}
İslâm Nedir? 11.01.1998
Mp4 Mp3 Link

Sohbet Kodu: 100190

 

SOHBETİN ADI: İSLÂM NEDİR?
TARİHİ: 11.01.1998

Yüce Rabbimize sonsuz hamd ve şükrederiz ki bizleri Allah'ın zikir sohbetini yapmak üzere bir defa daha bir araya getirdi. Bugünkü konumuz: İslâm.

İslâm nedir?

İslâm; Allah'a teslim olmaktır. İslâm'ın kelime olarak mânâsına baktığımız zaman şunu görüyoruz; bu kelime “slm” kökünden geliyor. Sin, lam ve mim. Bu üç tane harfin bir araya gelmesi, ‘‘seleme’’ kökü birçok kelime türetmeye müsaittir. Arapçada aynı kökten 28 tane kelime oluşturulabilir. Bunların da bir kısmı kullanılmaz. Ama bu kelimeler arasında bu dünyada ve kâinattaki en önemli kelime de var. Bu kelime “teslim” kelimesidir.

İslâm kelimesi, teslim kelimesi, müslüman kelimesi, selâm kelimesi, selâmet kelimesi hepsi aynı kökten gelir. Ve İslâm, Allah'a teslim olmak demektir. Kim Allah'a teslim olursa o, İslâm’dır.

Öyleyse İslâm'ın ne olduğuna dikkatle baktığımız zaman, İslâm'ın temel fonksiyonlarını görüyoruz. 3 tane safhadan oluşur.

1. Safhada, ruhumuzun Allah'a teslimi yer alır.
2. safhada, İslâm olmanın 2. safhasında fizik vücudumuzun Allah'a teslimi yer alır.
3. safhada, İslâm olmanın 3. safhasında nefsimizin Allah'a teslimi yer alır.

Ve her kim bu 3 teslimi de tamamlamışsa sadece o kişi, İslâm olmak şerefine erer. Allah'ın bütün insanlar için İslâm'ı seçtiği ve İslâm'dan sadece razı olduğu Âli İmrân Suresinin 85. âyet-i kerimesinde anlatılıyor.

3/ÂLİ İMRÂN-85: Ve men yebtegi gayral islâmi dînen fe len yukbele minhu, ve huve fîl âhirati minel hâsirîn(hâsirîne).

Ve kim İslâm'dan başka bir dîn ararsa, o taktirde kendisinden asla kabul edilmez ve o, ahirette "hüsranda olanlar"dan olur.


Âli İmrân Suresinin 19. âyeti kerimesinde ise Allahû Tealâ: ‘‘inned dîne indâllâhil islâm.’’ buyuruyor.

3/ÂLİ İMRÂN-19: İnned dîne indâllâhil islâm(islâmu), ve mâhtelefellezîne ûtûl kitâbe illâ min ba’di mâ câehumul ilmu bagyen beynehum, ve men yekfur bi âyâtillâhi fe innallâhe serîul hısâb(hısâbı).

Muhakkak ki Allah'ın indinde dîn, İslâm'dır (teslim dînidir). Kendilerine kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki hased sebebiyle ihtilâfa düştüler. Ve kim Allah'ın âyetlerini örterse (inkâr ederse), o taktirde, muhakkak ki Allah, hesabı çabuk görendir.


‘‘Allah’ın indinde İslâm'dan başka dîn yoktur. Allah'ın indinde sadece İslâm dîni vardır.’’ diyor Allahû Tealâ.

Öyleyse bu kâinatta sadece bir tek dîn var. Dikkat edin sözlerime! Bu dünyada demiyorum, bu kâinatta sadece bir tek dîn var; İslâm dîni; Allah'a teslim olma dîni. Allahû Tealâ demin söylediğim gibi Âli İmrân Suresinin 85. âyet-i kerimesinde: ‘‘Kim İslâm'dan başka bir dînle gelirse onlardan o dîn kabul olunmaz.’’ buyuruyor.

Açıklama son derece net olarak geliyor. ‘‘Kim İslâm'dan başka bir dînle gelirse, onlardan o dîn kabul olunmaz.’’

Sadece İslâm dîninin sahipleri Allah’ın katında kıymetlidir. Sadece onlar, Allah'ın cennetine girerler. Öyleyse meselenin ruhundaki etaplara baktığımız zaman bütün etapların İslâm'la %100 ilişkili olduğunu görürüz. Bir insanın kurtuluşunu oluşturan etaplara bakalım;

1. etap: Allah'a ulaşmayı, ruhumuzu Allah'a ulaştırıp Allah'a teslim etmeyi dilemek.

Öyleyse hedefimiz ne? Ruhumuzu Allah'a teslim etmek. İslâm olmanın 1. safhası. Bunun için ne yapmamız lâzım? Allah'a ulaşmayı dileyen kişi, mutlaka evvelâ mürşidine ulaşacaktır. Mürşidimize ulaşmamız lâzım. Mürşidimize ulaşamazsak, dalâletteyiz; 1. Mürşidimize ulaşamazsak teslimi gerçekleştirmemiz hiç bir şekilde mümkün değildir. Neden? Çünkü ruhumuzun vücudumuzdan ayrılarak Allah'a doğru yola çıkabilmesi, teslimi gerçekleştirebilmemiz; 1. teslimi gerçekleştirebilmemiz sadece ve sadece ruhumuzun vücudumuzdan ayrılmasına bağlı. Eğer ruhumuz bizden ayrılıp da kendisiyle beraber olanlarla birlikte bir süre dergâhta eğitim gördükten sonra Allah'a doğru yola çıkmamışsa Sıratı Mustakîm üzerinden o ruhun Allah'a ulaşması ancak öldükten sonra gerçekleşir. O zaman Azrail (A.S) ruhumuzu alır, ikisi beraber 7 tane gök katında yükselirler. 7. gök katının son âlemine kadar beraber gelirler. Azrail (A.S) orada kalır, ruhumuzsa yokluğa geçerek Allah'ın Zat'ına ulaşır, Allah'ın Zat'ında ifna olur, yok olur. Ama eğer biz İslâm olmak istiyorsak o zaman ruhumuzu da fizik vücudumuzu da nefsimizi de Allah'a teslim etmek mecburiyetindeyiz. İşte bu teslimiyetin 1. safhasında ruhumuzu Allah'a teslim etmeyi dilemek var.

2. safhasında, bu hedefe ulaşmak için mürşidimize ulaşmak var. Ulaştığınız zaman ne olur? Nebe Suresinin 39. âyet-i kerimesi onu söylüyor.

78/NEBE-39: Zâlikel yevmul hakku, fe men şâettehaze ilâ rabbihî meâbâ(meâben).

İşte o gün (mürşidin eli Hakk'a ulaşmak üzere öpüldüğü ve ona tâbî olunduğu gün), Hakk günüdür. Dileyen (Allah'a ulaşmayı dileyen) kişi, kendisine Rabbine ulaştıran (yolu, Sıratı Mustakîm'i) yol ittihaz eder. (Allah'a ulaşan kişiye Allah) meab (sığınak, melce) olur.


zâlikel yevmul hakku, fe men şâettehaze ilâ rabbihî meâbâ: İşte o gün, Hakk günüdür. O gün Allah'a ulaşmayı dileyen kişi kendisine Allah'a ulaştıran Sıratı Mustakîm'i yol ittihaz eder. Kimin ruhu bu yol üzerinden Allah'a ulaşırsa Allah, onların ruhuna meab olur; sığınak olur.

Öyleyse ne zaman oluyor? Nebe Suresi 39.âyet-i kerimesinden bir evvelki âyet-i kerimeye baktığımız zaman, Nebe Suresi 38. âyet-i kerimesinde şu sahneyi görüyoruz; bütün arşı tutan melekler orada, zamanın halifesi orada, mürşid orada, mürid orada. Allahû Tealâ diyor ki: “Bütün arşı tutan melekler oradadırlar. Zamanın halifesi de kendisine izin verdiğimiz mürşid ve mürid konuşur ve hakikati söylerler.”

78/NEBE-38: Yevme yekûmur rûhu vel melâiketu saffâ(saffen), lâ yetekellemûne illâ men ezine lehur rahmânu ve kâle sevâbâ(sevâben).

O gün, ruh (devrin imamının ruhu) ve (arşı tutan) melekler, saf saf hazır bulunurlar. Rahmân’ın kendisine izin verdiği kişiden başka kimse konuşamaz. Ve (izin verilen) sadece sevap söylemiştir.


Ne derler? Tövbe ettikten sonra müridin söylediği şey, mürşidinden aldığı emir üzere ‘‘la ilâhe illâllah muhammeden resûlullah’’ demek. İşte böyle bir sahneyi kişi niçin yaşıyor, niçin mürşidine ulaşmış? Önce Allah'a ulaşmayı dilemiş yani İslâm olmanın 1. safhasını yerine getirmek için o, Allah'a ulaşmayı diliyor. Sadece Allah'a ulaşmayı dileyenler mürşidlerine ulaşabilirler. Onlar mürşidlerine ulaştığı zaman, mürşidlerine ulaştıkları an, tövbeyi gerçekleştirdikleri an başlarının üzerine Allah, mürşidlerinin ruhunu gönderir. O ruh onların başlarının üzerinde yer alacaktır. Ve o ruh vücuda ulaşınca (mürşidin ruhu vücuda ulaşınca) Mu'min Suresinin 15. âyet-i kerimesi gereğince der ki: ‘‘Senin Allah'a ulaşma günün geldi.”’

40/MU'MİN-15: Rafîud deracâti zul arş(arşi), yulkır rûha min emrihî alâ men yeşâu min ıbâdihî li yunzira yevmet telâk(telâkı).

Dereceleri yükselten ve arşın sahibi olan Allah, kullarından (Kendisine ulaştırmayı) dilediği kişinin (Allah’a ulaşmayı dilediği için Allah’ın da Kendisine ulaştırmak istediği kişinin) üzerine (başının üzerine) Allah’a ulaşma gününün geldiğini (o kişinin ruhuna) ihtar etmek için, emrinden (Allah’ın emrini tebliğ edecek) bir ruh (devrin imamının ruhunu) ulaştırır.


İşte bunun üzerine ruhumuz vücudumuzdan ayrılır, Allah'a ulaşmak üzere mürşidimizin ruhunun arkasına takılır. İkisi beraber mürşidimizin sahip olduğu dergâha ulaşırlar. Oradaki 10'arlık insan ruhları dizelerinin bir tanesinde bizim de yerimiz vardır. Ruhunuz oraya ulaşır, önünde rahle olan o sıralardan bir tanesine konulur. Hemen o sıranın sol tarafındaki en solundaki kişi bir sonraki sıranın sağ başına iner ve böylece her sıranın önündeki sağ başa, solundaki bir sonraki sıranın sağ başına olarak bütün sıralarda değişiklik yapılır. Ruhumuz Allah’a ulaşmak üzere artık yola çıkmıştır. İşte bu, hidayete adım atmaktır. Ruhunu Allahû Tealâ'ya ulaştırmaya adım atmaktır, İslâm'ın 1. safhasını gerçekleştirmek üzere.

Bundan sonra ne olur? İslâm olmanın temel standartları başlar. Nefsimizi 7 kademede (emmare, levvame, mülhime, mutmainne, radiye, mardiyye ve tezkiye kademelerinde) %7 nur biriktirerek tezkiye ederiz. %50'nin üzerinde nur, nefsimizin kalbinde birleştiği zaman ruhumuz da Allah'a doğru yaptığı yolculuğu her nefs kademesinde bir kat Sıratı Mustakîm üzerinde yükselerek gerçekleştirir. Nefs-i Emmare’de 1. gök katına, Levvame’de 2. gök katına, Mülhime'de 3. gök katına, Mutmainne'de 4. gök katına, Radiye, Mardiye ve Tezkiye'de 5., 6. ve 7. gök katlarına ve 7. katın 7 tane âlemine ulaşır. 7 âlemi de geçen ruhumuz yokluğa geçer. Yoklukta Allah'ın Zat'ına ulaşır, Allah'ın Zat’ında ifnâ olur, yok olur. İslâm olmanın ilk hedefi; ruhumuzun Allah'a teslim olması gerçekleşmiştir. Teslim olmanın 1. safhası tamamlanmıştır.

İnsan ruhunun Allah'a ulaşması ve Allah'a teslim olması, İslâm olmanın 1. safhasının tamamlanması işlemidir, tam 21 basamakta gerçekleşir. Teslim olmanın 2. safhası, fizik vücudumuzu da Allah'a teslim etmektir. Bu teslim için fenâ makamının (1. velayet makamı olan fenâ makamının) ötesinde bir beka makamı var, bir zühd makamı var. Ondan sonra ancak Allahû Tealâ'ya fizik vücudumuz teslim oluyor. İşte bu teslimleri gerçekleştirebilmemiz Allahû Tealâ’nın bize bir taht ihsan etmesine bağlı, o zaman beka makamının sahibi oluyoruz. Daha sonra zikrimiz günün yarısını aşıyor ve zühd makamının sahibi oluyoruz. Daha sonra fizik vücudumuz Allah'a teslim oluyor. Nisâ Suresinin 125. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor:

4/NİSÂ-125: Ve men ahsenu dînen mimmen esleme vechehu lillâhi ve huve muhsinun vettebea millete ibrâhîme hanîfâ(hanîfen). Vettehazallâhu ibrâhîme halîlâ(halîlen).

Ve hanif olarak Hz. İbrâhîm’in dînine tâbî olmuş ve vechini (fizik vücudunu) Allah’a teslim ederek muhsin olan kimseden, dînen daha ahsen kim vardır. Ve Allah, Hz. İbrâhîm’i dost edindi.


“ve men ahsenu dînen mimmen esleme vechehu lillâhi ve huve muhsinun: O kişiler ki Allah'a fizik vücutlarını teslim etmiş ve muhsinlerden olmuştur. Onlardan fizik vücutları da ahsen olan kim vardır?’’ diyor Allahû Tealâ.  

Fizik vücudunuzun teslimi, İslâm olmanın 2. safhasıdır. 3. safhada nefsimizin teslimi geliyor. Daimî zikre ulaşmamız, fizik vücudumuzun Allah'a tesliminden sonra gerçekleşir. Ulûl'elbab makamında daimî zikre ulaşılır. Daimî zikir çok kısa bir sürede nefsimizdeki son kalan kalıntıları da nefsin afetlerinin kalıntılarını da yok eder ve nefsimizin kalbi ruhumuzun kalbi gibi sadece hasletlerden oluşan bir muhteşem tablo sergiler. Artık nefsimizin kalbinde afetler yoktur, yalnız ruhumuzun hasletleri vardır. Ve bunlar nefsimizin kalbinde faziletler adıyla yer almıştır. Burası ihlas makamıdır. %100 nefsimizin kalbi ruhumuzun kalbiyle aynı olmuştur. İşte böyle bir noktada hepimiz için söz konusu olan şey, Allahû Tealâ'nın indinde bir hedefe ulaşmaktır. Bu hedef, fizik vücudumuzun Allah'a tesliminden sonra nefsimizi de Allah'a teslim ederek son safhayı, İslâm olmanın son safhasının gerçekleştirilmesidir.

Öyleyse Allahû Tealâ'nın indinde hepimiz için söz konusu olan şey, Allahû Tealâ'ya teslim olmak. İşte İslâm olmak budur. Nefsimizin Allah'a teslim olması, Beyyine Suresinin 5. âyet-i kerimesinde şöyle ifade ediliyor:

98/BEYYİNE-5: Ve mâ umirû illâ li ya’budûllâhe muhlisîne lehud dîne hunefâe ve yukîmûs salâte ve yu’tûz zekâte ve zâlike dînul kayyimeh(kayyimeti).

Ve onlar, Allah için hanifler olarak dînde halis kullar olmaktan (nefslerini halis kılmaktan) ve namazı ikame etmekten ve zekâtı vermekten başka bir şeyle emrolunmadılar. İşte kayyum dîn (kıyâmete kadar devam edecek dîn) budur.


ve mâ umirû illâ li ya’budûllâhe muhlisîne lehud dîne hunefâe: Onlar emrolunmadılar, Allah'a nefslerini teslim etmiş muhlis kullar olmakla emrolundular.

Muhlis kullar; muhlis kelimesinin mânâsı, halis demek; halis olan. Yani muhtevayı bozan her şeyi devre dışı bırakan, muhtevayı bozan her şeyi atan ve sadece esas hüviyetten oluşan bir sistemi vücuda getiren demek.

İşte nefsimizdeki afetlerin hepsi yok oluyor. Ruhumuzun bütün hasletleri gelip nefsimizin kalbine yerleşiyor. Ne oluyor nefsimizin kalbi? Saf oluyor, tertemiz oluyor. Sadece hasletlerden, faziletlerden oluşuyor. Eskiden nefsimizin tamamı şerri talep ederken; %100'ü şerri talep ederken şimdi nefsimizin %100'ü sadece hayrı talep ediyor. Ve bu noktada İslâm oluyoruz.

Bütün dînlerin kitaplarını araştırdığımız zaman, bütün kitaplarda İslâm olma hüviyetinin kesin şekilde yer aldığını görüyoruz. Tevrat’ta da Zebur’da da İncil'de de Allah'a teslim olmak birçok defa emredilmiş. Birçok konuları bu defterlerden silen, bu kitaplardan çıkaran iblis, teslim olma faslını belki de Allahû Tealâ ona müsaade etmediği için kitaplardan çıkartamadı. Ve kitapları, hakikatleri incelediğimiz zaman onlarda da teslim olmanın bütün standartlarını görüyoruz. Onun için Allahû Tealâ teslim olmanın farz olduğunu oralarda da söylemiş. Biliyorsunuz ki Allahû Tealâ, Âli İmrân Suresinin 19. ve 20. âyetlerinde; İslâm olmanın kendisinden evvelki bütün kitapları (tabi bu kitapların aslını) kabul etme şartına dayandırıldığını söylüyor.

3/ÂLİ İMRÂN-19: İnned dîne indâllâhil islâm(islâmu), ve mâhtelefellezîne ûtûl kitâbe illâ min ba’di mâ câehumul ilmu bagyen beynehum, ve men yekfur bi âyâtillâhi fe innallâhe serîul hısâb(hısâbı).

Muhakkak ki Allah'ın indinde dîn, İslâm'dır (teslim dînidir). Kendilerine kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki hased sebebiyle ihtilâfa düştüler. Ve kim Allah'ın âyetlerini örterse (inkâr ederse), o taktirde, muhakkak ki Allah, hesabı çabuk görendir.

3/ÂLİ İMRÂN-20: Fe in hâccûke fe kul eslemtu vechiye lillâhi ve menittebeani, ve kul lillezîne ûtûl kitâbe vel ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe innemâ aleykel belâgu, vallâhu basîrun bil ibâd(ibâdi).

Bundan sonra eğer seninle tartışırlarsa o zaman onlara de ki: “Ben ve bana tâbi olanlar vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah'a teslim ettik.” O kitab verilenlere ve ümmîlere: “Siz de vechinizi (fizik vücudunuzu) (Allah'a) teslim ettiniz mi?” de. Eğer teslim ettilerse, o taktirde, hidayete ermişlerdir. Ve eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir. Ve Allah, kullarını en iyi görendir.


İslâm olan kişi Tevrat’a da Zebur’a da İncil’e de inanır. Ama şimdiki Tevrat'a, şimdiki Zebur'a, şimdiki İncil'e değil. Onların, Allah katındaki Ümmülkitab'ın içindeki esaslarına. Onları incelediğimiz zaman hayret verici bir tabloyla karşılarız. Allahû Tealâ Kur'ân'da neyi emretmişse Peygamber Efendimiz (S.A.V)'e ve bütün dünyaya, bütün bu kitapların asıllarında aynı şeyi emrettiğini görüyoruz. Allahû Tealâ teslimi emrediyor. Bu teslimi emretmesi, kalın çizgilerle zaten aynı şeyi emrettiğinin kesin delilidir. Çünkü aslında 2. bir dîn yoktur, sadece Allah'a teslim olmak vardır.

Öyleyse Yahudilere indirdim dediği, Hz. Musa'ya Allahû Tealâ'nın indirdiği Tevrat muhtevasına göre oluşan dînde de Hz. Davut'a indirdiği sayfalardaki Zebur'daki esaslar da Hz. İsa'ya indirdiği İncil'deki esaslar da aynı. Hepsi teslimi içeriyor. Hepsinin temeli aynı hedefi oluşturuyor; Allah'a ruhu, Allah'a fizik vücudu, Allah'a nefsi teslim etmek.

Şimdi beraberce Kur'ân-ı Kerim'e bakıyoruz. Bakıyoruz ki Hz. Musa ve ona tâbî olanlar hepsi İslâm’mışlar, Kur'ân böyle yazıyor; “Hepsi Allah'a teslim oldular.” diyor. Hz. Musa da ona tâbî olanlar da. Hz. İsa'yı merak ediyoruz, bakıyoruz Kur'ân-ı Kerim yazıyor; ‘‘Hz. İsa ve ona tâbî olan bütün havariler Allah'a teslim oldular.’’ diyor. Bütün Peygamberler için Allah'ın kullandığı ifade bu. Hepsi Allah'a teslim olmuşlar. Hepsi kâinattaki tek dîn olan İslâm'ı yaşamışlar. Unutmayın bir tane Allah var ve bütün peygamberler, Allah'ın peygamberi. Ve Allahû Tealâ bizleri mutlu olalım diye yarattı. Mutluluğun oluşabilmesi ise sadece İslâm olmaya bağlıdır. İslâm'ın dışında bir saadet ulaşımı, bir saadete ulaşmak hiçbir şekilde mümkün değildir.

İşte bizim İslâm'ı yaşadığını zanneden zavallı dîn adamlarımız, İslâm adına İslâm'ın 5 tane şartını öğrenmişler ve öğretmekteler. Hiç kimse İslâm'ın 5 tane şartını yaşamakla İslâm olamaz. Çünkü İslâm olmak, teslim olmak demektir. Ve İslâm olmanın 5 tane şartında teslimle alâkalı temele ait hiçbir şey bulamazsınız. Hangi açıdan bakıyorum meseleye? Onların oluşturduğu açıdan bakıyorum. Eğer Kur'ân'daki esaslardan hareket etselerdi; İslâm'ın 5. şartı da insanları teslime götürecekti ve o kelime-i şahadet. Ne zaman yapılan bir kelime-i şahadet? Mürşidin önünde yapılan bir kelime-i şahadet. Bu neyi gerektirir? Önce Allahû Tealâ'ya ruhunu ulaştırıp teslim etmeyi gerektirir. Böyle bir talebi olmayan kişiye Allah mürşidini göstermez. Kim Allah'a ruhunu ulaştırıp teslim etmeyi diliyorsa, Allahû Tealâ sadece onlara, sadece onlara mürşidlerini gösterir. Bir kişi “lâ ilâhe illâllah muhammedun resûlullah.’’ sözlerini ancak mürşidin önünde diz çöküp, tövbe ettikten sonra gerçekleştirir.

Bakınız şimdi şartlara, şartlar değişti. Bir insanın kendi kendisine “lâ ilâhe illâllah muhammedun resûlullah.’’ demesiyle hacet namazını kılıp, Allah'ın kendisine mürşidini göstermesi üzerine o mürşide gidip, önünde diz çöküp, tövbe edip, el öpüp “lâ ilâhe illâllah muhammedun resûlullah.’’ demesi aynı şey değil. Neden? Çünkü böyle bir tövbeyi yapan; kendi mürşidinin önünde böyle bir tövbeyi yapan kişinin kalbine Allahû Tealâ, îmânı yazıyor. Mürşidinin ruhunu onun başına gönderiyor; Mu'min Suresi 15. âyet-i kerime.

40/MU'MİN-15: Rafîud deracâti zul arş(arşi), yulkır rûha min emrihî alâ men yeşâu min ıbâdihî li yunzira yevmet telâk(telâkı).

Dereceleri yükselten ve arşın sahibi olan Allah, kullarından (Kendisine ulaştırmayı) dilediği kişinin (Allah’a ulaşmayı dilediği için Allah’ın da Kendisine ulaştırmak istediği kişinin) üzerine (başının üzerine) Allah’a ulaşma gününün geldiğini (o kişinin ruhuna) ihtar etmek için, emrinden (Allah’ın emrini tebliğ edecek) bir ruh (devrin imamının ruhunu) ulaştırır.


Ve onun kalbinin içine îmânı yazıyor; Mucâdele Suresi 22. âyet-i kerime.

58/MUCÂDELE-22: Lâ tecidu kavmen yu’minûne billâhi vel yevmil âhiri yuvâddûne men hâddallâhe ve resûlehu ve lev kânû âbâehum ve ebnâehum ve ihvânehum ev aşîratehum, ulâike ketebe fî kulûbihimul îmâne ve eyyedehum bi rûhin minhu, ve yudhıluhum cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru hâlidîne fîhâ, radıyallâhu anhum ve radû anhu, ulâike hizbullâh(hizbullâhi), e lâ inne hizballâhi humul muflihûn(muflihûne).

Allah’a ve ahiret gününe (ölmeden önce Allah’a ulaşmaya) îmân eden bir kavmi, Allah’a ve O’nun Resûl’üne karşı gelenlere muhabbet duyar bulamazsın. Ve onların babaları, oğulları, kardeşleri veya kendi aşiretleri olsa bile. İşte onlar ki, (Allah) onların kalplerinin içine îmânı yazdı. Ve onları, Kendinden bir ruh ile destekledi (orada eğitilmiş olan, devrin imamının ruhu onların başlarının üzerine yerleşir). Ve onları, altından nehirler akan cennetlere dahil edecek. Onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Allah, onlardan razı oldu. Ve onlar da O’ndan (Allah’tan) razı oldular. İşte onlar, Allah’ın taraftarlarıdır. Gerçekten Allah’ın taraftarları, onlar, felâha erenler değil mi?


Ne diyor Allahû Tealâ, Mu'min Suresi 15.âyet-i kerimesinde? Diyor ki: “Dereceleri yükselten ve arşın sahibi olan Allah, kullarından lâyık olanların üzerlerine, başlarının üzerine emrinden, emrini tebliğ etmek üzere bir ruh gönderir. O kişiye, ‘Allah'a ulaşma günün geldi’ demesi için.

İşte mürşidimizin ruhu bunun üzerine başımızın üzerine geliyor. Ve bizim ruhumuza diyor ki: “Senin Allah'a ulaşma günün geldi.” O zaman bizim ruhumuz vücudumuzu terk edip onun arkasından dergâha gidiyor.

Peki, başımızın üzerine mürşidimizin ruhu gelirse ne olur? Bakınız, Mücâdele Suresinin 22. âyet-i kerimesi ne diyor? ‘‘Onların kalplerinin içine îmânı yazarız.” Ne zaman? “Onların başlarının üzerine katımızdan bir ruh gönderir, o ruhla onları destekleriz. İşte o zaman onların kalplerinin içine îmânı yazarız.” diyor Allahû Tealâ. Ne olur? Şu olur; kalbinin içine Allah'ın îmân yazdığı, o îmân etme, mü'min olma şerefine ulaşan bir kişi oluruz. Ondan evvel Allahû Tealâ bizi -dikkat edin sözlerime- mü'min standartlarında kabul etmiyor.    

İşte Hucurât Suresinin 14. âyet-i kerimesi, Allahû Tealâ buyuruyor:

49/HUCURÂT-14: Kâletil a’râbu âmennâ, kul lem tu’minû ve lâkin kûlû eslemnâ ve lemmâ yedhulil îmânu fî kulûbikum, ve in tutîullâhe ve resûlehu lâ yelitkum min a’mâlikum şey’â(şey’en), innallâhe gafûrun rahîm(rahîmun).

Araplar: “Biz âmenû olduk.” dediler. (Onlara) de ki: “Siz âmenû olmadınız (Allah’a ulaşmayı dilemediniz). Fakat: "Teslim olduk." deyin. Kalplerinize (içine) îmân girmedi. Ve eğer Allah’a ve O’nun Resûl'üne itaat ederseniz (Allah’a ulaşmayı dilerseniz), amellerinizden bir şey eksiltmez. Muhakkak ki Allah, Gafur’dur, Rahîm’dir.”


“Araplar, münafıklar dediler ki: ‘Biz de mü'min olduk.’ Habibim de ki: Hayır, siz mü'min olmadınız, mü'min olduk demeyin. Sadece İslâm dairesine girdik deyin. Siz mü'min olmadınız. Çünkü kalbinizin içine îmân girmedi.’’

İşte bir insanın kalbinin içine îmân girmedikçe yani Allah, o kalbin mührünü açıp da kalbin içine îmân yazmadıkça o kişi mü'min olamaz. Mü'min olamazsa cennete girmesi de söz konusu değildir. Çünkü Allahû Tealâ diyor ki: ‘‘Onlar mü'minlerdir ki nefs tezkiyesi yaparlar ve Allah bütün mü'minleri (kadın olsun, erkek olsun) cennetine alacak ve hesapsız rızıklandıracaktır.’’ Kimdir mü'min Allahû Tealâ'ya göre? Hucurât 14'e göre; kalbine îmân yazılanlar mü'mindir sadece.

Zaten belli değil mi? Eğer Allahû Tealâ sizin kalbinize îmânı yazmışsa Allah'ın katında da kıyâmetten sonra oraya ulaştığımız zaman Allah, kalbimize bakmayacak mı? Kimin kalbine Allahû Tealâ îmânı yazmışsa, onları mü'minler olarak değerlendirecektir. Onların dışındaki insanlar sadece kendilerini mü'min zannedenlerdir.

Öyleyse kalbimize îmânın yazılması bizi mü'min kılar. Mü'min kılması ise ancak mürşidimize ulaştığımız zaman gerçekleşen bir olgudur. Aynı gün ruhumuz vücudumuzdan ayrılarak Allah'a doğru bir yolculuk yapacaktır. Öyleyse olayı ait olduğu yere oturttuğumuz zaman, Allah'a ulaşmayı dilemedikçe Allah'a ruhumuzu teslim etmeyi başarmamız mümkün değil. Mürşidimize ulaşmadan gene ruhumuzu Allahû Tealâ'ya ulaştırmamız mümkün değil. Çünkü ruhumuzun vücudumuzdan ayrılabilmesi, mutlak olarak mürşidimize ulaşmamızla yani dalâletten hidayete adım atmamızla bağlantılı.

İslâm olmak dediğimiz zaman İslam'ın 5 tane şartı bunu sağlayabiliyor mu? Sağlayabilecekti, eğer o kelime-i şahadet müessesesi gerçekten bir mürşidin önünde yapılan bir tövbeden sonra söylenmiş olsaydı, kelime-i şahadet bizi gerçekten İslâm yapabilirdi. İslâm'ın ilk standardını gerçekleştirebilirdik. Ama ne anlatılıyor zamanımızda? Kelime-i şahadet, bir insanın kendi kendisine “lâ ilâhe illâllah muhammedun resûlullah.’’ demesi. Bu bir insana derecat kazandırır, çok güzel bir şeydir, mutlaka söylenmesi lâzım, devamlı, sık sık kullanılması lâzım. Ama hiç kimse “lâ ilâhe illâllah muhammedun resûlullah’’ dedi diye Allah'ın cennetine gitmez. Bunu kendi kendine söylerse hiçbir zaman bu cümle onu Allah'ın cennetine götüremez. Ama eğer o kişi, hacet namazını kılmışsa, mürşidini görmüşse, Allahû Tealâ ona göstermişse mürşidini, Allah'ın gösterdiği mürşide ulaşıp önünde diz çöküp tövbe etmişse işte o zaman “lâ ilâhe illâllah muhammedun resûlullah’’ sözü, mutlaka o kişiyi Allah'ın cennetine götürür. Neden götürür? Çünkü kişi mü'min olmuştur, 1. sebep bu. 2. sebep nedir? Kim mürşidinin önünde tövbe edip de mü'min olursa Allahû Tealâ diyor ki: “Onların bütün günahlarını sevaba çeviririm.” Ne olur diyeceksiniz sevaba çevirirse? Hiç, cennete girer. Neden? Çünkü Allahû Tealâ Mu'minûn Suresinin 102. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:

23/MU'MİNÛN-102: Fe men sekulet mevâzînuhu fe ulâike humul muflihûn(muflihûne).

O zaman kimin mizanı (sevap tartıları) ağır gelirse işte onlar, felâha erenlerdir.


‘‘Kıyâmet günü mizanlarımızı kurarız. Kimin sevapları günahlarından fazlaysa onları cennetimize alırız. Onlar ebediyyen cennette kalacaklardır.’’

Kimin sevapları günahlarından fazlaysa. Devam ediyor Allahû Tealâ, Mu'minûn-103:

23/MU'MİNÛN-103: Ve men haffet mevâzînuhu fe ulâikellezîne hasirû enfusehum fî cehenneme hâlidûn(hâlidûne).

Ve kimin mizanı (sevap tartıları) hafif gelirse, işte onlar, nefslerini hüsrana düşürenlerdir. Onlar, cehennemde ebediyyen kalacak olanlardır.


“Kıyâmet günü mizanlarımızı kurarız, kimin günahları sevaplarından çoksa onları cehenneme koyarız. Onlar ebediyyen cehennemde kalacaklardır. Onlar hüsranda olanlardır.”’

Öyleyse ne yapıyor Allahû Tealâ? Bizi mutlak cennetliklerin arasına sokmak için ne yapıyor? Mürşidimize ulaştığımız gün, bütün günahlarımızı sevaba çeviriyor. O güne kadar kazandığımız sevaplarımız var, ayrıca o güne kadar kaybettiğimiz bütün dereceler kazandığımız dereceler haline çevriliyor. Kaybettiğimiz dereceler, kazandığımız derecelere dönüşüyor. Ve bu sonuca ulaştığımız zaman gideceğimiz yer ne oluyor? Mu'minûn Suresinin 102. âyet-i kerimesine göre cennet oluyor. Bir insanın kazandığı derecat, kaybettiği deracattan bir tek derece fazla olsa gene aynı şekilde cennetliktir. Şart bu kadar; kazandığınız dereceler kaybettiğiniz derecelerden fazla olacak. Mürşidinize ulaştığınız gün, İslâm olmanın temel şartını gerçekleştirdiniz. Allahû Tealâ bundan sonra size hayat hakkını tanımamışsa, sizi öldürmüşse, hayatınız sona ermişse yapabileceğiniz bir şey yok. Daha fazlasını yaşarsanız Allahû Tealâ zaten size mutlaka ihsan edecek. Neyi ihsan edecek? Mutlaka ruhunuzu Allah'a ulaştıracak. Diyor ki:

42/ŞÛRÂ-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrakû fîhi, kebure alâl muşrikîne mâ ted’ûhum ileyhi, allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).

(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).


“Kim, Bize ulaşmayı dilerse Biz de onu Kendimize ulaştırmayı dileriz ve mutlaka onun ruhunu Kendimize ulaştırırız.”

Şart; ruhunu Allah'a ulaştırıp Allah'a teslim olmayı dilemek. Temel şart bu.

İnsanlardan her kim, ruhunu Allah'a ulaştırıp Allah'a teslim etmeyi dilerse işte onlar için söz konusu olan şey, bu hedefe mutlak olarak ulaşmaktır. Yaşarlarsa bu insanlar mutlaka o hedefe ulaşırlar. İşte Ankebût Suresinin 5 ve 6. âyet-i kerimeleri, Allahû Tealâ buyuruyor:
 

29/ANKEBÛT-5: Men kâne yercû likâallâhi fe inne ecelallâhi le âtin, ve huves semîul alîm(alîmu).

Kim Allah’a mülâki olmayı (hayattayken Allah’a ulaşmayı) dilerse, o taktirde muhakkak ki Allah’ın tayin ettiği zaman mutlaka gelecektir (ruhu mutlaka hayattayken Allah’a ulaşacaktır). Ve O; en iyi işiten, en iyi bilendir.

29/ANKEBÛT-6: Ve men câhede fe innemâ yucâhidu li nefsihî, innallâhe le ganiyyun anil âlemîn(âlemîne).

Ve kim cihad ederse, o taktirde sadece kendi nefsi için cihad eder. Muhakkak ki Allah, âlemlerden müstağnidir (hiçbir şeye ihtiyacı yoktur).


“ve men kâne yercû likâallâhi fe inne ecelallâhi le âtin: Kim Allah'a mülâki olmayı; ruhunu Allah'a ulaştırmayı, ölmeden evvel ruhunu Allah'a ulaştırmayı dilerse Allah'ın tayin ettiği o gün mutlaka gelecektir.”

Allahû Tealâ, o kişiyi hayatta bırakırsa, o kişiyi mutlaka ruhu Allah'a ulaşmış biri olarak ortaya koyacaktır. O insanın ruhu Allah'a mutlaka Allahû Tealâ'nın yardımıyla ulaşacaktır. Ulaşırsa ne olur? Kişinin gideceği yer cennet olur. Neden? Çünkü kim, ruhunu Allah'a ulaştırırsa, Allah onun takva sahibi olacağını söylüyor. İşte Rûm Suresinin 31. âyet-i kerimesi:

30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).

O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve O'na karşı takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.


munîbîne ileyhi vettekûhu: O'na, (Allahû Tealâ'ya) dön (ruhunu Allahû Tealâ'ya döndür; Allahû Tealâ'ya ulaştır) ve takva sahibi ol.

Peki, takva sahibi olursak ne olur? Âli İmrân Suresi 15. âyet-i kerimesinde Allah'ın cennetini takva sahiplerine hazırladığını ve takva sahiplerinin altlarından ırmaklar akan cennetlere mutlaka gireceğini ifade buyuruyor Allahû Tealâ.  

3/ÂLİ İMRÂN-15: Kul e unebbiukum bi hayrın min zâlikum, lillezînettekav inde rabbihim cennâtun tecrî min tahtıhel enhâru hâlidîne fîhâ ve ezvâcun mutahharatun ve rıdvânun minallâh(minallâhi), vallâhu basîrun bil ıbâd(ıbâdi).

De ki: "Size bundan daha hayırlısını haber vereyim mi? Takva sahibi olanlar için, Rabb'lerinin katında, içinde devamlı kalacakları, altından nehirler akan cennetler, temiz eşler ve Allah'ın rızası vardır." Allah kullarını en iyi görendir.


Âli İmrân Suresinin 198. âyet-i kerimesi aynı şeyi söylüyor:

3/ÂLİ İMRÂN-198: Lâkinillezînettekav rabbehum lehum cennâtun tecrî min tahtihâl enhâru hâlidîne fîhâ nuzulen min indillâh(indillâhi), ve mâ indallâhi hayrun lil ebrâr(ebrâri).

Fakat Rab'lerine karşı takva sahibi olanlar...Onlar için altlarından nehirler akan, içinde ebediyen kalacakları cennetler, Allah tarafından ziyafet sofraları vardır.Ve Allah’ın katında olan şeyler, ebrar kullar için daha hayırlıdır.


Öyleyse 3 boyutlu bir takvanın;

1. Boyutunda, İslâm olmanın ilk safhasını gerçekleştiriyoruz. Ruhumuz Allah'a ulaşıyor ve Allah'a teslim oluyor.
2. safhasında, fizik vücudumuzu Allah'a teslim ediyoruz.
3. safhasında, nefsimizi de Allah'a teslim ediyoruz.

İslâm olmak, teslim olmak anlamına geliyor. Teslimiyetimizi tamamladığımız için gerçek anlamda İslâm oluyoruz. Allah'ın bizi yaratma nedeni de zaten budur. Zâriyât Suresinin 56. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:

51/ZÂRİYÂT-56: Ve mâ halaktul cinne vel inse illâ li ya'budûni.

Ve Ben, insanları ve cinleri (başka bir şey için değil, sadece) Bana kul olsunlar diye yarattım.


“ve mâ halaktul cinne vel inse illâ li ya'budûni: Biz, insanları ve cinleri başka bir şey için değil, Bize kul olsunlar diye yarattık.

* Ruhumuzun Allah'a tesliminde 1. kulluğa ulaşıyoruz. Bu, Allah'a kul olmaktır.
* Fizik vücudumuzun Allah'a tesliminde 2. kulluğa ulaşıyoruz. Bu, ekber kul olmaktır.
* Nefsimizin Allah'a tesliminde 3. kulluğa ulaşıyoruz. Bu, azîm kul olmaktır.

İşte 3 ayrı kulluk kademesi, 3 ayrı takva. Takva, ekber takva, azîm takva, mükâfatlar. Ne zaman azîm kulluğun, azîm takvanın ve nefsimizin de Allah'a tesliminin sahibi olursak (3'ü de aynı kategoriyi gösterir, aynı kademeyi gösterir), işte bu nokta bizim dünya saadetini de elde ettiğimiz noktadır.

Gördük ki ruhunu Allah'a ulaştıran kişi, Allah'ın cennetine girer. Nedir ruhunu Allah'a ulaştıran kişinin durumu? Ruhunu Allah'a teslim etmiştir. İslâm olmanın 1. standardını gerçekleştirmiştir. Dünya saadetinin yarısını yaşamaktadır. Dünya saadetindeki hayatının yarısı gene huzursuzluklarla, üzüntülerle geçmektedir. Ama diğer yarısında bu kişi hedefine ulaşmıştır. İşte fizik vücudun tesliminde tamama yaklaşır mutluluk ama nefsin tesliminde tamamlanır.

İslâm olmak, 3 vücudu da Allahû Tealâ'ya teslim etmek kaç basamakta gerçekleşen bir olaydır? 27 basamakta. 28 basamak zaten basamakların hepsidir. Öyleyse İslâm olmak, öyle bedava bir olgu değil. Bizim dîn adamlarımız zannediyorlar ki bir insan gelip de bir dîn adamının önünde “la ilâhe illâllah muhammedun resûlullah” derse tamam, o kişi İslâm olmuştur. Hayır, İslâm olmamıştır, İslâm dairesine girmiştir. O kişi öldüğü zaman İslâm adetleri üzerine mezara girecektir, defnedilecektir, o kadar. Yoksa gideceği yer hiçbir zaman Allah'ın cenneti değildir. Eğer o safhada kalmışsa, İslâm olması onun sadece “la ilâhe illâllah muhammedun resûlullah” demekten ibaretse hiçbir zaman Allah'ın cennetine giremez.

Allah'ın cennetine giriş, 28 basamaktan 27'yi değil ama 21'i tamamlamakla geçerlidir. Beraberce bakalım olaylara; ne oluyor?

1. basamak; önce olayları yaşıyoruz
2. basamak; olayları değerlendiriyoruz.
3. basamak; Allah'a ruhumuzu teslim etmeyi diliyoruz.
4. basamak; bunun üzerine Allahû Tealâ üzerimizde Rahîm esmasıyla tecelli ediyor.
5. basamak; sonra irşad makamıyla aramızdaki hicab-ı mestureyi alıyor.
6. basamak; kulaklarımızdaki vakrayı alıyor.
7. basamak; kalbimizdeki ekinneti alıyor ve yerine ihbat koyuyor. Âmenû oluyoruz. Allah'a ruhunu teslim etmeyi dileyen bir kişi oluyoruz.
8. basamak; Allah kalbimize bir kompüter sistemiyle ulaşıyor.
9. basamak; nefsimizin kalbinin nur kapısını Allah'a çeviriyor.
10. basamak; göğsümüzden kalbimize bir nur yolu açıyor.
11. basamak; zikrediyoruz Allah’tan gelen nurlar göğsümüze, göğsümüzden kalbimize ulaşıyor.
12. basamak; kalbimiz mühürlü. Oradan içeri rahmet partikülleri sızıyor. Bu sızıntı bizi %2 nur birikimi ile huşû sahibi kılıyor. Huşû sahibi olunca bir hak elde ediyoruz Allahû Tealâ'dan. Hak sahibi oluyoruz. Çünkü Allahû Tealâ’nın sözü var: ‘‘Kim huşû sahip olup da Benden mürşidini sorarsa ona mutlaka gösteririm.’’ diyor. Nitekim huşû sahip olup da Allah'tan mürşidimizi sorduğumuz zaman Allahû Tealâ onu mutlaka bize gösteriyor.
13. basamak; mürşidimizi görüyoruz.
14. basamak; mürşidimize ulaşıyoruz, önünde diz çöküp tövbe ediyoruz. Nefs tezkiyesine başlıyoruz.”
15. basamak; Nefs-i Emmare'yi tamamlıyoruz. %7 nur birikimi, ruhumuz vücudumuzdan ayrılmış, mürşidimize ulaştığımız gün. Allah'a doğru yaptığı yapacağı yolculuk için zemin katta bekliyor. Nefs-i Emmare'yi tamamlayana kadar, ruhumuz zemin katta. Nefs-i Emmare'yi tamamlıyoruz 1. kata kadar yükselme hakkını elde ediyor.
16. basamak; Nefs-i Levvame, 2. kata kadar yükseliyor ruhumuz.
17. basamak; Nefs-i Mülhime, 3. kata kadar yükseliyor.
18. basamak; Nefs-i Mutmainne, 4. kata kadar yükseliyor.
19. basamak; Nefs-i Radiye, 5. kata kadar yükseliyor.
20. basamak; Nefs-i Mardiyye, 6. kata kadar yükseliyor.
21. basamak; Nefs-i Tezkiye, 7. kata kadar yükseliyor; 7. katın 7 tane âlemini geçen ruhumuz Allah'a ulaşıyor.

Nefsimiz mi? Yarı yarıya aydınlanmış. İslâm olmanın henüz 1. standardını gerçekleştiriyoruz, 7. gök katına kadar yükselen ruhumuz, 7. gök katının 7 âlemini aşıyor ve 7. âlemden sonra Allah'a doğru yoklukta, yokluğa geçerek yükseliyor. Allah'ın Zat’ında ifna oluyor, yok oluyor. İslâm olmanın 1. şartı gerçekleşmiştir, ruhumuz Allah'a ulaşmıştır.

Nefsimizin pozisyonuna bakalım. Nefsimiz daha yarı yarıya aydınlanmıştır. Dünya saadetinin yalnız yarısını yaşayabilmektedir. Hayatın yarısı gene sıkıntılarla, üzüntülerle geçiyor. Bütün bu hedeflere ulaşmakta bir silah var elimizde. Bu silahın adı zikir ve 14 asır sonra bugün, farzlar arasında mevcut değil. Eğer zikir yapmazsak nefsimizin kalbinde hiçbir zaman nur birikimi gerçekleşemez. Gerçekleşemezse nefsimizi, bırakın 7 kademede tezkiye etmeyi, Emmare kademesine bile temizlememiz mümkün değildir.

Öyleyse İslâm olmanın 1. silahı, zikir silahıdır. Allah'a teslim olmak, zikirsiz hiçbir şekilde mümkün değildir. Hiç kimse zikir yapmadan İslâm olamaz. Ve İslâm'ın 5 şartının içinde zikir, farzların arasında yer almıyor. Bırakınız 5 şartı, 32 farzın içinde de 54 farzın içinde de zikir müessesesi mevcut değil. Tabiatıyla daimî zikir hiç mevcut değil. Kaldı ki Allahû Tealâ sadece zikri değil, daimî zikri de farz kılmış. Muzemmil Suresi 8. âyet-i kerimesinde diyor ki:

73/MUZZEMMİL-8: Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen).

Ve Rabbinin İsmi'ni zikret ve herşeyden kesilerek O’na ulaş.


vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ: Allah'ın ismiyle zikret ve her şeyden kesilerek Allah'a ulaş.

Nisâ Suresi 103. âyet-i kerimesinde de diyor ki:

4/NİSÂ-103: Fe izâ kadaytumus salâte fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum, fe izatma’nentum fe ekîmus salât(salâte), innes salâte kânet alâl mu’minîne kitâben mevkûtâ(mevkûten).

Böylece namazı bitirdiğiniz zaman, artık ayaktayken, otururken ve yan üstü iken (yatarken), (devamlı) Allah'ı zikredin! Daha sonra güvenliğe kavuştuğunuz zaman, namazı erkânıyla kılın. Muhakkak ki namaz, mü'minlerin üzerine, "vakitleri belirlenmiş bir farz" olmuştur.


fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum: Ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah'ı zikret.

Zikirsiz bir İslâmî hayat; işte bu mümkün değil. Ama bizim dîn adamlarına sorarsanız “Zikirsiz de olur.” diyorlar. Hani sormuşlar ;camide abdestsiz namaz kılınır mı diye. Birisi kalkmış: “Ben kıldım, oldu.” demiş. İşte bunlar da böyle. İslâm olmanın ne olduğundan habersiz olan bir dîn öğretimine kalmış dünya. Ve de böyle bir statü içerisinde insanlar dîn öğretiyorlar, İslâm olmaktan bahsediyorlar ama İslâm olmanın teslim olmak olduğunun farkında değiller. Ol mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler. Eğer Allahû Tealâ'nın yolunda bu söylediğimiz hedefleri tamamlayamazsak hiçbir zaman İslâm olmamız mümkün değil. Ama İslâm olursak ne olur? Yani ruhumuzu Allah'a teslim ettik, bundan sonraki makamlara bakalım; fenâ makamını geçiyoruz. Ruhumuza Allahû Tealâ bir taht ihsan ediyor, beka makamındayız. Zikrimiz günün yarısını aşıyor, zühd makamındayız. Fizik vücudumuzu Allahû Tealâ'ya teslim ediyoruz, muhsinler makamındayız, 2. teslim. İslâm olmanın 2. safhası. Sonra daimî zikre ulaşıyoruz ve nefsimizi de Allah'a teslim ediyoruz. 26. ve 27. basamaklar. 27. basamakta, ruhumuz da fizik vücudumuz da nefsimiz de Allah'a teslim olmuştur. Öyleyse fizik vücudumuzun Allah'a teslim olduğu noktanın ötesi nefsimizin de Allah'a teslim olduğu, İslâm olmanın son noktasıdır.

Gördük ki buraya bedavadan ulaşılmıyor. Tam 27 basamak sürüyor. Ve bir işareti var, kesin bir işaret; hiç kimse daimî zikre ulaşmadan İslâm olamaz. İster Allah'ın velîsiyle daimî zikre ulaşsın, ister müktesebat olarak senelerce çalışıp bu hedefe ulaşsın, netice aynıdır. Daimî zikrin sahibi olan bir insan, İslâm olabilir.

Öyleyse neyi ifade eder bu? Bu cennet saadetine ilâveten dünya saadetini de ifade eder. Bu büyük hakikatten haberdar olmayan insanlar derler ki: “lâ râhate fid dünya: Dünyada rahat yoktur.” Allahû Tealâ hiç öyle söylemiyor. Bizi bu dünyada da mutlu etmek için yaratmış ve üzerimize dünya saadetini farz kılmış. İslâm olmayı farz kılmış. İşte bu İslâm olmanın farziyeti, dünya saadetini de ihata eder.

Şimdi iki kutupta mutluluk nedir? Onu karşılaştırarak İslâm'la bağlamamız lâzım. Çünkü İslâm, mutlu olmaktır. İslâm hem cennet saadetinin sahibi olmaktır hem de dünya saadetinin sahibi olmaktır. Zülcenaheyn olmaktır, iki kanatlı olmaktır. Bundan 14 asır evvel bütün sahâbe, zülcenaheyndı. Hem cennet saadetinin sahipleriydi hem dünya saadetinin sahipleriydi. Hepsi Allah'a teslim olmuşlardı.

İşte şimdi dünya saadetinin temel standartlarına bakıyoruz; Allahû Tealâ, İslâm'ı farz kılmış mı? Kılmış, hepimizi İslâm olmak üzere yaratmış. Teslimi farz kılmış mı? Evet, Zumer Suresinin 54. âyet-i kerimesi, Allahû Tealâ buyuruyor:

39/ZUMER-54: Ve enîbû ilâ rabbikum ve eslimû lehu min kabli en ye’tiyekumul azâbu summe lâ tunsarûn(tunsarûne).

Ve Rabbinize (Allah’a) yönelin (ruhunuzu Allah’a ulaştırmayı dileyin)! Ve size azap gelmeden önce O’na (Allah’a) teslim olun (ruhunuzu, vechinizi, nefsinizi, iradenizi Allah’a teslim edin). (Yoksa) sonra yardım olunmazsınız.


ve enîbû ilâ rabbikum ve eslimû lehu min kabli en ye’tiyekumul azâbu: Üzerinize kabir azabı gelmeden önce, ölmeden önce ruhunuzu Allah'a döndürün; Allah'a dönün. Ve O'na (Allah'a) teslim olun.’’

Şimdi 14 asır geriye bakıyoruz, Âli İmrân Suresinin 20. âyet-i kerimesine ulaşıyoruz. Ne diyor Allahû Tealâ? “Habibim onlara de ki: Ben ve bana tâbî olanlar; biz hepimiz kendimizi Allah'a teslim ettik. Sor bakalım o kitap sahiplerine ve ümmîlere; onlardan da kendilerini Allah'a teslim edenler var mı? Eğer varsa onlar mutlaka daha önce hidayete ermiş olmalıydılar.”

Ne diyor Allahû Tealâ? Bütün sahâbe sadece ruhlarını değil, fizik vücutlarını da nefslerini de Allah'a teslim etmişler.

Ne olur, 3 tane teslimi gerçekleştirirsek? Ne gördük? Gerçekleştirmek farz. Ne gördük? Sahâbe gerçekleştirmiş. Biz gerçekleştirirsek ne olur? Sahâbe gibi bir asr-ı saadeti yaşarız. Öyleyse mutluluk nedir? Mutluluk, ancak İslâm olmakla gerçekleşebilen bir vesiledir. Ruhumuzu teslim etmek bize mutluluğun, dünya saadetinin yarısını sağlar. Fizik vücudumuzu teslim etmek sonuca yaklaştırır ama nefsimizi teslim etmedikçe dünyada mutluluğa ulaşmamız mümkün değildir.

O zaman mutluluk nedir diye beraberce bakalım, 2 ayrı cephede inceleyeceğiz konuyu. Bir; nefsimizin kalbi kapkaranlık, afetlerle dolu. Mutlu olabilir miyiz? Mutluluğumuz hiç geçerli değil.  Başlangıçtayız 1. ve 2. basamaklardayız. İslâm'ın 5 tane şartıyla, İslâm olabileceklerini düşünenlerin hiç birisi bu iki basamaktan 3. basamağa yükselemezler. Çünkü Allah'a ulaşmayı, ruhlarını Allah'a teslim etmeyi hiçbir zaman akıllarına bile getirmezler. Bunun üzerlerine Kur'ân-ı Kerim'de tam 9 defa farz kılındığından haberleri yoktur. Ve hiçbir zaman saadet adı verilen müessese ne cennet saadeti ne dünya saadeti onlar için gerçekleşemez.

Öyleyse bir de sonuca bakalım, nefsteki bütün afetler yok olmuş. Ruhun bütün hasletleri faziletler adıyla gelmiş, nefse yerleşmiş. Gece, gündüz olmuş. Nefsimizin kalbinin tamamen karanlıklardan oluştuğu, kasiyet bağladığı yani sertleştiği ve ful karanlık olduğu bir noktadan hayatımız başlıyor. Eğer biz o noktadan nefsimizin tamamen Allah'ın nurlarıyla dolduğu bir noktaya ulaşabilirsek, işte orası bizim için başlangıçtaki dünya saadetinin sıfır olduğu noktadan dünya saadetinin sonsuz olduğu noktaya ulaşmaktır. Neden böyledir? İslâm'ın standartlarını verdiğimiz zaman mutluluğun standartlarını da vermek mecburiyetindeyiz aradaki bağlantıyı kurabilmek için.

Mutluluğun 3 ayrı cephede oluşması lâzım. İç dünyamızda mutluluk, dış dünyamızda mutluluk, Allah ile olan ilişkilerimizde mutluluk. Neden başlangıçta mutsuzuz? Neden sonuçta mutlu oluruz? Bunları izah ederken asıl şartları saymak mecburiyetindeyiz. Mutluluk sonsuz bir vetiredir. Dur durağı olmayan bir vetiredir, non-stop'dur yani mutluluk, kesintisizdir.

Öyleyse başlangıçta iç dünyamızda neden mutsuzuz, oradan bakalım meselemize. İç dünyamızda mutsuzuz, çünkü nefsimiz vücudun kumandanı olan akıldan devamlı şer taleplerde bulunur, ruhumuz buna derhal itiraz ederek o da bir hayır talebi ile akla ulaşır ama şeytanın nefse verdiği taktiklerle nefs aklı hep kandırıp ona devamlı günah işletir. Her günahın arkasından huzursuz oluruz; günah kişiyi huzursuz kıldığı için. Eğer hayır işleseydik; şer yerine hayır işleseydik bundan mutluluk duyacaktık. Birinci huzursuzluğumuz budur, arkadan ruhumuz nefsimize mutlaka azap edecektir. Nefs sebebiyle buna ulaştığımız için ikinci defa mutsuzuz. Üçüncüsü de nefsimizle ruhumuz arasında birisi hayrı, yalnız hayrı dilediği için diğeri de yalnız şerri dilediği için ikisi arasında devamlı bir çekişme, devamlı bir kavga vardır. Nerede kavga varsa orada huzur yoktur, orada mutluluk yoktur.

Demek ki iç dünyamızda nefsimizin kalbinin tamamen karanlıklardan oluştuğu başlangıç noktasında devamlı huzursuzuz. Peki, ihlâsa ulaştığımız zaman, nefsimizin kalbi tamamen Allah'ın nurlarıyla dolduğu zaman yani gece gündüze dönüştüğü zaman ne olur? Nefsimizin kalbi ruhumuzun bütün özelliklerini kazanmıştır yani ahsen olmuştur. Tin Suresinin 4.âyet-i kerimesi gerçekleşmiştir.

95/TÎN-4: Lekad halaknel insâne fî ahseni takvîm(takvîmin).

Andolsun ki Biz, insanı (nefsini), ahseni takvim içinde (nefs tezkiyesi ve tasfiyesi yaparak en güzele ulaşabilecek özellikte) yarattık.


Ahsen olmuştur, nefsin kalbi. Ve nefs de artık sadece hayrı talep etmeye başlamıştır. Nefs devamlı hayır talepleriyle akla ulaşır, ruh da hayır talepleriyle ulaşır. İkisi de hayrı talep ettiği için evrensel kavga sona ermiştir. Mutluluk iç dünyamızda kendini göstermiştir, kavgasız bir ortamdayız artık. Sulh ve sükûn, iç dünyamızda oluşmuştur. Eğer nefsimiz de hayrı ruhumuz da hayrı istiyorsa her ikisinin de talebi hayır olduğu için akıl yalnız hayır işleyebilir. Ne oldu? Her aktivitemiz, her faaliyetimiz, her aksiyonumuz hayı'dır. Hayrın arkasından duyduğumuzsa, sadece ve sadece mutluluk ve huzurdur. Öyleyse bütün olaylarda 24 saat boyunca hep hayrı yaşarız, mutluluğu yaşarız, huzuru yaşarız. Böylece hepimiz için söz konusu olan şey hayrı, mutluluğu ve huzuru yaşamaktır.

İç dünyamızdaki kavga bitmiştir, bu sebeple mutluyuz. Nefsimizle ruhumuz arasındaki çekişme olsaydı, devamlı günahlar işleyecektik; şimdi hep hayır işliyoruz. Bu sebeple huzur içindeyiz. Hiçbir zaman ruhumuz nefsimize azap edemez. Bu sebeple iç dünyamızda 3 ayrı açılarda sonsuz bir mutluluğa ulaştık. Peki, dış dünyamıza gelelim. Neden başlangıçta yani geceyken yani nefsimizin kalbini afetler işgal etmiş noktadayken, İslâm olmak yoluna girmeden evvelki durumumuzdayken, neden dışarda mutsuzuz? Nefsimiz devamlı şer taleplerde bulunur akıldan ve şeytan ona öğrettiği taktiklerle aklımızı çeler ve başkalarına ne yazık ki yanlış davranışlarda bulunuruz. Yani Kur’ân’daki ifadeyle onlara o yanlış davranışlarla zulmederiz. Her zulüm bir günahtır. Bu sebeple arkasından mutlaka huzursuz oluruz. Eğer hayır işleseydik, devamlı mutlu olacaktık. Şer işliyoruz devamlı, onun için hep huzursuzuz. Başka insanlara zulmettiğimiz için huzursuzuz. Bir adım daha atıyoruz, nefsimiz başka insanlara zulmettiği için ruhumuz, nefsimize devamlı azap ediyor. Bu sebepten de huzursuzuz. Dış âlemimizde daha huzursuzluk sebeplerimiz var. Başka insanlara zulmettiğimiz için bu insanlar, bizden intikam almak sevdasındalar. Yakaladıkları zaman mutlaka intikamlarını alıyorlar. İntikam aldıkları zaman bu nefsimize çok ağır geliyor ve bir defa daha huzursuz oluyoruz. Gene yetmez, 3. kez huzursuz olduk ama yetmez, biz de mutlaka intikam almak sevdasına düşüyoruz,  çünkü nefsimizde afetler var. Bu afetlerden bir tanesi intikam. İntikam alma afeti ağır basıyor, intikamımızı almaya çalışıyoruz. Başardık bunu; başardığımız zaman yeni bir günah işlemişizdir. Çünkü intikam almak başka birinin bize yaptığı haksız davranışı aynı haksızlıkla ona iade etmek demek. Böyle bir şeyi yaptığımız zaman yeni bir günah işlemiş olduğumuz için yeniden huzursuz oluyoruz, 4. defa huzursuzuz.

Eğer intikam almayı o kadar çok istediğimiz halde bunu başaramazsak o zaman intikam alınamamış intikam haline dönüşüyor yani kine dönüşüyor. Ve intikamını alamayan bu kişinin iç dünyasında stres oluşuyor. Bu sefer de kişi stres sebebiyle huzursuz ve mutsuz. Yani intikamını alsa da mutsuz, huzursuz; intikamını alamasa da mutsuz ve huzursuz. Ama eğer ihlasa ulaşırsak, gece gündüz olursa, nefsimizin kalbindeki karanlıkların yerini ruhumuzun hasletleri oluşturursa o zaman dış dünyamızda da mutlu oluyoruz. Neden? Çünkü nefsimiz de ruhumuz da yalnız hayrı istiyor. Bu sebeple hep hayır işliyoruz. Böyle hep hayır işleyen bir kişinin zulüm etmesi mümkün değildir. Çünkü bütün davranışları sadece hayırdır. O zaman kendi aksiyonlarımız itibariyle mutlaka hep huzurlu yaşıyoruz. Tabiatıyla hep hayır işlediğimiz için ruhumuzun nefsimizden intikam alması da hiçbir şekilde mümkün değil.

Ya başkalarının bizden intikam alması? O da mümkün değil. Bir insanın intikam alabilmesi için ona bir zulüm yapmamız lâzım; bu zulmü hiçbir zaman yapmadığımız için başkalarının bizden intikam alması hiçbir şekilde geçerli değil. Onlar bizden intikam almıyorlarsa bizim de onlardan intikam almamız geçerli değil. 4 faktörde de biz mutluyuz. Hiçbir zaman intikam almayı bu seviyedeki bir insan dilemediği için intikam alması da mümkün değil o insanlardan. Böylece sonuca ulaşıyoruz. Bu sonuca dikkatle bakın, sonsuz bir saadet içinde kişi bir dış âlem hayatı yaşar, dış âleminde başka insanlarla ilişkilerinde sonsuz bir saadetin içindedir.

Allah ile olan ilişkilerimizin başına gelelim; nefsimiz afetlerle dolu, gece iç dünyamız. O karanlık dünyamızda Allahû Tealâ'nın emirlerini hiç dinlemiyoruz, Allahû Tealâ, “Namaz kıl.” diyor, kılmıyoruz. “Zekât ver.” diyor, vermiyoruz. Allah'ın bütün emirleri bize zûl geliyor. Bunları gerçekleştirmediğimiz için de ruhumuz nefsimize hep azap ediyor, huzursuzluğumuzun sebebini anlayamıyoruz ama hep huzursuzuz, hep sıkıntı içindeyiz.

Allahû Tealâ'nın bir de yasakları var. Yasak ettiği şeyleri de şeytan, nefsimizi o istikamette azdırarak hep işletiyor bize, hep Allah'ın yasak ettiği fiilleri işliyoruz. Bu sebepten huzursuzuz, sıkıntılıyız. Ama ihlâsa ulaştığımız zaman Allah'ın bütün emirlerinin yerine getirilmesinin doyulmaz zevkler olduğunu görüyoruz. Kalp gözümüz açılmış, kalp kulağımız açılmış. Ve namaz kılarken önümüzdeki duvarlar açılıyor, zikir yaparken etrafımızı görmüyoruz, Allah'ın bize gösterdiklerini görüyoruz. Fiziğin ötesini görüyoruz, yaşıyoruz. Allah'ın söylediklerini işitiyoruz. Ve muhteşem bir davet, Allah'ın bütün emirlerini yaparken içimizi dolduruyor. Yasak ettiği fiilleri ise işlememiz mümkün değil. Neden? Çünkü Allah'ın yasak ettiği bir fiili işlememiz için içimizden bir talep gelmesi lâzım. Bu talep hep nefsimizden gelirdi eskiden ama nefsimiz tamamen hasletlerle dolduğu için nefsimizden artık negatif bir talebin gelmesi, bizi Allah'ın yasak ettiği bir fiile davet etmesi mümkün değil. Bunun için hiçbir zaman bu yasağı işlemeyiz. Allah ile olan ilişkilerimizde hem emirler cephesinden mutlak saadeti yaşarız hem de nehiyler cephesinden mutlak saadeti yaşarız

Ne gördük? İslâm olan bir kişi iç âleminde dünya saadetinin bütününü yaşıyor; kesintisiz mutluluk. Dış âleminde kesintisiz bir mutluluk yaşıyor, Allah ile olan ilişkilerinde kesintisiz bir mutluluk yaşıyor. İslâm oluşundan daha evvelki ilk tesliminde bu kişi zaten cennet saadetinin sahibi olmuştur, işte burası onun zülcenaheyn olduğu yerdir, İslâm olduğu yerdir, Allah'a teslim olduğu yerdir. Bu teslimiyetleri tamamladığı yer, o kişinin İslâm olma standartlarının hem cennet saadetinde hem de dünya saadetinde parıltılı, Allah'ın nurlarıyla dolu bir şekil alması demektir.

O kişi, cennet saadetinin ve dünya saadetinin sahibidir, iki cihanda mutludur. Dünya saadetinin de cennet saadetinin de sahibi olmuştur. İşte İslâm olmak sonsuz bir mutsuzluk hayatından sonsuz bir mutluluk hayatına ulaşmaktır. 28 basamakta, 28 basamağın 27. sinde tamamlanan bir vetiredir. Bundan sonra Allahû Tealâ sadece bizi Tövbe-i Nasuh'a davet eder ve İslâm olmanın en üstün standartlarına ulaşılır. Öyleyse İslâm olmak, Allah'a teslim olmaktır. Teslim olmak ise hem cennet saadetinin hem de dünya saadetinin sahibi olmaktır, zülcenaheyn olmaktır.

Hepinizin hem cennet saadetine hem de dünya saadetine ulaşmanızı, zülcenaheyn olmanızı Yüce Rabbimizden dileyerek bu akşamki sözlerimizi inşallah burada tamamlamak istiyoruz.

Allah hepinizden razı olsun.
 
İmam İskender Ali  M İ H R