}
Dîn Konulu Sualler ve Cevaplar 16.02.2001
Mp4 Mp3 Link

Sohbet Kodu: 100517

SOHBETİN ADI: DÎN KONULU SUALLER VE CEVAPLAR
TARİHİ: 16.02.2001


Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah’ın dostları, O’na sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bizi dostluğuna kabul buyurdu. Öyleyse sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, bir muhteva kazanıyor Allah’ın söyledikleri. Allah bizleri en güzele ulaştırmak ister. Bunun için de bütün nebîlerine kitaplar indirmiş. İstediği şey; bütün insanların sadece mutluluğu. Bir kısım insanlar mutluluğun yolunu Allah’tan öğrenirler ve bunun gereklerini yaparlar. Bir kısım insanlar da bunu öğrenmezler.Yetmez; kendileri mutsuzdur; başka insanların da mutsuz oluşu konusunda, olması konusunda, istikametinde sonsuz bir gayretin sahipleridir. İşte hep bunlara acımışızdır. Bunlar birer zavallıdır aslında sevgili kardeşlerim. Allah’ı tanımayan, bilmeyen; ama insanlara dîn öğrettiğini zanneden zavallılar.

Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, şimdi suallere cevap vermek üzere huzurlarınızdayız. Her şey en güzel standartlarda Allahû Tealâ tarafından dizayn edilmiş.

Ve İstanbul’dan Ş. Uçur kardeşimiz der ki:

 

SORU: “Bir televizyon programında Yaşar Nuri Öztürk (hep karşımızda bu zavallı kardeşimiz var: Yaşar Nuri Öztürk), Yûnus Suresi 18. âyet-i kerimeyi örnek göstermek suretiyle, tarikatın ve mürşidlerin Kur’ân-ı Kerim’de olmadığını ve mürşidlerin şirk olduğunu söyledi.” diyor.

CEVAP: Sevgili kardeşlerim, “Ol mahiler ki derya içredir; deryayı bilmezler.” diyor bir Osmanlı şairi. Bu zavallı insanlar da hayatları boyunca hep dîn öğrenmişler. Bu, bu zat 3 yaşındayken mi, 5 yaşındayken mi ne Kur’ân-ı Kerim’e başladığını söylüyor. Yetmez, mürşidlere tâbî olduğunu söylüyor. Sonra söyledikleri değil, yaptıkları var; mürşidlere dair, tasavvufa dair bir doktorası var. Sonra mı? Sonra bir adamla tanışıyor. Şu anda bir ölü: Ercüment Özkan. Bu zat, İktibas adlı bir dergi çıkarıyordu. Allah’ın ne kadar evliyası varsa hepsine kapkara düşman olan bir zavallıydı. Sonra bizimle kapışmak bahtsızlığına uğradı. Sonra da Allahû Tealâ ondan emanetini geri aldı. Bu zat şu anda bir ölü. İşte bu ölü, bizim Yaşar Nuri Öztürk’ü de öldürdü. Onunla tanıştıktan bir süre sonra onun yakınlığında bizim Yaşar Nuri Öztürk, tasavvufa dair yazdığı bütün yazıları, bütün kitapları yalanladığını, tekzip ettiğini, onlarla artık kendisinin bir alâkası kalmadığını ilân etti yeni bir kitabında. Ve Allah’ın bütün güzelliklerini kendi hayatında mahvetti. Yetmez, şimdi başkalarının da hayatını mahvetmeye kararlı görünüyor. İşte bu zavallı kardeşimiz bir dîn hocası, yetmez, bir de ilâhiyat fakültesinin dekanı.

Sevgili kardeşlerim, eğer öğretim görevinde bulunduğu üniversite Marmara Üniversitesi’yse, emin değilim, nerede olduğunu bilmiyorum kesinlikle, o zaman bir bahtsızlıkla karşı karşıyayız demektir. Çünkü ben de oradan mezunum. Yani eski adıyla, İktisadî Ticarî İlimler Akademisi; şimdi Marmara Üniversitesi. Sevgili kardeşlerim, şimdi bu zavallı kardeşimiz, Ercüment Özkan’ın direktifleri altında kendi şahsiyetini tamamen kaybetmiş bir durumda. Ve öyle bir düşmanlık kazanmış ki; Allah’ın evliyasına ve mürşidlerine karşı, onlara yani bizlere bir savaş açmış durumda. Bir Don Kişot sevgili kardeşlerim. Değirmenlerle savaşan bir zavallı.

Şimdi ne diyor? Yûnus Suresinin 18. âyet-i kerimesini misal göstererek diyormuş ki: “Ne tarikat vardır ne de mürşid.”

Haydi gelin beraberce bakalım, ne diyor Yûnus Suresinin 18. âyet-ikerimesi. Diyor ki Allahû Tealâ:

10/YÛNUS-18: Ve ya'budûne min dûnillâhi mâ lâ yedurruhum ve lâ yenfeuhum ve yekûlûne hâulâi şufeâunâ indallâh(indallâhi), kul e tunebbiûnallâhe bimâ lâ ya'lemu fîs semâvâti ve lâ fîl ard(ardı), subhânehu ve teâlâ ammâ yuşrikûn(yuşrikûne).

Ve onlara fayda ve zarar vermeyen Allah’tan başka şeylere (putlara) kulluk (ibadet) ediyorlar. Ve “Bunlar, Allah’ın yanında bizim şefaatçilerimiz.” diyorlar. De ki: “Yeryüzünde ve semalarda bilmediği bir şeyi Allah’a haber mi veriyorsunuz?” O, Sübhan’dır (münezzehtir), onların ortak koştuğu şeylerden yücedir.



“ve ya’budûne min dûnillâhi: Onlar, Allah’tan başkasına ibadet ederler.” diyor Allahû Tealâ.

“Allah’tan başkasına ibadet ederler (taparlar).”

mâ:
Şeylere.

“Allah’tan başka olan şeylere taparlar.”

lâ yedurruhum ve lâ yenfeuhum:
Onlara bir zararı veya bir menfaati (faydası) olmayan. (Allah’tan başka şeylere taparlar).

Yani: “Allah’a şirk koşarlar.” diyor Allahû Tealâ.

Putlardan bahsediyor, açık ve kesin bir şekilde. “ve ya’budûne.” kullanıyor; “Taparlar.” diyor Allahû Tealâ, “İbadet ederler.” diyor.

Sevgili kardeşlerim, evvelâ âyeti tamamlayalım, inşaallah sonra konuşayım.

ve yekûlûne: Ve derler ki.
hâulâi: İşte bunlar.
şufeâunâ: Bizim şefaatçilerimizdir.
indallâhi: Allah’ın indinde.
“Bu taptığımız putlar var ya, onlar bizim şefaatçilerimizdir.” derlermiş.

kul:
De ki.
e tunebbiûnallâhe:
Siz Allah’a haber mi veriyorsunuz?
bimâ lâ ya’lemu fîs semâvâti ve lâ fîl ard: Göklerde ve yerde, Allah’ın bilmediği bir şeyi mi? (Haber veriyorsunuz siz Allah’a.)
subhânehu: Allah münezzehtir.
ve teâlâ ammâ yuşrikûn: Onların ortak koştukları (şirk koştukları) şeylerden (Allah münezzehtir).

Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, son derece açık bir şekilde Allahû Tealâ, Mekke’deki putlardan bahsediyor. Hz. İbrâhîm zamanındaki putlardan bahsediyor. İnsanlar elleriyle putlar yapmışlar ve bunlara tapınmaya başlamışlar. Onlara soruluyor: “Ya siz Allah’a inanmıyor musunuz yoksa?” Diyorlar ki: “İnanıyoruz.” “E bunlar ne oluyor, bu yaptığınız taşlar? Onlara tapıyorsunuz.” “Onlar,” diyorlar, “Onlar bizim oradaki, Allah’ın katındaki şefaatçilerimizdir. O’na da taparız, bunlara da taparız.”

Sevgili kardeşlerim, bugüne kadar acaba hangi mürşide tapmış insanlar? Bütün mürşidlerin imam olmasıyla; Allah’a, kendilerine tâbî olanlarla beraber tapsınlar diye Allah tarafından vazifelendirilmişlerdir; Allah’a tapsınlar diye. Başka insanları da bu ibadetlere, Allah’a tapınmaya ısındırsınlar, onlara yardımcı olsunlar diye.

Allahû Tealâ, Allah’ın mürşidlerine ulaşmanın farz olduğunu söylüyor. “İnsanlar için iki tane yol vardır.” diyor. “Ya mürşide tâbî olarak ulaşılabilecek olan irşad yolu ya da gayy yolu.” Şimdi bu zavallı kardeşimiz, kendisiyle beraber olan bir güruhla birlikte gayy yolunu seçmiş; dalâlet yolunu seçmiş. Ve de Allah’ın mürşidlerine karşı savaş açmış. İyi. Hay Allah razı olsun. Devam etsin bakalım yolunda. Allahû Tealâ ona hayat verdi. Yeminden kaçtığı için hayatını devam ettiriyor.

Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, onunla olan tartışmamızı hatırlayacaksınız. Allahû Tealâ’nın huzurunda bize: “O kitabı sen yazdın. Onu sana Allah yazdırmadı.” iddiasında bulundu. Biz de onu tam üç defa Kur’ân-ı Kerim üzerine el basarak, Âli İmrân Suresinin 61. âyet-i kerimesi üzerine ellerimizi koyarak, el basarak: “İkimizden birisi yalan söylüyor. Ya Rabbi! Senin lânetin yalan söyleyenin üzerine olsun!” tarzında bir yemine davet ettik.

3/ÂLİ İMRÂN-61: Fe men hâcceke fîhi min ba’di mâ câeke minel ilmi fe kul teâlev ned’u ebnâenâ ve ebnâekum ve nisâenâ ve nisâekum ve enfusenâ ve enfusekum summe nebtehil fe nec’al la’netallâhi alel kâzibîn(kâzibîne).

Artık kim sana gelen ilimden sonra, onun hakkında seninle tartışırsa o zaman de ki: “Gelin, sizler ve bizler de dahil olmak üzere oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı çağıralım (bir araya toplanalım). Sonra dua edelim, böylece Allah’ın lânetini yalancıların üzerine kılalım.”



O kasedi tekrar tekrar seyredin. Ve bu zavallı kardeşimizin yeminden nasıl kaçtığını, orada acı acı seyredin. Allah’ın kendisine verdiği ömürle yaşamakta olduğunu zannediyor. Sevgili kardeşlerim, bir avcı diyor ki: “Ben Afrika’dayken aslan ağzını açtı. Ben de başımı aslanın ağzından içeriye soktum. Aslan da ısırdı, ölmüştüm.” diyor. Orada dinleyenlerden birisi diyor ki: “Yahu kardeşim hâlâ yaşıyorsun.” diyor. “Sen,” diyor, “Buna yaşamak mı diyorsun be kardeşim.” diyor. Şimdi bizim Yaşar Nuri Öztürk kardeşimiz de yaşıyor. Konferanslar veriyor, dehşetli faal. Ama bütün söyledikleri yanlış. Şimdi böyle bir dizaynda bu zavallı kardeşimiz, bunları söylerse çok mu? Allah’ın mürşidleriyle putları aynı yere oturtması, bu tarzda bir iftirayı Allah’ın mürşidlerinin üzerine atması çok mu yani? Onun çapındaki bir insandan daha fazlası beklenebilir mi? Sevgili kardeşlerim, aslında sevimli bir zat. Ve kimbilir, Allahû Tealâ ona hayat verdiğine göre belki bir gün aklı başına gelir de Allah’ın yoluna girer. Allah her şeye kaadirdir. İnşallah bu sebeple ona hayat vermiştir. Bundan sadece mutluluk duyarız, huzur duyarız. Ve bir kişinin daha kurtuluşa ulaştığının huzurunu, mutluluğunu, sürûrunu yaşarız. Bu kardeşimiz ve bir güruh onunla birlikte olan, birçok dînin ne olduğundan haberdar olmayan etiketli cahiller. Bu insanlar, başka insanları sadece aldatmakla meşguller. Buradaki korkunç sahtekârlığı görüyor musunuz sevgili kardeşlerim? Allahû Tealâ putlardan bahsediyor, o putlara tapmaktan bahsediyor; bu da mürşidleri put olarak kabul ediyor. Yani mürşidlere, onlara tâbî olanlar tapıyorlarmış. Böyle bir sahtekârlığa dünyada veya ülkemizde bir insan inanabilir mi?

Bizim hayatımızın büyük kısmındaki namazlarımız burada geçer. Hep kameraların karşısında kılarız. Başta biz olmak üzere, bütün kardeşlerimiz Allah’a ibadet ederiz. Kulluğumuzun o mutluluğunu, ibadet etmek mutluluğunu yaşarız; başta biz olmak üzere bütün kardeşlerimiz. Öyleyse şimdi bu, bu veya buna benzer diğer adamlar; bizim o kardeşlerimizin, bize tâbî olanların, bize taptığını söyleyebilir mi? Gözler önünde sahtekârlık yapılabilir mi? Hepimiz Allah’a taparken, onların başında en çok biz Allahû Tealâ’ya taparken, onlarla birlikte taparken. Allah’ın mürşidlerine dil uzatmanın sonu hep hüsran olmuştur. Bu kardeşimiz için de hep endişeliyiz. İnşaallah bir gün aklı başına gelecektir diye düşünüyoruz.

Şimdi bu ve bunun gibi olan insanlar gayy yolundalar. Bizim gibi olanlarsa rüşd yolundalar. Bakın, Allahû Tealâ ne diyor; gayy yoluyla rüşd yolu üzerindeki farklılıkları ortaya koyan âyetlerinde, işte A’râf-146 ve 147. Sevgili kardeşlerim, bu âyetlere hiçbir zaman cevap veremezler onlar. Müktesebatları buna müsait değil. Bilmiyor musunuz bu doçent olmak, profesör olmak, yok bilmem ilâhiyat fakültesinin dekanı olmak Allah ile olan ilişkilerde kimseye bir şey sağlamaz. İnsanlarla olan ilişkilerinde etiketleri sebebiyle zavallı masum insanları cehenneme sürüklemekle meşguller sadece. 60 milyon insanın vebali bunların omuzlarında.

A’râf-146; Allahû Tealâ buyuruyor:

7/A'RÂF-146: Se asrifu an âyâtiyellezîne yetekebberûne fîl ardı bi gayril hakkı ve in yerev kulle âyetin lâ yu’minu bihâ ve in yerev sebîler ruşdi lâ yettehızûhu sebîlen ve in yerev sebilel gayyi yettehızûhu sebîlâ(sebîlen), zâlike bi ennehum kezzebû bi âyâtinâ ve kânû anhâ gâfilîn(gâfilîne).

Yeryüzünde haksız yere kibirlenen kimseleri, âyetlerimizden çevireceğim. Bütün âyetleri görseler, ona inanmazlar. Eğer rüşd yolunu görseler, onu yol edinmezler. Ve gayy yolunu görseler, onu yol edinirler. Bu; onların, âyetlerimizi yalanlamaları ve ondan gâfil olmaları sebebiyledir.

7/A'RÂF-147: Vellezîne kezzebû bi âyâtinâ ve likâil âhirati habitat a’mâluhum, hel yuczevne illâ mâ kânû ya’melûn(ya’melûne).

Ve onlar ki; âyetlerimizi ve ahirete ulaşmayı (hayatta iken ruhun Allah’a ulaşmasını) tekzip ettiler (yalanladılar) ve onların amelleri, heba oldu (boşa gitti). Onlar, yaptıklarından başka bir şeyle mi cezalandırılır?



İşte burada Allahû Tealâ, irşad yoluyla (rüşd yoluyla) gayy yolunu kesin bir şekilde birbirinden ayırmış, sonucu da. Diyor ki: “O insanlara Allah, âyetlerinin gerçek anlamlarını idrak ettirmekten sarf-ı nazar eder ki; onlar yeryüzünde kibirle, haksız yere kibirli olarak dolaşmaktadırlar.”

“Kibirlenmeleri için haklı bir sebepleri yoktur.” diyor Allahû Tealâ. Âyet-i kerimenin başlangıcı bu. İşte bu, kibirle yeryüzünde haksız yere dolaşanlardan biri de bu kardeşimiz, küçük kardeşimiz.

Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, Allahû Tealâ bu konuda Bakara-256 ve 257’de de bir şeyler söylemiş. Bundan sonra da oraya ulaşacağız.

Diyor ki Allahû Tealâ bu insanlar için, bu yeryüzünde haksız yere kibirle dolaşanlar için. Niçin haksız yere kibirle? Allahû Tealâ diyor ki: “Faydasız ilimden.” Afedersiniz, Peygamber Efendimiz (S.A.V) hadîsi-i şerifinde diyor ki: “Faydasız ilimden Allah’a sığınırım.” Bu insanlar, bu ve bununla birlikte aynı iddiaların sahipleri olan insanlar; Kur’ân-ı Kerim’i adeta can damarları itibarıyla külliyen reddediyorlar. Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve sahâbe 5 safhada hareket ettiler.

1- Allah’a ulaşmayı dilediler.
2- Mürşidlerine ulaştılar.
3- Ruhlarını Allah’a ulaştırıp teslim ettiler.
4- Fizik vücutlarını da Allah’a teslim ettiler.
5- Nefslerini de Allah’a teslim ettiler.

Sevgili kardeşlerim, Kur’ân-ı Kerim söylediklerimizin hepsini kesin bir şekilde ispat ediyor. Bunlar da bu ispatların karşısında bir şey söyleyemiyorlar. Sadece, “Hayır, öyle değil.” demekle yetiniyorlar. Ve bir iddianın sahipleri. Diyorlar ki: “İslâm’ın 5 tane şartı vardır. Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek, kelime-i şahadet getirmek. 5 tane şart. İslâm, Allah’a teslim olmak demektir. Kim o 5 şartı yerine getirirse onların hepsi Allah’a teslim olmuştur.”

Biz de bunlara soruyoruz. Aralarından bir kısmı namaz filan da kılmıyor. Onlara soruyoruz, diyoruz ki: “Siz bu 5 şartı yerine getiriyor musunuz?” “Evet.” “Gerçekten inanıyor musunuz Allah’a teslim olduğunuza?” Ona da: “Evet.” diyorlar. Sevgili kardeşlerim, Allah’a teslim olmanın ne demek olduğundan, uzaktan yakından haberi olmayan insanlar dîn konusunda ahkâm keserek, 60 küsür milyon insanın cehenneme kendileriyle birlikte ulaşmasını sağlayacaklar. Bu trajediye şahit olmak gerçekten çok ızdırap verici bir şey sevgili kardeşlerim. Bu bir fitne olayı. İnsanların kitle halinde cehenneme sevk edilmesi hali. Ve Allah’ın hakikatlerini bilip de buna sabredebilmek muhakkak ki çok kolay bir şey değil. İnsanlar aldatılıyorlar. Allah’ın doğrularını bilmeyen; Arapça bilgilerine rağmen, Arapça’nın gramerini ve lisanın inceliklerini bilmelerine rağmen, Allah’ın doğrularını reddediyorlar.

Sevgili kardeşlerim, Peygamber Efendimiz’le sahâbe 5 safhayı da gerçekleştirmişler. Sahâbe de Allah’ın mürşidleri olmuş. Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesi, bütün sahâbenin mürşid olduğunu ve tâbiinin sahâbeye tâbî olduğunu açık ve kesin bir şekilde ispat ediyor.


9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ihsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehâl enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).

O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah'a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden (Mekke'den Medine'ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.



Şimdi sormaz mıyız bu zavallı insanlara, hani mürşid yok diyordunuz Kur’ân-ı Kerim’de? Sahâbe mürşid değil mi? Kendilerine tâbî olunmamış mı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra? Hani Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le birlikte mürşidler sona ermişti? Sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ diyor ki: “O sabikûn-el evvelîn var ya, onların bir kısmı ensardandı, bir kısmı muhacirîndendi, bir de ensarla muhacrîne ihsanla tâbî olanlardandı.” diyor Allahû Tealâ. Bizim bu zavallı kardeşlerimiz, dîn âlimiyiz diye geçinenler, haydi cevap verin bakalım: Sahâbe mürşid değil miydi? Kendilerine tâbî olunduğu Kur’ân-ı Kerim’de yazan bu insanlar mürşid değil miydi? Açın bakalım, Ra’d Suresinin 20, 21, 22. âyetlerini. Kimlermiş ruhlarını Allah’a ulaştıranlar? Allah’a ulaşmayı dileyenler. Bakınız ne diyor Allahû Tealâ, Ra’d-20, 21, 22:

13/RA'D-20: Ellezîne yûfûne bi ahdillâhi ve lâ yenkudûnel misâk(misâka).

Onlar, Allah’ın ahdini ifa ederler (ruhlarını, vechlerini, nefslerini ve iradelerini Allah’a teslim ederler). Ve misaklerini (diğer teslimlerle birlikte iradelerini de Allah’a teslim edeceklerine dair misaklerini) bozmazlar.

13/RA'D-21: Vellezîne yasılûne mâ emerallâhu bihî en yûsale ve yahşevne rabbehum ve yehâfûne sûel hisâb(hisâbi).

Ve onlar Allah’ın (ölümden evvel), Allah’a ulaştırılmasını emrettiği şeyi (ruhlarını), O’na (Allah’a) ulaştırırlar. Ve Rab’lerine karşı huşû duyarlar ve kötü hesaptan (cehenneme girmekten) korkarlar.

13/RA'D-22: Vellezîne saberûbtigâe vechi rabbihim ve ekâmûs salâte ve enfekû mimmâ razaknâhum sirren ve alâniyeten ve yedraûne bil hasenetis seyyiete ulâike lehum ukbed dâr(dâri).

Onlar, sabırla Rab’lerinin Vechini (Zat’ını, Zat’a ulaşmayı ve Allah’ın Zat’ını görmeyi) dileyenler ve namazı ikame edenler, onları rızıklandırdığımız şeylerden gizli ve açıkça infâk edenlerdir. Ve seyyiati, hasenat ile (iyilikle) savan kimselerdir. İşte onlar için, bu dünyanın (güzel bir) akıbeti (sonucu) vardır.



Diyor ki Allahû Tealâ: “Onlar, Allah ile olan ahdlerini ifa ederler. Ve özellikle misaklerini bozmazlar. Ve onlar Allah’ın, Allah’a ulaştırılmasını emrettiği şeyi (ruhlarını) Allah’a ulaştırırlar. Onlar kötü hesaptan korkarlar. Rabb’lerine karşı huşû duyarlar. Ve onlar sabırla Allah’ın Zat’ını dileyenlerdir.”

Kimmiş Allah’ın, Allah’a emrettiği şeyi Allah’a ulaştıranlar? Allah’a ulaşmayı dileyenlermiş. Şimdi bakıyoruz Zumer Suresinin 18. âyet-i kerimesine:

39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahsenehu, ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).

Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).



Allahû Tealâ, sahâbeden bahsediyor. “Onlar sözü dinlerler, sözün en güzeline tâbî olurlar (ahsen olanına). Onların hepsi hidayete erdiler (hepsi ruhlarını Allah’a ulaştırdı).” diyor Allahû Tealâ.

Kimler bunlar? Allah’a ulaşmayı dileyenler. Şimdi biz sormaz mıyız bu kardeşimize: Sen Allah’a ulaşmayı diliyor musun? Cevap geliyor: “Dilemiyorum.” diyor. Allahû Tealâ da ona cevap veriyor. Dilemeyene cevap veriyor, Yûnus Suresinin 7 ve 8. âyetlerinde.

10/YÛNUS-7: İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatmeennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).

Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah’a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.

10/YÛNUS-8: Ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).

İşte onların kazandıkları (dereceler) gereğince varacakları yer ateştir (cehennemdir).



“Onlar Bize mülâki olmayı (ruhlarını dünya hayatında yaşarken, hayattayken Bize ulaştırmayı) dilemezler. Onlar dünya hayatından razıdırlar. Dünya hayatıyla mutmain olurlar.” İşte bunlar gibi. Şimdi bunların müşterek vasıflarını veriyor Allahû Tealâ: “Bunlar, onlar,” diyor Allahû Tealâ, “Bu, Allah’a ulaşmayı dilemeyenler, Bizim âyetlerimizden gâfil olanlardır.” diyor. Bu Yaşar Nuri Öztürk de dahil olmak üzere dîn adına ahkâm kesen bunca insan, Allah’a ulaşmayı dilemiyor. Ve Allahû Tealâ açık ve kesin bir şekilde, bu insanların Allah’ın âyetlerinden gâfil olduğunu söylüyor. Gâfil olmasalardı dilerlerdi. Çünkü dilemeleri mutlaka cennet saadetini elde etmelerine sebebiyet verecekti ama dilemiyorlar.

Ve âyetin, bir sonraki âyet, 8. âyet-i kerime:

Allahû Tealâ: “vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn.” dedikten sonra diyor ki: “Onların gidecekleri yer, kazandıkları dereceler itibarıyla ateştir (cehennemdir).” diyor.

“ulâike me’vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn.

yeksibûn.” diyor, “İktisap ettikleri itibarıyla, dereceler itibarıyla onların gidecekleri yer ateştir.”

 

1. vasıfları: Allah’ın âyetlerinden gâfil olmaları.

2. vasıfları: Gidecekleri yerin ateş olması.

Şimdi …âyetine dönüyorum; A’râf-146 ve 147 ile başlamıştık. Allahû Tealâ diyor ki: “İşte bunlar,” diyor, “Yeryüzünde haksız yere kibirle dolaşanlardır.” Neden haksız? 60 milyon insanı cehenneme sürüklüyor adamlar ve kibirle dolaşıyorlar, “Biz bu dîni biliriz.” diye. Dikkat edin: Allah kurtuluş için neyi emretmişse bu insanların hepsi aksini söylüyor. Diyor ki Allahû Tealâ: “Allah’a ulaşmayı dileyeceksiniz. Eğer dilemezseniz, gideceğiniz yer cehennemdir.” Bunlar da diyorlar: “Biz dilemiyoruz. Başka insanlara da söylüyoruz.” diyorlar, “Dilemesinler diye.” Yani çekindikleri yok. Başka insanları cehenneme sürmekten adeta zevk alıyor bu insanlar.

Bütün sahâbe iki safhayı tamamladılar mürşidlerine ulaştılar; kâinatın en büyük mürşidine. 30 sene sonra da 4 halifeden sonra da sahâbeye tâbî oldular; tâbiin. Ondan sonra gelen tebe-i tâbiin de tâbiine tâbî oldular. Ta bize kadar gelen kollardan; birçok koldan bir tanesi.

Öyleyse sevgili kardeşlerim, 3. safhaya bakıyoruz; bütün sahâbe ruhlarını Allah’a ulaştırmış. Söyledik, Zumer Suresinin 18. âyet-i kerimesi. Ve teslim etmiş ruhlarını Allahû Tealâ’ya. Yetmez, Âli İmrân Suresi 20. âyet-i kerime; Allahû Tealâ buyuruyor:

3/ÂLİ İMRÂN-20: Fe in hâccûke fe kul eslemtu vechiye lillâhi ve menittebeani, ve kul lillezîne ûtûl kitâbe vel ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe innemâ aleykel belâgu, vallâhu basîrun bil ibâd(ibâdi).

Bundan sonra eğer seninle tartışırlarsa o zaman onlara de ki: “Ben ve bana tâbi olanlar vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah'a teslim ettik.” O kitab verilenlere ve ümmîlere: “Siz de vechinizi (fizik vücudunuzu) (Allah'a) teslim ettiniz mi?” de. Eğer teslim ettilerse, o taktirde, hidayete ermişlerdir. Ve eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir. Ve Allah, kullarını en iyi görendir.



“Habîbim! Onlara de ki: ‘Ben ve bana tâbî olanlar, biz hepimiz vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah’a teslim ettik.’ Sor bakalım, o kitap sahiplerine ve ümmîlere: ‘Onların arasında da bunu yapanlar var mı (vechlerini Allah’a teslim edenler var mı)? Varsa daha evvel mutlaka onlar ruhlarını Allah’a teslim etmişlerdir.’” diyor Allahû Tealâ.

Bu âyet; zaten sahâbe vechlerini teslim ettiklerine göre (fizik vücutlarını), ruhlarını daha evvel teslim ettiklerini kesinleştiriyor.

Bakara Suresi 136. âyet-i kerime; sahâbenin nefslerini de Allah’a teslim ettikleri kesinlik kazanıyor.

2/BAKARA-136: Kûlû âmennâ billâhi ve mâ unzile ileynâ ve mâ unzile ilâ ibrâhîme ve ismâîle ve ishâka ve ya’kûbe vel esbâtı ve mâ ûtiye mûsâ ve îsâ ve mâ ûtiyen nebiyyûne min rabbihim, lâ nuferriku beyne ehadin minhum ve nahnu lehu muslimûn(muslimûne).

Deyin ki: “Biz Allah’a, bize indirilenlere, İbrâhîm (as.)’a, İsmail (as.)’a, İshak (as.)’a, Yâkub (as.) ve torunlarına indirilenlere, Musa (as.) ve İsa (as.)’ya verilenlere ve (diğer) nebîlere, Rab’leri tarafından verilenlere (sahife, kitap ve vahiylere) îmân ettik. Onların arasından hiçbirini ayırmayız (fark gözetmeyiz). Ve biz, O’na teslim olanlarız.”



Sevgili kardeşlerim, bu insanlara -başrollerde bu Yaşar Nuri Öztürk var- soruyoruz: “Siz Allah’a teslim oldunuz mu?” Bize diyorlar ki: “Biz İslâm’ın 5 tane şartını yerine getiririz ve böylece Allah’a teslim oluruz. Sen neden bahsediyorsun,” diyorlar, “teslimler olarak?” Biz de diyoruz ki: “Bakın, orada 300’den fazla kaset var. Neden bahsettiğimizi size ispat etmek üzere 300’den fazla kaset var. 2500’den fazla sual cevabı var. Kur’ân’dan sorulan, 2500’den fazla sualin cevabı var orada. O sizin bütün bilmediklerinizin ışığı orada. O; biziz. Artık söylediklerimizi inkâr edemezsiniz. Çünkü onlar artık suya yazılmış yazılar değil; bir çırpıda silebileceğiniz, ‘Hayır! O, böyle bir şey söylemedi.’ diyemezsiniz artık. Bilgisayarların hafızasında birçok emin yerde, ayrı ayrı muhafaza ediyoruz. Bir tanesini imha edebilirseniz, ötekilerin hepsi ispat için gene hazır olacaklar. Dikkat edin: Dînlerin birleştirilmesine doğru gidiyoruz. İslâm’dan başka bir dîn hiç olmamış kâinat üzerinde. Öyleyse sözlerimizi dikkatle dinleyin! Bunlara mâni olamayacağınız için radyomuzu, televizyonumuzu kapatıyorsunuz. Ama Allah’ın söylediğini unutuyorsunuz: “Onlar ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek isterler. Ama Allah, nurunu tamamlayacaktır.” diyor Allahû Tealâ.

9/TEVBE-32: Yurîdûne en yutfîû nûrallâhi bi efvâhihim ve ye'ballâhu illâ en yutimme nûrahu ve lev kerihel kâfirûn(kâfirûne).

(Onlar) ağızları ile Allah’ın nurunu söndürmeyi istiyorlar. Ve Allah, kâfirler kerih görseler bile nurunu tamamlamaktan başka bir şey istemez.



Hiçbirisinin gücü, hiç kimsenin gücü oraya yetmez. Çünkü Allah bizimle beraber. Öyle diyor Allahû Tealâ. “Allah’a güveniyorsanız, Allah’a inanıyorsanız; O’na güvenin! Eğer güveniyorsanız; bilin ki en kuvvetli sizsiniz.” diyor.

3/ÂLİ İMRÂN-160: İn yansurkumullâhu fe lâ gâlibe lekum, ve in yahzulkum fe men zellezî yansurukum min ba’dihi, ve alâllâhi felyetevekkelil mu’minûn(mu’minûne).

Eğer Allah size yardım ederse, o zaman sizi yenecek yoktur. Ve eğer sizi yardımsız (yüz üstü) bırakırsa, ondan sonra size kim yardım eder. Öyleyse mü’minler, Allah’a tevekkül etsinler (Allah’a güvensinler).



O en kuvvetli biziz! Biz, kuvvetli olduğumuz için değil; en kuvvetli bizimle beraber olduğu için.”

Öyleyse sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, sözlerimizi dikkatle, ibretle dinleyin! Bu zavallı insanların dînlerini öğreneceği yegâne okul; Allah’ın üniversitesidir. O üniversitenin sahibi biziz. İşte Allah’ın dizaynı: Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le sahâbe 5 safhayı da tamamlamışlar. Bizimle beraber olanlar da o safhaları tamamlıyorlar, tamamladılar, tamamlıyorlar ve tamamlayacaklar. Ve titriniz şu dünya ne olursa olsun, bizden öğreneceğiniz çok şey var.


Dikkat edin, şimdiye kadar neyi söylemişsek; Peygamber Efendimiz (S.A.V) asırlar önce aynı şeyi söylemiş. Bütün söylediklerimiz sadece, Kur’ân-ı Kerim’in; dîn adamları tarafından unutulmuş olanları dahil, âyetleri. Zaten iblisin tuzağı burada. Bu zavallı insanları, “Dîn âlimiyiz” diye geçinenleri öyle bir tuzağına düşürmüş ki, asırlarca insanlara yazdırdıkları kitaplarla iblis ve taifesi (tagut; insan ve cin şeytanlar); zamanımızdaki bu tarzdaki dîn adamlarına Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’ini, oradaki temel faktörleri unutturmayı başarmışlar. Hepsi: “Bunlar dînimizde yoktur.” diyorlar, “Allah’a ulaşmayı dilemek.” Allahû Tealâ diyor ki: “Dilemezseniz cehenneme gidersiniz.” diyor. “Dilemek farzdır.” diyor. Ve bunlar diyorlar ki: “Hayır, Kur’ân-ı Kerim’de yok.” “Mürşide ulaşmak farzdır.” diyoruz, “Allahû Tealâ bunu söylüyor.” “Hayır.” diyorlar. “Ruhunuzu Allah’a, sağken, hayattayken ulaştırmak mecburiyetindesiniz.” diyoruz. “11 defa, Allahû Tealâ üzerimize farz kılmış.” diyoruz. “Hayır.” diyorlar. 11 tane âyet-i kerime söylüyoruz Kur’ân-ı Kerim’den; “Hayır.” diyorlar. Fizik vücudumuzu Allah’a teslim etmekten bahsediyoruz; “Hayır.” diyorlar. Nefsimizi Allah’a teslim etmekten bahsediyoruz; “Hayır.” diyorlar.

Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le beraber bütün sahâbenin bunlarını hepsini gerçekleştirdiklerini âyet âyet ispat ediyoruz ve gene: “Hayır.” diyorlar. Sevgili kardeşlerim, burada artık hüsnüniyetten bahsedilecek olan devre aşılmıştır. Onları bu açıklamalardan sonra hüsnüniyet sahibi olarak artık kabul etmiyoruz. A’râf Suresinin 146. âyet-i kerimesinde Allah, bu insanların, yeryüzünde ilimleri sebebiyle haksız yere gururla, kibirle dolaştıklarını söylüyor.

Şimdi davranış biçimlerine geliyoruz bu insanların; bu gururlu, kibirli insanların davranış biçimlerine. Allahû Tealâ diyor ki: “Onlar irşad yolunu gördükleri zaman, rüşd yolunu gördükleri zaman, insanları Allah’a ulaştıran yolu gördükleri zaman o yolu asla yol olarak kabul etmezler.” diyor. İşte kabul etmiyorlar. “Onlar,” diyor, “Allah’ın bütün âyetlerini görseler kabul etmezler.” diyor.

Âyet âyet gösteriyoruz; yüzlerce âyet; binlerce âyet. Sadece beyefendiler, “Hayır, hayır, hayır.” deyip konuyu bitiriyorlar. Ve bizim halkımıza da bu sahtekârlığı kabul ettirmiş durumdalar. Sevgili kardeşlerim, inanılır gibi değil. Ülkemiz, küfrân-ı nimet etmenin bütün hüznünü, bütün sıkıntılarını bunlar sebebiyle yaşıyor. Allah’ın yolundan insanları men ediyorlar. “Allah’ın irşad yolunu gördükleri zaman, o yolu kendilerine yol olarak kabul etmezler.” diyor Allahû Tealâ. “Allah’ın irşad yolunu değil de şeytanın gayy yolunu gördükleri zaman, o yolu kendilerine yol edinirler.” diyor Allahû Tealâ. A’râf-146. İşte bütün bu insanlar gayy yolunu, kendilerini cehenneme götürecek olan yolu kabul etmiş durumdalar.

İrşad yolunun kendisine has vasıfları var: Mutlaka tagutu reddetmek mecburiyetindesiniz, mutlaka Allah’a ulaşmayı dilemek mecburiyetindesiniz, mutlaka mürşidinize ulaşmakla Allahû Tealâ görevli kılmış. Öyleyse sevgili kardeşlerim, bir tehlike daha. Biz, Allahû Tealâ’nın bir farz emrini size söylüyoruz ya, tâbî olmak farzdır diye, Allahû Tealâ diyor ki Mâide Suresinin 35. âyet-i kerimesinde:

5/MÂİDE-35: Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete ve câhidû fî sebîlihi leallekum tuflihûn(tuflihûne).

Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı, teslim olmayı dileyenler); Allah’a karşı takva sahibi olun ve O’na ulaştıracak vesileyi isteyin. Ve O’nun yolunda cihad edin. Umulur ki böylece siz felâha erersiniz.


“yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete:
Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı dileyen îmân sahipleri)! Allah’a karşı takva sahibi olun. Ve Allah’a ulaşmaya kim vesile olacaksa, onu Allah’tan isteyin.” diyor Allahû Tealâ.

Üzerimize onu istemeyi farz kılıyor ve mutlaka tâbiiyeti esas alıyor.

Hangi peygambere Allahû Tealâ vazife verdiyse hepsine tâbî olunmuş. Son peygamber Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V), son nebî (son peygamber); ona da tâbî olunmuş. Ve: “Tâbiiyet onunla bitti.” diyorlar. Sanki Kur’ân-ı Kerim’de tâbiiyet müessesesi onunla bitti diye bir âyet varmış gibi. Onların o söylediklerini Allahû Tealâ, Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesiyle kesin şekilde boşa çıkarıyor, yalanlıyor. Ve tâbiiyetin devam ettiğini, kıyâmete kadar da devam edeceğini söylüyor.

Sevgili kardeşlerim, diyor ki Allahû Tealâ: “Onlar gayy yolunu gördükleri zaman, gayy yoluna tâbî olurlar. Onu kendilerine yol ittihaz ederler.” Bunların hepsi, o yolu kendilerine yol edinmiş durumdalar. Çünkü mürşide ulaşamayan bir kişi için gayy yolu; seçilmiş bir yoldur. O yolun üzerindedir bütün insanlar doğuşlarından itibaren. Bütün insanlar, doğuşlarından itibaren dalâlettedirler. Mürşide ulaşmadıkça hiç kimse için mü’min olabilmek imkânı söz konusu değildir. Dalâletten kurtulmak da söz konusu değildir. 10 âyet; mürşide ulaşmadıkça dalâletten kurtulmanın söz konusu olmadığını söylüyor. Mü’min olmanın şartlarını gördüğünüz zaman, tâbî olmadan bunun mümkün olmayacağını görüyorsunuz.

Sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ devam ediyor A’râf-146’da: “Onlar gayy yolunu gördükleri zaman, onu kendilerine yol ittihaz ederler. Bunun sebebi,” diyor Allahû Tealâ, “Allah’ın âyetlerinden gâfil olmalarıdır.” diyor. “Bu, yeryüzünde kibirle dolaşan bu adamların; kendilerine Allah’ın rüşd yolunu (irşad yolunu, Allah’a ulaştıracak yolu) değil de cehenneme götüren, gayy kuyusuna götüren gayy yolunu tercih edişlerinin arkasında onların Allah’ın âyetlerini tekzip etmeleri (yalanlamaları) ve Allah’ın âyetlerinden gâfil olmaları vardır.” diyor Allahû Tealâ. Hepsi, bu söylediğimiz âyetlerin hepsinden gâfil. Ama kimbilir kaç yüz cilt kitap okudular şimdiye kadar, kendilerini Allah’a ve cennete ulaştıracak değil, cehenneme ulaştıracak bütün yanlışlıkları onlara ezberleten kitaplar.

Sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ bununla bırakmıyor. Diyor ki… İşte bu, Allah’ın âyetlerini bunlar yalanlıyorlar. Allah mürşidi farz kılıyor; “Hayır.” diyorlar adamlar, yalanlıyorlar. Hidayeti Allahû Tealâ ifade ediyor tam 11 âyette, ruhumuzu ölmeden Allah’a ulaştırmamızı emrediyor; “Hayır.” diyorlar, yalanlıyorlar. Allah da onlara lânet ediyor, lânet edenlerin hepsi de lânet ediyor. Allah’ın hidayetini inkâr edenlere Bakara Suresinin 159. âyet-i kerimesi böyle söylüyor: “Allah da onlara lânet eder” diyor Allahû Tealâ, “Lânet edenlerin de hepsi lânet eder.” diyor.

2/BAKARA-159: İnnellezîne yektumûne mâ enzelnâ minel beyyinâti vel hudâ min ba’di mâ beyyennâhu lin nâsi fîl kitâbi, ulâike yel’anuhumullâhu ve yel’anuhumul lâinûn(lâinûne).

Muhakkak ki, beyyinelerden indirdiğimiz şeyleri ve hidayeti (ölmeden evvel ruhun Allah'a ulaştırılmasını) Kitap'ta insanlara açıklamamızdan sonra gizleyenlere, işte onlara, Allah lânet eder ve lânet ediciler de onlara lânet eder.



Şimdi Allahû Tealâ diyor ki: “Onlar ki; Allah’ın âyetlerini tekzip ederler (yalanlarlar) ve Allah’a ulaşma gününü (yevm’il âhiri) yalanlarlar (ruhun Allah’a ölmeden evvel ulaşmasını yalanlarlar), onların amelleri boşa gitmiştir.” diyor. Yani: “Amelleri sebebiyle kazandıkları dereceler boşa gitmiştir.” diyor Allahû Tealâ. “Onların amellerinden kazandıkları hiçbir derece mevcut değildir.” diyor Allahû Tealâ.

Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, işte bu insanlar, bu güruh, bunlarla beraber olanların hepsi; amelleri boşa gidenler. Allah’ın âyetlerinden gâfil olanlar. Şimdi böyle bir dizaynda bu âyet bunu söylüyor. Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin de Allah’ın âyetlerinden gâfil olduğunu, demin söylediğimiz Yûnus Suresinin 7 ve 8. âyetleri söylüyordu: “Kim Allah’a ulaşmayı dilemezse” diyor, “Onlar, Bizim âyetlerimizden gâfil olanlardır.” Bunlar hem kendileri dilemiyorlar hem başka insanların dilemesine, mürşidlerine ulaşmasına kesinlikle mâni oluyorlar. Bu insanların yeryüzünde fitne çıkardıklarını söylüyor Allahû Tealâ, Ra’d Suresinin 25. âyet-i kerimesinde. Ra’d-20, 21, 22’yi demin söylemiştik.

“Ve onlar, Allah’ın Allah’a ulaştırılmasını emrettiği şeyi, Allah’a (ruhlarını Allah’a) ulaştırırlar.” diyor Allahû Tealâ (Ra’d-21).


Ra’d-25’de de diyor ki:


13/RA'D-25: Vellezîne yankudûne ahdallâhi min ba’di mîsâkıhi ve yaktaûne mâ emerallâhu bihi en yûsale ve yufsidûne fîl ardı ulâike lehumul la’netu ve lehum sûud dâr(dâri).

Onlar, misaklerinden sonra (ruhlarını, vechlerini, nefslerini ve iradelerini teslim edeceklerine dair ezelde Allah’a misak verdikten sonra) Allah’ın ahdini bozarlar (ruhlarını, vechlerini, nefslerini ve iradelerini Allah’a teslim etmezler). Ve Allah’ın, O’na (Allah’a) ulaştırılmasını emrettiği şeyi keserler (ruhlarını Allah’a ulaştırmazlar). Ve yeryüzünde fesat çıkarırlar (başka insanların da Sıratı Mustakîm’e ulaşmalarına mani oldukları için fesat çıkarırlar). Lânet onlar içindir. Ve yurdun kötüsü (cehennem) onlar içindir.



“Onlar,” diyor, “Allah’ın, Allah’a ulaştırılmasını emrettiği şeyi gerçekleştirmezler (Allah’ın emrettiği şeyi, ruhlarını Allah’a ulaştırmazlar), vuslatı keserler. Onlar, yeryüzünde fesat çıkaranlardır (fitne çıkaranlardır).” diyor Allahû Tealâ.

İşte bu insanlar; Allah’ın, Allah’a ulaştırılmasını emrettiği ruhlarını hiçbir zaman Allah’a ulaştırmayı dilemeyen insanlar, yeryüzünde fitne çıkaran, fesat çıkaran insanlar. Acaba bu fesadı nasıl yapıyorlar? Sualin cevabını Nisâ-167, 168, 169’da buluyoruz. Allah’a ulaşmayı dilemeyen kişi, kendisi Allah’a ulaşmayı dilemez ve kendi günahlarıyla cehenneme gider, tamam ama daha yüklenmez. Kendisinin cehenneme gönderdiği insan olmaz. Kendisi gider, kendi günahlarıyla kavrulur orada. Ama bir de kendisi Allah’a ulaşmayı dilemeyen, mürşide ulaşmayan, ruhunu Allah’a ulaştırmayan insan, başka insanları da yoldan çıkarıyor. İşte Nisâ-167, 168, 169 bunun bilgisini veriyor. Ne diyor Allahû Tealâ? Diyor ki:

4/NİSÂ-167: İnnellezîne keferû ve saddû an sebîlillâhi kad dallû dalâlen baîdâ(baîden).

Muhakkak ki inkâr edenler ve Allah’ın yolundan alıkoyanlar (saptırmış olanlar), (mürşidlerine ulaşmadıkları için) uzak bir dalâletle sapmışlardır.

4/NİSÂ-168: İnnellezîne keferû ve zalemû lem yekunillâhu li yagfira lehum ve lâ li yehdiyehum tarîkâ(tarîkan).

Muhakkak ki inkâr edenleri ve zulmedenleri (başkalarını da mürşide ulaşmaktan men edip saptıranları), Allah mağfiret edecek değildir ve yola (Allah’a ulaştıran Sıratı Mustakîm’e) hidayet edecek değildir.

4/NİSÂ-169: İllâ tarîka cehenneme hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden). Ve kâne zâlike alâllâhi yesîrâ(yesîran).

Ancak cehennem yoluna (hidayet eder, ulaştırır), onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Ve bu, Allah için kolaydır.



innellezîne keferû: Onlar kâfirdirler.

“ve saddû an sebîlillâhi:
Ve Allah’ın yolundan (Allah’ın Sıratı Mustakîm’inden, sebîlinden) insanları saptırırlar.” diyor Allahû Tealâ, “Oraya ulaşmalarına, Sıratı Mustakîm’e insanların ruhlarını ulaştırmalarına mâni olurlar.” diyor.

Bu insanlar hiç çekinmeden bunu söylüyorlar. “Böyle” diyorlar, “ruhun ölmeden evvel Allah’a ulaşması diye bir şey yoktur Kur’ân-ı Kerim’de.” 11 defa farz kılıyor Allahû Tealâ. Bunlar, “yok” demek cesaretini gösteriyorlar. Sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ devam ediyor Nisâ-167’de:

“innellezîne keferû ve saddû an sebîlillâhi kad dallû dalâlen baîdâ(baîden): Andolsun ki onlar, uzak bir dalâlet içindedirler.”

İşte kendileri Allah’ın yoluna girmeyen, başka insanları da Allah’ın yolundan saptırdıkları için, Ra’d-25’de, Allahû Tealâ onların fitne çıkardıklarını, fesat çıkardıklarını söylüyor yeryüzünde.Ve bu âyet-i kerime gereğince, Allahû Tealâ anlatmış oluyor bütün insanlığa; nasıl bir fitne, nasıl bir fesadın söz konusu olduğunu. Devam ediyor Allahû Tealâ:

innellezîne keferû ve zalemû: Onlar kâfirdirler ve zâlimdirler.”

Niçin? Başka insanlara zulmettikleri için. O insanların, Allah’ın yoluna ulaşmasına mâni oldukları için. Ve devam ediyor:

lem yekunillâhu li yagfira lehum: Allah, onlara asla mağfiret etmez.

Ne olurdu eğer onlar mürşidlerine tâbî olsalardı, ruhlarını böylece Allah’a doğru yola çıkarsalardı? Ne olurdu mürşidlerine tâbî oldukları zaman? Furkân Suresinin 70. âyet-i kerimesi cevap veriyor:

25/FURKÂN-70: İllâ men tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât(hasenâtin), ve kânallâhu gafûran rahîmâ(rahîmen).

Ancak kim (mürşidi önünde) tövbe eder (böylece kalbine îmân yazılıp, îmânı artan) mü’min olur ve salih amel (nefs tezkiyesi) yaparsa, o taktirde işte onların, Allah seyyiatlerini (günahlarını) hasenata (sevaba) çevirir. Ve Allah, Gafur’dur (günahları sevaba çevirendir), Rahîm’dir (rahmet nuru gönderendir).



“Tâbî olurlarsa” diyor, “onlar mü’min olurlar. Arkasından,” diyor, “amilüssalihata başlarlar (nefsi ıslâh edici amellere). Ve Allah, onların günahlarını sevaba çevirir (onlara mağfiret eder).” diyor. “Bunlar da kendileri mürşide tâbî olmadıkları gibi, başkalarının da tâbî olmasına, böylece ruhlarını Allah’a ulaştırmak için Sıratı Mustakîm’e ulaştırmalarına mâni olurlar. Bu yüzden zâlimdirler.” diyor Allahû Tealâ, “Onlara zulmettikleri için, bu sebeple. Ve onlara asla mağfiret etmez.” diyor, “Allahû Tealâ.” Çünkü hiçbir zaman bir mürşide tâbî olmak diye bir olay onlar için geçerli değil.

Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler Allahû Tealâ diyor ki:

“ve lâ li yehdiyehum tarîkâ: Allah onları, asla Tarîki Mustakîm’e ulaştırmaz.”   
“illâ tarîka cehenneme: Cehennem yoluna ulaştırır sadece.”
“hâlidîne fîhâ ebedâ: Orada ebediyyen kalacaklardır (cehennemde).” diyor Allahû Tealâ.

İşte bu insanların gideceği yer, cehennem. Kendileri Allah’ın yoluna girmedikleri gibi, irşad yolunu gördükleri zaman onu asla yol edinmezler; tamam. Yani kendileri asla Allahû Tealâ’nın yoluna girmezler. Ama gayy yolunu gördükleri zaman, o yol onların yoludur. Böylece âyetler birbirini her alanda tamamlıyor. Ve bu insanlar dünyaya dîn öğretmeyi vazife etmişler kendilerine. Her söyledikleri yanlış.Hangisini düzeltelim ki? İşte Allahû Tealâ, Bakara-256’da şunları söylüyor:

2/BAKARA-256: Lâ ikrâhe fîd dîni kad tebeyyener ruşdu minel gayy(gayyi), fe men yekfur bit tâgûti ve yu’min billâhi fe kadistemseke bil urvetil vuskâ, lânfisâme lehâ, vallâhu semîun alîm(alîmun).

Dînde zorlama yoktur. irşad yolu (hidayet yolu, Allah’a ulaştıran yol), gayy yolundan (dalâlet yolundan, şeytana, cehenneme ulaştıran yoldan) açıkça (ayrılıp) ortaya çıkmıştır. Artık kim tagutu (şeytanı ve şeytana ulaştıran yolu) inkâr edip de Allah’a îmân ederse (mü’min olur, Allah’a ulaştıran yolu tercih ederse), böylece o, (Allah’tan) kopması mümkün olmayan urvetul vuskaya (sağlam bir kulba, mürşidin eline) tutunmuştur. Allah Sem’î’dir, Alîm’dir.

2/BAKARA-257: Allâhu velîyyullezîne âmenû, yuhricuhum minez zulumâti ilân nûr(nûri), vellezîne keferû evliyâuhumut tâgûtu yuhricûnehum minen nûri ilâz zulumât(zulumâti), ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).

Allah, âmenû olanların (Allah’a ulaşmayı dileyenlerin) dostudur, onları (onların nefslerinin kalplerini) zulmetten nura çıkarır. Ve kâfirlerin dostları taguttur (onlar, şeytanı dost edinirler, şeytan kimseye dost olmaz), onları (onların nefslerinin kalplerini) nurdan zulmete çıkarırlar. İşte onlar, ateş ehlidir. Onlar, orada ebedî kalacak olanlardır.


Bir defa daha söylüyorum 257’yi:

“allâhu velîyyullezîne âmenû, yuhricuhum minez zulumâti ilân nûri, vellezîne keferû evliyâuhumut tâgûtu yuhricûnehum minen nûri ilâz zulumâti.”

Ne diyor Allahû Tealâ? Diyor ki:

“Dînde zorlama yoktur.”

Hiç kimse zorlanarak Allah’ın yoluna sokulmaz. Dînin içinde de hiçbir şekilde zorlama yapılamaz. Gene rüşd yolu, gene gayy yolu.

“Rüşd yollarıyla gayy yolları tebeyyün etmiştir (beyan edilmiştir, birbirinden kesin çizgilerle ayrılmıştır).” buyuruyor Allahû Tealâ.

“Kim tagutu inkâr ederse…”

fe men yekfur bit tâgûti: Kim insan ve cin şeytanları (işte bu insanlar; insan ve cin şeytanlar) inkâr ederse (devre dışı bırakırsa, onların söylediklerini tatbik etmezse).
ve yu’min billâhi: Ve Allah’a karşı âmenû olursa (Allah’a îmân etmekle kalmayıp Allah’a ulaşmayı da dilerse).
fe kadistemseke bil urvetil vuskâ, lânfisâme lehâ: O kişi Allah’tan kopması mümkün olmayan bir kulba sımsıkı sarılır.

 

İşte bu, mürşid. Burada Allahû Tealâ, kesin ve açık bir şekilde mürşide sarılanların gayy yolunu kabul etmeyip rüşd yolunu (irşad yolunu) kabul edenler olduğunu söylüyor.

“Kim bu irşad yolunu kabul ederse” diyor, “Onun özelliği, Allah’tan kopması mümkün olmayan bir mürşide sımsıkı sarılmasıdır.” diyor. “Bir mürşide, bir kulba, mürşidin eline.”

“vallâhu semîun alîm.” diyor.

Buradaki “semîun alîm.” sözüne dikkat edin,  “Allah işitir ve bilir.”

Acaba neyi işitir ve bilir? Şunu demek istiyor Allahû Tealâ: “O kişi (Allah’a ulaşmayı dileyen bu kişi, irşad yolunu seçen bu kişi), irşad makamına ulaştığı zaman orada arşı tutan melekler olacaktır; orada devrin imamının ruhu olacaktır; orada mürşid olacaktır; mürşidin başının üzerinde devrin imamının ruhu gene olacaktır; kiramen kâtibîn melekleri olacaktır; orada kişinin hayat filminin düşünceleriyle alâkalı kesimi olacaktır ve orada Allah olacaktır. 7 tane şahidin huzurunda o kişinin kalbindeki Allah’a ulaşma talebi görülecektir.

Nebe Suresi 38. âyet-i kerime:

78/NEBE-38: Yevme yekûmur rûhu vel melâiketu saffâ(saffen), lâ yetekellemûne illâ men ezine lehur rahmânu ve kâle sevâbâ(sevâben).

O gün, ruh (devrin imamının ruhu) ve (arşı tutan) melekler, saf saf hazır bulunurlar. Rahmân’ın kendisine izin verdiği kişiden başka kimse konuşamaz. Ve (izin verilen) sadece sevap söylemiştir.



Onun için Allahû Tealâ: “vallâhu semîun alîm.” diyor. O kişinin kalbindeki Allah’a ulaşma talebinin kesin işaretini taşıyor bu ifade.

O kişi mürşide ulaşmış; sonu ne olur? Nefs tezkiyesine başlar. Allahû Tealâ, mürşide ulaştıktan sonra o kişinin 7 tane kalp şartını tamamlar.

1. şart: O kişinin kalbindeki ekinnetin alınması.
2. şart: Yerine ihbat konulması.
3. şart: Kişinin kalbinin nur kapısının Allah’a döndürülmesi.
4. şart: O kişinin göğsünden kalbine nur yolunun açılması.
5. şart: Kişinin huşûya ulaşması.
6. şart: Allah’ın, o kişinin kalbindeki mührü açıp kalbindeki küfür kelimesini dışarı alması.
Ve 7. şart: Kalbin içine Allah’ın îmânı yazması.

Hepsi ayrı âyetlerle Kur’ân-ı Kerim’de dizayn edilmiş. Böyle bir noktada kişi mü’min olur, kalbine îmân yazıldığı için. Mucâdele Suresi 22. âyet-i kerime gereğince kalbine îmân yazılır, devrin imamının ruhu başının üzerine gelir ve kişi mü’min olur. Ruhu Allah’a doğru yola çıktığı için mü’min olur, nefs tezkiyesine başladığı için mü’min olur. Kişi mü’min olur.

58/MUCÂDELE-22: Lâ tecidu kavmen yu’minûne billâhi vel yevmil âhiri yuvâddûne men hâddallâhe ve resûlehu ve lev kânû âbâehum ve ebnâehum ve ihvânehum ev aşîratehum, ulâike ketebe fî kulûbihimul îmâne ve eyyedehum bi rûhin minhu, ve yudhıluhum cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru hâlidîne fîhâ, radıyallâhu anhum ve radû anhu, ulâike hizbullâh(hizbullâhi), e lâ inne hizballâhi humul muflihûn(muflihûne).

Allah’a ve ahiret gününe (ölmeden önce Allah’a ulaşmaya) îmân eden bir kavmi, Allah’a ve O’nun Resûl’üne karşı gelenlere muhabbet duyar bulamazsın. Ve onların babaları, oğulları, kardeşleri veya kendi aşiretleri olsa bile. İşte onlar ki, (Allah) onların kalplerinin içine îmânı yazdı. Ve onları, Kendinden bir ruh ile destekledi (orada eğitilmiş olan, devrin imamının ruhu onların başlarının üzerine yerleşir). Ve onları, altından nehirler akan cennetlere dahil edecek. Onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Allah, onlardan razı oldu. Ve onlar da O’ndan (Allah’tan) razı oldular. İşte onlar, Allah’ın taraftarlarıdır. Gerçekten Allah’ın taraftarları, onlar, felâha erenler değil mi?



Ve bunların hiçbirisi mürşidlerine ulaşamayacakları için, hiçbirisinin mü’min olması söz konusu değil. Hep küfür karanlıklarında kalmaya mahkûm olan insanlar, başka insanlara kurtuluştan bahsediyorlar, felâhtan bahsediyorlar. Sanki kendileri kurtulabilirmiş gibi. İlim adına utanılacak bir durum.

Bakara Suresi 157. âyet-i kerime, Allahû Tealâ diyor ki:

2/BAKARA-257: Allâhu velîyyullezîne âmenû, yuhricuhum minez zulumâti ilân nûr(nûri), vellezîne keferû evliyâuhumut tâgûtu yuhricûnehum minen nûri ilâz zulumât(zulumâti), ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).

Allah, âmenû olanların (Allah’a ulaşmayı dileyenlerin) dostudur, onları (onların nefslerinin kalplerini) zulmetten nura çıkarır. Ve kâfirlerin dostları taguttur (onlar, şeytanı dost edinirler, şeytan kimseye dost olmaz), onları (onların nefslerinin kalplerini) nurdan zulmete çıkarırlar. İşte onlar, ateş ehlidir. Onlar, orada ebedî kalacak olanlardır.


allâhu velîyyullezîne âmenû: Allah, âmenû olanların (Allah’a ulaşmayı dileyenlerin) dostudur.
yuhricuhum: Onları çıkartır.

minez zulumâti: Zulmetten.
ilân nûri: Nura.

Nasıl yapıyor? Kişi zikir yapıyor; göğsüne gelen rahmet, fazl ve salâvât partikülleri kalbine ulaşıyor; kalbinin mührünü bastırıp aşağı indiriyor, zülmanî kapıyı kapatıyor. Rabbanî kapıdan gelen rahmet, fazl ve salâvât kalbi işgal ediyor. Îmân kelimesi; kalbe Allah’ın sonradan yazdığı; kişi mürşidine ulaşınca yazdığı îmân kelimesi çekim gücünün devreye girmesiyle kalbe giren üç çeşit nurdan (rahmet, fazl ve salâvât) fazılları (faziletleri) etrafında toplamaya başlıyor. İşte bu, kalbin; o güne kadar %100 karanlıklardan oluşan kalbin; zulmetten oluşan kalbin nura doğru adım adım dönmesidir. Nefs-i Emmare’de %7 nur birikimi (%7 aydınlık, %7 nur), Nefs-i Levvame, Mülhime, Mutmainne, Radiye, Mardiyye ve Tezkiye kademelerinde -her biri ayrı bir âyet-i kerime ile dizayn edilmiş- %51 nur oluşur kişinin nefsinin kalbinde. Bu, zulmetten nura çıkmaktır. Nurun artık o kalbin içinde hâkim olması demektir. Daimî zikirde ise kişinin kalbi %100 nurla dolacaktır.

Peki, bu bizim sevgili kardeşimiz gibi, küçük kardeşimiz gibi bu insan şeytanların insanları tavlaması halinde sonuç ne olur? Onu söylüyor Allahû Tealâ: “vellezîne keferû: Onlar kâfirdirler.” diyor. “Kâfir olarak kalırlar.” diyor, “Onlar tagutla ilişki kurdukları için.” Bir evvelki âyet-i kerimede Allahû Tealâ ne söylüyordu? İki tane yoldan bahsediyordu: İrşad yolu, gayy yolu. İrşad yoluna ulaşanlar kimlerdi? Tagutu (insan ve cin şeytanları) reddedenler (inkâr edenler, devre dışı bırakanlar). Şimdi âyet-i kerimenin devamında irşad yolunu seçenlerin mürşidlerine ulaştığı, Allah’tan kopması mümkün olmayan bir kulba sımsıkı sarıldıkları ifade ediliyor. Ondan sonra da Allah’ın bunların kalplerini, söylediğimiz metodla zulmetten nura çıkardığı ifade ediliyor. Şimdi ikinci kesime geçiyor Allahû Tealâ. Bir de taguttan bahsediyordu ya. “Tagutu inkâr edenler,” diyor, “Ancak irşad yolunu seçenlerdir.”

Şimdi tagutu inkâr etmeyenler, irşad yolunu seçmeyenler yani bizim tagutlara tâbî olanlar; “Bu tagutlara tâbî olanların hepsi kâfirdir.” diyor Allahû Tealâ. Neden? Hiçbir zaman mürşidlerine ulaşamayacaklardır. Ulaşamazlarsa kalplerine asla, Mucâdele Suresinin 22. âyet-i kerimesine göre îmân kelimesi yazılamayacaktır. Hep kalplerindeki küfür yazısıyla birlikte kalacaklardır. Ve taguta tâbî olanların… Zaten buradaki tâbiiyet, onlara fiilî olarak bir tâbiiyet değil; irşad yoluna giremeyenlerin hepsi dalâlet yolundalar. Tagutla işbirliği halindeler. İnsan şeytanlarla işbirliği halindeler. “Ve onlar da” diyor Allahû Tealâ, “Kâfir olarak kalanlar (taguta tâbî olanlar, tagutun yolunda kalanlar, irşad yoluna giremeyenlerin hepsi tagutun yolunda kalmış olanlar. Zaten herkes başlangıçta dalâlette), onlar da” diyor, “Tagut tarafından nurdan zulmete götürülürler (kalplerindeki karanlık giderek artar).”

Eğer bu insanlar irşad makamına bir defa ulaşmışlarsa, bizim bu sevgili tagut kardeşimiz de öyle söylüyor: “Biz mürşide tâbî olduk, hatta vuslata da erdik.” diyordu eskiden. Muhakkak ki söyledikleri doğru olmayan şeylerdi. Tabiatıyla eğer bir insan şeytanın dostuysa söylediklerinin yalan olmasında onlara göre bir sakınca yok. Böyle bir olayda, “Tagut tarafından onların kalpleri nurdan zulmete götürülür.” diyor. Şimdi bu, bu tagut kardeşimiz, eğer mürşidine tâbî olmuş olsaydı, vuslata ermiş olsaydı; kalbi en azından yarı yarıya nurlanmış olacaktı. Sonra Ercüment Özkan diye, o taguta tâbî olunca, onun emri altına girince derhal fıska düştü. Fıska düştüğü andan itibaren de kalbindeki nurların, %51 olan nurların sıfırlandığını görüyoruz yani nurdan zulmete giriş.

Sevgili kardeşlerim, Allah’ın dîninden haberdar olmayan insanlar başka insanları sadece cehenneme sürüklemekle meşguller. Ve bu hakikatleri insanlara ulaştırdığımız için bize fena halde düşman bu insanlar. Böyle şeyler her zaman olmuştur. Allah’ın düşmanları hep Allah’ı bulurlar karşılarında. Ve beklenmeyen şeyler her zaman bu insanlarda oluşur. Kur’ân’ı yere atıp da: “Haydi gelsin, kaldırsın bakalım Allah!” diyenler orada öldüler, zelzeleyle öldüler. Kaldırdıkları kadehler ellerinde kaldı. Onlar ne demek istediğimizi çok iyi biliyorlar.

Öyleyse şu hiç unutulmasın: Biz yalnız değiliz. Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, biz kimsenin koltuğu altında yaşamayız. Bizim sahibimiz Allah’tır. O’nun kölesiyiz. Yüz üzerinden yüz Allah’ın kölesiyiz, azadsız köle. Öyleyse sevgili kardeşlerim, yalnız Hakk için yaşarız; yaşadığımız kadar. Öyleyse Allah’ın yolunda bütün hakikatler buradan söylenecektir. Bu böyle byline. Radyolarımızın kapatılması, televizyonlarımızın kapatılması neticeyi değiştirmez. Allah bizimle beraberdir. Mutlaka bir başka yerden; ama mutlaka bütün dünyaya bu hakikatler duyurulacaktır. Ve bu insanların cehaleti, adım adım her noktasında ortaya çıkacaktır. Allah razı olsun.

Aydın’dan G. Fırat diyor ki:

 

SORU: “Yüce Rabbimiz, Bakara Suresinin 16. âyet-I kerimesinde: ‘İşte onlar öyle kimselerdir ki; hidayete karşı dalâleti satın aldılar.’ buyuruyor. Âli İmrân Suresinin 77. âyet-i kerimesinde de: ‘Onlar ki, Allahû Tealâ ile olan ahdlerini az bir dünyalığa karşı sattılar.’ diyor. Bu âyet-i kerimeleri ve hidayet, dalâlet ve ahd arasındaki bağlantıyı açıklar mısınız?” diyor kardeşimiz.

CEVAP: Allah ile olan ahdimiz var. Sevgili kardeşlerimiz, İngilizce’de bu ahd; “testament” olarak geçiyor. Ama Arapça’da bir ahd kelimesi; hem fizik vücudumuzun Allah’a verdiği ahdi ifade ediyor hem de 3 yeminimizi birden ifade ediyor. Eğer bu standartta meselemize bakarsak; fizik vücudumuzun Allah’a verdiği ahd, İngilizce’de “covenant” olarak geçiyor. Ruhumuzun Allah’a verdiği misak “promise” olarak geçiyor. Ve nefsimizin Allah’a verdiği yemin; aklıma “oath” kelimesi geliyor; ama hayır, o değil; “swear” olarak geçiyor. Ama bunların üçünü birden ifade eden “testament” kelimesi, Arapça’da gene fizik vücudumuzun ahdiyle aynı kelime olarak kullanılıyor; ahd olarak kullanılıyor. Burada onun için 3 yeminimizi birden ifade eden kelime; ahd; fizik vücudumuzun Allah’a verdiği; Allah’a kul olmak için Allah’a verdiği yeminin de adı gene ahd olarak geçiyor Kur’ân-ı Kerim’de. Öyleyse Allah ile olan ahdimiz; bu, bütün kitapların özüdür. Bunun için Hz. Musa’nın Tevrat’ı için: “Old Testament” deniyor; “Eski Ahd.” Hz. İsa’ya Allahû Tealâ’nın indirdiği İncil için: “New Testament” deniyor; “Yeni Ahd.” Yani Allah’a verdiğimiz yemin, misak ve ahd; Tevrat’ın da İncil’in de esasını teşkil ediyor. Bu açıdan bir muhteva kazandırılmış ve Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in, Allah’ın ona indirdiği Kur’ân-ı Kerim için, “Last Testament” deniyor. Yani son, kâinatın son ahdi. Son peygambere indirilen son kitap, son ahd. Yemin, misak ve ahdi muhtevasına alan Son Ahit.

Öyleyse sevgili kardeşlerim, ruhumuz Allah’a, biz ölmeden evvel geri dönüp Allah’ın Zat’ında ifna olmak üzere, Allah’a misak vermiş. Fizik vücudumuz, şeytana kul olmaktan kurtulup Allah’a kul olmak üzere Allah’a ahd vermiş. Nefsimiz, bünyesindeki (kalbindeki) bütün afetlerden kurtulup yerlerine ruhun hasletlerinin eşi olan faziletleri tamamen yerleştirmek üzere Allah’a yemin vermiş. Böylece yemin, misak ve ahd olarak 3 vücudumuz da Allah’a 3 tane yemin vermişler. İşte eğer bir insan bu yeminlerini gerçekleştirirse ki bizimle beraber olanlar bu yeminlerini gerçekleştirmiş ve gerçekleştirmekte olanlardır. Öyleyse AllahûTealâ’nın 11 defa farz kıldığı ruhumuzu Allah’a ulaştırmakla hepimiz vazifeliyiz.

Şimdi Allahû Tealâ üçüne de “hidayet” diyor. Ruhumuzun biz ölmeden Allah’a ulaşması, ruhumuzun hidayeti. Fizik vücudumuzun şeytana kul olmaktan kurtulup Allah’a kul olması; fizik vücudumuzun hidayeti. Nefsimizin tasfiye olması, bütün afetlerden kurtulması; nefsimizin hidayeti. Üçü de hidayet olarak geçiyor. İşte bu yemin, misak ve ahd; Allah’a karşı verdiğimiz yemini, misaki ve ahdi ifade ediyor ve 3 tane teslimi içeriyor. Ruhumuzun Allah’a teslimi; ruhumuzun bizden ayrılarak Sıratı Mustakîm üzerinde 7 tane gök katını aşarak bir yolculuk yapması, 7 tane âlemi geçmesi, sonunda Allah’ın Zat’ına ulaşmasını içeriyor. Fizik vücudumuzun Allah’a kul olması; şeytanın tesirinin %100 dışına çıkması, şeytanın tesirinden asla etkilenmediği bir noktaya ulaşması, Allah’ın bütün emirlerini mutlak yerine getirdiği, yasak ettiği hiçbir fiili işlemediği bir özellik taşımasıyla mümkün. Ve 3. safha; nefsimizin hidayeti. Nefsimizin Allahû Tealâ’nın indinde bir hedefe yönelmesi. Önce tezkiye olması; %51’den fazla nurla dolması, sonra tasfiye olması; nefsin kalbinde hiçbir afetin kalmadığı bir noktaya ulaşması. Öyleyse sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, gördünüz ki 3 tane yeminimiz var Allah’a; yeminimiz, misakimiz ve ahdimiz: Üç hidayet.

Her iki âyette de Bakara Suresinin 16. âyet-i kerimesinde de Allahû Tealâ: “Hidayete karşı dalâleti satın aldılar.” demekle, hidayetini gerçekleştiremeyen insanlardan bahsediyor.


2/BAKARA-16: Ulâikellezîneşterevûd dalâlete bil hudâ, fe mâ rabihat ticâretuhum ve mâ kânû muhtedîn(muhtedîne).

İşte onlar, o kimselerdir ki, hidayet ile dalâleti satın aldılar. Fakat onların ticareti, onlara hiç kâr sağlamadı ve hidayete ermiş değillerdi.


Üç hidayet, üç ayrı âyet-i kerimede geçiyor.

Ruhumuzun hidayeti; Âli İmrân-73:

3/ÂLİ İMRÂN-73: Ve lâ tu’minû illâ li men tebia dînekum, kul innel hudâ hudallâhi en yu’tâ ehadun misle mâ ûtîtum ev yuhâccûkum inde rabbikum, kul innel fadla bi yedillâh(yedillâhi), yu’tîhi men yeşâu, vallâhu vâsiun alîm(alîmun).

Ve (Ehli Kitap): “Sizin dîninize tâbî olandan başkasına inanmayın.” (dediler). (Habibim onlara) De ki: “Muhakkak ki hidayet Allah'a ulaşmaktır. (İnsanın ruhunun ölmeden önce Allah’a ulaşmasıdır.) Size verilenin bir benzerinin, bir başkasına verilmesidir.” Yoksa onlar, Rabbiniz'in huzurunda, sizinle çekişiyorlar mı? (Onlara) De ki: “Muhakkak ki fazl Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir.” Ve Allah, Vâsi’dir (ilmi geniştir, herşeyi kapsar), Alîm'dir (en iyi bilendir).



innel hudâ hudallâhi: Muhakkak ki hidayet, Allah’a ulaşmaktır.

2. âyet-i kerime; nefsimizin hidayeti.

Mâide-105:

5/MÂİDE-105: Yâ eyyuhâllezîne âmenû aleykum enfusekum, lâ yadurrukum men dalle izâhtedeytum, ilâllâhi merciukum cemîân fe yunebbiukum bimâ kuntum ta’melûn(ta’melûne).

Ey âmenû olanlar! Nefsleriniz, üzerinizedir (nefsinizin sorumluluğu üzerinize borçtur). Siz hidayette iseniz, dalâletteki bir kimse size bir zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O zaman yapmış olduğunuz şeyleri size haber verecek.



 Allahû Tealâ diyor ki: “Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı dileyen îmân sahipleri)! Nefsleriniz, üzerinizedir (nefsinizi tezkiye etmek ve tasfiye etmek üzerinize borçtur). Siz, nefs tezkiyesine başlayarak hidayet üzere olduğunuz zaman, dalâlette olanlar size bir zarar veremezler. Sonra Allah’a döndürüleceksiniz.”

“Siz, nefs tezkiyesine başlayarak hidayet üzere olduğunuz zaman.” diyor Allahû Tealâ.

Nefs tezkiyesinin hidayet olduğu bir kesinlik kazanıyor burada.

Nahl Suresi 36. âyet-i kerime, fizik vücudumuzun hidayetinden bahsediyor.

16/NAHL-36: Ve lekad beasnâ fî kulli ummetin resûlen eni’budûllâhe vectenibût tâgût(tâgûte), fe minhum men hedallâhu ve minhum men hakkat aleyhid dalâletu, fe sîrû fîl ardı fanzurû keyfe kâne âkıbetul mukezzibîn(mukezzibîne).

Ve andolsun ki Biz, bütün ümmetlerin (milletlerin, kavimlerin) içinde resûl beas ettik (hayata getirdik, vazifeli kıldık). (Allah’a ulaşmayı dileyerek) Allah’a kul olsunlar ve taguttan (insan ve cin şeytanlardan) içtinap etsinler (sakınıp kurtulsunlar) diye. Onlardan bir kısmını (Resûlün daveti üzerine Allah’a ulaşmayı dileyenleri), Allah hidayete erdirdi ve bir kısmının (dilemeyenlerin) üzerine dalâlet hak oldu. Artık yeryüzünde gezin. Böylece yalanlayanların akıbetinin, nasıl olduğuna bakın (görün).



Diyor ki: “Biz bütün kavimlerde resûl beas ederiz.”

Şu anda bütün kavimlerde resûller yaşıyor sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler. Kıyâmete kadar da yaşamaya devam edecek. Allahû Tealâ diyor ki: “Biz, bütün kavimlerde resûl beas ederiz. O kavimlerdeki insanları şeytana kul olmaktan kurtarsınlar da Allah’a kul etsinler diye. Bir kısmı bu sebeple hidayete erdiler (şeytana kul olmaktan kurtuldular ve Allah’a kul olmayı başardılar). Bir kısmınınsa üzerine dalâlet hak oldu.” diyor Allahû Tealâ. Öyleyse görüyorsunuz ki; bir insanın fizik vücudunu Allah’a kul etmesi de gene hidayet.

İşte Allah’a verdiğimiz yemin de hidayeti, misak de hidayeti, ahd de hidayeti ifade ediyor. Her iki surede de Bakara-16’da da Âli İmrân-77’de de Allahû Tealâ aynı sonuca ulaşıyor. “Ahdlerini az bir bedel karşılığında sattılar.” veya “Hidayete karşılık dalâleti satın aldılar.” İkisi de aynı şeyi söylüyor: “Az bir bedel mukabilinde ahdlerini satmak.” Yeminlerini, misaklerini ve ahdlerini; üç hidayeti birden satmak. Birincide de zaten: “Hidayete karşı dalâleti satın almak.” diyorlar, hidayeti satmışlar. Her ikisinde de hidayet satılıyor; satın alınan şey dalâlet. Âyet-i kerimenin devamında, Âli İmrân-77’nin devamında o kişiler için Allah’ın kesin işareti var: “O kişiler için ahirette bir nasip yoktur.” diyor Allahû Tealâ. Allah’ın hidayetini satmışlar, dalâleti satın almışlar. Yani hidayete adım atamayanların hepsi için: “Dalâleti satın aldılar.” diyor Allahû Tealâ. Bir insan rüşde ulaşıncaya kadar, reşid oluncaya kadar yani -Türkiye’de 18 yaştır, aslında bizde 15 yaş olarak kabul edilir bu- 15 yaşına gelinceye kadar sorumluluğu yoktur, teklif de yoktur üzerinde. Ama 15 yaşından sonra sorumlu olur. Bu noktadan sonra Allah’ın yolunu seçmeyen herkes dalâlettedir, dalâleti hidayet karşılığı satın almış kabul edilir. Ondan evvel de dalâlettedir kişi ama sorumluluğu bu noktadan itibaren başlar. Sübyan olmaktan bu noktadan sonra kurtulacaktır. Allah razı olsun.

İstanbul’dan M. Koç kardeşimiz der ki:

 

SORU: Rahmân Suresinin 33. âyet-i kerimesinde geçen “sultan” kelimesi; büyük bir kuvvet, güç şeklinde açıklanmış. Mürşid olduğunu neden söylemiyorlar bunun?

CEVAP: Ne diyordu Allahû Tealâ orada?

55/RAHMÂN-33: Yâ ma'şerel cinni vel insi inisteta'tum en tenfuzû min aktâris semâvâti vel ardı fenfuz(fenfuzû), lâ tenfuzûne illâ bi sultân(sultânin).

Ey insan ve cin topluluğu! Semaların ve arzın kuturlarından (çaplarından) nüfuz etmeye (çıkıp gitmeye) eğer gücünüz yetiyorsa, haydi nüfuz edin (geçip, çıkın)! Bir sultan (bir mürşid) olmaksızın nüfuz edemezsiniz (geçip çıkamazsınız).



“Ey insanlar ve cinler! Hanginiz şu göklerin çapını aşabilir? Aşamazsınız (ona nüfuz edemezsiniz). Ancak bir sultanla.”

“Ruhunuzun o göklerin; kâinatın çapını aşarak; bütün kâinatı aşarak Allah’a ulaşabilmesi, ancak bir sultanla (bir mürşide tâbî olmanızla) gerçekleşir.” diyor Allahû Tealâ.

Burada bakayım, Rahmân Suresinin 33. âyet-i kerimesinde, elimdeki metinde ne söylüyor Allahû Tealâ.

yâ ma’şerel cinni vel insi: Ey cin ve insan topluluğu!
inisteta’tum en tenfuzû min aktâris semâvâti: Şu göklerin kutrunu hanginiz aşabilir?
vel ardı: Yerlerin.

“Yerlerin ve göklerin kutrunu hanginiz aşabilir?”

“fenfuz (fenfuzû).”
 

lâ tenfuzûne: Aşamazsınız (nüfuz edemezsiniz).

“illâ bi sultân.
” diyor, “illâ bi sultân: Bir sultan ile (aşabilirsiniz).” diyor.

Şimdi de bakıyorum ne demiş? “Ey cinler ve insanlar topluluğu! Göklerin ve yerin çevresinden kaçmaya gücünüz yetiyorsa kaçınız. Ancak bir kuvvet olmaksızın kaçıp kurtulamazsınız.”

“Fakat o kuvvet nerede?” diye parantez içine de yazmış. Sevgili kardeşlerim, işte …bilgisizliğin, Kur’ân-ı Kerim konusunda Allah’tan alınan bir ilmin sahibi olmamanın tabiî neticeleri işte bunlar. İnsanların, âlim geçinen cahillerin sonuçları.

Sevgili kardeşlerim, akşam namazının vaktinin gitmesine çok az kaldı. O namazı kılalım. Zaten arkasından yatsı da girecek. Namazımızı bitirelim. Ondan sonra tekrar inşaallah beraber olalım.

Allah razı olsun.

Allah hepinizden razı olsun.

Allahû Tealâ’nın hepinizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını, Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizin birinci kısmını inşaallah burada tamamlıyoruz.

Allah hepinizden razı olsun.

 

İmam İskender Ali  M İ H R