SOHBETİN ADI: TÎN-4, 5 (Âyetlerin Sırları)
TARİHİ: 16.04.2008
Eûzubillâhimineşşeytanirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bir defa daha Allah’ın bir zikir sohbetinde Allahû Tealâ bizleri birlikte kıldı. Konumuz: Âyetlerin sırları; Tîn Suresinin 4. ve 5. âyetleri.
Allahû Tealâ buyuruyor Tîn-4’de:
Eûzubillâhimineşşeytanirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.
“lekad halaknel insâne fî ahseni takvîm(takvîmin).”
Tîn-5’de de buyuruyor ki: “summe redednâhu esfele sâfilîn(sâfilîne).”
Allahû Tealâ diyor ki Tîn-4’de:
95/TÎN-4: Lekad halaknel insâne fî ahseni takvîm(takvîmin).
Andolsun ki Biz, insanı (nefsini), ahseni takvim içinde (nefs tezkiyesi ve tasfiyesi yaparak en güzele ulaşabilecek özellikte) yarattık.
lekad: Andolsun (ki).
halaknel insâne: İnsanı halk ettik (yarattık).
fî: İçinde.
“ahseni takvîm(takvîmin).”
“Ahsen-i takvim içinde.”
Yani: “Güzellerin en güzeli olan bir noktaya ulaşabilecek olan bir takvim içinde, bir yapı içinde yarattık.”
İnsanın takviminde, hayat gelişmesinde ruhunu, vechini, nefsini ve iradesini Allah’a teslim etmek diye dört tane teslim sıralanır. Bu teslimlerden en sonuncusuna ulaşmak, iradeyi de Allah’a teslim etmek, ahsen-i takvime ulaşmaktır, takvimin (zaman parçalarının) nihai neticesine ulaşmak demektir.
Tîn Suresinin 5. âyet-i kerimesi:
95/TÎN-5: Summe redednâhu esfele sâfilîn(sâfilîne).
Sonra onu, esfeli safiline (en sefil hale, nefsinin karanlıklarına) iade ettik (çevirdik).
“summe redednâhu esfele sâfilîn(sâfilîne).”
summe: Sonra.
redednâ: Biz reddettik
hu: Onu.
esfele sâfîlîne: En sefil hale (sefillerin sefili bir hale).
Yani: “Nefsinin karanlıkları içinde kaybolmasına gönderdik,” diyor, “iade ettik, geri döndürdük.”
İşte buradan çıkan sonuçta iki özellik var:
Bir, insanın ahsen-i takvim içinde yaratılması yani ruhunu da vechini de nefsini de iradesini de Allah’a teslim edebilecek olan bir özellikle yaratılması.
Ne olur bir kişi ruhunu nefsini teslim ettiğinde? Nefsinin kalbinin yarısı nurlarla dolar; %51’i.
Fizik vücudunu teslim ettiğinde nefsinin kalbinin %81’i nurla dolar. Nefsini teslim ettiğinde %100’ü nurla dolar. İradesini teslim ettiğinde o kişi irşada memur ve mezun kılınır. Nefsinin kalbi zaten %100 nurlarla dolmuştur ve bu noktada İlâhi İrade veya küllî irade devreye girer ve o kişiyi en üst noktaya ulaştırır.
Allah’ın katındaki bütün insanlar için açık olan en üst mertebe, irşad makamına irşada memur ve mezun kılınarak kişinin ulaştırılmasıdır. Böyle bir nokta o kişinin irşada memur ve mezun olduğunu gösterir yani irşadla vazifelendirilmiştir. İrşad konusunda Allahû Tealâ’dan aldığı emirleri aynen gerçekleştirecektir. Daha doğru bir ifadeyle, Allah onu otomatik olarak gerçekleştirecektir. Allah’ın İlâhi İradesi ona tesir edecek, onu kontrolü altına alacaktır. Kim bu insanlar? Bunlar nebîler ve resûllerdir; İlâhi İrade’nin kontrolü altına girenler. Bir de küllî iradenin iradelerini de Allah’a teslim etmek suretiyle kontrolü altına girenler var. Bunlar nebî ve resûl olmayan ama irşad makamına Allahû Tealâ tarafından tayin edilen diğer insanlardır.
Öyleyse ahsen-i takvim; takvimin ahsen olanı. Burada Allahû Tealâ insan için hayatının bütünündeki bir safhalar dizisinin işaretini veriyor. Ve ahsene ulaşmak bir tek ifade taşır; iradeyi de Allah’a teslim etmek. Bir insan önce ruhunu Allah’a teslim eder ya da daha doğru bir ifadeyle; o kişi Allah’a ulaşmayı diler, Allah da onun ruhunu Kendisine ulaştırır. O kişi bu konuda bir gayret sarf etmekle mükellef değildir, vazifeli kılınmamıştır. Ve Allahû Tealâ ona zikri sevdirir, namazı sevdirir, orucu sevdirir, zekâtı sevdirir. Bunların arasında en önemli olan, bu kişi tarafından zikrin sevilmesidir. Çünkü bir insanı manevî alandaki bütün kademelere ulaştıran ana faktör zikirdir. Hepsi farzdır; namaz da farzdır, zekât da farzdır, hac da kelime-i şahadet de. Ama İslâm’ın 5 şartı arasında yer almamasına rağmen bunların arasında en önemli olanı zikirdir.
Allahû Tealâ buyuruyor ki Ankebût Suresinin 45. âyet-i kerimesinde:
29/ANKEBÛT-45: Utlu mâ ûhıye ileyke minel kitâbi ve ekımıs salât(salâte), innes salâte tenhâ anil fahşâi vel munker(munkeri), ve le zikrullâhi ekber(ekberu), vallâhu ya’lemu mâ tasneûn(tasneûne).
Kitaptan sana vahyedilen şeyi oku ve salâtı ikâme et (namazı kıl). Muhakkak ki salât (namaz), fuhuştan ve münkerden nehyeder (men eder). Ve Allah’ı zikretmek mutlaka en büyüktür. Ve Allah, yaptığınız şeyleri bilir.
“utlu mâ ûhıye ileyke minel kitâbi: (Onlara) Kitap’tan âyetleri oku, anlat.”
“ve ekımıs salât(salâte): Ve namaz kıl.”
“innes salâte tenhâ anil fahşâi vel munker(munkeri: Muhakkak ki namaz, münkerden ve fuhuştan men eder.”
Neden men eder? Çünkü kişi o sırada namaz kılıyor; kimseye bir kötülük yapacak, münker işleyecek veya fuhuş edecek hali yok.
Ve âyet-i kerime şöyle bitiyor, Ankebût Suresinin 45. âyet-i kerimesi:
“ve le zikrullâhi ekber(ekberu).”
ve le: Mutlaka, mutlak olarak.
zikrullâhi: Allah’ın zikri.
ekberu: Ekberdir.
“Namazdan da Kur’ân-ı Kerim tilâvetinden de daha büyüktür (yani üç ibadet arasında en büyüktür).”
Hani derler ya: “Namaz dînin direğidir.” diye. Namaz dînin direğidir; doğrudur. Ama zikir, o direk üzerine kurulan çadırı ifade eder. Çadır olmadıkça direk hiç kimseye bir sığınak olamaz.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, ne görüyoruz Tîn Suresinin 4 ve 5. âyetlerinde? Bir ahsene ulaşma olayı var Tîn-4’de, bir esfeli sâfilîne gönderilme olayı var; reddedilme olayı var; en sefil hale getirilmesi var.
İşte buradaki muhtevaya baktığımız zaman bütün insanlar, nefsleri afetlerle dolu olarak yaşama kavuşurlar. Allahû Tealâ insanı ruh, nefs ve fizik vücut olarak bir üçlü oluşturmak suretiyle teşekkül ettirmiş. Yani insanın Allahû Tealâ tarafından topraktan yaratılan, organik hale dönüşebilecek olan hamein ve mesnûn olan bir topraktan yaratılması söz konusu.
İşte bu topraktan yaratılan fizik vücuda Allahû Tealâ nefs veriyor, nefsi onun içine yerleştiriyor. Nefs ki muhtevasında sadece afetler var: Öfke, kin, kıskaçlık, haset, isyan, iptilâlar… Her türlü negatif faktör bu kişinin nefsinde var.
Allahû Tealâ o kişiye ruhundan üfürüyor. Secde Suresinin 9. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:
32/SECDE-9: Summe sevvâhu ve nefeha fîhi min rûhihî ve ceale lekumus sem’a vel ebsâre vel efidete, kalîlen mâ teşkurûn(teşkurûne).
Sonra (Allah), onu dizayn etti ve onun içine (vechin, fizik vücudun içine) ruhundan üfürdü ve sizler için sem’î (işitme hassası), basar (görme hassası) ve fuad (idrak etme hassası) kıldı. Ne kadar az şükrediyorsunuz.
“ve nefeha fîhi min rûhihî.”
“Biz, onun (insanın) içine…”
“Biz” demiyor, “Ben” diyor. “Onun içine ruhumdan üfürdüm.” diyor.
İnsanın içine Allahû Tealâ, Allah’ın ruhunu üfürüyor. İşte bütün kâinatta insanın en üstün mahlûk olmasının arkasında bu gerçek var. Bütün insanlar doğdukları anda Allah’ın onlara ruh üfürmesiyle bünyelerinde (vücutlarında) Allah’ın ruhunu taşımaya başlarlar. Sevgili kardeşlerim, bu bütün insanlar için Allahû Tealâ’nın bir ni’metidir. İnsanda Allah’ın ruhu olması, düşünün ki; ne meleklerde ne cinlerde ne hayvanlarda ne denizlerde, suda yaşayan varlıklarda ne havada uçan kuşlarda, hiç kimsede, hiçbir yaratıkta Allah’ın ruhu mevcut değildir. Bu, insana verilen; Allahû Tealâ tarafından verilen en büyük hediyedir. İnsanı bütün mahlûkatın ötesine taşıyan ve kâinatın insan için yaratılmasına sebebiyet veren faktör.
Allahû Tealâ diyor ki:
45/CÂSİYE-13: Ve sahhara lekum mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardı cemîan minhu, inne fî zâlike le âyâtin li kavmin yetefekkerûn(yetefekkerûne).
Ve göklerde ve yerde olanların hepsini kendinden (bir lütuf olarak) size musahhar (emre amade) kıldı. Muhakkak ki bunda, tefekkür eden bir kavim için mutlaka âyetler (ibretler) vardır.
“Bütün göklerde ve bütün arzlarda yarattığım her şeyi (katımdan) size (insanın emrine) musahhar kıldım.” diyor Allahû Tealâ.
“Bütün göklerde ve bütün arzlarda yarattığım her şeyi (katımdan) insanın emrine musahhar kıldım.”
Her şey insan için yaratılmakla kalmamış, insanın emrine tahsis edilmiş; musahhar kılınmış. Ne demek bu? Yani Allah’ın yarattığı her şey insan için yaratılmış, insana Allahû Tealâ onların hepsini kullanabilme yeteneğini vermiş. Sadece insana verdiği bir imkân. Onun ayrıcalığını sağlamış ona ruh üfürmekle. Sadece insan adı verilen yaratık (mahlûk), kendisini yaratan Allah’ın ruhunu taşır. Bu, insanın bu baptaki üstünlüğünün kesin bir ispatıdır. Kâinatta yaratılan varlıkların içerisinde en üstünü, Allah’ın ruhunu taşıyan insandır. İnsandan başka hiçbir mahlûk Allah’ın ruhuna sahip değildir. Aklınıza neler geliyorsa hepsini düşünün. Hiçbirisi, hangi gezegende yaşarlarsa yaşasınlar, yüz milyar galaksinin hangisinde yaşarlarsa yaşasınlar, her bir galaksideki yüz milyar yıldızın hangisinde yaşarlarsa yaşasınlar, var olan hiçbir mahlûk insanın sahip olduğu şerefe, Allah katındaki değere sahip olamaz.
O zaman sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, biz insanlar Allah’a ne kadar hamdetsek, şükretsek azdır ki; insan sıfatıyla yaratılmışız. Yani Allah’ın ruhunu daha doğarken Allahû Tealâ’nın bize üfürmesi şerefinin sahibiyiz. Allah’ın ruhuyla beraberiz. Bizim için düşünülüyorsa beraberdik. Çünkü Allahû Tealâ ruhunu ölünceye kadar bizde kalması, ondan sonra da ölümle beraber ruhun Azrail (A.S) tarafından Allah’a ulaştırılması hedefine yönelik olarak vermemiştir. Tam aksine, biz ruhumuzu şu dünya hayatını yaşarken Allah’a teslim etmek mecburiyetindeyiz. Üzerimize farz kılmış Allahû Tealâ. “irciî ilâ rabbiki.” diyor ruhumuza, “Rabbine geri dön (geri dönerek Allah’a ulaş).”
89/FECR-28: İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeten.
Rabbine dön (Allah’tan) razı olarak ve Allah’ın rızasını kazanmış olarak!
Ayrıca diyor ki: “munîbîne ileyhi.”
30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve O'na karşı takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.
“O’na geri dön (geri dönerek Rabbine ulaş).”
“ve eslimû lehu: Ve O’na teslim ol.” diyor.
39/ZUMER-54: Ve enîbû ilâ rabbikum ve eslimû lehu min kabli en ye’tiyekumul azâbu summe lâ tunsarûn(tunsarûne).
Ve Rabbinize (Allah’a) yönelin (ruhunuzu Allah’a ulaştırmayı dileyin)! Ve size azap gelmeden önce O’na (Allah’a) teslim olun (ruhunuzu, vechinizi, nefsinizi, iradenizi Allah’a teslim edin). (Yoksa) sonra yardım olunmazsınız.
İşte bir insanın Allah’a geri dönmesi, fizik vücudunun geri dönmesi değildir. Bu hiçbir zaman mümkün değildir. Bir insan bu dünyada doğmuştur, bu dünyada ölüp toprağın altına girer, orada da kalır. Ama insanda bir nefs var fizik vücuttan başka, bir de ruh var. Bir insan ölünce artık ne nefs için ne de ruh için fizik vücut bir sığınak olamaz. Bütün insanlar doğuşlarında fizik vücutlara sahiptirler. Allahû Tealâ ruh içine; fizik vücudun içine ruh üfürür ve nefsi yerleştirir. O kişi bir nefsin sahibidir, kalbinde %100 afetler doludur. Bir insan bir fizik vücudun sahibidir, bir de ruhun sahibidir. Ruhun kalbi de %100 hasletlerle doludur.
Sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ ruhu devreden çıkarıyor ve fizik vücudun kalbinin değişmesini istiyor. Bir insanın kalbi Allah’la ilişki kuran en üst seviye uzuvdur. Allah’ın işi kalbimizledir. İşte bir insanın davranış biçimlerinin dizaynında başlangıçta nefs var ve ruh var. Nefsin kalbi %100 afetlerle dolu, ruhun kalbi de %100 hasletlerle dolu ama sonra Allahû Tealâ emir vermiş ki ruhumuza; Allah’ın Zat’ına ulaşsın.
Ruhumuzun Allah’ın Zat’ına ulaşması üzerimize farzdır. Bunu ulaştırabilmek için Allah’a ulaşmayı dilememiz gerekiyor. Ancak Allah’a ulaşmayı dilersek cehennemden kurtulmamız mümkün. Çünkü kurtuluş noktası dileme noktasıdır. Dileyen kişi, kim Allah’a ulaşmayı dilerse o kişi takva sahibi olur.
İşte: “munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).” diyor Allahû Tealâ.
Rûm-31:
30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve O'na karşı takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.
“O’na yönel (Allah’a yönel) ve Allah’a karşı takva sahibi ol. Ve müşriklerden olma. Namaz kıl ve müşriklerden olma.”
Rûm-32:
30/RÛM-32: Minellezîne ferrakû dînehum ve kânû şiyeâ(şiyean), kullu hızbin bimâ ledeyhim ferihûn(ferihûne).
(O müşriklerden olmayın ki) onlar, dînlerinde fırkalara ayrıldılar ve grup grup oldular. Bütün gruplar, kendilerinde olanla ferahlanırlar.
“O müşriklerden olma ki; onlar dînlerinde fırkalara ayrılmışlardır.”
İşte bir kişinin takva sahibi olduğu nokta, o noktadır. Ne olur? Bu kişi Allah’a ulaşmayı dilediği an cehennemden kurtulmuştur. Eğer dilemeseydi gideceği yer mutlaka cehennemdi. Allahû Tealâ Yûnus Suresinde buyuruyor ki:
10/YÛNUS-7: İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatmeennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).
Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah’a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.
10/YÛNUS-8: Ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).
İşte onların kazandıkları (dereceler) gereğince varacakları yer ateştir (cehennemdir).
“innellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatmeennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne), ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).”
Allahû Tealâ diyor ki (Yûnus-7 ve 8):
“innellezîne: Muhakkak ki onlar.”
inne: Muhakkak ki.
ellezîne: Onlar.
“lâ yercûne likâenâ.”
lâ yercûne: Dilemezler, talep etmezler.
likâe: Ulaşmayı.
nâ: Bize.
“O insanlar Bize ulaşmayı (yani ruhlarını şu dünya hayatını yaşarken Bize ulaştırmayı) dilemezler.”
“ve radû bil hayâtid dunyâ: Ve onlar dünya hayatından razıdırlar.”
“vatme'ennû bihâ.”
“Ve tatmin olurlar.”
bi: İle.
hâ: Onunla.
“Dünya hayatıyla tatmin olurlar.”
“vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne): Onlar, Bizim âyetlerimizden gâfil olanlardır.”
“ulâike: İşte onlar için.”
“me'vâ-hum: Onların mevası (varacakları yer).”
“en nâru: Nardır (ateştir).”
“bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).”
“bimâ: Sebebiyle.”
“kânû yeksibûne: Sahip oldukları, iktisap ettikleri."
“bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).”
“İktisap ettikleri dereceler itibarıyla (iktisap ettikleri derecelerdeki durumları sebebiyle) onların gidecekleri yer ateştir (cehennemdir).” diyor Allahû Tealâ.
Öyleyse burada Allahû Tealâ, nefsin en güzele dönüşebilecek olan özelliğinden bahsediyor ama onu başlangıç haline onu getirdiğini de söylüyor. “Afetlerle nefsin içini doldurduk, onu en sefil hale döndürdük.” diyor.
Nefsin kalbi %100 afetlerle donatılmış. İşte o nefs, üzerinde değişiklik yapmamız lâzım gelen, onarmamız lâzım gelen, nurlarla doldurmamız lâzım gelen o nefsin kalbi. Neden nefsten bahsediyoruz, nefsin değişmesi lâzım diyoruz? Çünkü onun zıddı olan, muhtevasında tamamen nurları taşıyan ruhumuz, biz mürşidimize ulaşıp tâbî olduğumuz zaman Allah’a doğru seyr-i sülûk isimli bir yolculuğa çıkar. Allah’a doğru yola çıkan ruhumuz 7 tane gök katını aşacaktır, Allah’ın Zat’ına ulaşacaktır.
Bütün dünya hayatını yaşarken Allah’a doğru yola çıkan ruhlar;
1. gök katında çimenler üzerinde secde ederler.
2. gök katında suvarılma havuzlarında suvarılırlar.
3. gök katında bir köşk mescidin içinde; iki katlı bir mescidin içinde secde ederler.
4. gök katında Beyt-ül Makdes’in aslında,
5. katta Beyt-ül Haram’ın aslında secde ederler.
6. katta bu secdelerden sonra ulaşacakları yer sıbgatullah olma mahallidir. Orada kişinin derisi yani ruhun derisinin rengi, bu insan vücudunun şu andaki renginden değişiklik göstererek çok açık yeşil beyaza dönüşür. Sonra da 7. gök katına çıkar.
7. gök katında Kader Hücrelerini, Ümmülkitab’ı geçer, Kudret Denizine dalar. O, oradaki incelemelerini tamamlayınca Makam-ı Mahmud’a ulaşır. Oradan Divanı Salihîn’e ulaşır. Oradan Zikir Hücrelerine ulaşır. Ve Zikir Hücrelerinde zikrini tamamladığı zaman ancak oradan ayrılarak Sidretül Münteha’ya ulaşır. Sidretül Münteha’dan dikey bir yolculukla uçarak Allah’ın Zat’ına ulaşır, Allah’ın Zat’ında ifna olur, yok olur. Bu Allah’ın katında, Allah’ın Zat’ında fani olmaktır. İfna kelimesi ve fani kelimesi ve fenâ makamı aynı anlamda kullanılıyor. Aynı kelimenin üç ayrı halidir, aynı kökün.
Allah’ın Zat’ında yok olmaktır Allah’ta fani olmak. Fenâ makamının sahibi olmak, Allah’ta yok olma makamının sahibi olmak demektir; Allah’ın Zat’ında ifna olmak, yok olmak.
İşte böyle olmasaydı ne olacaktı? Böyle olmasaydı bir gün ölecektik. Öldüğümüz zaman ruhumuzu Azrail (A.S) alacaktı, 7 tane gök katını aşıracaktı, götürüp gene Allah’a teslim edecekti, Allah’a ulaştıracaktı Sidretül Münteha’dan yukarı göndererek. Ama Allahû Tealâ ruhumuzun… Nefsimiz bütün kötülüklerin içinde yüzerken, 19 tane afet nefsimizi Allah’ın yasak ettiği bütün fiilleri yapmaya zorlarken, Allah’ın emrettiği şeyleri yapmamaya zorlarken onlara karşı koyabilen birisi olabiliyoruz.
Ve Allahû Tealâ herkese bu konunun ikramını vermiş: “Kim,” diyor, “Bana ruhunu ulaştırmayı dilerse, Ben onun ruhunu mutlaka Kendime ulaştırırım. Bunu yaparken de” diyor, “ruhunu vücudundan alacağım için kişinin %100 afetlerle dolu olan kalbini %51 nurla donatacağım.” diyor. “O kişi zikri sevmese de Ben ona sevdireceğim.” diyor. “O kişi namazı sevmese de Ben sevdireceğim.” diyor. “O kişiyi Benim ibadetlerimin hepsini sever; bunlardan zevk alır hale getireceğim ve” diyor, “bu 7-8 aylık süreç içerisinde şeytanın ona herhangi bir saldırıda bulunmasını mutlaka önleyeceğim.” diyor. “Ve o kişi nefsinin kalbinde 7 defa %7 fazl birikimi, %2 de rahmet birikimi oluşturduğu zaman ki onu da sağlayan Biz olacağız.” diyor, “Zikri ona sevdirerek bunu gerçekleştiren gene Biz olacağız.” diyor. “Onun ruhunu Kendimize ulaştıracağız.” diyor Allahû Tealâ. “İşte” diyor, “Benim garantim buraya kadar. Bu kişi,” diyor, “Allah’a yani Bana ulaşmayı dilediği zaman,” diyor, “1. kat cennetimin sahibi olur. Mürşidine ulaştırırız. Tâbiiyetini gerçekleştirdiği zaman mürşidi sevdiririz. Tâbiiyetini gerçekleştirdiği zaman 2. kat cennetin sahibi kılarız onu.” diyor.
*Allah’a ulaşmayı diledi, öldü kişi; 1. kat cennetin sahibi olarak ölür.
*Mürşidine ulaştı, tâbî oldu, öldü; 2. kat cennetin sahibi olarak ölür.
*Sonra ruhu Allahû Tealâ tarafından Allah’a ulaştırılır ve bu kişi ruhu Allah’a ulaştıktan sonra ölürse 3. kat cennetin sahibi olur.
Bu minval üzere nefsinin kalbindeki afetlerden %51’i yok olmuştur. Yani bu kişi %51 güzel davranışların, mutluluğun sahibi olacaktır. %49 yanlış davranışların ve sıkıntıların içinde yaşayacaktır ama çoğunluk güzel bir hayat; %51. Ve de kıyâmetten sonra 3. kat cennet. Sonsuza kadar yani cehennemin yerleri ve gökleri çatlayıncaya kadar bir sonsuz zaman parçası Allah’ın cennetinde kalmak. Ondan sonra da zaten her şey yok olacak.
Sevgili kardeşlerim, öyleyse esfeli sâfilîne reddedilmek ister misiniz? Hiç kimse esfeli sâfilîne reddedilmek istemez ama insan eğer Allah’a ulaşmayı dilemezse o, mutlaka esfeli sâfilîne reddedilecektir. İnsanı esfeli sâfilînden men eden, kurtaran şey bir dilektir: Allah’a ulaşmayı dilemek. Burada Allahû Tealâ: “Ahsen-i takvim içinde.” diyerek, bu ifadeyi kullanarak o kişinin ruhunu Allah’a ulaştırmasını değil, ondan çok daha ötesinde fizik vücudunu teslim etmesini, nefsini teslim etmesini, muhlis olmasını da aşarak iradesini Allah’a teslim eden, irşada memur ve mezun kılınan, ahsen olduğu cihetle (bu noktada ahsen olduğu cihetle) hedefe ulaşan birisi.
İşte ahsen-i takvim, bir insanı zifiri karanlıklardan alıp nefsinin kalbini %51 değil, %100 nura ulaştıran bir hedefi ifade eder. Bu bir takvimdir. Kişi için değişen bir hayat süreci içerisinde nefsinin afetleri azaldıkça onun mutluluğunun değişmesi, huzurunun değişmesi söz konusudur. Ve bu mutluluğun yarısı; %51 nur ile dünya mutluluğunun yarısı bütün insanlara Allahû Tealâ tarafından hibe edilir, karşılıksız verilir. Allahû Tealâ o kişiden sadece bir tek şey ister; o kişi Allah’a ulaşmayı dilesin. Dilemezse ne olur? Dilemezse o kişinin gideceği yer cehennem olur. Dilerse ne olur? Eğer 7-8 aylık bir ömrü varsa mutlaka 3. kat cennetin sahibi olur. Nefsinin kalbi %51 nurlardan oluşacağı için dünya mutluluğunun da yarısı onun olur.
Öyleyse bu, ahsen-i takvime ulaşmak mıdır? Hayır. Bu, onun yarısına ulaşmaktır. Yarısı Allahû Tealâ tarafından garanti ediliyor, tekeffül ediliyor. Ondan sonra kişi dik yokuşu tırmanacaktır. Zorluklar içerisinde fizik vücudunu da Allah’a teslim edecektir ki; böyle bir şey için 18 saat zikre ulaşması lâzım. Sonra daimî zikir, o kişinin nefsini de Allah’a teslim etmesini ve neticede muhlis olmasını sağlar. Sonra da Allahû Tealâ o kişiyi irşad makamına tayin ederek irşada memur ve mezun kılar.
İşte ahsen-i takvim, bir insanın Allahû Tealâ tarafından irşada memur ve mezun kılınması halidir. Orada kişi bu dünyadaki en mutlu insanlardan birisi olacaktır. Nefsinin kalbinde hiç afet kalmayacaktır. O kişi kimseye bir kötülük yapabilecek olan bir vasfın artık sahibi değildir. İşte böyle bir dizaynda kişi iradesini de Allah’a teslim ettiği gün takvim; değişkenlik olayı ahsen hüviyetine ulaşmıştır. Güzellerin en güzeli, iradesini de Allah’a teslim edenlerdir. Onların güzellerin en güzeli olmak ifadesinden muradımız; onların kalplerinin güzelliğidir. Kalpleri %100 Allah’ın nurlarıyla ulûl’elbab makamında dolmuştur. İhlâs makamında Tövbe-i Nasuh’u gerçekleştirmişlerdir. Salâh makamında ise iradelerini de Allah’a teslim etmek suretiyle ahsen-i takvime ulaşmışlardır.
Allahû Tealâ’nın hepinizi ahsen-i takvime ulaştırmasını Yüce Rabbimizden dileyerek, âyetlerin sırları konusundaki konuşmamızı, Tîn Suresinin 4 ve 5. âyetlerini burada tamamlıyoruz.
Allahû Tealâ’nın hepinizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi inşaallah burada tamamlıyoruz. Sizleri çok ama çok ve de çok seviyoruz sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım.
İmam İskender Ali M İ H R