SOHBETİN ADI: BASAMAKLAR-4
TARİH: 27.01.1995
Ne mutlu bizlere ki gene bir aradayız. Allahû Tealâ, bizleri gene bir araya getirdi ve gene Allah'tan bahsetmek imkânının sahibiyiz. Sizlere böylece mutluluk vermek üzere ulaşıyoruz. Hepinizin saadete ulaşması bizim temel şiarımızdır. Ve unutmayın, anlattığımızın ışığı altında görüyorsunuz ki hiç de zor olan bir olaydan bahsetmiyoruz. Bütün bunların, bu hedeflerin tahakkuk etmesi hep bir talebe bağlı; siz, sadece Allah'a ulaşmayı dileyeceksiniz, hepsi bu kadar. Bütün güzellikleri Allah sizlere sevdirecek. Siz bir şey yapmayacaksınız; O, size her güzel şeyi birer birer öğretecek ve işletecek. Öyleyse bakınız, bütün bu anlattığım basamakların çıkması, bir insanın bir hedefe ulaşması ve Allah'ın evliyası olması, hep o kişinin bir talebine bağlıdır; Allah'a ulaşmayı dilemek.
Şimdi 21. basamakta, üçüncü yedi basamakta ne olur, ona beraberce bakarak yukarılara doğru çıkalım.
Ne oldu? Kişinin nefsi tezkiye oldu (21. basamak), ruhu Allah'a ulaştı ve fizik vücudu Allah'a kul oldu. Yani kişi Allah'a verdiği yeminlerin hepsini tamamladı ve böylece velâyetin birinci basamağına ulaştı. Bu makamın adı fenâ makamıdır. Velâyet, 7 basamaktan oluşur. 7 tane makamdan oluşur, evliyalık müessesesi. Bu, dördüncü 7 basamağı oluşturur.
1. makam: Fenâ makamı.
2. makam: Beka makamı.
3. makam: Zühd makamı.
4. makam: Muhsinler makamı.
5. makam: Ulûl'elbab makamı.
6. makam: İhlâs makamı.
7. makam: Salâh makamı.
Bu 7 tane makamın her biri mutlaka geçilecektir. Kişinin bu konudaki gayretleri ona, mutlaka bu hedeflere aşacak bir imkânı sağlar. Allahû Tealâ, kuluna her zaman yardımcıdır. Öyleyse söylediğimiz gibi üç tane yeminini gerçekleştiren bu insan ne olmuştur?
Takva sahibi olmuştur.
Takva; çekinmek, sakınmak, korkmak, anlamına gelen bir kelime. Zamanımızda da Allah'tan korkan herkes; “Ben Allah'tan korkuyor muyum?” diyor kendi kendine, bakıyor ki korkuyor, “Hah” diyor, “Ben, takva sahibiyim.” Allahû Tealâ da diyor ki: “Değilsin. Mânâ açısından durum hiç önemli değil. Önemli olan, takva sahibi olabilmen için Allah'a verdiğin 3 yemini de yerine getirmek.” diyor. İşte bu hususu anlatıyor 3 grup âyet-i kerime. Kim nefsini tezkiye ederse o, takva sahibidir.
Necm Suresi 32. âyet-i kerime, Allahû Tealâ diyor ki:
53/NECM-32: Ellezîne yectenibûne kebâirel ismi vel fevâhışe illâl lemem(lememe), inne rabbeke vâsiul magfireh(magfireti), huve a'lemu bikum iz enşeekum minel ardı ve iz entum e cinnetun fî butûni ummehâtikum, fe lâ tuzekkû enfusekum, huve a'lemu bi menittekâ.
Onlar ki, küçük günahlar hariç, büyük günahlardan ve fuhuştan içtinap ederler (sakınırlar). Muhakkak ki Rabbin, mağfireti geniş olandır. O, sizi daha iyi bilendir. O, sizi topraktan yaratmıştı. Ve siz, annelerinizin karnında cenin idiniz. Öyleyse nefslerinizi temize çıkarmayın (nefslerinizi tezkiye ettiğinizi iddia etmeyin). O (Allah), kimin takva sahibi olduğunu daha iyi bilendir.
“Boşuna nefslerini tezkiye ettiklerini iddia etmesinler; böyle bir iddianın sahibi olmasınlar. Çünkü Allah takva sahiplerini bilir.”
Anlıyoruz ki yalnız nefslerini tezkiye edebilenler takva sahibidir. Yani nefslerinin Allah'a ezelde verdiği ve Allah'ın üzerlerine 3 defa farz kıldığı nefs tezkiyesi konusundaki yeminlerini gerçekleştirebilenler, onlar nefslerini tezkiye edebilirler, tezkiye etmiştirler. Bu sebeple takva sahibi olmuşlardır. Öyleyse nefs tezkiyesi yapan kişi, takva sahibidir. Allah'a verdiği, nefsinin yeminlerini yerine getiren kişi.
Ruh açısından bakıyoruz; kim ruhunun Allah'a verdiği misaki yerine getirir de ruhunu Allah'a ulaştırırsa o kişi, takva sahibidir. İşte Rûm Suresi 31. âyet-i kerime, Allahû Tealâ diyor ki:
30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve O'na karşı takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.
“Ruhunu Allah'a ulaştır ve takva sahibi ol.”
Kim ruhunu Allah'a ulaştırırsa (Allah'a döndürürse) o kişi, takva sahibidir.
Üçüncü açıdan da meseleye bakalım; bir kişinin fizik vücudunun Allah'a kul olması halinde o kişi takva sahibi olur. Neden? Çünkü o kişinin fizik vücudu Allah'a, ezelde Allah'a kul olmak konusunda ahd vermişti. İşte burası ahdini gerçekleştirdiği yer. Ne zaman bir insan Allah'a verdiği ahdini gerçekleştirir de Allah'a kul olursa o kişi, takva sahibi olur.
İşte insanlardan her kim takva sahibi olursa o kişinin fizik vücudu da Allah'a kul olmuştur. Allahû Tealâ, Bakara Suresinin 21. âyet-i kerimesinde diyor ki:
2/BAKARA-21: Yâ eyyuhen nâsu’budû rabbekumullezî halakakum vellezîne min kablikum leallekum tettekûn(tettekûne).
Ey insanlar! Rabbinize kul olun ki O, sizi ve sizden öncekileri yarattı. Umulur ki böylece siz, takva sahibi olursunuz.
yâ eyyuhen nâsu’budû rabbekumullezî halakakum: Ey insanlar! Sizi yaratan Allah'a kul olun.
leallekum tettekûn: Ve böylece takva sahibi olun.
İşte biz insanlardan her kim eğer Allahû Tealâ'ya verdiği üç yemini de gerçekleştirirse o kişi;
* Nefsini tezkiye ettiği için takva sahibi olur.
* Ruhunu Allah'a ulaştırdığı için takva sahibi olur.
* Fizik vücudunu Allah'a kul ettiği için takva sahibi olur.
Bu kişi 3 cepheden de takva sahibi olmuştur. Ne olur takva sahibi olursa? Hem cennetin sahibi olur takva sahibi olduğu için hem de Allah'ın evliyası olur.
Allah'ın evliyası olur mu takva sahipleri? Evet. Bakınız, Allahû Tealâ evliyalığı anlattığı 3 âyet-i kerimesinde (Yûnus- 62, 63, 64) ne diyor:
10/YÛNUS-62: E lâ inne evlîyâallâhi lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne).
Muhakkak ki Allah’ın evliyasına (dostlarına), korku yoktur. Onlar, mahzun olmazlar, öyle değil mi?
10/YÛNUS-63: Ellezîne âmenû ve kânû yettekûn(yettekûne).
Onlar, âmenûdurlar (ölmeden evvel Allah’a ulaşmayı dileyenlerdir) ve takva sahibi olmuşlardır.
10/YÛNUS-64: Lehumul buşrâ fîl hayâtid dunyâ ve fîl âhırati, lâ tebdîle li kelimâtillâh(kelimâtillâhi), zâlike huvel fevzul azîm(azîmu).
Onlara, dünya hayatında ve ahirette müjdeler (mutluluklar) vardır. Allah’ın sözü değişmez. İşte O, fevz-ül azîmdir.
“O Allah'ın evliyası var ya, onlara korku yoktur. Onlar, mahzun da olmazlar. Onlar âmenûdurlar ve takva sahibi olmuşlardır. Takva sahibi oldukları için, bu şerefe erdikleri için Allah'ın evliyası olmuşlardır. Onlara dünyada da müjdeler vardır, mutluluklar vardır, ahirette de müjdeler vardır, mutluluklar vardır.”
İşte burası, kişinin Allah'ın evliyası olduğu yer. Burası, o kişinin cennet saadetine ulaştığı yer. Burası, o kişinin takva sahibi olduğu yer.
Takva sahibi olursak ne olur cennet açısından? Bunu, Alî İmrân Suresinin 15. âyet-i kerimesi cevaplıyor. Allahû Tealâ, Ali İmrân Suresinin 15. âyet-i kerimesinde diyor ki:
3/ÂLİ İMRÂN-15: Kul e unebbiukum bi hayrın min zâlikum, lillezînettekav inde rabbihim cennâtun tecrî min tahtıhel enhâru hâlidîne fîhâ ve ezvâcun mutahharatun ve rıdvânun minallâh(minallâhi), vallâhu basîrun bil ıbâd(ıbâdi).
De ki: "Size bundan daha hayırlısını haber vereyim mi? Takva sahibi olanlar için, Rabb'lerinin katında, içinde devamlı kalacakları, altından nehirler akan cennetler, temiz eşler ve Allah'ın rızası vardır." Allah kullarını en iyi görendir.
“Size daha güzelini haber vereyim mi? Kim takva sahibi olursa altlarından ırmaklar akan cennetler onların olur. Biz, cennetimizi takva sahipleri için hazırladık ve onlara tahsis ettik.”
Demek ki kim Allah'a verdiği üç tane yemini yerine getirip de takva sahibi olursa, o kişinin mekânı cennet olur. Kim, Allah'ın evliyası olursa o kişi için de aynı şey söz konusudur. Burası velâyetin 1. makamı; ruh, Allah'ın Zat’ına ulaşmış, Allah'ın Zat’ında ifna olmuştur. Allah'ın Zat’ı o ruha meab olmuştur, sığınak olmuştur. Allahû Tealâ, Nebe Suresinin 39. âyet-i kerimesinde diyor ki:
78/NEBE-39: Zâlikel yevmul hakku, fe men şâettehaze ilâ rabbihî meâbâ(meâben).
İşte o gün (mürşidin eli Hakk'a ulaşmak üzere öpüldüğü ve ona tâbî olunduğu gün), Hakk günüdür. Dileyen (Allah'a ulaşmayı dileyen) kişi, kendisine Rabbine ulaştıran (yolu, Sıratı Mustakîm'i) yol ittihaz eder. (Allah'a ulaşan kişiye Allah) meab (sığınak, melce) olur.
“İşte o gün, Hakk günüdür Allah'a ulaşmayı dileyen kişi Allah'a ulaştıran yolu kendisine yol ittihaz eder ve kimin ruhu Allah'a ulaşırsa Allah, o kişinin ruhuna meab olur, sığınak olur.”
İşte Allah'ın Zat’ının ruhumuza sığınak olduğu bu nokta, ruhun Allah'ın Zat’ına teslim olduğu için Allah'ın Zat’ında ifna olduğu için birinci teslimi içerir ve ismi, ifna olma; Allah'ın Zat’ında yok olma anlamına gelen fenâ makamıdır.
Bundan sonra Allahû Tealâ, o kişinin ruhuna bir taht hediye edecektir. Adına eraik veya sürûr denen bu altın taht kimin ruhuna hediye edilirse, o kişi bir tahtın sahibi olur. Ruhu sonsuza kadar o tahtın üzerinde baki olacağı için bu makama Allahû Tealâ, “beka makamı” diyor. İşte burası, velâyetin 2. makamıdır.
“lehum dârus selâmi inde rabbihim.” Öyle söylüyor Allahû Tealâ En’âm-127'de:
6/EN'ÂM-127: Lehum dârus selâmi inde rabbihim ve huve veliyyuhum bimâ kânû ya’melûn(ya’melûne).
Rab’lerinin katında onlar için selâm yurdu (teslim yurdu) vardır. Yapmış olduklarından dolayı, O (Allah), onların dostudur.
“Onlara Rabblerinin indinde bir teslim yurdu vardır.”
Bu altın tahttan bahsediyor Allahû Tealâ.
3. velâyet makamı; bir kişinin zahid olduğu makamdır. Zühd makamının sahibi olur kişi. Ne zaman? Ne zaman bir insan zikrini günün yarısından öteye taşırırsa, meselâ 13 saat günde zikreden bir insan, zikirsiz geçen süresi 11 saat kalan bir insandır. 13 saat zikir yapan bu insan, Allahû Tealâ'nın indinde zahid olmuştur. Zikirsizliğe karşı zahid olduğunu, Allah'a ispat etmiştir. İşte burası, onun zühd makamının (velâyetin 3. makamının) sahibi olduğu yerdir. Bundan sonra o kişi, fizik vücudunu Allah'a teslim edecektir; velâyetin 4. makamı. Bu makam, “muhsinler makamı” adını alıyor. Allahû Tealâ, bir kişinin fizik vücudunun Allah'a nasıl teslim olduğunu, Nisâ Suresinin 125. âyet-i kerimesinde anlatıyor. Diyor ki:
4/NİSÂ-125: Ve men ahsenu dînen mimmen esleme vechehu lillâhi ve huve muhsinun vettebea millete ibrâhîme hanîfâ(hanîfen). Vettehazallâhu ibrâhîme halîlâ(halîlen).
Ve hanif olarak Hz. İbrâhîm’in dînine tâbî olmuş ve vechini (fizik vücudunu) Allah’a teslim ederek muhsin olan kimseden, dînen daha ahsen kim vardır. Ve Allah, Hz. İbrâhîm’i dost edindi.
ve men ahsenu dînen mimmen esleme vechehu lillâhi ve huve muhsinun: O kişi ki vechini (fizik vücudunu) Allah'a teslim etmiş ve muhsinlerden olmuştur. Ondan daha fizik vücudu ahsen olan, daha güzel olan kim vardır?
Burası fizik vücudumuzun, şu vücudumuzun, Allah'ın bütün emirlerini mutlaka yerine getirdiği, yasak ettiği hiçbir fiili işlemediği bir özellik taşır. Burada artık o kişinin fizik vücudu bu sebeple ahsen olmuştur. Allah'ın bütün emirlerini yerine getiren ve yasak ettiği hiçbir fiili işlemeyen bir özelliğe kavuşursa, o sistem Allahû Tealâ'nın indinde güzellerin en güzeli olmuştur. İşte Allahû Tealâ bu ahsen olmayı, güzellerin en güzeli olmayı bu tarzda ifade ediyor.
Demek ki burası, velâyetin 4. makamı ama teslimlerimizden 2.’si.
* Velâyetin 1. makamı olan fenâ makamında ruhumuz Allah'a teslim oldu; 1. teslimimiz.
* Velâyetin 4. makamı olan muhsinler makamında fizik vücudumuz da Allah'a teslim oldu, 2. teslimimiz.
İşte böylece 3 tane emanetimizden 2 tanesini Allah'a teslim etmiş olduk. Bundan sonra da daimî zikre ulaşıyoruz.
5. makam ulûl'elbab makamıdır. Allahû Tealâ, Âli İmrân Suresinin 190 ve 191. âyet-i kerimelerinde ulûl'elbab olanların daimî zikrin sahibi olduklarını söylüyor. Diyor ki:
3/ÂLİ İMRÂN-190: İnne fî halkıs semâvâti vel ardı vahtilâfil leyli ven nehâri le âyâtin li ulîl elbâb(ulîl elbâbı).
Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde, ulûl elbab için elbette âyetler (deliller) vardır.
3/ÂLİ İMRÂN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).
Onlar (ulûl elbab, lüblerin, Allah'ın sır hazinelerinin sahipleri), ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (daima) Allah'ı zikrederler. Ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve derler ki): "Ey Rabbimiz! Sen bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Sen Subhan'sın, artık bizi ateşin azabından koru.
“O ulûl'elbab kullarım var ya, onlar otururken de ayaktayken de yan üstü yatarken de hep Allah'ı zikrederler.”
İşte kim 3 halde bulunuyorsa ki bütün insanlar 3 halde bulunabilir. Kim 3 halin 3’ünde de Allahû Tealâ'yı zikrediyorsa (otururken de ayaktayken de yan üstü yatarken de) bu kişi ulûl'elbab olmuştur. Daimî zikrin sahibidir.
Bundan sonra ne olur? Bundan sonra o kişi, ihlâs makamına ulaşır; hâlis olur ve son emanetini de nefsini de Allah'a teslim eder. İşte daimî zikir, o kişinin nefsinde son kalan karanlıkları da temizleyerek Allah'ın bütün nurlarını, îmân kelimesinin etrafında o kişinin nefsinin kalbine ulaştırır. Daimî zikir, nefsimizin kalbinde bulunan mührü, kalbin alt boyutuna indirdiği ve zülmanî kapıyı kapattı için, zikir de sonsuz zikir olduğu için, o kapı hep o mühür tarafından işgal edilir, hep mühürlü kalır. Bu sebepten zikir boyunca o kişinin nefsinin kalbine şeytanın karanlıkları giremez. Bu kişi daimî zikrin sahibi olduğuna göre, artık onun kalbine şeytanın karanlıklarının girmesi hiçbir şekilde mümkün değildir. Böyle olduğu için de Allah'ın nurları gelip kişinin kalbinin bütününü işgal eder ve bütün afetler yok olur. Öfke, kin, kıskançlık, haset, iptilalar, hiçbirisi bu kişinin kalbinde artık barınamaz. Bu kişi, bir muhteşem dünya saadetine ulaşır. Burası, Beyyine Suresinin 5. âyet-i kerimesini ihata eder.
98/BEYYİNE-5: Ve mâ umirû illâ li ya’budûllâhe muhlisîne lehud dîne hunefâe ve yukîmûs salâte ve yu’tûz zekâte ve zâlike dînul kayyimeh(kayyimeti).
Ve onlar, Allah için hanifler olarak dînde halis kullar olmaktan (nefslerini halis kılmaktan) ve namazı ikame etmekten ve zekâtı vermekten başka bir şeyle emrolunmadılar. İşte kayyum dîn (kıyâmete kadar devam edecek dîn) budur.
ve mâ umirû illâ li ya’budûllâhe muhlisîne lehud dîne hunefâe: Onlar emrolunmadılar, Allah'a nefslerini teslim etmiş muhlis kullar, dînde muhlis kullar, hâlis kullar olmakla emrolundular.
İşte burası, 3. teslimimizdir ve burada İslâm oluruz. İslam kelimesi “slm” kökünden gelir, teslim kelimesi de. Bir insan, Allah'ın kendisine verdiği 3 emaneti Allah'a teslim etmedikçe O’na teslim olamaz; önce ruhunu, sonra fizik vücudunu, sonra da nefsini.
* Velâyetin 1. makamı; fenâ makamı; ruhun teslimi, 1. teslim.
* Velâyetin 4. makamı; muhsinler makamı; 2. teslim, fizik vücudun teslimi.
* Velâyetin 6. makamı; ihlâs makamı; o kişinin nefsini de Allah'a teslim ettiği 3. teslimi içerir.
3 teslim de tamamlanmıştır ve bu kişi, teslimlerini tamamlayan; Allah'ın teslim emrini gerçekleştiren bir ihlâs sahibi velîsi olmuştur. Burada o kişi Allah'a teslim olduğu için İslâm olmuştur ve aynı zamanda selâmete erdiği için (selâmet kelimesi de aynı kökten gelir, slm kökünden gelir) bu kişi, hem 3 tane emanetini Allah'a teslim ettiği için İslâm olmuştur hem de Allahû Tealâ'nın indinde selâmete erdiği için dünya saadetinin sahibi olmuş ve bu sebeple hâlis olmuştur ve bu sebeple İslâm olmuştur.
Öyleyse bu insan;
* İç âleminde mutlak dünya saadetinin sahibidir, sulh ve sükûna ulaşmıştır.
* Dış âleminde insanlarla olan ilişkilerinde mutlak sulh ve sükûnun sahibi olmuştur.
* Ve bu kişi, Allah ile olan ilişkilerinde de sulh ve sükûnun sahibi olmuştur.
Bu kişinin iç dünyasında bu insan daima hayırla meşgul olduğu için, bütün olayları hayırla vücuda getirdiği için huzursuzluk duyması artık mümkün değildir. Aynı sebepten dolayı böyle bir insanın ruhunun nefsine azap etmesi de mümkün değildir. Ve bu kişi için, içindeki kavganın sona ermesi söz konusu olmuştur. Bu sebeple bu kişi, iç âleminde sonsuz bir saadetin sahibi olmuştur.
Niçin böyle olmuştur? Çünkü bu kişinin nefsinde artık hiç afetler kalmamıştır. Ve nefs, artık akla müracaat ettiği zaman şerr talebiyle müracaat etmiyor, hayır talebiyle müracaat ediyor. Zaten akıl da hayır talebi bekler, nefs hayır talebiyle kendisine ulaşırsa, ruh zaten ezelden beri hayır talebiyle o kişiye ulaşacağı cihetle mesele kalmamıştır. Kişinin nefsi de hayrı istemektedir, ruhu da hayrı istemektedir. Bu sebeple bu kişi hep hayır işleyecektir. Hayır işlediği için de devamlı bütün amellerinin sonunda bu kişi, mutlak mutlu olacaktır. Hep hayır işlediği için ruhu nefsine asla azap etmeyecektir ve içindeki kavga da nefs de hayrı istediği için, ruh da hayrı istediği için sona ermiştir. Bu, kişinin iç âlemindeki mutluluktur.
Bu kişinin dış âleminde de mutlak bir saadet hüküm sürecektir. Çünkü burada o kişinin nefsi mutlaka hayrı istediği için, ruhu da hayrı istediği için kişinin bütün davranışları hayırdır. Öyleyse hiç kimseye zulmedemez. Bu sebeple kişi mutludur. Tabiatıyla hep hayır işlediği için ruhunun nefsine azap etmesi de mümkün değildir. Bu sebeple de dış ilişkilerinde kişi mutludur. O kişiden çevresine hep hayır yayıldığı için çevresindeki insanlardan da kendisine hayır dönecek ve bu kişi hep mutluluğu yaşayacaktır, saadeti yaşayacaktır. Çünkü başkaları, kendisine hep hayırla davrandığı için asla onların davranışları onu üzmeyecektir. Arkadan, hiçbir zaman intikam almayı düşünmeyecektir. Çünkü intikam almasını gerektirecek olan bir olayla karşı karşıya değildir. Bu sebeple mutludur. Hiçbir zaman intikam almayacağı için ruhu nefsine azap etmeyecektir. Bu sebeple de mutludur. Bu kişi bir başka sebepten daha mutludur; hiçbir zaman intikam almayı düşünmediği için o kişinin iç dünyası bir düğümden her zaman kurtulmuş olacaktır, hiçbir zaman bu kişinin iç âleminde stres oluşmayacaktır. Öyleyse bu kişi her alanda bu noktadan itibaren saadeti yaşayacaktır. Saadet, bütün boyutlarıyla o kişinin dış âleminde de gördüğünüz gibi yaşanmaktadır.
Allah ile olan ilişkilerinde de bu kişi mutlak saadeti yaşar. İşte başlangıçta Allah'ın emirlerini dinlemeyen, emri yerine getirmeyen kişi, bu sebeple huzursuzdur. Diğer taraftan yasak ettiği fiilleri işlediği için gene huzursuzdur. Huzursuzluğu iki yönlüdür. Ama ne zaman ihlâsa ulaşırsa, ihlâsa ulaşan bir kişinin nefsinde hiçbir afet kalmayacağı için, Allah'ın bütün emirlerini mutlak olarak yerine getiren, bunu büyük bir zevkle yapan, bu büyük zevki alabilmiş olan bir insanın yaşantısı bu. Öyleyse bu kişi Allah'ın emirlerini bütünüyle yerine getirdiği için sonsuz bir saadetin içindedir. Diğer taraftan, Allah'ın yasak ettiği hiçbir fiili işlemediği için hiçbir zaman huzursuz olması mümkün değildir. Neden işlemez? Çünkü nefsinde afetler kalmamıştır. Bize Allah'ın yasak ettiği fiilleri işleten şey, nefsimizin afetleridir. Bu insandaysa nefsin afetlerinden eser bile yoktur. İşte burası, o kişinin iç dünyasında da iç âleminde de dış âleminde de başka insanlarla olan ilişkilerinde de Allah ile olan ilişkilerinde de mutlak sulh ve sükûna ulaştığı, saadeti, dünya saadetini enine boyuna yaşadığı bir noktadır. Bu noktada o kişi zülcenahayn olur, iki kanatlı olur. Hem cennet kanadı onundur hem de dünya kanadı onundur.
Ne zaman daimî zikre ulaşan bu kişinin zikri, daimî zikirden küllî zikre dönüşürse yani onun bütün uzuvları, her birisi Allah'ın İsmi’ni devamlı tekrar eder hale gelirse o zaman Allahû Tealâ, bu kişiyi Tövbe-i Nasuh’a davet eder.
66/TAHRÎM-8: Yâ eyyuhâllezîne âmenû tûbû ilâllâhi tevbeten nasûhâ(nasûhan), asâ rabbukum en yukeffire ankum seyyiâtikum ve yudhilekum cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru, yevme lâ yuhzîllâhun nebiyye vellezîne âmenû meahu, nûruhum yes'â beyne eydîhim ve bi eymânihim yekûlûne rabbenâ etmim lenâ nûrenâ vagfir lenâ, inneke alâ kulli şey'in kadîr(kadîrun).
Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı dileyenler)! Allah’a Nasuh Tövbesi ile tövbe edin! Umulur ki Rabbiniz, sizin günahlarınızı örter ve sizi altından nehirler akan cennetlere koyar. O gün Allah, nebîleri ve O’nunla beraber olanları mahzun etmez. Onların nurları, önlerinde ve sağlarında koşar. “Rabbimiz, bizim nurumuzu tamamla ve bize mağfiret et (günahlarımızı sevaba çevir). Muhakkak ki Sen, herşeye kaadirsin.” derler.
Tahrîm Suresinin 8. âyet-i kerimesi gereğince bu davetin üzerine, o kişinin başının üzerinde daire şeklinde bir nur oluşur. Bu nura, salâh nuru deniyor. Bir buluta benzer. Büyür, kocaman olur, bütün bir salonu kaplar, küçülür 30 santime kadar ve bu küçülmenin neticesinde o kişi bir hedefe ulaşmıştır. Artık başının üzerinde Allah'ın nuruna sahiptir ve Tahrîm Suresinin 8. âyet-i kerimesi gereğince bu kişi, salâh makamının sahibi olur. Eğer Allahû Tealâ, o kişiyi irşad makamına ulaştıracaksa, irşad görevi verecekse burada verir. İrşad görevini insana veren Allah'tır. O kişiyi mürşid kılan Allah'tır. Secde Suresinin 24. âyet-i kerimesinde diyor ki:
32/SECDE-24: Ve cealnâ minhum eimmeten yehdûne bi emrinâ lemmâ saberû ve kânû bi âyâtinâ yûkınûn(yûkınûne).
Ve onlardan, emrimizle hidayete erdiren imamlar kıldık, sabır sahibi oldukları ve âyetlerimize (Hakk’ul yakîn seviyesinde) yakîn hasıl etmiş oldukları için.
“Biz, insanlardan imamlar kıldık; o insanları hidayete erdirsinler diye.”
Öyleyse Allahû Tealâ hidayete erdirmek görevini birisine veriyor. İşte bu, Allahû Tealâ'nın mürşididir.
Sonra diyor ki: “Sabır sahibi oldukları için ve Allah'ın âyetlerine yakîn hasıl ettikleri için.”
İşte Allah'ın âyetlerine 3 yakîn vardır.
1- İlm'el yakîn.
2- Ayn'el yakîn.
3- Hakk'ul yakîn.
Kişi salâha ulaşana kadar İlm'el yakîn’i aşar, ihlâsta kalp gözü, kalp kulağı muhakkak açılır ve Ayn'el yakîn olur. Ve salâhta ise Rabbini de görür; Hakk'ul yakîn olur ve Allahû Tealâ'nın irşad makamına geçirilecekse, irşad göreviyle görevlendirmesi sonucu salâh sahibi olur yani salihlerden birisi olur. Salihlerden birisi olursa ne olur biliyorsunuz, bakınız ne diyor Allahû Tealâ?
4/NİSÂ-69: Ve men yutiıllâhe ver resûle fe ulâike meallezîne en’amellâhu aleyhim minen nebiyyîne ves sıddîkîne veş şuhedâi ves sâlihîn(sâlihîne), ve hasune ulâike rafîkâ(rafîkan).
Ve kim, Allah'a ve Resûl'e itaat ederse, o taktirde işte onlar, Allah'ın kendilerine ni'met verdiği nebîlerle (peygamberlerle) ve sıddîklerle ve şehitlerle ve salihlerle beraberdirler. Ve işte onlar ne güzel arkadaştır.
“Biz, salihleri, peygamberlerle, sıddîklerle ve şehitlerle beraber haşrederiz. Onlar ne güzel arkadaştırlar.”
Yani bir insan peygamber olmadan da peygamberlerin cennetine girebilir mi? Allahû Tealâ: “Girebilir.” diyor, “O insan salihlerden olmuşsa girebilir.” diyor.
Ne mutlu onlara ki onlar, salâh makamının sahipleriydi. Bundan 14 asır evvel bütün sahâbe, bu hedeflere ulaşmışlardı.
İşte bir insanı dünya saadetine ulaştıracak olan, Allah'ın 3 emri vardır:
1.’si: Daimî zikir.
2.’si: İrşad.
3.’sü: Teslim.
Bütün sahâbe, Allah'ın daimî zikir emrini gerçekleştirmişlerdi. Çünkü Zumer-18, onların hepsinin ulûl’elbab olduğunu söylüyor.
39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahsenehu, ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).
Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).
Hepsi ulûl’elbab olmuşlar yani daimî zikre ulaşmışlardı.
Allahû Tealâ'nın 2. farzı, irşaddır. Bakara Suresi 186. âyet-i kerime:
2/BAKARA-186: Ve izâ seeleke ıbâdî annî fe innî karîb(karîbun) ucîbu da’veted dâi izâ deâni, felyestecîbû lî velyu’minû bî leallehum yerşudûn(yerşudûne).
Ve kullarım sana, Benden sorduğu zaman, muhakkak ki Ben, (onlara) yakınım. Bana dua edilince, dua edenin duasına (davetine) icabet ederim. O halde onlar da Bana (Benim davetime) icabet etsinler ve Bana âmenû olsunlar (Bana ulaşmayı dilesinler). Umulur ki böylece onlar irşada ulaşırlar (irşad olurlar).
“Beni davet ettikleri zaman onların davetine icabet ederim. Ama onlar da Benim davetime icabet etsinler. Mü’min olsunlar ve böylece irşada ulaşsınlar.” diyor Allahû Tealâ.
Bundan 14 asıl evvel bütün sahâbe irşada ulaşmışlardı.
Allahû Tealâ, Hucurât- 7'de diyor ki:
49/HUCURÂT-7: Va’lemû enne fîkum resûlallâh(resûlallâhi), lev yutîukum fî kesîrin minel emri le anittum ve lâkinnallâhe habbebe ileykumul îmâne ve zeyyenehu fî kulûbikum, ve kerrehe ileykumul kufre vel fusûka vel isyân(isyâne), ulâike humur râşidûn(râşidûne).
Ve aranızda Allah’ın Resûl'ü olduğunu biliniz. Eğer işlerin çoğunda size itaat etseydi, mutlaka sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah, size îmânı sevdirdi ve onu kalplerinizde müzeyyen kıldı. Küfrü, fıskı ve isyanı size kerih gösterdi. İşte onlar, onlar irşad olanlardır.
“Ey sahâbe! Allah size îmânı sevdirdi. Fıskı, küfrü, isyanı kerih gösterdi, hepinizin kalplerini müzeyyen kıldı. İşte onlar, irşada ulaşanlardır.”
Bütün sahâbe, Allah’ın farz emrini (irşadı) gerçekleştirmişler.
Allah'ın 3. emri; teslim. Zumer-54’te diyor ki:
39/ZUMER-54: Ve enîbû ilâ rabbikum ve eslimû lehu min kabli en ye’tiyekumul azâbu summe lâ tunsarûn(tunsarûne).
Ve Rabbinize (Allah’a) yönelin (ruhunuzu Allah’a ulaştırmayı dileyin)! Ve size azap gelmeden önce O’na (Allah’a) teslim olun (ruhunuzu, vechinizi, nefsinizi, iradenizi Allah’a teslim edin). (Yoksa) sonra yardım olunmazsınız.
“Üzerinize kabir azabı gelmeden evvel Allah'ın davetine icabet edin ve Allah'a teslim olun.”
İşte bütün sahâbe, Allah'a teslim olmuşlar. Allahû Tealâ, Alî İmrân Suresinin 20. âyet-i kerimesinde diyor ki:
3/ÂLİ İMRÂN-20: Fe in hâccûke fe kul eslemtu vechiye lillâhi ve menittebeani, ve kul lillezîne ûtûl kitâbe vel ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe innemâ aleykel belâgu, vallâhu basîrun bil ibâd(ibâdi).
Bundan sonra eğer seninle tartışırlarsa o zaman onlara de ki: “Ben ve bana tâbi olanlar vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah'a teslim ettik.” O kitab verilenlere ve ümmîlere: “Siz de vechinizi (fizik vücudunuzu) (Allah'a) teslim ettiniz mi?” de. Eğer teslim ettilerse, o taktirde, hidayete ermişlerdir. Ve eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir. Ve Allah, kullarını en iyi görendir.
“Habîbim! De ki: Ben ve bana tâbî olanlar, biz hepimiz kendimizi Allah'a teslim ettik.”
Hepsi bu hedeflere ulaşmışlar ve bütün sahâbe, salâh makamının sahibi olmuş. Çünkü hepsi irşadın vazifelisi olmuşlar. İşte Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesi, Allahû Tealâ buyuruyor:
9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ihsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehâl enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).
O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah'a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden (Mekke'den Medine'ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.
“O sabikûn-el evvelîn var ya, onların bir kısmı ensardandı (Medine'deki yardımcılarındandı), bir kısmı da muhacirîndendi (Mekke'den Medine'ye göç edenlerdendi), bir de ensara ve muhacirîne ihsanla tâbî olanlardandı.”
Öyleyse ister ensar olsun, ister muhacirîn olsun; bütün sahâbeye tâbî olunmuş. Hepsi irşad makamının sahibi olmuşlar.
İşte burası salâh makamı; bir insanın cennet saadetini de dünya saadetini de enine boyuna bütün detaylarıyla yaşayabileceği, saadeti; mutluluğu bütün boyutlarıyla yaşayabileceği bir alan.
Hepinizin hem cennet saadetine hem de dünya saadetine ulaşmasını, Yüce Rabbimizden dileyerek bu sohbetimizi inşaallah bu noktada tamamlamak istiyoruz.
Allah hepinizden razı olsun.
İmam İskender Ali M İ H R