olma.
Nasıl acaba bir insan, Allah’a ulaşmayı dilerse hangi müşriklerden olmuyor? Kimdir bu müşrikler? Bütün insanların şirkte olduğunu görüyoruz şimdi, 32. âyet-i kerime:
30/RÛM-32: Minellezîne ferrakû dînehum ve kânû şiyeâ(şiyean), kullu hızbin bimâ ledeyhim ferihûn(ferihûne).
(O müşriklerden olmayın ki) onlar, dînlerinde fırkalara ayrıldılar ve grup grup oldular. Bütün gruplar, kendilerinde olanla ferahlanırlar.
“O müşriklerden olma ki onlar, fırkalara ayrılmışlardır. Her biri kendi elindekiyle ferahlanırlar.”
İşte Rûm Suresinin 30, 31, 32. âyetleriyle Şûrâ-13’ün arasında ki illiyet rabıtası. Her ikisi de fırkalara ayrılmaktan bahsediyor. Her ikisi de Hz. İbrâhîm’in hanif dîninin ve O’nun şeriatının Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e de verildiğini söylüyor. Aynı dîn, bütün insanların aynı dînde oluşu ve iki âyette, iki grup âyette fırkalara ayrılmaktan bahsettikten sonra, insanların şirkte olduğundan bahsediyor. Her ikisinde de şirk geçiyor.
“Senin söylediğin şey müşriklere ağır geldi.” diyor Allahû Tealâ Şûrâ-13’de. Ve söylediğinin ne olduğu da onun arkasından zaten açıklanmış:
“allâhu yectebî ileyhi men yeşâu yehdî ileyhi men yunîb: Allah, dilediğini Kendisine seçer ve onlardan, dilediklerinden her kim Allah’a yönelirse (Allah’a ulaşmayı dilerse) onu O, Kendisine ulaştırır.”
Bakınız, Rûm-31’deki ifade: “munîbîne ileyhi vettekûhu: O’na yönel (O’na ulaşmayı dile). Ve O’na takva sahibi ol.”
“vettekûhu: O’na takva sahibi ol.” diyor, “Allah’a karşı takva sahibi ol.”
Peki, Şûrâ-13’de ne diyor? “Allah dilediğini Kendisine seçer ve onlardan kim Allah’a yönelirse onu Kendisine ulaştırır.”
Kişiyi takva sahibi kılan ne? Allah’a yönelme, Allah’a ulaşmayı dileme. İkisinde de aynı fiil var: “munîb.”
munîbîne ileyhi: O’na yönel ve O’na ulaşmayı dile.
“yehdî ileyhi men yunîb.”
“munîbîne” ve “yunîb” kelimesi aynı kökten geliyor. Kim yunîb olursa, Allah’a ulaşmayı dilerse; ondan bahsediyor Allahû Tealâ Şûrâ Suresinin 13.âyet-i kerimesinde. Rûm-32’de de: “Allah’a yönel ve takva sahibi ol.” diyor.
Yeter mi? Yetmez. Her ikisinde de fırkalara ayrılanlardan bahsediyor. Şûrâ-13’de Allahû Tealâ: “Fırkalara ayrılanlardan olmayasınız diye, fırkalara ayrılmayasınız diye ve dîni ayakta tutasınız diye size aynı şeriatı verdim.” diyor.
Rûm-30’da da gene dîni ayakta tutma olayı var: “Kendini dîni ihya etmek üzere, ayakta tutmak üzere, vechini ikame et.” diyor, “Vechini ayakta tut.”
Arkasından da zaten fırkalara ayrılmama müessesesi geliyor: “Allah’a ulaşmayı dile, fırkalara ayrılanlardan olma.”
Fırkalara ayrılanlar kim? Müşrikler. Her ikisinde de müşriklerden bahsediyor. Şirkten kurtulmak için ne olduğunu da söylüyor. Munîb olmak; Allah’a ulaşmayı dilemek gerekiyor.
Öyleyse sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, görüyorsunuz ki sadece bir tek dîn var. Hz. Musa da Hz. İsa da Peygamber Efendimiz (S.A.V) de haniftiler. Yani Arapça ifadesiyle İslâm’dılar. Kendileri ruhlarını, vechlerini, nefslerini ve iradelerini Allah’a teslim ettiler. Sahâbe de ruhlarını, vechlerini, nefslerini ve iradelerini Allah’a teslim ettiler. Öyleyse bu dizayn içerisinde bir müessese görüyoruz: Allah’ın kâinattaki tek dîni, tek şeriat. Ve Peygamber Efendimiz (S.A.V), hanifti; hanif olan bir peygamberdi, nebî idi.
Şimdi insanlarda Kur’ân’a tamamen ters düşen bir iddia var: “Peygamber Efendimiz (S.A.V), sadece son nebî değildir, aynı zamanda son resûldür.” diyorlar. Şimdi Ahzâb Suresinin 40. âyet-i kerimesine baktığımız zaman ifade aynen şöyle, diyor ki Allahû Tealâ:
33/AHZÂB-40: Mâ kâne muhammedun ebâ ehadin min ricâlikum, ve lâkin resûlallâhi ve hâtemen nebiyyine, ve kânallâhu bi kulli şey’in alîmâ(alîmen).
Muhammed (A.S), sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası olmamıştır (değildir). Fakat Allah’ın Resûl’ü ve Nebîler’in (Peygamberler’in) Hatemi’dir (Sonuncusudur). Allah, herşeyi en iyi bilendir.
“Muhammed (Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz), içinizden hiçbir erkeğin babası değildir. O, Allah’ın Resûl’üdür ve nebîlerin hatemidir. Nebîler onunla hitam bulur.” diyor Allahû Tealâ, “Nebîler onunla sona erer.” diyor.
Nebîlerin hitam bulduğu bir ortamdan bahsediyoruz. Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, nebîlerin hitam bulduğu, sona erdiği bir nokta var. O nokta, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’dir. Hatem-ül enbiya, hatem-ün nebî; nebîlerin mührü, nebîlerin sonuncusu. Ama resûllerin sonuncusu demiyor. Kur’ân’ı Kerim böyle mi diyor? Onlar da tam aksini iddia ediyorlar. Diyorlar ki: “Hayır, Peygamber Efendimiz (S.A.V) aynı zamanda son resûldür.” O zaman soruyoruz onlara: “Yani siz, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra resûl gelmeyeceğini mi iddia ediyorsunuz?” “Evet.” diyorlar, “Peygamber Efendimiz (S.A.V), son resûldür. Ondan sonra bir daha resûl gelmez.”
İşte şimdi bu konuyu da aydınlatmak üzerimize farz oldu. Acaba Peygamber Efendimiz(S.A.V)’den sonra resûl gelir mi, gelmez mi? Evvelâ başka bir konuda, bu konuşmamızda size sunduğumuz Âli İmrân Suresinin 81. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:
3/ÂLİ İMRÂN-81: Ve iz ehazallâhu mîsâkan nebiyyîne lemâ âteytukum min kitâbin ve hikmetin summe câekum resûlun musaddikun limâ meakum le tu’minunne bihî ve le tansurunnehu, kâle e akrartum ve ehaztum alâ zâlikum ısrî, kâlû akrarnâ, kâle feşhedû ve ene meakum mineş şâhidîn(şâhidîne).
Ve Allah, nebilerden, “Size kitap ve hikmet verdim. Sonra size, beraberinizde olanı (Allah'ın size verdiği kitapları) tasdik eden bir Resûl geldiği zaman, O'na mutlaka îmân edeceksiniz ve O'na mutlaka yardım edeceksiniz” diye misak aldığı zaman, “İkrar ettiniz mi (kabul ettiniz mi?) ve bu ağır (ahdimi) üzerinize aldınız mı?” diye buyurdu. (Onlar da): “İkrar ettik (kabul ettik)” dediler. (Allahû Teâlâ): “Öyleyse şahit olun ve Ben sizinle beraber şahitlerdenim.” buyurdu.
“O zaman ki Biz, nebîlere dedik ki: Ey nebîler! Size kitap verdik ve hikmet verdik. Sizlerden sonra bir resûlümüz gelecek. O resûle yardım edeceğinize ve îmân edeceğinize dair Bana misak verin ve bunu dilinizle de ikrar edin.”
Bütün nebîler diyorlar ki: “Misak veriyoruz; ona yardım edeceğinize ve ona îmân edeceğinize dair. Bizden sonra gelecek resûle îmân edeceğimize ve yardım edeceğimize dair misak veriyoruz. Ve bunu dilimizle de ikrar ediyoruz.”
Allahû Tealâ buyuruyor ki: “Öyleyse birbirinize şahit olun. Ben de sizlerle beraber şahitlerdenim.”
O zaman bir olayla karşı karşıyayız. Peygamber Efendimiz (S.A.V), o nebîlerin içindeydi ya da değildi. Şimdi bizim saflar diyorlar ki: “Peygamber Efendimiz (S.A.V), onların içinde değildi ve orada bahsedilen resûl de Peygamber Efendimiz (S.A.V)’dir.”
Sevgili kardeşlerim, insanlar sanki yalanları hiç meydana çıkmayacakmış gibi, fütursuzca yalan söylüyorlar. Ama ellerindeki kitaplar böyle söylüyorsa onlar, ellerindeki kitapları tasdik ediyorlar sadece. Şimdi hakikate dönelim; acaba o nebîlerin arasında Peygamber Efendimiz (S.A.V) var mıydı, yok muydu? Ahzâb Suresinin 7. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:
33/AHZÂB-7: Ve iz ehaznâ minen nebîyyîne mîsâkahum ve minke ve min nûhın ve ibrâhîme ve mûsâ ve îsâbni meryeme ve ehaznâ minhum mîsâkan galîzâ(galîzan).
O zaman ki; Biz, nebîlerden onların misaklerini almıştık. Ve senden ve Hz. Nuh’tan ve Hz. İbrâhîm’den ve Hz. Musa’dan ve Meryemoğlu Hz. İsa’dan ve onlardan ağır bir misak aldık.
“Biz nebîlerden; Hz. Musa’dan, Hz. İsa’dan, Hz. İbrâhîm’den söz aldığımız zaman (misak aldığımız zaman) senden de aldık.” diyor.
Bu durumda hiç kimse Âli İmrân Suresinin 81. âyet-i kerimesindeki resûlün, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra gelecek olan bir resûl olduğunu inkâr edemez. Allahû Tealâ: “Nebîlerden misak aldığımız zaman senden de misak aldık.” diyor, “O nebîlerin arasında sen de vardın.” diyor. Sevgili kardeşlerim, yalancının mumu yatsıya kadar yanar. Kur’ân, sadece bu âyetle Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra bir resûlün geleceğini söylemiyor. Bakınız, Allahû Tealâ ne kadar net bir şekilde Duhân Suresinin 10, 11, 12, 13 ve 14. âyetlerinde neler söylüyor:
44/DUHÂN-10: Fertekib yevme te’tîs semâu bi duhânin mubîn(mubînin).
Artık göğün, apaçık duman (fitne) getireceği günü gözle.
44/DUHÂN-11: Yagşân nâs(nâse), hâzâ azâbun elîm(elîmun).
(O fitne ki) insanları (insanların büyük kısmını) sarmıştır. İşte bu, elîm bir azaptır.
44/DUHÂN-12: Rabbenekşif annel azâbe innâ mû’minûn(mû’minûne).
Rabbimiz, azabı bizden kaldır. Muhakkak ki biz, mü’minleriz.
44/DUHÂN-13: Ennâ lehumuz zikrâ ve kad câehum resûlun mubîn(mubînun).
Onlara (herşeyi) açıklayan bir resûl gelmişti. (Buna rağmen resûlün söylediklerinden) ibret almadılar.
44/DUHÂN-14: Summe tevellev anhu ve kâlû muallemun mecnûn(mecnûnun).
Ve (O’NA) (şeytan tarafından vahyedilerek) “öğretilmiş” ve “deli” dediler ve sonra O’NDAN yüz çevirdiler.
“Habîbim!” Bu söz, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e. “Habîbim! Göklerin bir duhanla (dumanla) kaplanacağı günü gözetle.”
Biliyorsunuz, duhan kıyâmet alâmetlerindendir. Yani Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den asırlarca sonra vücut bulacak olan bir olayı bahsediyor Allahû Tealâ. Aslında olay bir duman kelimesiyle anlatılmış. Ama aslında dünyayı saran bir fitne. Nasıl bir fitne sevgili kardeşlerim? Allah’ın bütün hakikatlerinin daha evvelce unutulduğu, Yahudilikte unutulduğu, daha sonra Hristiyanlıkta unutulduğu kesin mi? Eğer kesin olmasaydı, Yahudilerin ve Hristiyanların büyük kısmı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e karşı olmazdı. O küçük kısmı gibi onlar da Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e âyetler geldikçe bundan büyük memnuniyet duyarlardı, duymaları gerekirdi. Ama Hristiyanların da büyük kısmı; %90’dan fazlası, Yahudilerin de %90’dan fazlası, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e gelen bütün âyetleri yalanlamaya uğraştılar. Hep ona karşı çıktılar. Ama Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’de buyuruyor ki: “Bu Yahudilerin ve Hristiyanların hepsi birbirine eşit değildir. Onların arasında Habîbim! Sana indirdiğimiz âyetler için: Biz onlara nasıl inanmayız ki? Onlar bizim hayatımızı yansıtıyor.” Bu tarzda bir ifadeyle, bu âyetlerin indirilişine sevinç gözyaşları döken Yahudilerden ve Hristiyanlardan bahsediyor Allahû Tealâ.
Ne olmuş? Hz. İbrâhîm’den sonra, Hz. Musa’ya Tevrat iniyor. Ve ona tâbî olanlara insanların büyük kısmı karşı çıkıyor. Sonra, ondan asırlarca sonra Hz. İsa’ya İncil iniyor. Ve bütün Yahudiler ona karşı çıkıyorlar. Aslında bütün Yahudiler değil, Yahudilerin %90’dan fazlası. Çünkü %10’dan azı, gene Peygamber Efendimiz (S.A.V) zamanında nasıl Hristiyanların ve Yahudilerin %10’dan daha az kesimi Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e inen âyetlerden büyük mutluluk duyuyorlarsa, onlarla aynı hüviyeti paylaşıyorlarsa, sevinç gözyaşları döküyorlarsa Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e inen âyetler sebebiyle; onlar da aynı statüde olmuşlar.
Ve neticeye ulaşıyoruz. Peygamber Efendimiz(S.A.V), Allahû Tealâ’dan nübüvvet kendisine verildikten sonra, âyetleri herkese ilân etmeye başlayınca Hristiyanların ve Yahudilerin büyük kısmı dînlerini unutmuş, çoktan dejenere olmuşlardı. Ama küçük kısım, Peygamber Efendimiz (S.A.V) neyi söylüyorsa aynı şeyleri yaşamaktaydılar. Yahudilerden de küçük bir kısım, Hıristiyanlardan da küçük bir kısım hepsini aynen yaşıyorlardı ve Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e inen âyetlerle büyük bir mutluluk yaşıyorlardı. Çünkü yaşadıkları hayatın aynını söylüyor.
Nasıl olmuş da bu insanlar Peygamber Efendimiz (S.A.V) ile aynı şeyleri paylaşıyorlar? Hz. Musa zamanından Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e gelinceye kadar bir takım insanlar nesiller boyunca birbirine tâbî olarak gelmişler. Hiç geleneklerini, Allah’tan inen gerçek âyetleri hiç değiştirmemişler. Allah’a ulaşmayı dilemişler, mürşidlerine ulaşıp mutlaka tâbî olmuşlar, ruhlarını Allah’a ulaştırmışlar, fizik vücutlarını Allah’a teslim etmişler, nefslerini Allah’a teslim etmişler, irşada ulaşmışlar. Arkadan da Allahû Tealâ onlardan bir kısmını irşad makamına tayin etmiş. Ve gelecek nesillere devamlı, her neslin irşad makamına ulaşanları, kendisinden sonra gelecek olan nesillere tâbiiyet vermiş, tövbe ettirmiş. Ve Peygamber Efendimiz (S.A.V) zamanında, Hz. Musa’dan o güne kadar gelen bir gelenek, o güne kadar ulaşan bir insan dizisi var; tâbiiyetle yani ihsanla tâbiiyetle o güne ulaşanlar. Neyi yaşıyorlar? Aynını yaşıyorlar. Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve sahâbe neyi yaşıyorsa aynını yaşıyorlar. Allah’a ulaşmayı diliyorlar, İslâm’ın 7 safhası dediğimiz safhaların hepsini zaten yaşamaktalar adamlar. Her konunun ispatı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e ait olarak geldikçe, sevinç gözyaşları döküyor adamlar.
Hristiyanlar da Hz. İsa’dan sonra o devirde o güzellikleri yaşamışlar, tâbiiyeti gerçekleştirmişler hepsi. Ondan sonra asırlar boyunca gene el öpmek suretiyle, tâbiiyet suretiyle Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in devrine ulaşmışlar. Ama gene toplam, Hristiyan nüfusunun %10’undan azı. Sadece onlar seviniyor. Aynı dîn yaşanıyor sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım. Hiçbir değişiklik olmamış dînlerde. Kur’ân, şeriatların bir olduğunu, dînin tek olduğunu, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in de aslında hanif olduğunu söylüyor. Hanif, zaten İslâm demek.
Şimdi böyle bir dizaynda Allahû Tealâ diyor ki Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e: “Habîbim, Sen gelecekteki o günü gözetle ki gökyüzünü bir duhan saracak.”
“Fitne saracak” mânâsına kullanıyor Allahû Tealâ. Kıyâmete yakın bir devre; duhan olayı kıyâmete yakın bir devre. Kime söylüyor Allahû Tealâ bunu? Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e söylüyor. Peygamber Efendimiz (S.A.V), kıyâmete yakın bir devredeki olaylar dizisini görecek, Allahû Tealâ ona gösteriyor. “Bu, bütün insanları saracak olan bir azaptır.” diyor Allahû Tealâ. Neden? İnsanlar Allah’ın yolundan bu sebeple, bu büyük fitne sebebiyle sapıyorlar, insanlar Allah’a ulaşmayı dilemeyi unutmuşlar. Böyle bir kavram Kur’ân-ı Kerim’de var olduğu hâlde, bütün insanların üstüne defalarca farz kılınmasına rağmen Allah’a ulaşmayı dilemek ve Allah’a ulaşmak 12 defa üzerinize farz sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım. Üzerinize12 defa farz. Ve bu farz yok sayılıyor zamanımızda, unutulmuş artık insanlar tarafından. “İşte” diyor Allahû Tealâ, “O zaman diyecekler ki: Yarabbi! Bizden bu azabı kaldır.”
Neden azap? İnsanlar huzursuz. Allah’a ulaşmayı dilemeyen insan dalâlette, küfürde, gideceği yer cehennem. Allah’ın âyetlerinden gâfil, tagutun dostu, tagutun kulu. Elbette bu insanlar azab içerisinde olacak.“Yarabbi! Bu azabı bizden kaldır, diyecekler.” diyor Allahû Tealâ, “Çünkü biz mü’minleriz.”
Allahû Tealâ’nın cevabına bakın sevgili kardeşlerim: “Nerede onlarda ibret almak? Onlara Allah’ın Resûl’ü geldi de O’na, ‘öğretilmiş” dediler (şeytan tarafından öğretilmiş dediler) ve meczup dediler (deli dediler). Nerede onlarda ibret almak?” diyor Allahû Tealâ.
İşte sevgili kardeşlerim, kendisinden yüzlerce sene sonra gelecek olan bir Resûl’ü, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e gösteriyor Allahû Tealâ. O Resûl, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den yüzlerce sene sonra gelecek. Evvelâ Âli İmrân Suresinin 81. âyet-i kerimesi ispat ediyor ki, o nebîlerin arasında Peygamber Efendimiz (S.A.V) de var. Yani o gelecek olan Resûl, mutlaka Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra gelecek. Aynı Resûl; Duhân Suresinin 14. âyet-i kerimesindeki Resûl. Kıyâmete yakın bir devre. Âli İmrân-81’de de aynı Resûlden bahsediyor Allahû Tealâ. Bu iki grup âyetten sonra acaba hâlâ inkâr edenler var mı; “Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra asla bir resûl gelmeyecektir. O, son Resûl’dür ve son Nebî’dir.” deyip? Son nebî olduğu kesin. “O, son Resûl’dür aynı zamanda” diyenlere ithaf olunur. Yeter mi? Hayır, yetmez sevgili kardeşlerim. Bu kadar değil, bitmedi.
Geliyoruz Furkân Suresinin 27, 28, 29, 30. âyetlerine. Bugünkü panoramayı bütünüyle veriyor Allahû Tealâ orada, diyor ki:
25/FURKÂN-27: Ve yevme yeadduz zâlimu alâ yedeyhi yekûlu yâ leytenîttehaztu mear resûli sebîlâ(sebîlen).
Ve o gün, zalim ellerini ısırır: “Keşke resûlle beraber (Allah’a giden) bir yol ittihaz etseydim.” der.
25/FURKÂN-28: Yâ veyletâ leytenî lem ettehız fulânen halîlâ(halîlen).
Yazıklar olsun, keşke ben filanı (o kişiyi) dost edinmeseydim.
25/FURKÂN-29: Lekad edallenî aniz zikri ba’de iz câenî, ve kâneş şeytânu lil insâni hazûlâ(hazûlen).
Andolsun ki; bana zikir (Kur’ân’daki ilim) geldikten sonra beni zikirden saptırdı ve şeytan, insana yardımı engelleyendir.
25/FURKÂN-30: Ve kâler resûlu yâ rabbi inne kavmîttehazû hâzâl kur’âne mehcûrâ(mehcûran).
Ve resûl: “Ey Rabbim! Muhakkak ki benim kavmim, bu Kur’ân’dan ayrıldı (Kur’ân’ı terketti).” dedi.
“O gün birçok insan büyük bir hüzne kapılacaklar. Diyecekler ki: “Ah! Keşke ben o Resûl’e tâbî olsaydım. Ah! Keşke ben falanı kendime dost edinmeseydim ki onun yüzünden Allah’ın yolundan saptım.”
İşte bu falan, filan bu dîn adamları. Hangi dîn adamları? Hayır, hepsine söylemiyoruz. Dîn adamlarının televizyonları parsellemiş olanları, bile bile yalan söyleyenleri. Bu âyetler açık bir şekilde Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra bir Resûl’ün geleceğine kesin işaretler taşıdığı hâlde, onu reddedenleri ve bunu söyleyecek olanları konuşturmamaları, konuşturmayanları. Onlara dikkatle bakın: İşte bu insanlar, bugünkü dîn adamlarının yüz karasıdır. Öyleyse sevgili kardeşlerim, neticeye geliyoruz: 27, 28. âyetleri söyledik, 29 ve 30. âyetleri de. “Ah! Keşke ben falancayı dost edinmeseydim. Ah! Keşke ben o Resûl’e tâbî olsaydım.” diyen insanların bu ifadelerinden sonra Allahû Tealâ diyor ki:
“Resûl dedi ki: Yarabbi! Benim kavmim Kur’ân’dan hicret etti (Kur’ân’ı terk edip gitti; Benim kavmim Kur’ân’ı terk etti).”
O Resûl’ün de Peygamber Efendimiz (S.A.V) olduğunu iddia eden saflar var. Be hey gâfiller! Peygamber Efendimiz (S.A.V) devrinde Kur’ân terk edilmiş midir? Âli İmrân Suresinin 119. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ demiyor mu: “Ey sahâbe! Onlar, size buğz ettikleri hâlde (bu buğzun içinde işkence var, bu buğzun içinde öldürülme var); onlar size kötü davrandığı hâlde; size düşman olduğu hâlde, siz onlara gene de muhabbet beslersiniz. Çünkü siz, Kur’ân’ın bütününe îmân edersiniz.”
3/ÂLİ İMRÂN-119: Hâ entum ulâi tuhıbbûnehum ve lâ yuhıbbûnekum ve tu’minûne bil kitâbi kullihi, ve izâ lekûkum kâlû âmennâ, ve izâ halev addû aleykumul enâmile minel gayz(gayzi), kul mûtû bi gayzikum, innallâhe alîmun bi zâtis sudûr(sudûri).
İşte siz (mü'minler) böylesiniz, siz onları seversiniz ve onlar sizi sevmezler ve siz kitabın tamamına îmân edersiniz. Ve sizinle karşılaşınca “Biz îmân ettik.” dediler, yalnız kaldıkları zaman, size karşı öfkelerinden parmak uçlarını ısırdılar. De ki: “Öfkenizden ölün.” Muhakkak ki Allah, sinelerde olanı en iyi bilendir.
Kur’ân’ın bütününe îmân eden sahâbenin Kur’ân’dan, Kur’ân’ı terk etmeleri; böyle bir saçmalığa ihtimâl veren saf var mı içinizde? Kur’ân’dan yüzyıllar sonra bir Resûl geliyor. O Resûl’ün kavmi Kur’ân’dan sapmış, Kur’ân’ı terk etmiştir. Terk etmemiş mi? Kur’ân’da nerde şimdi İslâm’ın 7 tane safhası? Allah’a ulaşmayı dilemek yok. Üniversitelerimizde öğretilmiyor. Öğretilmediği için herkes dalâlette. Öğretilmediği için herkes küfürde.
Sevgili kardeşlerim, şaka söylemiyorum. Korkunç bir olayla karşı karşıyayız. 60 milyondan fazla insan gözümüzün önünde cehenneme doğru yürüyor. Eğer Allah’a ulaşmayı dilemediyseniz, sizler de onun içindesiniz, o grubun içindesiniz. O grubun demekle cehenneme gidecek grubun demek istiyoruz. Bu kadar kolay bir sebeple, bir Allah’a ulaşmayı dilemekle Allahû Tealâ hepinizi cennete alacakken, bunun söylenmesine mâni olmak, insanlara ulaştırılmasına mâni olmak, bunu yapıyor bugünkü bizim televizyonu parsellemiş olan dîn adamları. Bu hakikatlerin topluma, kamuoyuna ulaşmasına mâni olmaya çalışıyor bütün güçleriyle bu insanlar. Bu bir sahtekârlıktır.
Öyleyse neymiş efendim? 3 grup âyet:
1. âyet, Âli İmrân Suresinin 81. âyet-i kerimesi. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in de dâhil olduğu nebîlere: “Sizlerden sonra bir Resûl’ümüz gelecek.” diyor. Kesin ve açık; Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra bir Resûl’ün geleceği; ama nebî olmayan bir Resûl’ün geleceği kesin.
Duhân Suresinin 8, 9, 10, 11, 12, 13, 14. âyet-i kerimeleri; geleceğe bakan Peygamber Efendimiz (S.A.V), kıyâmet alâmetlerinden biri olan duhân olayı. Ve o duhân olayının olduğu devrede bir Resûl’ün; ondan yüzlerce sene sonra bir Resûl’ün var olacağı hakkında kesin bir hüküm (Duhân-10, 11, 12, 13, 14).
Ve Furkân Suresi 27, 28, 29, 30. âyetler; Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra, asırlarca sonra öyle bir Resûl geliyor ki Allahû Tealâ’ya diyor ki: “Yarabbi! Benim kavmim Kur’ân’ı terk etti.” Bu söylenmiyor mu yılardır size sevgili kardeşlerim? İslâm’ın yedi safhası da terk edilmiş. Deveyi çalan havuduyla beraber çalmış. Ne Allah’a ulaşmayı dilemek var artık dîn literatürü içerisinde ne irşad makamına ulaşıp tâbî olmak var. Ne ruhu Allah’a ulaştırıp teslim etmek var ne fizik vücudu Allah’a teslim etmek var ne nefsi Allahû Tealâ’ya teslim etmek var ne irşada ulaşmak var ne de iradeyi Allah’a teslim etmek var. Sevgili kardeşlerim, bunların hepsi bundan 14 asır evvel sahâbe tarafından gerçekleştirilmiş. Bunu defalarca ispat ettik size. Açın www.mihr.com’u, bakın orada yüzlerce saat, hayır artık binlerce saat diyebiliriz, 3000 saatten fazla konuşma var çünkü. Bu muhtevaya dikkatle bakın sevgili kardeşlerim. Allahû Tealâ’nın dizaynında her şey açık ve kesin olarak orada yer alıyor. Ve insanlar şu anda cehenneme doğru hızla yürürken sadece bu hakikatleri bilmedikleri için yürüyorlar. Ama öğrenmelerinin zamanı gelmiştir. Artık dîni yanlış hükümlerle insanlara tanıtanlara susmak düşer. Kur’ân, onların sözleriyle şekillenemez. Ve Kur’ân, bütün kurtarıcı hükümleriyle unutulmuş.
Mehmet Akif Ersoy da cumhuriyetin ilk yıllarında bunları söylüyordu ve açıklamalarını örttüler. Sevgili kardeşlerim, artık örtülemez; çünkü dabbe çıktı. Göklerden insanlara bu söylediklerimiz ulaştırılıyor. Olay bitmiştir. Hiç kimse Allah’ın hakikatlerini artık örtmek imkânının sahibi değildir. Devrin yanlışları birer birer ayıklanacaktır, yerine Kur’ân doğruları konulacaktır. İnsanları mutluluğa ulaştıracak olan temel 7 tane safha, mutlaka bütün insanlara açıklanacaktır. Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, sözlerimiz burada tamamlanıyor.
Allahû Tealâ’nın hepinizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını, Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi inşallah burada tamamlamak istiyoruz.
Allah hepinizden razı olsun.
İmam İskender Ali M İ H R