TARİHİ: 20.07.2007
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allah'a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bir defa daha Allah'ın bir zikir sohbetinde birlikteyiz. Âyetlerin sırları konusunda Ra'd Suresinin 27, 28 ve 29. âyetlerini inşaallah incelemek istiyoruz.
Ra'd-27, 28 ve 29'da Allahû Tealâ şöyle buyuruyor:
13/RA'D-27: Ve yekûlullezîne keferû lev lâ unzile aleyhi âyetun min rabbihi, kul innallâhe yudillu men yeşâu ve yehdî ileyhi men enâb(enâbe).
Ve kâfirler: “Ona, Rabbinden bir âyet (mucize) indirilse olmaz mı?” derler. De ki: “Muhakkak ki Allah, dilediği kimseyi dalâlette bırakır ve O’na yönelen kimseyi Kendine ulaştırır (hidayete erdirir).”
13/RA'D-28: Ellezîne âmenû ve tatmainnu kulûbuhum bi zikrillâh(zikrillâhi) e lâ bi zikrillâhi tatmainnul kulûb(kulûbu).
Onlar, âmenûdurlar ve kalpleri, Allah’ı zikretmekle mutmain olmuştur. Kalpler ancak; Allah’ı zikretmekle mutmain olur, öyle değil mi?
13/RA'D-29: Ellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti tûbâ lehum ve husnu meâb(meâbin).
Âmenû olanlar (ölmeden önce Allah’a ulaşmayı dileyenler) ve salih amel (nefsi ıslâh edici amel) yapanlar ne mutlu onlara ve meabın (sığınağın) (en) güzeli onların.
Ve yekûlullezîne keferû: Ve kâfirler derler ki.
lev lâ unzile aleyhi: Onun üzerine indirilmeli değil miydi? İndirilmesi gerekmez miydi?
âyetun: Âyet.
min rabbih(rabbihi): Rabbinden.
"Ona onun Rabbinden bir âyet indirilmesi gerekmez miydi?" Kâfirler böyle söylüyorlar.
kul: De ki.
innallâhe: Muhakkak ki; Allah.
yudillu men yeşâu: Dilediği kişiyi dalâlette bırakır.
ve yehdî ileyhi: Ve Kendisine ulaştırır.
ileyhi: O'na, Kendisine.
men: Kişiyi.
enâb(enâbe): O'na, Allah'a yönelen kişiyi Kendisine ulaştırır, hidayete erdirir.
Bir sonraki âyet-i kerime Ra'd-28. Allahû Tealâ buyuruyor:
Ellezîne âmenû: Onlar âmenûdurlar.
Kim bu âmenû olanlar? Âyet-i kerimenin girişine göre başlangıçta Allah'a ulaşmayı dileyenler ama buradaki âmenû olanların özellikleri var. "Kendisine Allah'ın âyet indirmesi gerekmez miydi?" denilen de devreye giriyor.
ve tatmainnu kulûbuhum: Kalpleri tatmin olur, doyuma ulaşır.
bi zikrillâh(zikrillâhi): Allah'ı zikretmekle.
"Allah'ı zikretmeleri sebebiyle kalpleri doyuma ulaşır."
e lâ: Öyle değil mi?
bi zikrillâhi: Allah'ın zikriyle.
tatmainnul kulûb(kulûbu): Kalpler mutmain olur.
Allah'ın hidayete erdirdiği kişinin durumu neymiş? Onlar âmenû olmuşlar, sonra da kalpleri mutmain olmuş. Allah'ın zikriyle kalpleri mutmain olmuş, doyuma ulaşmış.
Bir kalbin doyuma ulaşması, ayrı ayrı veçhelerde oluşuyor:
· O kişi ruhunu Allah'a ulaştırmayı dilerse doyuma ulaştığı yer, nefsinin kalbinin %51 nurlarla dolu olması halidir.
· O kişi fizik vücudunu Allah'a teslim etmek istiyorsa onun doyuma ulaştığı yer, nefsinin kalbinin %81 nurla dolmasıdır.
· O kişi nefsini Allah'a teslim etmek istiyorsa onun tatmin olduğu yer, nefsinin kalbinin %100 nurlarla dolmasıdır; %98 fazl, %2 rahmet nuru.
Öyleyse buradaki muhtevaya bakıyoruz. Bu tatmin olanlar, Allah'ı zikretmekle mutmain olanlar, derece derece tatmin edilmiş durumdalar. Ruhlarını, vechlerini, nefslerini Allah'a teslim etmek, tatmin olmanın başka başka kademeleridir.
Öyleyse bir insan Allah'a ulaşmayı diler; nefsinin kalbi henüz kapkaranlıktır. Bu kişi Allah'a ulaşmayı diledikten sonra Allahû Tealâ o kişinin kalbine ulaşır. Onun görme, işitme ve idrak etme hassalarını açar. İrşad makamının söylediklerini işitir hale getirtir, anlar hale getirir. Göğüslerinden kalplerine nur yolu açar ve Allahû Tealâ onları mürşidlerine ulaştırır. Zikir yapmaya devam ettikleri zaman nefslerinin kalbine %7-%7 nur birikimi başlar. Bu nur birikimi %51'i bulduğu zaman o kişinin ruhu Allah'a teslim olmuştur.
Kalbin mutmain olması da kademelere göre değişiklik gösterir:
· %51 nurla ruhun teslimi mümkünken, bu bir tatmin noktasıdır.
· Fizik vücudun teslimi için tatmin noktası %81 nurdur.
· Nefsin Allah'a teslimi içinse %100 nurun oluşması gerekir.
· İradenin teslimi içinse bunlara başka şeyler de eklenir: Kişinin ihlâs makamını geçmesi gerekir. İradesini de Allah'a teslim etmesi gerekir.
Bunların hepsi Mutmainne'nin kademeleridir. Aslında mutmain olmanın başlangıç noktası 4. gök katında oluşur. O noktaya kadar kişi mutmain değildir, nefs mutmain değildir. Mutmain olduğu yer 4. gök katıdır.
1. kademe; bir kişi Allah'a ulaşmayı diledikten sonra Allah'tan mürşidini görmeyi talep eder. Eğer o kişi Allah'a ulaşmayı dilediyse Allah ona mutlaka mürşidini gösterir. Bu kişi o mürşide tâbî olduğu zaman bir doyuma ulaşma hali söz konusu değildir. Ama ne zaman bu kişi nefsinin kalbinde %51 nur birikimiyle ruhunu Allah'a ulaştırmışsa bu, doyumlardan ilkidir. Ruhu doyuma ulaşmıştır, Allah'a ulaşmıştır. Sonra %81 nurla fizik vücut doyuma ulaşır, Allah'a teslim olur. Kişinin kalbi %100 nurla dolunca nefs mutmain olur, nefsin kalbi tam doyuma ulaşır. Bunun üzerine kişi iradesini de Allah'a teslim ettiği zaman, iradenin doyuma ulaşması söz konusudur.
Ama eğer sıraya koymak suretiyle "Acaba Kur'ân-ı Kerim'de ‘Mutmainne' diye bir kademe var mı?" diye incelediğimizde, Mutmainne diye bir kademe var. Bu aslında nefsin kalbinin yarısının bile aydınlanmadığı bir yolculuktaki durumdur. Onunla nefsin daimî zikre ulaşarak bütün afetlerini yok ettiği noktadaki doyum, aynı hüviyette bir doyum değildir. Ama Allahû Tealâ nefse "Mutmainne" diyor. Bu, kişinin ruhunun Allah'a döndüğü noktadaki doyumdur.
Allahû Tealâ'nın dizaynına baktığımız zaman; "Yâ eyyetuhen nefsul mutmainneh(mutmainnetu) İrciî ilâ rabbiki" ifadesi Fecr Suresinin 27, 28 ve 29. âyetleriyle bir bağlantıyı ifade eder. Allahû Tealâ şöyle söylüyor:
89/FECR-27: Yâ eyyetuhân nefsul mutmainnetu.
Ey mutmain olan nefs!
89/FECR-28: İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeten.
Rabbine dön (Allah’tan) razı olarak ve Allah’ın rızasını kazanmış olarak!
89/FECR-29: Fedhulî fî ibâdî.
(Ey fizik vücut!) O zaman, (nefsini tezkiye ettiğin ve ruhunu Allah’a ulaştırdığın zaman Bana kul olursun) kullarımın arasına gir.
89/FECR-30: Vedhulî cennetî.
Ve cennetime gir.
Yâ eyyetuhen nefsul mutmainneh(mutmainnetu): Ey mutmain olan nefs!
Yani Emmare, Levvame, Mülhime kademelerini aşmış, Mutmainne kademesine gelmiş, onu da tamamlamış, mutmain olmuş bir nefs.
Öyleyse başlangıçtaki %2 rahmet nurunun ötesinde, Emmare kademesinde %7, Levvame kademesinde %7, Mülhime kademesinde %7 ve Mutmainne kademesinde %7 fazl birikimiyle bu kişinin nefsinin kalbinde %28 fazl birikimi gerçekleşmiştir. Nefsinin kalbinde %2 de rahmet nuru vardır. İşte bu toplam %30 nur birikiminin oluşturduğu noktada bir muhteva kazanır. O kişi nefs kademeleri açısından mutmain olmuştur.
Bu mutmain olmak, herşeyini teslim eden bir kişinin mutmain oluşuyla aynı seviyede değildir. Bu noktada kişi şöyle düşünür: "Ey Allah'ım! Eğer Sen bana nasip etseydin de daha çok para kazansaydım, ben onu mutlaka yanlış bir yerlerde harcardım ve fazla para sebebiyle büyük günahlar işleyebilirdim. Bu şu anda bana nasip kıldığın paradan daha düşük bir para kazansaydım o zaman da geçinemezdim. Öyleyse bana geçinmemi sağlayacak olan ama onun ötesinde lüzumsuz harcamalar yapmamı engelleyecek olan bir nasip kıldın. Sana sonsuz hamdediyorum, şükrediyorum. Ben Senin bana verdiğin bu parayla mutmainim. Verdiğin sağlıkla mutmainim. Beni yaratmışın, o yaratmayı Sen gerçekleştirdin. Beni kulun kıldın. Bunların hepsi benim mutmain olmam için birer sebep. Sana ulaşmayı dilediğim zaman 1. kulluğu nasip kıldın. Mürşidime tâbî olduğum zaman daha üst seviye kul oldum Sana. Ve o noktadan sonra Emmare, Levvame, Mülhime kademelerinde 3 kademe %7, %7, %7; %21 fazl birikimi, %2 de rahmet birikimi oluştu bende. Şimdi de Mutmainne'de bu rakam %28 fazl, %2 rahmet birikimine ulaştı. Ben Senin bana verdiklerinden mutmainim Allah'ım. Sana sonsuz hamd ve şükrederim." tarzında bir açıklamayı kişi oluşturuyor. Allah'ın verdikleriyle doyuma ulaşmış. Ama daha ruhu Allah'a ulaşmamış, nefsinin kalbinde de sadece %30 nur birikimi var.
Bundan sonra bu kişi bu Fecr-27, 28, 29, 30'daki âyetlerin standardına girer. Bundan sonra %30 nur birikimiyle o kişi Allah'tan razı olur. Bir daha %7 fazl birikimiyle Allah da ondan razı olur. Rızalar karşılaşmıştır.
Bundan sonra o kişinin ruhu 7. gök katında 7 tane âlem geçerek Allah'ın Zat'ına ulaşır, Allah'ın Zat'ında yok olur. Kişinin ruhu Allah'ın Zat'ında fani olur.
Fenâ: Fani olur.
fî: İçinde.
Allah: Allah.
Fenâfillah makamı, kişinin ruhunun Allah'ın Zat'ında yok olmasıdır.
Biliyorsunuz ki; ruh Allah'ın üfürmesiyle insanda oluşur. Allahû Tealâ Secde Suresinde şöyle buyuruyor:
32/SECDE-9: Summe sevvâhu ve nefeha fîhi min rûhihî ve ceale lekumus sem’a vel ebsâre vel efidete, kalîlen mâ teşkurûn(teşkurûne).
Sonra (Allah), onu dizayn etti ve onun içine (vechin, fizik vücudun içine) ruhundan üfürdü ve sizler için sem’î (işitme hassası), basar (görme hassası) ve fuad (idrak etme hassası) kıldı. Ne kadar az şükrediyorsunuz.
Ve nefeha fîhi min rûhihî: Ben onun (insanın) içine ruhumdan üfürdüm.
İşte o ruh Allah'ın ruhudur ve Allahû Tealâ biz bu dünya hayatını yaşarken ruhunu geri istiyor. Peki ama ruhumuz vücudumuzdan ayrılırsa ölür müyüz, ölmez miyiz? İşte Kur'ân'ı bilmeyen birçok dîn öğreticisi, ruh vücuttan ayrılınca insanın öleceği endişesine kapılmışlar. Kur'ân'ı incelemek yerine bu inanca sahip çıkmışlar.
Birçok batıl inanç dînimizi mahvetmiş. Nasıl ilkin yahudiler dînlerini mahvettilerse, sonra hristiyanlar mahvettilerse, ya da şeytan onlara bunu yaptırdıysa, iblis en sonunda İslâm'a da aynı şeyi yaptırmış.
Peygamber Efendimiz (S.A.V) devrinde hiçbir şey yapamamış. Bir kısmını yoldan çıkarmış ama sahâbe dediklerimiz en sağlam boyutta kalmışlar. Ruhlarını da vechlerini de nefslerini de iradelerini de Allah'a teslim etmişler. Hepsi de irşad makamının sahibi olmuşlar.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! 14 asır evvel onlar bütün güzellikleri yaşadılar ve gerçekten iradelerini de Allah'a teslim ederek irşad makamının sahibi oldular. İşte Tevbe Suresi 100. âyet-i kerimesi bu hususu kesinleştiriyor. Allahû Tealâ diyor ki:
9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ihsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehâl enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).
O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah'a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden (Mekke'den Medine'ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.
"O sabikûn-el evvelîn var ya: Onların bir kısmı ensardandı, bir kısmı muhacirîndendi, bir de ensara ve muhacirîne ihsanla tâbî olanlardandı."
Ne diyor Allahû Tealâ?
"Sabikûn-el evvelînin bir kısmı ensara ve muhacirîne tâbî olanlardandı."
Yani ister ensar olsun ister muhacirîn, ister Medine'deki yardımcılar ister Mekke'den Medine'ye göç edenler olsun, hepsine tâbî olunmuş. Yani hepsi iradelerini Allah'a teslim ederek "İrşada memur ve mezun kılındın!" cümlesiyle Allahû Tealâ tarafından irşad makamının sahibi kılınmışlar
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Bu olay sahâbenin muhtevasını bize verir, sahip olduğu seviyeyi verir.
Allah'ın dînindeki resûl olmayan ve nebî olmayan kişiler için en yüksek kademe, iradelerini de Allah'a teslim edilerek irşad makamına kişinin Allahû Tealâ tarafından tayin edilmesidir.
İşte sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allah'a sonsuz hamd ve şükrediyoruz ki; bir defa daha Allah'ın bir güzelliğini yaşamak bize nasip kılındı.
Sahâbe, Allah'ın bir insana nasip ettiği bütün güzellikleri yaşadı:
· Allah'a ulaşmayı dilediler.
· Kâinatın en büyük mürşidine, Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Peygamber Efendimiz'e tâbî oldular.
· Ruhlarını Allah'a ulaştırdılar.
· Fizik vücutlarını Allah'a teslim ettiler.
· Nefslerini Allah'a teslim ettiler.
· İrşad oldular.
· İradelerini de Allah'a teslim ederek irşad makamının sahibi oldular.
Gerçekten sahâbe bu 7 safha ve 4 teslimi gerçekleştirdi mi? Olay son derece açık. Gelin beraberce Kur'ân-ı Kerim'e bakalım.
Bütün sahâbe Allah'a mülâki olmayı diledi mi? Hepsi diledi. Allahû Tealâ sahâbenin hepsi için 7 kademenin de geçerli olduğunu söylüyor. "Sahâbe Allah'a ulaşmayı diledi mi?" sualinin cevabı, son derece açık olarak geliyor. Zumer Suresinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:
39/ZUMER-17: Vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâdi.
Ve onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah’a yöneldiler (Allah’a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!
Allahû Tealâ: "O sahâbe ki; onlar tagutun kulu idiler, insan ve cin şeytanların kulu idiler. Allah'a yöneldiler, Allah'a münîb oldular (enâbe). Onlara müjdeler vardır. Kullarımı müjdele!" diyor.
Allahû Tealâ sahâbe için ne diyor? Allah'a yönelen, Allah'ın kulları olmuşlar. Şeytanın kulu olmaktan, tagutun kulu olmaktan kurtulmuşlar, Allah'ın kulu olmuşlar.
Peki mürşide ulaşmışlar mı? Allahû Tealâ diyor ki:
48/FETİH-10: İnnellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûnallâh(yubâyiûnallâhe), yedullâhi fevka eydîhim, fe men nekese fe innemâ yenkusu alâ nefsihî, ve men evfâ bi mâ âhede aleyhullâhe fe se yu’tîhi ecren azîmâ(azîmen).
Muhakkak ki onlar, sana tâbî oldukları zaman Allah’a tâbî olurlar. Onların ellerinin üzerinde (Allah senin bütün vücudunda tecelli ettiği için ellerinde de tecelli etmiş olduğundan) Allah’ın eli vardır. Bundan sonra kim (ahdini) bozarsa, o taktirde sadece kendi nefsi aleyhine bozar (Allah’a verdiği yeminleri, ahdleri yerine getirmediği için derecesini nakısa düşürür). Ve kim de Allah’a olan ahdlerine vefa ederse (yeminini, misakini ve ahdini yerine getirirse), o zaman ona en büyük mükâfat (ecir) verilecektir (cennet saadetine ve dünya saadetine erdirilecektir).
"Orada Sana tâbî oldukları zaman onların ellerinin üzerinde Allah'ın eli vardı." Sahâbenin tâbiiyeti gerçekleşmiş.
Peki 3. safhaya gelelim. Bütün sahâbe ruhlarını Allah'a ulaştırdılar mı? Allahû Tealâ ruhun Allah'a ulaşması haline "hidayete ermek" diyor:
3/ÂLİ İMRÂN-73: Ve lâ tu’minû illâ li men tebia dînekum, kul innel hudâ hudallâhi en yu’tâ ehadun misle mâ ûtîtum ev yuhâccûkum inde rabbikum, kul innel fadla bi yedillâh(yedillâhi), yu’tîhi men yeşâu, vallâhu vâsiun alîm(alîmun).
Ve (Ehli Kitap): “Sizin dîninize tâbî olandan başkasına inanmayın.” (dediler). (Habibim onlara) De ki: “Muhakkak ki hidayet Allah'a ulaşmaktır. (İnsanın ruhunun ölmeden önce Allah’a ulaşmasıdır.) Size verilenin bir benzerinin, bir başkasına verilmesidir.” Yoksa onlar, Rabbiniz'in huzurunda, sizinle çekişiyorlar mı? (Onlara) De ki: “Muhakkak ki fazl Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir.” Ve Allah, Vâsi’dir (ilmi geniştir, herşeyi kapsar), Alîm'dir (en iyi bilendir).
"İnnel hudâ hudallâhi"
inne: Muhakkak ki.
el hudâ: Hidayet.
hudallâhi: Allah'a ulaşmaktır.
Allahû Tealâ buyuruyor ki:
2/BAKARA-120: Ve len terdâ ankel yahûdu ve len nasârâ hattâ tettebia milletehum kul inne hudâllâhi huvel hudâ ve le initteba’te ehvâehum ba’dellezî câeke minel ilmi, mâ leke minallâhi min veliyyin ve lâ nasîr(nasîrin).
Ve sen onların dînine tâbî olmadıkça (uymadıkça) ne yahudiler ve ne de hristiyanlar senden asla razı olmazlar. De ki: “Muhakkak ki Allah’a ulaşmak (Allah’ın Kendisine ulaştırması) işte o, hidayettir.”. Sana gelen ilimden sonra eğer gerçekten onların hevalarına uyarsan, senin için Allah’tan bir dost ve bir yardımcı yoktur.
"İnne hudallâhi huvel hudâ"
inne: Muhakkak ki.
hudallâhi: Allah'a ulaşmak.
huve: İşte o.
el hudâ: Hidayettir.
Öyleyse bu 2 âyet-i kerime, insan ruhunun Allah'a hayattayken, o kişi dünya hayatını yaşarken ulaşmasına "hidayet" adını veriyor ve de bütün sahâbe hidayete ermişler.
İşte Allahû Tealâ Zumer Suresinin 18. âyet-i kerimesinde sahâbe için diyor ki:
39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahsenehu, ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).
Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).
Allahû Tealâ: "Onlar sözü dinlerler ama sözün ahsen olanına tâbî olurlar. Yani Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz tarafından söylenenine, (ahsen olanına) tâbî olurlar." buyuruyor. Sonra? "Onlar hidayete erdiler." deniyor.
Gördük ki; hidayete ermek, ruhu Allah'a ulaştırmakla ifade buyuruluyor. Bütün sahâbe ruhlarını Allah'a ulaştırmışlar, 3. safhayı da yaşamışlar.
Peki fizik vücutlarını Allah'a teslim etmişler mi? Etmişler. Âli İmrân Suresinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:
3/ÂLİ İMRÂN-20: Fe in hâccûke fe kul eslemtu vechiye lillâhi ve menittebeani, ve kul lillezîne ûtûl kitâbe vel ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe innemâ aleykel belâgu, vallâhu basîrun bil ibâd(ibâdi).
Bundan sonra eğer seninle tartışırlarsa o zaman onlara de ki: “Ben ve bana tâbi olanlar vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah'a teslim ettik.” O kitab verilenlere ve ümmîlere: “Siz de vechinizi (fizik vücudunuzu) (Allah'a) teslim ettiniz mi?” de. Eğer teslim ettilerse, o taktirde, hidayete ermişlerdir. Ve eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir. Ve Allah, kullarını en iyi görendir.
"Habibim! O ümmîlere ve kitap sahiplerine de ki: ‘Ben ve bana tâbî olanlar biz hepimiz vechimizi Allah'a teslim ettik.' Sor bakalım o ümmîlere ve kitap sahiplerine, onlar da teslim etmişler mi? Teslim ettilerse onlar da hidayettedir. Onlar da hidayete ermişlerdir." diyor.
Öyleyse fizik vücudun teslimi, hidayetlerin sırasındaki 4. hidayet oluyor. Daha ötede nefsin hidayeti var. Bütün sahâbe nefslerini de Allah'a teslim etmişler.
Allahû Tealâ orada nefsin teslimi sadedinde şöyle diyor: "Kim nefsini Allah'a teslim ederse o, daimî zikrin sahibidir ve ismi ulûl'elbab'tır."
Allahû Tealâ diyor ki:
3/ÂLİ İMRÂN-190: İnne fî halkıs semâvâti vel ardı vahtilâfil leyli ven nehâri le âyâtin li ulîl elbâb(ulîl elbâbı).
Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde, ulûl elbab için elbette âyetler (deliller) vardır.
3/ÂLİ İMRÂN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).
Onlar (ulûl elbab, lüblerin, Allah'ın sır hazinelerinin sahipleri), ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (daima) Allah'ı zikrederler. Ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve derler ki): "Ey Rabbimiz! Sen bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Sen Subhan'sın, artık bizi ateşin azabından koru.
"O ulûl'elbab var ya, onlar ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de, hep Allah'ı zikrederler." diyor.
Böyle olan kişiler daimî zikrin sahipleri, ulûl'elbab olanlardır ve sadece daimî zikrin sahibi olanlar nefslerini Allah'a teslim edenlerdir. Yoksa daimî zikirden evvel nefsin Allah'a teslimi mümkün değildir.
Ulûl'elbab olmak, nefsin Allah'a teslimini ifade eder. Bütün sahâbenin bunu gerçekleştirdiklerini görüyoruz. Zumer Suresinin 18. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ sahâbenin ulûl'elbab olduğunu söylüyor:
39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahsenehu, ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).
Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).
Allahû Tealâ: "Onlar sözü dinlerler, sözün ahsen olanına tâbî olurlar. Peygamber Efendimiz (S.A.V)'in sözlerine tâbî olurlar. Onlar hidayete erdiler ve onlar ulûl'elbab oldular." diyor.
Daimî zikrin sahipleri, nefslerini Allah'a teslim edenlerdir. Bu, nefsin tasfiyesidir. Bütün sahâbe ulûl'elbab olmuşlar.
Nefsin kalbinde hiç afet kalmadığı zaman kişi bu hedefe ulaşmış olur. Nefsin kalbinde afet yoktur (1. özellik). Bunu kişi daimî zikirde sağlamıştır. O artık daimî zikrin sahibidir. Ayaktayken, otururken ve yan üstü yatarken Allahû Tealâ'yı devamlı zikreden kişi ancak ulûl'elbab olabilir. Öyleyse bütün sahâbe ulûl'elbab olmuştur. Buradaki özelliğe baktığımız zaman, onların daimî zikirde olmaları söz konusudur.
Daimî zikirde olanların bir özelliği oluyor; nefslerinin kalbinde hiç afet kalmıyor. Zikir sebebiyle giren nurlar -zikir daimî olduğu için- kalbi devamlı olarak işgal ediyor, karanlıklara müsaade etmiyor. Bu sebeple kişinin kalbinde hiç afet kalmamış.
Afet kalmayınca ne olur? Allahû Tealâ onun kalp gözünü açar, kalp kulağını açar ve onlarla konuşmalar yapar. Bu konuşmaların adı tezekkürdür. Bu kişi ehli tezekkürdür. Bu kişi ehli hayırdır çünkü daimî zikrin sahibidir. Zikir kişiye derecat kazandırdığı için o da daimî, kesintisiz bir şekilde derecat kazanıyor. Bu sebeple kesintisiz bir hayrın sahibidir (ehli hayırdır).
Aynı zamanda bu kişi ehli hikmettir ve ehli hükümdür. Ehli hikmettir; âyetlere baktığı zaman o âyet eğer Kur'ân'daki 28 basamaktan herhangi birisini ilgilendiriyorsa, mutlaka bu ilgiyi yakalayabilen bir ferasetin sahibidir. Bu kişi hâkim veya hakem olarak bir adalet temsilcisi hüviyetine girerse, o zaman kararlarını Allah'a sorarak vereceği için mutlaka âdil olacaktır. Bu sebeple adaletin de sahibidir yani ehli hükümdür.
İşte ulûl'elbab makamından sonra ihlâs makamı geliyor. Bütün sahâbenin ihlâs makamına da sahip olduğunu görüyoruz. Allahû Tealâ Bakara Suresinde buyuruyor ki:
2/BAKARA-139: Kul e tuhâccûnenâ fîllâhi ve huve rabbunâ ve rabbukum, ve lenâ â’mâlunâ ve lekum a’mâlukum ve nahnu lehu muhlisûn(muhlisûne).
De ki: “Allah hakkında bizimle mücâdele mi ediyorsunuz? Ve O, bizim de Rabbimizdir, sizin de Rabbinizdir. Ve, bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de size aittir. Ve biz, O'na muhlis olanlarız (dîni O’na hâlis kılanlarız).”
"Onlara, o kâfirlere ve müşriklere deyin ki: ‘Allah sizin de Rabbinizdir, bizim de Rabbimizdir. Ama biz Allah'a muhlis olanlarız (ihlâs makamının sahipleriyiz)."
Peki son aşamaya bakalım. Acaba sahâbe iradelerini de Allah'a teslim etmiş mi?
13/RA'D-29: Ellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti tûbâ lehum ve husnu meâb(meâbin).
Âmenû olanlar (ölmeden önce Allah’a ulaşmayı dileyenler) ve salih amel (nefsi ıslâh edici amel) yapanlar ne mutlu onlara ve meabın (sığınağın) (en) güzeli onların.
"Onlara ne mutlu ki; onlar hüsnü meab (sığınakların en güzelinin) sahibidir."
Sığınakların en güzelinin sahibi olanlar, ulûl'elbab makamında olanların mutlaka ötesidir. İhlâs makamında olanların da ötesidir. Kimdir bu insanlar? Bunlar; iradelerini Allah'a teslim edenlerdir.
Kim iradesini de Allah'a teslim ederse, o kişi salâh makamında Allahû Tealâ tarafından: "İrşada memur ve mezun kılındın!" cümlesiyle irşad makamına tayin edilir.
İşte bundan 14 asır evveline baktığımız zaman bütün sahâbenin bu hedefe de ulaşmış olduğunu görüyoruz. Hepsi salâh makamının 5. kademesine ulaşmış, irşad makamının sahibi olmuşlardı.
İşte Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki: "O sabikûn-el evvelîn var ya (evvelki sabikûnlar); onlardan bir kısmı ensardandı, bir kısmı muhacirîndendi, bir de onlara ihsanla tâbî olanlardandı."
Görülüyor ki; sahâbeye tâbî olunmuş. Sahâbe irşad makamının sahibi olmuşlar.
Ayrıca Âli İmrân Suresinin 104 ve 110. âyetleri, bunu daha açık bir şekilde ifade ediyor:
3/ÂLİ İMRÂN-104: Veltekun minkum ummetun yed’ûne ilel hayri ve ye’murûne bil ma’rûfi ve yenhevne anil munker(munkeri), ve ulâike humul muflihûn(muflihûne).
Sizin içinizden hayra davet eden (mürşidlerden) bir cemaat olsun ve mârufla emretsin, ve münkerden nehyetsin (men etsin). İşte onlar, onlar felâha erenlerdir.
"Ey sahâbe! Sizin de içinizde münkerden nehyedecek, ma'rufla emredecek bir topluluk oluşsun."
3/ÂLİ İMRÂN-110: Kuntum hayra ummetin uhricet lin nâsi te’murûne bil ma’rûfi ve tenhevne anil munkeri ve tu’minûne billâh(billâhi), ve lev âmene ehlul kitâbi le kâne hayran lehum, minhumul mu’minûne ve ekseruhumul fâsikûn(fâsikûne).
Siz, insanlar için çıkarılmış (seçilmiş) olan, ümmetin hayırlı kişileri oldunuz. Mâruf ile emredersiniz ve münkerden nehy edersiniz (men edersiniz). Ve siz, Allah'a îmân ediyorsunuz. Eğer kitap ehli de îmân etselerdi elbette onlar için hayırlı olurdu. Onlardan bir kısmı mü'mindir ve onların çoğu da fâsıklardır.
"Siz artık ma'rufla emreden (irfanla emreden) ve münkerden nehyeden bir topluluk oldunuz."
İşte bu, irşad makamının açık ifadesidir: Münkerden nehyetmek ve ma'rufla emretmek.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Bir sohbetimiz daha burada tamamlanıyor. Allah'a sonsuz hamd ve şükrediyoruz, bize bunları öğrettiği için, sizlere anlatma imkânını bahşettiği için, irşad etmek yetkisi verdiği için...
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allah'a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bir defa daha bir zikir sohbetimiz sona eriyor. Allahû Tealâ'nın hepinizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi inşaallah burada tamamlıyoruz. Allah hepinizden razı olsun.
İmam İskender Ali M İ H R