SOHBETİN ADI: EŞREF-İ MAHLÛKAT, İNSAN
TARİHİ: 15.05.2006
Eûzubillâhimineşşeytânirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bir defa daha sevenler ve sevilenler bir araya geldik. Sizleri çok ama çok seviyoruz sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım.
Bir tarafta Allah var; bizleri yaratan; hâlık; yaratıcı. Öbür tarafta da bizler varız; Allahû Tealâ tarafından yaralatılanlar. Bu yaratılan mahlûkat arasında muhakkak ki eşrefi mahlûkat olan; mahlûkatın en şereflisi olan insandır. İnsan olarak yaratıldığımız için Allah’a sonsuz hamd ve şükretmeliyiz, sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım. Sizlerle inşaallah bir insan hangi vücutlardan oluşur, bu konuyu tezekkür etmek istiyoruz.
İnsanın bir ruhu vardır, insanın bir nefsi vardır, insanın bir de fizik vücudu vardır. Üç vücuttan oluşuruz. Allahû Tealâ âlemleri yaratırken 6 günde 3 asıl, 3 de onun karşıtı olmak üzere 6 tane âlem yaratmış.
Allah’a göre bir gün. “Allah’a göre bir gün.” deyince ne demek istediğimizi yerli yerine oturtalım. Allahû Tealâ buyuruyor ki: “Burada bir gün, sizin âleminizde 1000 yıl gibidir.” diyor.
32/SECDE-5: Yudebbirul emre mines semâi ilel ardı summe ya’rucu ileyhi fî yevmin kâne mıkdâruhu elfe senetin mimmâ teuddûn(teuddûne).
Gökten arza kadar emri (Allah’tan gelen ve Allah’a dönen herşeyi) tedbir eder (düzenler). Sonra bir günde O’na yükselir ki, (o bir günün) süresi, sizin (dünya ölçülerine göre) saymanızla 1000 senedir.
Öyleyse Allah’a göre bir gün söz konusuysa birinci gün zahirî âlemi, bu içinde yaşamakta olduğumuz fizik vücudumuza ait olan âlemi yaratmış Allahû Tealâ. İkinci gün onun karşıtını yaratmış. Onun karşıtı berzah âlemidir. Berzah âlemi; bizler öldükten sonra hepimizin nefslerinin yaşayacağı, vücudumuzdan ayrılan nefslerimizin gidip orada yaşayacakları âlemin adı, berzah âlemidir. Onu hepiniz gördünüz. Berzah âlemi, bizden evvel ölmüş olanların yaşamakta olduğu âlem. Ve her gece rüyanızda oraya gidiyorsunuz zaten. Eğer etrafınızdaki şeyler fizikse, meselâ bir kapıdan kapıyı açmadan içeri giremiyorsanız, duvarlardan geçemiyorsanız orası berzah âlemidir. Nefsler kıyâmete kadar orada hayatlarını devam ettireceklerdir.
Üçüncü âlem, cinlerin yaşamakta olduğu gayb âlemi. Üçüncü gün (bir başka ifadeyle üçüncü 1000 yıl) Allahû Tealâ, cinlerin yaşamakta olduğu gayb âlemini yaratmış. Dördüncü gün de onun karşıtını yani binlerce yıl yaşadıktan sonra ölen cinlerin nefslerinin gideceği âlemi yaratmış; gayb âleminin karşıtı. Beşinci gün emr âlemini yaratmıştır. Bir tarafta 7 kat cennet, öbür tarafta 7 tane gök katı emr âlemini oluşturuyor. İki ayrı cepheden emr âlemi. Hem cennetler açısından hem de 7 tane gök katı; Allah’a ulaştıran Sıratı Mustakîm’in ya da daha doğrusu Tarîki Mustakîm’in geçeceği 7 tane âlem. Sonra da altıncı gün, cehennemleri ve yer katlarını yaratmış Allahû Tealâ.
İşte sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, bu yarattığı 6 âlemin hepsinin yaratılışı cinsiyetsiz bir insan vücudu şeklinde ve hepsi yoklukta aynı yeri kaplarlar. Birbirinin içinde, birbirini tam olarak kaplayan 6 tane âlem yaratmış Allahû Tealâ.
Yeter mi? Hayır, yetmez. Sonra da ilmiyle ve rahmetiyle, yarattığı bu 6 tane âlemi Allahû Tealâ’nın kapladığını görüyoruz. Her yeri, her noktayı kuşatmış. Bu bir âlem değil yedincisi. Ama yediye tamamlayan, Allahû Tealâ’nın ilmiyle ve rahmetiyle her şeyi kaplaması. O zaman o mevcutların ötesinde bir yeni varlık doğuyor; Allahû Tealâ’nın ilmi ve rahmetinden oluşan, aynı insan vücudu şeklindeki boşluğu tamamen kaplayan bir sistem. Böylece Kur’ân-ı Kerim’in 7 kaidesi (7’li oluşum kaidesi) bir defa daha yerli yerine oturuyor. Biliyorsunuz; gökler 7 kat, yerler 7 kattır, 7 âlem. İnsanların tekâmül seviyeleri 7.
*Emmare,
*Levvame,
*Mülhime,
*Mutmainne,
*Radiye,
*Mardiyye,
*Ve Tezkiye; 7 nefs kademesi.
*Allah’a ulaşmayı dilemek.
*Mürşide ulaşıp tâbiiyet; 2.
*Ruhu Allah’a ulaştırmak; 3.
*Fizik vücudu teslim etmek; 4.
*Nefsi teslim etmek; 5.
*İrşad olmak; 6 (ya da başka bir ifadeyle muhlis olmak).
*Bir de iradeyi teslim etmek; 7
Tekâmül seviyeleri de 7’di.
Öyleyse işte böyle bir dizaynda Allahû Tealâ’nın 7 kaidesini, her istikamette gerçekleştirdiğini görüyoruz. Ve insan adı verilen bu mahlûku Allahû Tealâ bir ruhtan, bir neftsen, bir de fizik vücuttan oluşturmuştur. Secde Suresinin 9. âyet-i kerimesinde diyor ki:
32/SECDE-9: Summe sevvâhu ve nefeha fîhi min rûhihî ve ceale lekumus sem’a vel ebsâre vel efidete, kalîlen mâ teşkurûn(teşkurûne).
Sonra (Allah), onu dizayn etti ve onun içine (vechin, fizik vücudun içine) ruhundan üfürdü ve sizler için sem’î (işitme hassası), basar (görme hassası) ve fuad (idrak etme hassası) kıldı. Ne kadar az şükrediyorsunuz.
“ve nefeha fîhi min rûhihî.”
Allahû Tealâ: “Biz, onun (insanın) içine ruhumuzdan üfürdük.” diyor.
Allahû Tealâ ruhundan bize, bütün insanlara doğdukları zaman ruhundan üfürüyor.
Sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ’nın ruh üfürmesi! Demek ki üfürülen bir ruh var. Bu, Allah’ın ruhu. Her ne kadar biz insanlar: “Bizim ruhumuz.” falan dersek de realite odur ki; söz konusu olan Allah’ın ruhudur. Allahû Tealâ ruhunu geri istiyor. Onu Allah’a iade etmek zorundayız. Bir ruhumuz var, üfürülmüş ama üfürüldüğü bir de fizik vücudumuz var.
15/HİCR-26: Ve lekad halaknâl insâne min salsâlin min hamein mesnûn(mesnûnin).
Andolsun ki; Biz insanı, “hamein mesnûn olan salsalinden” (standart insan şekli verilmiş ve organik dönüşüme uğramış salsalinden) yarattık.
Allahû Tealâ: “Biz insanı hamein mesnûn olan (yani nemli ve organik hale dönüşebilen) salsalinden yarattık.” diyor. “Topraktan oluşturduk.” diyor.
Öleyse yaratma fiili kullanmış; halk etme fiili kullanmış. Öyleyse insan topraktan halk edilmiştir (yaratılmıştır), fizik vücudumuz yaratılmış. Ruhumuz üfürülmüş, nefyedilmiş. Bir de nefsimiz var. Allahû Tealâ Şems Suresinin 7. âyet-i kerimesinde: “ve nefsin ve mâ sevvâhâ.” diyor, “O nefse ve onu sevva edene.”
91/ŞEMS-7: Ve nefsin ve mâ sevvâhâ.
Nefse ve onu (7 kademede ahsene dönüşecek şekilde) sevva edene (dizayn edene) (andolsun).
Nefsimizse şekillendirilmiş, dizayn edilmiş, sevva edilmiş. Öyleyse nefsimiz için söz konusu olan şey, nefsimizin sevva edilmesi. Halk edilen bir fizik vücudumuz (yaratılan bir fizik vücudumuz), üfürülen (nefyedilen) bir ruhumuz ve sevva edilen (dizayn edilen) bir nefsimiz var. Böyle ise böyle olduğuna göre bir insan üç vücuttan oluşuyor. Bu içinde yaşamakta olduğumuz âlem, zahirî âlemdir. Bu âleme ait olan vücudumuz; şu vücut; hepimizin baş gözleriyle görebildiğimiz bu vücut. Nefsimiz, bizden evvel ölenlerin yaşamakta olduğu gayb âleminin vücudu. Üç âlem de gayb âlemi, zahirî âlem ve emr âlemi; üçü de boşlukta, yoklukta aynı alanı kaplarlar. İnsan vücudu şeklindeki bu bütünün sadece bir kısmı kullanılır. Her âlemde bir kısmı kullanılır.
Öyleyse ruhumuzla, vechimizle, nefsimizle biz bir bütünüz. Allahû Tealâ bizi bu standartlarda yarattıktan sonra, emir vermiş bize: “Ruhunuzu da vechinizi de nefsinizi de Bana teslim edeceksiniz.” diyor. Bu üç vücudumuza ilâveten “irade” diye bir, Allahû Tealâ’nın ni’meti var üzerimizde. Allahû Tealâ bütün insanları serbest iradeyle yaratmış. Bütün insanlar serbest iradeyle yaratılmış. Bütün insanlar bu sebeple dilediklerini yapmakta hür kılınmış Allahû Tealâ tarafından; ama her şeyin karşılığı ödenmek kaydıyla. Ne demek istiyoruz? İki kiramen kâtibîn meleği, Allah’ın iki resûlü -ikisi de resûldür; Allah’ın resûlleridir- herkes için vazifelidir. Herkes için ayrı iki tane melek görev yapar. Biri kameramandır; hayatınızı filme alır. İkincisi de şahittir. Mizanı düzenleyen ikincisidir.
Hayatınızın her saniyesinde ya derecat kazanırsınız ya da kaybedersiniz. Yani bir insan, “Ben şu anda kimseye bir kötülük yapmıyorum, bir yanlış davranışım yok şu anda kimseye karşı. Gerçi ibadet etmiyorum, bu sebeple derecat kazanmıyorum ama kimseye de bir kötülüğüm olmadığına göre derecat da kaybetmiyorum.” diye düşünebilir insanlar. Kaybediyorsunuz sevgili kardeşlerim. Eğer zikretmiyorsanız, kaybediyorsunuz. Her saniye derecat kaybediyorsunuz. Hayatımız boyunca her saniyeye Allahû Tealâ’nın bir derecat verdiğini düşünelim. Bir kişi Allah’ı zikretmedikçe devamlı derecat kaybeder. Neden öyle? Çünkü Allahû Tealâ daimî zikri farz kılmıştır. Şöyle buyuruyor:
4/NİSÂ-103: Fe izâ kadaytumus salâte fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum, fe izatma’nentum fe ekîmus salât(salâte), innes salâte kânet alâl mu’minîne kitâben mevkûtâ(mevkûten).
Böylece namazı bitirdiğiniz zaman, artık ayaktayken, otururken ve yan üstü iken (yatarken), (devamlı) Allah'ı zikredin! Daha sonra güvenliğe kavuştuğunuz zaman, namazı erkânıyla kılın. Muhakkak ki namaz, mü'minlerin üzerine, "vakitleri belirlenmiş bir farz" olmuştur.
“fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum.” diyor, “Öyleyse ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah’ı zikredin.”
İşte Allah’ı ya zikreder insanlar ya da zikretmez. Zikrederse her saniye derecat kazanır. Öyle ki eğer kaybetseydi; bir saniye… 10 saniyelik bir zaman parçası düşünelim. Bu 10 saniyelik zaman parçasında eğer bir kişi zikrederse, her saniye için 10 derece kazanacaktır. 10 saniyede 100 derecat kazanacaktır. Eğer zikretmezse 10 derece kaybedecektir, 10 saniyelik bir zaman dilimi.
Peki, bu kişi mürşidine ulaşmışsa, tâbî olmuşsa (Allah’a ulaşmayı dileyip sonra da mürşidine ulaşıp tâbiiyeti gerçekleştirmişse), o zaman her saniye zikrederse her saniye 10 derecat kazanmaz, 100 derecat kazanmaya başlar. Bu kişinin ruhu vücudundan ayrılıp da Tarîki Mustakîm üzerinde Allah’a doğru yola çıkmışsa, her gök katında 100’er 100’er her saniye kazandığı; zikir sebebiyle kazandığı veya Allah’a ibadet sebebiyle kazandığı dereceler artar. Namaz kılmak da her saniye o kişiye 100 derecat kazandırır. Zikir yapmak da kazandırır. Zikir yapmak kesintisiz bir vetiredir. Namazı kimse devamlı kılmak yetkinsinin sahibi kılınmamıştır. Şu gelmiş geçmiş peygamberlerin içinde en çok namaz kılma emri, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e gelmiştir. Allahû Tealâ diyor ki: “Gecenin bir noktasında kalk da en az gecenin üçte biri kadar, en çok üçte ikisi kadar namaz kıl.”
17/İSRÂ-79: Ve minel leyli fe tehecced bihî nâfileten lek(leke), asâ en yeb’aseke rabbuke makâmen mahmûdâ(mahmûden).
Gecenin bir kısmında uyan ve sana özel nafile (ilâve) olarak O’nunla (Kur’ân’la) teheccüd namazı kıl! Rabbinin seni Makam-ı Mahmut’a beas etmesi (ulaştırması) yakındır.
İşte sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in her gün ikindi namazından evvel; öğle namazıyla ikindi namazı arasında keylule isimli bir uykuya yattığını biliyoruz. İki saat falan süre bir uyku. Bunu mutlaka O, her gün gerçekleştirirdi.
Öyleyse Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in Allahû Tealâ tarafından verilen emri yerine getirmesi, O’na ait olan özel bir namazı kılmasıyla mümkündü. Gecenin üçte birini teheccüd namazıyla geçirirdi, en az.
Sevgili kardeşlerim, işte kim ruhunu Allah’a ulaştırırsa, böyle bir kişi her saniye zikir yaparsa veya herhangi bir ibadet yaparsa, o kişi her saniye 700 derecat kazanır. Kaybettiği zaman da sadece bir derecat kaybeder. İşte Allahû Tealâ bu kadar cömerttir. Bu kadar açık bir şekilde hediye etmekten, insanlara mutluluk vermekten büyük zevk duyar.
Sevgili kardeşlerim, işte bu üç vücudumuzdan nefsimiz, baştan aşağı %100 afetlerle doludur. Fizik vücudumuz hangi görüntüdeyse tam o görüntüyü mutlaka nefsimiz de ihata eder. Ve nefsimizin kalbinde %100 afetler mevcut olarak doğarız. Bütün doğan insanlar, nefslerinin kalbi %100 afetlerle dolu olarak doğar.
Kapkaranlık bir kalp; yıldızsız bir gece, aysız bir gece; aysız ve yıldızsız bir gece ne kadar karanlık olabilirse o kadar karanlık bir kalp. Bu kalpte afetler var: Öfke, kin, kıskançlık, haset, isyan, iptilâlar, düşmanlık, pintilik, bir sürü afet. Buna mukabil bir de ruhumuz var, Allah’ın bize üfürdüğü ruh. O da %100 hasletlerle dolu.
Sevgili kardeşlerim, ruhumuz %100 hasletlerle dolu. Nefsimizde düşmanlık var, ruhumuzda dostluk var. Nefsimizde öfke var, ruhumuzda sükûnet. Nefsimizde haset var, ruhumuzda dostluk. Nefsimizde kıskançlık var, ruhumuzda cömertlik var. Nefsimizdeki bütün negatif faktörlerin pozitif karşılığı ruhumuzun hasletleriyledir. Ruhumuzun hasletlerinde, hasletlerinin isimlerini taşır. Düşmanlığın yerini dostluk almıştır; nefretin yerini sevgi. Ve Allahû Tealâ’nın bütün insanlara verdiği emir, nefslerini ruh hüviyetine ulaştırmalarıdır. İşte bunun için Allahû Tealâ biz insanlara, “zikir” adlı bir hediye vermiştir.
Zikir; Allah’ın İsmi’ni “Allah, Allah, Allah, Allah,” diye sesli veya sessiz olarak Allah’ın Adı’nı tekrar etmektir. Ama bir de kalbî zikir var. Ne sesiniz çıkacak ne de diliniz kımıldayacak. Dilinizi de kımıldatmadan, sesinizi de çıkartmadan iç dünyanızda yankılanan iç sesinizle “Allah” kelimesini tekrar etmek. Diliniz asla kımıldamayacak, sadece kalbinizde sesi duyacaksınız. Şimdi dilinizi hareket haline getirmeyin, dişlerinizin arasına koyun dilinizi, tutun orada, kımıldatmayın, ses de çıkarmayın ve içinizden “Allah” kelimesini söyleyin. Göreceksiniz ki çok kolay olarak söylersiniz. İşte o iç sesinizdir.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allahû Tealâ’nın hepinizden istediği şey, iç sesinizle Allah’ın İsmi’ni giderek artan bir boyutta, ömür boyunca tekrar etmenizidir. O’nun en çok istediği şey herkesin daimî zikre ulaşmasıdır. Allah’ın hedefi bütün insanlar için daimî zikirdir. Daimî zikir olmazsa nefsin teslimi gerçekleşemez.
Ruhunuz 21. basamakta Allah’a ulaşır, Allah’ın Zat’ında yok olur; 22. basamak. Bütün insanlardan Allahû Tealâ bunu mutlak olarak ister. Bütün insanlara aynı istikamette bakar Allahû Tealâ. Herkesin mutlaka ruhunu şu dünya hayatını yaşarken Allah’a mutlaka ulaştırması, Allah’ın vazgeçilmez bir farzıdır. Ve bu ulaştırmayı zannetmeyin ki insanlar yaparlar. Hayır, insanlar sadece bir dileğin sahibi olurlar, derler ki: “Ya Rabbi! Biz ruhumuzu Senin onca ermiş evliyan var, onlar gibi hayattayken; şu hayatı yaşarken Sana ulaştırmayı istiyoruz.” Ya da “Ya Rabbi! Bunca ermiş evliyan nasıl ermiş evliya olduysa biz de öyle olmak istiyoruz. Ruhumuzu Sana ulaştırarak ermiş evliya olmak istiyoruz.” Ve “Ya Rabbi!” veya “Ben ruhumu bu dünya hayatını yaşarken Sana ulaştırmak istiyorum.” İşte hepsi aynı dilek. Ama önemli mi önemli sevgili kardeşlerim bu dilek. Çünkü bu dileğin sahibi olmayan kişinin cennete girmesi imkânsızdır. Bu dileğin sahibi olan kişinin de cehenneme girmesi imkânsızdır. Böyle bir kişi yani Allah’a mülâki olmayı; ruhunu ölmeden evvel Allah’a ulaştırmayı dileyen bir insan mutlaka ruhunu Allah’a ulaştırır.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, ruhumuzu Allah’a hayattayken ulaştırmak. İşte Allah’ın hakikatlerini bilmeyen, kitaplardan öğrendikleri ilimle ilim sahibi olduklarını düşünen insanlar derler ki: “Hafazanallah, hiç insanın ruhu Allah’a ulaşır mı? Allah bir defa ulaşılmazdır. İkincisi, ruhumuz vücudumuzdan ayrılmaya görsün; biz ölürüz. Ölüm meleklerinin görevi ne ki? Görevi ruhumuzu alıp Allah’a ulaştırmaktır. Eee? Bu görevi yaptıklarına göre demek ki biz ölüyoruz ki; onlar da ruhumuzu götürüp Allah’a teslim ediyorlar.”
Sevgili kardeşlerim, ruh iki şekilde Allah’a ulaşır.
1- O kişi hayatında yaşarken, Allah’a ulaşmayı Allahû Tealâ’nın üzerine defaatle farz kılmasına rağmen bu görevini gerçekleştirememiştir. Gerçekleştirmeyince gerçekleştirmeden ölmüştür. O zaman ölüm melekleri o kişiye ulaşırlar, kontağı kapatırlar. Yani? Yani o kişinin vücudundaki mitokondriler artık enerji üretemezler; elektrik enerjisini üretemezler. Üretemezlerse hayat durur kişinin vücudunda. Hiçbir fonksiyon eda edilemez. O kişi ölür. Eğer ruh vücuttaysa artık o vücut onun için bir mekân olmaktan çıkar. Neden? Vücut öldüğü zaman, ruhu ve nefsi kendisinde taşıma özelliği olan hayat müessesesi ondan alındığı için, zahirî âleme ait olan bir parça haline gelir. Nefs berzah âleminin malıdır, ruh da emr âleminin malıdır. Bu sebeple ne emr âlemi varlığı olan ruh için ne de berzah âleminin malı olan nefs için fizik vücut artık bir madde değildir. Ölümden sonra ruh ve nefs için fizik vücut bir sığınak değildir, bir görüntüdür sadece. Onun içinden geçerler. Ellerini uzattıkları zaman, içinden elleri uzanır öbür tarafa ama o bir sığınak değildir artık. Sığınak olmak vasfı kaybedilmiş ve zahirî âlemin cansız bir maddesinin nasıl nefs içinden geçebilirse, nasıl ruh içinden geçebilirse fizik vücudun da içinden geçip gider. Fizik vücut onun için hayatiyetini kaybettiği noktadan itibaren artık bir sığınak olamaz.
İşte böyle bir dizayn içerisinde nefsimiz, nefs tezkiyesi denen bir işlemi yapmak ve ruhu Allah’a ulaştırmak mecburiyetinde. Bu, bütün insanların üzerine farz kılınmış bir olaydır. Mutlaka yerine getirilmesi lâzımdır. Bir insanın böyle bir şeyi yerine getirme gayreti, o kişinin dünya mutluluğunun yarısını mutlaka yaşamasını ifade eder. Ve 3. kat cenneti de kesin olarak o kişiye kazandırır. Ne oluyor o zaman? Bir kişi ya Allah’a ulaşmayı diler ya da dilemez. Dilemezse ne olur? Dilemezse cehenneme gider. Cehenneme gittiği kesin mi? Evet, kesin.
Allahû Tealâ diyor ki Mu’minûn Suresinin 102. âyet-i kerimesinde:
23/MU'MİNÛN-102: Fe men sekulet mevâzînuhu fe ulâike humul muflihûn(muflihûne).
O zaman kimin mizanı (sevap tartıları) ağır gelirse işte onlar, felâha erenlerdir.
“Kıyâmet günü mizanlar kurulur. Kimin sevap tartıları ağır gelirse (sevapları günahlarından çok olursa) onlar felâha erenlerdir (kurtuluşa erenlerdir, gidecekleri yer cennettir).”
Mu’minûn-103:
23/MU'MİNÛN-103: Ve men haffet mevâzînuhu fe ulâikellezîne hasirû enfusehum fî cehenneme hâlidûn(hâlidûne).
Ve kimin mizanı (sevap tartıları) hafif gelirse, işte onlar, nefslerini hüsrana düşürenlerdir. Onlar, cehennemde ebediyyen kalacak olanlardır.
“Kimin de günahları sevaplarından fazla olursa onların gidecekleri yer cehennemdir,” diyor, “ebediyyen kalmak üzere. Onlar hüsranda olanlardır.” diyor Allahû Tealâ.
Amelleri boşa gidiyor insanların; eğer Allah’a ulaşmayı dilemezlerse amelleri boşa gidiyor.
Allahû Tealâ Kehf- 105’te diyor ki:
18/KEHF-105: Ulâikellezîne keferû bi âyâti rabbihim ve likâihî fe habitat a’mâluhum fe lâ nukîmu lehum yevmel kıyameti veznâ(veznen).
İşte onlar, Rab’lerinin âyetlerini ve O’na mülâki olmayı (ölmeden evvel ruhun Allah’a ulaşmasını) inkâr ettiler. Böylece onların amelleri heba oldu (boşa gitti). Artık onlar için kıyâmet günü mizan tutmayız.
“Kim Allah’a mülâki olmayı inkâr ederse (ki bunların Allah’a ulaşmayı dilemeleri hiçbir zaman mümkün değildir; inkâr ediyor zaten adam), onların amelleri boşa gider.” diyor Allahû Tealâ.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, amelleri boşa giden insan; o zaman kazandığı bütün dereceler sıfır. Hiçbir kıymeti harbiyesi yok. O kişinin günahları mutlaka sevaplarından fazla, öyleyse gideceği yer Mu’minûn-103’e göre mutlak olarak cehennem. O insanlar hüsranda. Sevgili kardeşlerim, ama kişi Allah’a ulaşmayı dilerse o zaman farklı bir olay tahakkuk ediyor. Enfâl Suresinin 29. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:
8/ENFÂL-29: Yâ eyyuhâllezîne âmenû in tettekullâhe yec’al lekum furkânen ve yukeffir ankum seyyiâtikum ve yagfir lekum, vallâhu zul fadlil azîm(azîmi).
Ey âmenû olanlar! Allah’a karşı takva sahibi olursanız sizi furkan (hak ve bâtılı ayırma özelliği) sahibi kılar! Ve sizden (sizin) günahlarınızı örter ve size mağfiret eder (günahlarınızı sevaba çevirir). Ve Allah, büyük fazl sahibidir.
“Ey inananlar! Takva sahibi olun.” Yani: “Sadece inanmanız (başka bir tabirle; herkesin söylediği gibi mü’min olmanız, Allah’a îmân etmeniz, inanmanız) sizi kurtaramaz.” diyor Allahû Tealâ. “Takva sahibi olun (yani Allah’a ulaşmayı dileyin).”
Sadece Allah’a ulaşmayı dileyenler şirkten kurtulurlar ve takva sahibi olurlar. Eğer bir kişi Allah’a ulaşmayı dilemezse o kişi takva sahibi değildir ve şirktedir. İşte Rûm Suresinin 31. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:
30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve O'na karşı takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.
“munîbîne ileyhi vettekûhu: Allah’a yönel ve takva sahibi ol.”
Takva sahibi olmayan ama Allah’a inanan birisine sesleniyor Allahû Tealâ: “Takva sahibi olun,” diyor, “ki Allah size furkanlar versin ve sizin günahlarınızı örtsün.” diyor Allahû Tealâ.
Sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ bütün insanların işlediği bütün günahları örtmeye hazır. Sadece bir tek dilek istiyor onlardan. Diyor ki: “Siz, ey insanlar! Bana ulaşmayı dileyeceksiniz. Dilerseniz sizin günahlarınız örterim (Enfal Suresi 29. âyet-i kerimesi). Dilemezseniz, o zaman amelleriniz boşa gider.”
Allahû Tealâ günahlarımızı örttüğü zaman ne oluyor? Günahlar sıfır; o kişinin sevapları kalıyor geriye. Sevapları mutlaka var olduğuna göre, mutlaka bu kişi sevapları günahlarından fazla olan kişi. Öyleyse Mu’minûn Suresinin 102. âyet-i kerimesine göre cennete girecek. Kim bu adam? Sadece bir tek dileğin sahibi olmuş, Allah’a ulaşmayı dilemiş ve ölmüş. Bu adamın gideceği yer cennettir.
Bir başkasını düşünelim: 80 yaşında ölmüş. 15 yaşında sorumluluk başlıyor. Sorumluluğunu müdrik olmuş. Ve ona öğretilen şey, “İslâm’ın 5 şartını yaşa, mutlaka cennete girersin.” olduğu için, İslâm’ın 5 şartını 65 yıl süreyle gerçekleştirmiş. Namaz kılmış, oruç tutmuş, zekât vermiş, hacca gitmiş, kelime-i şahadet getirmiş ve ölmüş. 65 yıl İslâm’ın 5 şartını yerine getiren bu kişi, Allah’a ulaşmayı dilemeden ölmüş. O zaman onun amelleri boşa gidiyor.
Peygamber Efendimiz (S.A.V) de diyor: “Hiç kimse amelleri ile cehennemden kurtulamaz.” Hadîs-i şerif. “Hiç kimsenin amelleri onu cennete ulaştıramaz.” diyor, “Amelleri sebebiyle kimsenin cennete girmesi mümkün değildir.” diyor.
Öyleyse demek ki bunun dışında başka bir faktör var: İşte o, Allah’a ulaşmayı dilemek.
İşte sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ, Allah’a ulaşmayı dilersek bizim günahlarımızı örtüyor. Ertesi gün ölsek, o gün ölsek diledikten sonra; her ikisinde de o kişi mutlaka cennete girer. Öbür taraftan 65 yıl ibadet eden bir kişi, sırf Allah’a ulaşmayı dilemiyor diye (böyle bir talebi yok diye), onun gideceği yer cehennem; çünkü bütün amelleri heba oluyor.
Onun için sevgili kardeşlerim, bir hedef söz konusuysa bu hedef mutlaka Allah’a ulaşmayı dilemekten başlar. Dilediniz, Allah derhâl size Rahîm esmasıyla tecelli eder. Furkanlar verir. Göğsünüzden kalbinize nur yolu açar ve sizin zikir yapmanızı emreder. Mürşidinizi Allah seçer, sizi ulaştırır. Tâbiiyetinizle beraber ruhunuz vücudunuzdan ayrılır. Siz sadece Allah’a ulaşmayı dilediniz. Geri kalan işlerin hepsi Allah tarafından yapıldı. Söylediğim her şey size hiç sormadan Allahû Tealâ’nın sizin için gerçekleştirdiği güzelliklerdir.
Sonra ne olur? Tâbî olursunuz mürşidinize; ruhunuz vücudunuz terk eder ve göklerde 7 tane gök katını aşacak bir yolculuk yapar. Nefsinizin kalbindeki nurlar devamlı artarken ruhunuz da devamlı Allah’a doğru, 7 tane gök katına yükselir. Nefs-i Emmare, Levvame, Mülhime, Mutmainne, Radiye, Mardiyye ve Tezkiye isimli 7 tane kademe aşarsınız. Bu, 7 tane gök katını aşmak demektir. Her birinde nefsinizin kalbinde %7 fazl birikimi olur. Yani Allahû Tealâ nefsinizin kalbine îmân kelimesini yazar.
Allah’a ulaşmayı diledikten sonra mürşidinize ulaşıyorsunuz ya, tâbiiyetinizi gerçekleştiriyorsunuz ya o zaman, tâbiiyetinizi gerçekleştirdiğiniz zaman Allahû Tealâ kalbinize îmân kelimesini yazıyor. Önemli mi? Çok önemli. Çünkü bu kelime bir manyetik alan sahibidir. Ve zikir yaptığınız zaman o noktadan itibaren Allahû Tealâ sizin kalbinize rahmetle fazl ve rahmetle sâlâvât isimli iki tane nur gönderir. O gönderdiği; iki grup nur gönderir. Gönderdiği nurlardan fazıllar, nefsinizin kalbinde yazan îmân kelimesinin zıddı manyetik alanın sahibidir. Böylece zıt manyetik alanla diğeri birbirini bütünler. Yani birbirini çeker. Nefsinizin kalbine ulaşan fazılların hepsi, nefsinizin kalbi tarafından çekilmeye başlanır.
Böylece ruhunuz ilk %7 nur birikiminde 1. gök katına, sonra her %7 fazl birikiminde 2., 3., 4., 5., 6., 7. gök katına ulaşır. 7. gök katında 7 âlem geçer. Allah’ın Zat’ına ulaşır, Allah’ın Zat’ında yok olur. İşte bu vuslattır; ruhunuzun Allah’a ulaşmasıdır. Ve Allahû Tealâ bunu herkese garanti ediyor. Diyor ki: “Bana ulaşmayı dileyeceksiniz, sizden başka bir şey istemiyorum.” diyor. “Bana ulaşmayı dileyin, gerisini Bana bırakın.” diyor. “Size namazı Ben sevdireceğim.” diyor. “Size orucu sizi acıktırmayacak şekle Ben sokacağım.” diyor. “Zekât vermeyi size güzel göstereceğim.” diyor. “Oruç tuttuğunuz zaman açlık hissetmeyeceksiniz.” diyor. “Bütün ibadetlerinizi severek yapacağınız bir formasyona sizi sokacağım.” diyor Allahû Tealâ. Ve de kişi neticede ruhunu Allah’a ulaştırıyor.
Ne olur? Bu kişi 3. basamakta Allahû Tealâ’ya ulaşmayı diler, 1. cennetin sahibi olur.
14. basamakta mürşidine ulaşıp tâbiiyetini gerçekleştirdiği zaman, 2. kat cennetin sahibidir.
Ruhunu Allah’a ulaştırdığı zaman 3. kat cennetin sahibidir. Ve bunları o kişi yapmamıştır. O kişi sadece Allah’a ulaşmayı dilemiştir; ne yaptıysa o yaptığı şeylerin hepsini ona Allah yaptırmıştır. O kişinin burada bir fonksiyonu yoktur. Allah, onun vücuduna onu şeytandan %100 muhafaza ederek, yapması lâzım gelen şeyleri yaptırmıştır. Ve kişinin ruhu, her %7 nur birikiminde nefsinin kalbinde Allah’a doğru yaptığı yolculukta Allah’a ulaşmıştır.
Öyleyse bir kısım insanlar: “İnsan iki vücuttan oluşur. Birisi fizik vücuttur; şu vücuttur. İkincisi de eğer afetleri çoksa o kişinin nefs adını alır. Eğer hasletleri çoksa ruh adını alır.” diyorlar. Kur’ân-ı Kerim’le uzaktan yakından ilişkisi olmayan bir izah tarzı.
Sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ’nın ne söylediğini insanların kitaplarından öğrenmeyi bırakın, Kur’ân’dan öğrenin. Allah bizim gibi hiç Arapça bilmeyen bir insana Kur’ân’ı öğretti. Öyleyse Kur’ân’a dikkatle bakın. Sizi kurtuluşa ulaştıracak olan Kur’ân’dır.
Ve de kim Allah’a ulaşmayı dilerse, Allah onu mutlaka Kendisine ulaştırır. Ne olur? O kişinin ruhu vücudunu terk eder, 7 tane gök katını giderek artan zikirleriyle ruh aşar. 7. katta 7 tane âlemi geçer, Allah’ın Zat’ına ulaşır, Allah’ın Zat’ında yok olur.
Nefs ne olur? Nefs, o kişi öldüğü zaman vücudundan ayrılıp berzah âlemine gider. O kişi hayattayken hep fizik vücut ve nefs birlikte kalacaklardır. Eğer kişi daimî zikre ulaşabilirse, nefsinin kalbinde hiç afet kalmayacağı için nefsi de ruh hüviyetine girer kişinin. O zaman o kişi ulûl’elbab olur; lübb’lerin sahiplerinden birisi olur. Allah ile tezekkür etmeye başlar. Allah ile karşılıklı konuşmaya başlar. Allah ona vahiy yoluyla devamlı suallerinin cevabını ulaştırır.
Sevgili kardeşlerim, öyleyse sakın unutmayın! Bir tane vücudunuz yok. Şu vücut sadece değil sizin. Onun içinde nefs var, onun içinde henüz Allah’a ulaşmayı dilemeyenler için ruh var. Dileyenler için de ruh var. Ta ki o kişi diledikten sonra, 14. basamakta mürşidine ulaşsın da tâbiiyetini gerçekleştirsin. Tâbiiyetini gerçekleştirince, bu ihsanla tâbiiyettir. Kişi mürşidine ulaşıncaya kadar 7 tane… Allah’tan (7 tane değil) 12 tane ihsan almıştır. Bu ihsanlardan sonraki tâbiiyetinde Allahû Tealâ’dan 7 tane de ni’met alacaklardır. Böylece 12 + 7; 19 eder. 12 ihsan, 7 ni’met; 19 tane, Allahû Tealâ’dan kişinin alacağı hediyeyi ifade eder. Sadece Allah’a ulaşmayı dileyenler buna kavuşur. Bu tâbiiyet, ihsanla tâbiiyettir. Ruh vücudu terk eder, Allah’a doğru yolculuğa çıkar ve Allah’a ulaşır.
İşte sevgili kardeşlerim, üç vücudun öyküsü. Bir defa daha tekrar ediyoruz: Üç vücudunuz var. Kim size, iki tane vücudunuz var derse onu bize gönderin. Onunla biz konuşalım. Kur’ân âyetlerinin ne söylediğini anlatalım ona.
Sevgili kardeşlerim, kulaktan dolma sözlerle, kulaktan dolma davranış biçimleri sergileyebilirsiniz ancak; hiçbir zaman Allah’ın cennetine giremezsiniz. Çünkü o sözlerde ruhun vücuttan ayrılması diye bir şey kesinlikle kabul edilmez. Derler ki: “Bir insan, ruhu vücuttan ayılırsa mutlaka ölür.”
Sevgili kardeşlerim, Kur’ân’a aykırı o kadar çok şey İslâm statüsü içerisine girmiş ki; bunları birer birer ayıklamakla vazifelendirildik. Bir tanesi de budur. Ruh vücuttan ayrılırsa insan ölmez. Ruhun vücuttan ayrılması bir ölüm sebebi değildir. Tam aksine kişi ölür, ondan sonra ruh vücudu terk etmek mecburiyetindedir. Sebebi de son derece açık. Çünkü o fizik vücut artık onun için bir sığınak olamaz. Öldüğü andan itibaren fonksiyonel değildir. O zaman zahirî âleme ait olan bir parçadır sadece. O ise hem nefs için bir görüntüdür hem de ruh için bir görüntüdür. Çünkü ruh emr âleminin varlığıdır, nefs de berzah âleminin varlığıdır.
Başka âlemdeki bir varlık bu âlemdekini eğer görebiliyorsa, Allah’ın öyle bir ni’meti varsa üzerinde görebilir. Ama ona dokunamaz. O, onun için bir görüntüdür sadece. Sevgili kardeşlerim, tayyi mekân yaptığınız zaman göreceksiniz ki; nefs tayyi mekânında insanlar göreceksiniz; sizin gibi insanlar ama siz onlara dokunamıyorsunuz. Evler göreceksiniz, onlara dokunamıyorsunuz ama bir tarafından giriyorsunuz evin, öbür tarafından çıkabiliyorsunuz. İnsanların konuşmalarını duyuyorsunuz, siz de onlara konuşuyorsunuz, onlarla konuşmak istiyorsunuz. Onlar sizi hiçbir zaman göremiyorlar, sesinizi de duyamıyorlar, akıl da erdiremiyorsunuz, bu nasıl iş diye. İşte o zaman bu âlemdesiniz; zahirî âlemdesiniz ama nefsinizle olduğunuz için onlar sizi göremez, sesinizi de işitemezler.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, bir defa daha üzerine basarak tekrar edelim: Üç tane vücudumuz var. Ruhumuz emr âleminin varlığı; Allah’tan üfürülen ve Allah’a tekrar geri dönecek olan Allah’ın ruhu. Bizim ruhumuz değil; Allah’ın ruhu, bizde bir emanet. İkincisi nefsimiz, berzah âleminin varlığı. Fizik vücudumuzun içinde her gece vücudumuzu terk ederek berzah âlemine veya başka âlemlere gider. Sonra döner ki uyanmamız sağlanabilsin, fizik vücudumuzu bu âlemde kullanabilelim. Ruhumuz, nefsimiz. Üçüncüsü de hepinizin çok iyi bildiği fizik vücutlarınız. Bu âlemin varlığı, zahirî âlemin varlığı.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allahû Tealâ’nın huzurunda hepinizi selâmlıyoruz.
Esselâmu aleykum ve rahmetullah ve berekâtuhu.
İmam İskender Ali M İ H R