SOHBETİN ADI: YÂSÎN SURESİ 47-65 (Âyetlerin Sırları)
TARİH: 01.06.2004
Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bir Kur’ân Tefsiri dersinde gene birlikteyiz. Bir küçücük hatırlatma: Kur’ân Tefsiri demek, Kur’ân’ın lafzını değil; ruhunu anlatmak demek. Ancak lafzı Allahû Tealâ destur verirse aşmak mümkündür. Ve ruh, sadece Allah’tan öğrenilir.
Allah razı olsun.
Yâsîn Suresi, 47. âyet-i kerime:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
36/YÂSÎN-47: Ve izâ kîle lehum enfikû mimmâ rezakakumullâhu kâlellezîne keferû lillezîne âmenû e nut’imu men lev yeşâullâhu at’ameh(at’amehu), in entum illâ fî dalâlin mubîn(mubînin).
Ve onlara "Allah’ın sizi rızıklandırdığı şeylerden infâk edin (verin)." denildiği zaman kâfirler, âmenû olanlara: "Allah’ın dileseydi, doyuracağı kişiyi biz mi doyuracağız? Siz ancak apaçık bir dalâlet içindesiniz." dediler.
ve izâ kîle: Ve denildiği zaman.
lehum: Onlara.
enfikû: İnfâk edin, verin.
mimmâ (min mâ): Şeylerden.
rezaka-kum allâhu: Allah’ın sizi rızıklandırdığı.
kâle: Dedi.
ellezîne: Onlar.
keferû: İnkâr edenler, kâfirler.
li ellezîne: O kimselere.
âmenû: Îmân edenler, âmenû olanlar.
e: -mı?
nut’imu: Biz doyuracağız, yedireceğiz.
men: Kim, kimse, kişi.
lev: Olsaydı, eğer.
yeşâullâhu (yeşâu allâhu): Allah diler.
at’ame-hu: Onu doyurur.
in: Eğer.
entum: Siz.
illâ: Ancak.
fî: İçinde.
dalâlin: Dalâlet.
mubînin: Apaçık.
Şöyle bir sonuç çıkıyor:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
“Onlara. ‘Allah’ın sizi rızıklandırdığı şeylerden infâk edin (verin).’ denildiği zaman, kâfirler, âmenû olanlara (Allah’a ulaşmayı dileyenlere): ‘Allah’ın dileseydi doyuracağı kişiyi, biz mi doyuracağız? Siz, ancak apaçık bir dalâlet içindesiniz.’ dediler.”
Sevgili kardeşlerim, burada Allahû Tealâ’nın bir kanunu unutuluyor. Allahû Tealâ dilerse, neticeleri kulları eliyle diğer kullarına ulaştırır. Bazı insanlar eceliyle ölür, normal vadesi gelmiştir. Bazı insanları da başka insanlar öldürür. Meselâ savaşlarda ölenler, düşman askerleri tarafından öldürülenlerdir. Ama onlar şehit olanlardır. Ve sonuç nedir? Allah’ın ecel hükmü, Allah’ın vadesine tâbîdir. O vade geldiğinde kişi mutlaka, hangi sebeple ölüm olursa olsun, orada o dakikada, o saniyede ölecektir. Öyleyse bu işlemi bazen Allahû Tealâ bizatihi yapar, başka birisini devreye sokmaz. Bazen de insanlar insanları öldürür; ama gene Allahû Tealâ’nın ecel müessesesi sona erer.
Öyleyse bir, Allah’ın direkt olarak infâk etmesi var bir de insanları birbirine vasıta kılarak infâk etmesi var. Allahû Tealâ burada insanları vasıta kılarak infâk etmekten bahsediyor:
Kâfirler, âmenû olanlara: “Allah’ın dileseydi doyuracağı kişiyi, biz mi doyuracağız?” diyorlar.
Allah, o kişiyi dileseydi doyurur muydu başka insanlara muhtaç bırakmadan? Dileseydi doyururdu. Ama o zaman insanlar da o insanı doyurmak sebebiyle sevap kazanamazlardı. Öyleyse Allahû Tealâ’nın insanların birbirini doyurmasını emir olarak Kur’ân-ı Kerim’e koyması, doyuranlara sevap kazandırmak için geçerli.
Öyleyse sevgili kardeşlerim, “Allah’ın dilediği zaman doyuracağı kişiyi, dileseydi doyuracağı kişiyi biz mi doyuracağız?” ifadesi, insanoğlunun o isyan afetinin bir görüntüsünü veriyor bizlere.
İnsanlarda isyan afeti var: Allah ne söylerse onun aksini söylemek. Ve böyle söyleyenlere yani: “Elinizdeki sizin ihtiyacınızın ötesinde olan şeyleri ihtiyaç sahiplerine verin.” ifadesi, Allahû Tealâ’nın bir emridir. Ve Allah’tan bu emri alanlar, diğerlerine bunu söyleyeceklerdir: “infâk edin, nafaka verin.” Bu, zekât vermektir. Zekât, infâk yoluyla olur. Allah’ın kendisine verdiği rızkı başkalarına ulaştırmak, infâk etmektir.
Burada her zamanki olayla karşı karşıyayız. Dalâlettekiler dalâlette olmayanlara: “Siz dalâlet içindesiniz.” diyorlar. Burada da öyle: “Siz, ancak apaçık dalâlet içindesiniz.” diyorlar.
Allahû Tealâ emrediyor infâk etmeyi. Zekât vermek, Allahû Tealâ’nın temel emirlerinden bir tanesidir. Ve kendilerine bu temel emir tebliğ edildiği zaman, bu emri yerine getirenler, Allah’a ulaşmayı dileyenler, Allah’ın dalâlet içinde olmayan kullarıdır. Allah’a ulaşmayı diledikleri anda dalâletten kurtulmuşlardır. Ama sevgili kardeşlerim, dalâlette olanlar, nafaka vermek istemeyenler, infâk etmek istemeyenler, o hidayette olanlara -Allah’a ulaşmayı dilediğiniz andan itibaren hidayettesiniz-, hidayette olanlara diyorlar ki: “Siz dalâlettesiniz.” Neden? Kendilerine: “O elinizdeki malı, onun bir kısmını, ihtiyacınızın dışındakini ellerinde erzakı olmayanlara, yiyecek yemeği olmayanlara verin.” diyorlar.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, buradaki müessesse Allahû Tealâ’nın açık bir şekilde infâk emrini, Allahû Tealâ’nın zekât emrini gerçekleştirme talebidir. İnsanlar, insanlardan böyle bir talepte bulunacaklardır; bulunmalıdırlar diğerlerine hatırlatmak için. Elbette zorlamak yoktur. Ama burada zorlamak da devreye girebilir. Çünkü zekât, elinizdeki başkasına ait olan bir haktır. Size helâl değildir. Kazandığınız paranın zekât kesimi, eğer Hanefîyseniz, kazandığınız paranın %2,5’i ki bizim kardeşlerimiz %5 olarak düşünürler bunu, sahâbe gibi yaparlar, iki kat veririler. Eğer Şâfîyseniz, %10’u size helâl değildir.
Yâsîn Suresi, 48. âyet-i kerime:
Allahû Tealâ buyuruyor:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
36/YÂSÎN-48: Ve yekûlûne metâ hâzel va’du in kuntum sâdikîn(sâdikîne).
"Ve eğer siz doğru söyleyenlerseniz, bu vaad ne zaman?" derler.
ve yekûlûne: Ve derler.
metâ: Ne zaman?
hâzâ: Bu.
el va’du: Vaad.
in kuntum: Eğer siz iseniz.
sâdikîne: Doğru sözlüler.
“Ve eğer siz doğru söyleyenlerseniz, bu vaad ne zaman derler.”
Öyleyse nedir bu vaad? Kıyâmet gününü soruyorlar. Yani: “Bu vaad, bu kıyâmet ne zaman?” “Bu vaad ne zaman?” Kıyâmetin ne zaman olduğu soruluyor.
Yani: “Nafaka vermezseniz, siz Allahû Tealâ tarafından cezalandırılırsınız.” “Allah’a ulaşmayı dilemezseniz, cehenneme gidersiniz.” Ve: “Kıyâmet mutlaka kopacaktır.” ifadelerinin sonucu olarak; “Bizi tehdit ettiğiniz bu vaad ne zaman? Kıyâmet kıyâmet deyip duruyorsunuz, ne zaman kopacak bu kıyâmet?”
Şimdi bir sonraki âyete geçiyoruz. Yâsîn Suresi, 49. âyet-i kerime:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
36/YÂSÎN-49: Mâ yenzurûne illâ sayhaten vâhıdeten te’huzuhum ve hum yahıssımûn(yahıssımûne).
Onlar tartışırken, onları alacak (yakalayacak) olan tek bir sayhadan (şiddetli ses dalgasından) başka bir şey gözlemiyorlar (beklemiyorlar).
mâ yenzurûne: Bakmazlar, gözlemiyorlar.
illâ: Ancak, -den başka.
sayhaten: Sayha, şiddetli ses dalgası.
vâhıdeten: Bir, tek.
te’huzu-hum: Onları alır, yakalar.
ve hum: Ve onlar.
yahıssımûne: Çekişirler, tartışırlar.
“Onlar tartışırken, onları alacak (yakalayacak) olan tek bir sayhadan (şiddetli ses dalgasından) başka bir şey gözlemiyorlar (beklemiyorlar).”
Ve Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin gidecekleri yer, cehennemdir. Allahû Tealâ onları, bu dünyadayken de bu tarzdaki olaylarla; zelzelelerle; ses dalgalarıyla onları yakalıyor, yok ediyor.
Ve Yâsîn Suresinin 50. âyet-i kerimesi:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
36/YÂSÎN-50: Fe lâ yestetîûne tavsiyeten ve lâ ilâ ehlihim yerciûn(yerciûne).
Artık vasiyet etmeye güçleri yetmez. Ve ailelerine dönemezler.
fe: Artık.
lâ yestetîûne: Güçleri yetmez.
tavsiyeten: Tavsiye, vasiyet.
ve lâ: Yok, değil.
ilâ: …e, …a.
ehlihim: Onların aileleri.
yerciûne: Dönerler.
“Artık vasiyet etmeye güçleri yetmez ve ailelerine dönemezler.”
Bu sayha onları yakaladığı zaman, ölüm gelip yakalamıştır. Artık ailelerine dönmeleri söz konusu değildir. Vasiyetleri falan gerçekleşemez; çünkü beklemedikleri bir anda, beklenmedik bir yaşta Allahû Tealâ’nın o ses dalgasıyla onları öldürmesi söz konusu oluyor. Ölüm ve sonuç.
Yâsîn Suresinin 51. âyet-i kerimesi:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
36/YÂSÎN-51: Ve nufiha fîs sûri fe izâ hum minel ecdâsi ilâ rabbihim yensilûn(yensilûne).
Ve sur’a üfürülmüştür. İşte o zaman onlar, mezarlarından Rab’lerine koşarlar (uçarlar, yükselirler).
ve nufiha: Ve üfürüldü.
fî es sûri: Ve sur’a.
Yani: “Sur’a üfürüldü.”
fe: O zaman.
izâ: Olduğu zaman.
hum: Onlar.
min el ecdâsi: Kabirler(in)den.
ilâ rabbi-him: Rabb’lerine.
yensilûne: Koşarlar.
“Ve sur’a üfürülmüştür. İşte o zaman onlar, mezarlarından Rabb’lerine…”
Kıyâmet gününden bahsediyor Allahû Tealâ:
“Ve sur’a üfürülmüştür (birinci üfürme). İşte o zaman onlar, mezarlarından Rabb’lerine koşarlar (uçarlar, yükselirler).”
Arz üzerindeki bir koşma, onları Rabb’lerine ulaştırmaz; yükselmeleri lâzım. Uçarlar, yükselirler.
Ne oluyor? Kıyâmet günü, Allahû Tealâ’nın bütün gezegenleri birbirinden ayıran ve kâinatı büyüten kinetik enerjisi sona eriyor. Bu kinetik enerjinin sona ermesiyle büyüme duruyor. Kâinatın büyümesi duruyor. Ama oradaki enerji bitimi sebebiyle hünnes ve künnes kanunları çalışmaz oluyor. Ve bu sebeple Ay, Dünya’yla birleşiyor, Dünya, Güneş’le birleşiyor. Ve zaman, durduktan sonra geriye dönüyor. Bu geriye dönüşün tabii sonucu olarak da denge bozulduğu için Güneş’in Dünya’yı çekmesi söz konusu, Dünya’nın da Ay’ı kendisine çekmesi söz konusu. Sonra güneş sistemlerinin birbirini çekmesi söz konusu, sonra galaksilerin birbirini çekmesi söz konusu. Böylece bütün dizayn, bir noktaya doğru küçülüyor. Zaman, nasıl başlangıçta bir noktadan ayrılan bütün parçacıkların hareketiyle başlamışsa, tekrar aynı noktaya kâinatın geri dönmesi, zamanın geriye doğru gitmesini ifade ediyor. Ve herkesin kendi yaşadığı, hayatta olduğu güne zaman geri döndüğünde, o insanlar hayatta oluyorlar, mezarlarından çıkmış oluyorlar ve yer çekimi kuvveti bulunmadığı için bulundukları noktada, o yer çekiminin mevcut olduğu tek yere; Mahşer Meydanı’na doğru yükseliyorlar; bütün gezegenlerdeki hayatta olan insanlar, hayat olan gezegenlerdeki insanlar.
Ve 52. âyet-i kerime:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
36/YÂSÎN-52: Kâlû yâ veylenâ men beasenâ min merkadinâ, hâzâ mâ vaader rahmânuve sadakal murselûn(murselûne).
"Eyvahlar olsun bize, mezarlarımızdan bizi kim beas etti (kaldırdı)? Bu, Rahmân’ın vaadettiği şeydir. Ve resûller doğru söylemişler." dediler.
kâlû: Dediler.
yâ: Ey!
veyle-nâ: Yazıklar olsun bize.
men: Kim, kimse.
bease-nâ: Bizi diriltti.
min merkadi-nâ: Uykuya bırakıldığımız yerden.
hâzâ: Bu.
mâ vaade: Vaadettiği.
er rahmânu: Rahmân’ın.
ve sadaka: Ve doğru söylemiş.
el murselûne: Gönderilen resûller.
“Eyvahlar olsun bize (yazıklar olsun bize)! Mezarlarımızdan bizi kim beas etti (kaldırdı, diriltti)? Bu, Rahmân’ın vaadettiği şeydir. Ve resûller doğru söylemişler, dediler.”
Bütün resûller, bunu söylemekle vazifelidirler. Neyi söylemekle vazifelidirler? Bir gün kıyâmetin kopacağını, Allah’ın bir tek noktadan, yerler ve gökler bir iken, onları patlatarak, mekânlarından kopararak kâinatı yarattığını, sonra da zamanın Allah’ın tayin ettiği sürece devam edeceğini, bir gün zamanın biteceğini, o zaman Allahû Tealâ’nın kâinatı yeniden sıfır noktasında geriye döndüreceğini, yarattığı gibi tekrar geriye döndüreceğini Allahû Tealâ söylüyor. Allah’ın resûlleri de herkese Allah’ın emriyle bildiriyor. Onun için: “Resûller doğru söylemişler.” diyorlar. Herkes kendi zamanındaki kendi kavmindeki resûlün söylediğinin doğru olduğunu görüyor.
Bu âyet-i kerime yani Yâsîn Suresinin 52. âyet-i kerimesi, aynı zamanda her kavimde resûllerin yaşadığının kesin işaretini verir.
“Resûller doğru söylemişler.” diyorlar.
Her kavimdeki resûl, bundan mutlaka bahseder. Öyleyse hangi devirde insanlar nerede yaşarlarsa yaşasınlar, o yaşadıkları yerde mutlaka Allah’ın bir resûlü vardır ve o resûlün söylediği de budur; kıyâmet mutlaka kopacaktır. Zaman tersine dönüp sıfırlanacaktır. Mevcut olan kâinat da neticede o tek noktaya dönecek ve yok olacaktır. Nasıl yok olacaktır? Allahû Tealâ nasıl önce enerjiyi yaratmışsa (nötrinoları), bu nötrinolardan elektronları yaratmışsa, karşıt elektronları yaratmışsa karşıt nötrinolardan ve bununla kâinatı yaratmışsa madde hâlindeki kâinatı tekrar enerjiye yani nötrinolara döndürecek. Enerjiyi de nasıl başlangıçta var etmişse aynı şekilde yok edecektir.
Ne diyor Allahû Tealâ?
55/RAHMÂN-26: Kullu men aleyhâ fân(fânin).
Bütün kişiler (insanlar ve cinler) fanidir (yok olucudur).
55/RAHMÂN-27: Ve yebkâ vechu rabbike zûl celâli vel ikrâm(ikrâmi).
Ve celâl ve ikram sahibi Rabbinin Vechi (Zatı) bâki kalacaktır.
“Her şey fâni olacaktır. Yalnız zûl celâli vel ikrâm olan, senin Rabbin bâki kalacaktır.” diyor Allahû Tealâ.
Ve 53. âyet-i kerime:
36/YÂSÎN-53: İn kânet illâ sayhaten vâhıdeten fe izâ hum cemîun ledeynâ muhdarûn(muhdarûne).
Sadece tek bir sayha (şiddetli ses dalgası)! İşte o zaman onlar, hepsi huzurumuzda hazır bulunanlardır.
in: Eğer.
kânet: Oldu.
illâ: Ancak, -den başka.
sayhaten: Sayha, şiddetli ses dalgası.
vâhıdeten: Bir, tek.
fe: Artık, işte.
izâ: Olduğu zaman.
hum: Onlar.
cemîun: Toplu olarak, hepsi.
ledey-nâ: Huzurumuzda.
muhdarûne: Hazır bulunanlar.
“Sadece tek bir sayha (şiddetli bir ses dalgası)! İşte o zaman hepsi huzurumuzda hazır bulunanlar olacaklardır (hazır bulunanlar olacaklardır; hazır bulunanlardır).”
Burada bu ifade, Allah’ın ifadesi. Bir tek sesle onların hepsi, bütün insanlar mezarlarından çıkacaklar ve önce Mahşer Meydanı’na gelecekler. Orada sur’a ikinci ve üçüncü defa üfürülecek, tekrar ölecekler, tekrar yepyeni bir yaratışla yaratılacaklar. Ve Allah’ın huzurunda olacaklar.
Allah’ın huzurunda olmak! Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, bütün insanlar Mahşer Meydanı’ndan sonra İndi İlâhi’de Allah’ın huzurunda olacaklardır. Herkesin hayat filmi oradadır. Orada herkese hayat filmleri gösterilecektir ve Mahkeme-i Kübra budur. Allahû Tealâ, herkese tek tek, “Söyle bakalım ey kulum, neler yaptın?” diye herkese sual sormayacaktır. O gün herkes cennete mi gidecek, cehenneme mi gidecek, kendi boşlukta oynayan üç boyutlu hayat filminden bunu görebilecektir. Allah’ın huzurunda hâkimi, savcısı, avukatı, sanığı olmayan bir mahkemede, herkes kendi hayat filmini sadece seyrederek Mahkeme-i Kübra’yı oluşturacaktır. Uzuvlar hareketlerini yaptıkça, aksiyonlar oluştukça dereceler belirecektir. Uzuvlar böylece kaybedilen veya kazanılan derecelerle birer şahit olarak ortaya çıkmış olacaktır.
Ve âyet-54:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
36/YÂSÎN-54: Fel yevme lâ tuzlemu nefsun şey’en ve lâ tuczevne illâ mâ kuntum ta’melûn(ta’melûne).
İşte o gün (hiç)bir kimseye, (hiç)bir şeyle zulmedilmez. Ve amellerinizden başka bir şey ile cezalandırılmazsınız.
fe: Artık, işte.
el yevme: Bugün, o gün.
lâ tuzlemu: Zulmedilmez.
nefsun: Nefs, kimse, kişi.
şey’en: Şey.
ve lâ tuczevne: Ve karşılık göremezsiniz, cezalandırılmazsınız.
illâ: -den başka.
mâ: Şey
kuntum: Siz oldunuz.
ta’melûne: Yapıyorsunuz.
“İşte o gün (hiç)bir kimseye, (hiç)bir şeyle zulmedilmez. Ve amellerinizden başka bir şey ile cezalandırılmazsınız.”
“İşte o gün hiç kimseye hiçbir şeyle zulmedilmez.” buyuruyor Allahû Tealâ, “Ve amellerinizden başka bir şeyle cezalandırılmazsınız.”
Neden zulmedilmez? Çünkü iki tane hayat filmi göreceksiniz: Bir, aksiyonlarınızın (davranış biçimlerinizin) hayat filmi bir de zihninizden geçenlerin filmi. Acaba hangi olayı vücuda getirirken ne düşündünüz, o olayınızda taammüt miktarı ne kadardır, elinizdeki mizan, bunları, düşüncelerinizin ne olduğuna bakarak değerlendirecektir.
Milyarda bir bile hata yapması mümkün olmayan bir ilâhi bilgisayar, hepinize teslim edilecektir; mizan. Ve bu mizan size, size kıl kadar zulmedilmediğini ispat edecektir. Neden? Çünkü taammüt miktarına göre aklınızdan geçenle işlediğiniz fiil arasındaki ilişkiyi tespit edecektir. Ne tespit edecektir? Mizan. Ve mizanın üzerindeki rakamla, orada kiramen kâtibîn meleklerinin yazdığı rakamın aynı olduğunu göreceksiniz. Çünkü onlar da aynı mizanı kullanarak her olayınızdaki taammüt miktarına göre kesin, milyarda bir bile hata yapması mümkün olmayan bir teraziyle hareket etmişlerdir. O mizanın aynı, kıyâmet günü size teslim edilecektir. Göreceksiniz ki; hiçbir noktada en ufak bir şekilde size hiçbir şekilde zulmedilmemiştir.
“Ve amellerinizden başka bir şey ile cezalandırılmazsınız.” diyor Allahû Tealâ.
Her amelinizin karşılığında aynı anda her saniye dereceler göreceksiniz; kaybettiğiniz dereceler, kazandığınız dereceler. Devamlı toplam değişecektir. Her saniye, kâinatın her noktasında yaşayan herkes için derecat kazanmak veya derecat kaybetmek söz konusudur. Yani bir insan, “Ben şu anda ibadet etmiyorum, derecat da kazanmıyorum. Tamam ama kimseye de bir kötülüğüm yok. İyilik etmediğim için derecat kazanmıyorum; ama kimseye kötülük de etmediğim için derecat da kaybetmiyorum.” diye düşünemez. Çünkü dereceler, sadece yaptığınız iyiliğe, yaptığınız kötülüğe dayalı olarak değil, Allah’ın emrettiği şeyleri, meselâ zikri yapıp yapmadığınıza göre de taayyün eder. Daimî zikir emredildiği cihetle, zikir yapmayan herkes her saniye derecat kaybeder. Öyleyse; “Ben kimseye kötülük yapmıyorum, derecat kaybetmiyorum.” diye düşünen kişi yanılmıştır. Derecat kaybediyordur, eğer zikretmiyorsa.
Hayatınızın her saniyesi, mutlaka zikirle süslenmesi lâzımgelen bir olaylar dizisini ifade eder.
Ve öyleyse her an ya derecat kazanıyorsunuz ya da kaybediyorsunuz ve kendi yaptıklarınız sebebiyle cezalandırılacaksınız veya mükâfata kavuşacaksınız.
“Amellerinizden başka bir şeyle cezalandırılmazsınız.” diyor Allahû Tealâ.
Bu ceza aynı zamanda, “Mükâfatlandırılmazsınız.” anlamını da taşır. Çünkü ceza kelimesi, hem mükâfat için Arapçada hem de cezalandırmak istikametinde kullanılıyor.
Yâsîn Suresi 55. âyet-i kerime:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
36/YÂSÎN-55: İnne ashâbel cennetil yevme fî şugulin fâkihûn(fâkihûne).
Muhakkak ki cennet ehli, o gün zevkli bir meşguliyet içinde olanlardır.
inne: Muhakkak ki.
ashâbe: Sahip, ehil, halk.
el cenneti: Cennet.
el yevme: O gün, bugün.
fî: İçinde.
şugulin: Meşguliyet.
fâkihûne: Memnun, hoşnut, zevk-ü sefada olanlar.
“Muhakkak ki cennet ehli, o gün zevkli bir meşguliyet içinde olanlardır.”
Cennete gidecek olanlar, o gün büyük bir sevincin içinde olacaklardır. Çünkü amel defterlerinde amelleri pozitif netice vermiştir. Bir başka ifadeyle, sevapları günahlarından fazladır.
Ve 56. âyet-i kerime,Yâsîn Suresi:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
36/YÂSÎN-56: Hum ve ezvâcuhum fî zılâlin alel erâiki muttekiûn(muttekiûne).
Onlar ve eşleri, gölgeliklerde tahtlar üzerinde yaslanmış olanlardır.
hum: Onlar.
ve ezvâcu-hum: Ve onların eşleri.
fî zılâlin: Gölgeliklerde.
alâ el erâiki: Tahtlar üzerinde.
muttekiûne: Yaslanmış olanlar.
“Onlar ve eşleri, gölgeliklerde tahtlar üzerinde yaslanmış olanlardır.”
Cennete girecekler, cennete girdikleri zaman tahtlar üzerinde yaslanmış olacaklardır, onlar ve eşleri.
Allahû Tealâ’nın burada tabii cenneti kazanmış olan eşlerden bahsettiği kesindir. Eşler vardır; Allah’ın cennetine ehildir, eşler vardır; cehennemliktirler. Allahû Tealâ orada, kıyâmet günü eşlerin de beraber bulunacağını söylüyor. Meselâ Adn cennetine gidecek olanların eşleri eğer salâh makamına ulaşmışlarsa mutlaka salâh makamının hangi mertebesinde olurlarsa olsunlar, eşleri ile birlikte Adn cennetlerinde olacaklardır. Onlara özel bir, Allahû Tealâ’nın ni’meti bu.
57. âyet-i kerime:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
36/YÂSÎN-57: Lehum fîhâ fâkihetun ve lehum mâ yeddeûn(yeddeûne).
Orada onlar için meyveler ve istedikleri (her)şey vardır.
lehum: Onlar için vardır.
fîhâ: Orada.
fâkihetun: Yemiş, meyve.
ve lehum: Ve onlar için.
mâ yeddeûne: İstedikleri şeyler.
“Orada onlar için meyveler vardır.” diyor.
Bu müessese: fâkihûn, fâkihetun.
fâkihûn: Memnun, hoşnut ve zevk-ü sefada olanlar.
fâkihetun: Onlara bu zevk-ü sefayı veren her şey, meyveler, yemişler vesaire.
“Orada meyveler (yemişler), istedikleri her şey vardır.” diyor Allahû Tealâ.
Cennet ehli, sonsuz bir doyum içerisinde Allah’ın bütün güzelliklerine sahip olarak, enerji bedenleriyle yaşlanmadan, sonsuza kadar yaşayacaklardır.
Ve 58. âyet-i kerime, Yâsîn Suresi:
36/YÂSÎN-58: Selâmun kavlen min rabbin rahîm(rahîmin).
Rahîm olan Rab’ten "selâm" sözü (vardır).
selâmun: Selâm.
kavlen: Söz.
min rabbin: Rabb’lerinden.
rahîmin: Rahmet nuru gönderen.
“Rahîm olan Rabb’den ‘selâm’ sözü vardır.”
“Allah’tan onlara selâm sözü vardır.”
“Onlara: ‘selâm’ denilir.” diyor Allahû Tealâ, başka bir âyetinde.
Bu, Rabb’den gelen bir söz. Allahû Tealâ, onları orada selâmlıyor. Rahîm olan, rahmet nuru gönderen ve rahmet nuru ile onları cennetine ulaştırmaya vesile olan, ulaştıran Allah’ın, onlara cennete ulaştıklarında söylediği şey: “Selâm.”
Rabb söylüyor, Allah söylüyor selâm sözünü.
Ve 59. âyet-i kerime:
36/YÂSÎN-59: Vemtâzûl yevme eyyuhel mucrimûn(mucrimûne).
Ve ey mücrimler (suçlular)! Bugün ayrılın (bir kenara çekilin).
ve imtâzû: Ve ayrılın.
el yevme: O gün, bugün.
eyyuhâ: Ey.
el mucrimûne: Mücrimler, günahkârlar.
“Ey mücrimler (suçlular)! Bugün ayrılın.”
Günahkârların ayrılması söz konusu. Cennete gideceklerin de cennete girmesi söz konusu. Ve ister cehennem ehli olsun ister cennet ehli olsun, herkes başlangıçta mutlaka cehenneme girecektir. Cennet ehli, uçarak girecektir. Cehennem ehli, kapıdan burunları sürtünerek cehenneme girecektir. Cehennem ehli orada ebediyyen kalacaktır. Cennet ehli ise aynı gün bütün cehennemleri Allahû Tealâ onlara gösterdikten sonra, cehennemden ayrılıp sonsuz şükürler, hamdler içinde cennete ulaşacaklardır.
60. âyet-i kerimeye geliyoruz:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
36/YÂSÎN-60: E lem a’had ileykum yâ benî âdeme en lâ ta’budûş şeytân(şeytâne), innehu lekum aduvvun mubîn(mubinun).
Ey Âdemoğulları! Ben, sizlerden şeytana kul olmayacağınıza dair ahd almadım mı? Muhakkak ki o (şeytan), size apaçık bir düşmandır.
e: -mi?
lem a’had: Ahd almadım.
ileykum: Size.
yâ: Ey.
benî âdeme: Âdemoğulları.
en lâ ta’budû: Kul olmamanız.
eş şeytâne: Şeytan.
inne-hu: Muhakkak ki o.
lekum: Sizin için, size.
aduvvun: Düşman.
mubinun: Apaçık.
“Ey Âdemoğulları! Ben sizden şeytana kul olmayacağınıza dair ahd almadım mı? Muhakkak ki o (şeytan), sizin için apaçık bir düşmandır.”
Allahû Tealâ bu âyet-i kerimede: “Şeytana kul olmayacağınıza dair size ahd vermedim mi (sizden ahd almadım mı)?” diyor. Biz Türkçemizde, “ahd almak” diye kullanıyoruz, “ant vermek” olarak kullanıyoruz. Ama Arapçada “ahd almak” olarak geçiyor. Yani Allahû Tealâ, bizden bir talepte bulunuyor. O talebi gerçekleştirmek üzere bizden aldığı söz; Allah’ın bizden aldığı ahd anlamına geliyor. Türkçeyle Arapça arasındaki uyum, Bizim Türkçede kullandığımız kelimeler farklılığı sebebiyle. “Ben size ahd vermedim mi?” veya “Sizden ahd almadım mı?” Yani Allahû Tealâ’nın burada kullandığı ifade: “Sizin üzerinize ahd olmadı mı?” mânâsına, “Şeytana kul olamayacağınıza dair. Muhakkak ki şeytan, sizin için apaçık bir düşmandır.” diyor.
Burada şeytana kul olmak, herkesin başlangıçtaki durumudur. Herkes hayata şeytana kul olarak başlar. Bir kişi Allah’a yönelmedikçe, Allah’a ulaşmayı dilemedikçe tagutun (insan ve cin şeytanların) kuludur. Kurtulduğu nokta, Allah’a ulaşmayı dilediği; Allah’a yöneldiği noktadır. İşte Allahû Tealâ Zumer Suresi 17. âyet-i kerimesinde, nerede taguta kul olmaktan kurtuluyoruz, nerede Allah’a kul oluyoruz; onu ifade ediyor. Diyor ki Zumer-17’de:
39/ZUMER-17: Vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâdi.
Ve onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah’a yöneldiler (Allah’a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!
“Onlar, taguta kul olmaktan içtinap ettiler (kendilerini kurtardılar). Onlar, Allah’a yöneldiler, (Allah’a ulaşmayı dilediler. Bu sebeple taguta kul olmaktan kurtuldular). Onlara müjdeler vardır. Kullarımı müjdele.” diyor Allahû Tealâ.
Başlangıçta sahâbenin de bütün insanlar gibi taguta kul olduğunu ama Allah’a yönelerek, Allah’a ulaşmayı dileyerek taguta kul olmaktan kurtulup, Allah’a kul olduğunu belirtiyor Allahû Tealâ. Çünkü “kullarım” ifadesini kullanıyor sahâbe için. Sahâbenin başlangıçta taguta kul olduklarını da aynı âyet-i kerimede kesin olarak söylemiş Allahû Tealâ. Taguta kul iken, Allah’a kul olmayı başarmış oluyorlar. Ve tagutun (insan ve cin şeytanların), bu âyet-i kerimede ise şeytanın bize apaçık bir düşman olduğu elbette kesindir.
Yâsîn Suresinin 61. âyet-i kerimesi:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
36/YÂSÎN-61: Ve eni’budûnî, hâzâ sırâtun mustekîm(mustekîmun).
Ve Ben, sizden Bana kul olmanıza (dair ahd almadım mı?) Bu da Sıratı Mustakîm (üzerinde bulunmak)tır.
ve eni’budûnî (en i’budû-nî): Ve Bana kul olun.
hâzâ: Bu.
sırâtun mustekîmun: Allah’a yönelmiş yol, Allah’a götüren yol.
“Ve Bana kul olun. İşte bu, Sıratı Mustakîm’dir.”
Hep Sıratı Mustakîm yerinde, 23 Kur’ân-ı Kerim mealinin aşağı yukarı hepsi “doğru yol” diye kullanıyorlar Sıratı Mustakîm’i.
Sıratı Mustakîm: İstikamet üzere olan yol demek.
Doğru kelimesi, hedefi yok ediyor. Doğru yol, taguta kul olmaktan kurtulup Allah’a kul olmaktır; Allah’a ulaşmayı dilemektir. Allah’a ulaşmayı dilediğimiz andan itibaren Sıratı Mustakîm’in üzerindeyiz. Bu, birinci Sıratı Mustakîm. Allahû Tealâ’nın ilk Sıratı Mustakîm’i.
Yâsîn Suresinin 60 ve 61. âyet-i kerimeleri: Taguta kul olmaktan kurtulup Allah’a kul olduğumuz noktada, birinci Sıratı Mustakîm’in üzerinde olduğumuzun kesin olarak ispatı söz konusu.
Ve Yâsîn Suresinin 62. âyet-i kerimesi, diyor ki Allahû Tealâ:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
36/YÂSÎN-62: Ve lekad edalle minkum cibillen kesîrâ(kesîran), e fe lem tekûnû ta’kılûn(ta’kılûne).
Ve andolsun ki sizden birçoklarını dalâlette bıraktı. Hâlâ akıl etmez misiniz?
ve lekad: Ve andolsun.
edalle: Dalâlette bıraktı, saptırdı.
min-kum: Sizden.
cibillen: İnsanlar, halk, cemaat.
kesîrân: Çok, çoğu.
e: -mı?
fe: O zaman, hâlâ.
lem tekûnû: Olmuyorsunuz, olmazsınız.
ta’kılûne: Akıl ediyorsunuz.
“Ve andolsun ki sizden birçoklarını dalâlette bıraktı. Hâlâ akıl etmez misiniz?”
“Ve andolsun ki sizden birçoklarını dalâlette bıraktı. Hâlâ akıl etmez misiniz?” diyor Allahû Tealâ.
Bütün insanlar, doğuşlarından itibaren dalâlette olarak hayata başlarlar. Kendisine tebligat yapılır. Mutlaka kişi tebliğe muhatap olur. Ve tebligat yapıldıktan sonra, onun ıttılaına sunulduktan sonra, iki çeşit insan oluşur: Allah’a ulaşmayı dileyenler ve dilemeyenler. Ondan evvel (tebligattan evvel), bütün insanlar dalâlettedirler. Tebligattan sonra da Allah’a ulaşmayı dilemeyen herkes, dalâlette kalmaya devam eder.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, dalâlete düşmek diye bir sözü kullanıyorlar. Aslında insanlar hidayette değil ki dalâlete düşsünler. Başlangıçta hidayetle başlamıyor insanlar hayata, dalâletle başlıyorlar. Dalâlette kalmak veya hidayete adım atmak, hidayet üzere olmak, birbirinin zıttı olan iki kavram. Herkes dalâlettedir başlangıçta. Dalâlette kalırlar insanlar, Allah’a ulaşmayı dilemedikçe. Ama dalâlete düşmek diye bir şey de var mıdır? Elbette vardır. Bir insan Allah’a ulaşmayı diledikten sonra kendine düşenleri yaparsa: Mürşidine tâbî olur, ondan sonra da ruhu vücudundan ayrılarak Allah’a ulaşır 21. basamakta, 22. basamakta Allah’ın Zat’ında yok olur, emanet sahibine iade edilmiştir, kişi hidayete ermiştir. Birinci hidayet tamamdır. Eğer bu noktadan sonra kişi tekrar dalâlete düşerse işte o, hidayetteyken tekrar dalâlete döndüğü için buna dalâlete düşmek diyoruz.
Öyleyse birçok insan dalâlette kalmış, ama birçoklarını da hidayete erdikten sonra saptırmış, dalâlete düşürmüş. İşte birinciler, dalâlette kalanlardır. İkinciler, hidayetten sonra dalâlete düşenlerdir.
Öyleyse Allahû Tealâ’nın buradaki ifadesi: “Andolsun ki; sizden birçoklarını dalâlette bıraktı.” ifadesi, dalâlette bırakılanlar için, sadece Allah’a ulaşmayı dilemeyenler için geçerli. Dileyip de hidayete erenler, hidayetten sonra tekrar şeytan tarafından dalâlete dönerlerse bu, dalâlete düşmektir. Dalâlette kalmakla dalâlete düşmek birbirinin aynı şey değildir. Dalâlete düşmek, hidayetten sonra tekrar dalâlet ehli olmayı ifade eder.
Ve Yâsîn Suresi, 63. âyet-i kerime:
36/YÂSÎN-63: Hâzihî cehennemulletî kuntum tûadûn(tûadûne).
Size vaadedilmiş olan cehennem (işte) budur.
hâzihî: Bu.
cehennem: Cehennem.
elletî: Ki o.
kuntum: Siz oldunuz.
tûadûne: Size vaadediliyor.
“Size vaadedilmiş olan cehennem budur (işte budur).”
Şeytana tâbî olanların gideceği yer, işte orasıdır. Eğer şeytana tâbî olursanız, Allah’a ulaşmayı dilemezseniz; o zaman taguta (insan ve cin şeytanlara) tâbî olmuş olacaksınız, o zaman size vaadolunan şey cehennemdir.
Ve cehenneme gidenlerin durumları, Yâsîn-64’te de devam ediyor. Diyor ki Allahû Tealâ:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
36/YÂSÎN-64: Islevhel yevme bimâ kuntum tekfurûn(tekfurûne).
İnkâr etmeniz sebebiyle bugün ona (cehenneme) yaslanın (girin).
ıslev-hâ: Ona yaslanın.
el yevme: O gün, bugün (cehennemde olanlar için o gün).
bi-mâ: Şey sebebiyle.
kuntum: Siz oldunuz.
tekfurûne: İnkâr ediyorsunuz.
“İnkâr etmeniz sebebiyle bugün ona (cehenneme) yaslanın (girin).”
“Ona (cehenneme) girin.”
Cennete girecekler için de: “Cennete girin.” Cehenneme girecekler için de: “Cehenneme girin.” deniyor.
Kimler bunlar? Taguta kul olanlar (insan ve cin şeytanlara kul olanlar). Bir başka ifadeyle, Allah’a ulaşmayı dilemeyenler.
Ve 65. âyet-i kerime:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
36/YÂSÎN-65: El yevme nahtimu alâ efvâhihim ve tukellimunâ eydîhim ve teşhedu erculuhum bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).
Bugün onların ağızlarını mühürleriz. Kazanmış olduklarını (yaptıklarını) Bize, onların elleri anlatır, ayakları şahitlik eder.
el yevme: O gün, bugün.
nahtimu: Mühürleriz.
alâ efvâhi-him: Onların ağızlarının üzerini.
ve tukellimu-nâ: Ve Bizimle konuşur, söyler, anlatır.
eydî-him: Onların elleri
ve teşhedu: Ve şahitlik eder.
erculu-hum: Onların ayakları.
bi-mâ: Şeyleri.
kânû: Oldular.
yeksibûne: Kazanıyorlar.
“Bugün onların ağızlarını mühürleriz. Kazanmış olduklarını (yaptıklarını) Bize, onların elleri anlatır; ayakları şahitlik eder.”
Burada kıyâmet günkü mizan anlatılıyor. Kıyâmet günü hayat filmimiz, rakamlı kitabımız oradadır ve ellerimiz de ayaklarımız da yaptığımız her fiili gösteriyorlar. Dereceli olarak, rakamlı olarak gösteriyorlar. Yani hangi fiili ayaklarımızla işlemişiz, hangi fiili ellerimizle işlemişiz; yaptığımız her derecat kaybettirici fiil ve derecat kazandırıcı fiil oradadır. Her birinin kullanıldığı an gösterilen dereceler, ya pozitiftir (kazandığımız derecelerdir) ya da negatiftir (kaybettiğimiz derecelerdir). Bunların her ikisi de geçerlidir. Söz konusu olan hayat kitabımız yani hayat filmimiz, üç boyutlu olan hayat filmimiz ve Allahû Tealâ diyor ki:
“Biz, onların ağızlarını mühürleriz.” Yani: “O gün onları konuşturmayız.” Yâsîn Suresindeki bu, 65. âyet-i kerime.
Konuşmaları gerekmiyor. Çünkü insanların Allahû Tealâ’nın karşısında konuşmaları söz konusu değil, hayat filminin karşısında rakamları sadece görüyorlar. Neticede kaybettikleri fazlaysa gidecekleri yer cehennem, kazandıkları fazlaysa gidecekleri yer Allah’ın cenneti. Şahitlik de oradaki rakamlar sebebiyle tam bir şahitlik. Ayrıca bir başka şahit daha var; o kişinin düşüncelerinin de orada görünmesi. Melekler insanların düşüncelerini de filme alıyorlar, görebiliyorlar, görüntüleyebiliyorlar. O zaman bu muhtevada, kişilerin kazandıkları da kaybettikleri de uzuvlarının ve düşüncelerinin ortaya koyduğu tabloyla ortaya çıkıyor. Ve burada o kişinin elindeki mizan, milyarda bir bile hata yapmayacak olan bir doğrulukla tam tespiti yapıyor.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bir defa daha Allah’ın bir Kur’ân-ı Kerim, zikir muhtevasında birlikte olduk. Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, bugün inşaallah burada tamamlanıyor.
Allahû Tealâ’nın hepinizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını, Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi inşaallah burada tamamlamak istiyoruz.
İmam İskender Ali M İ H R