}
Allah'ın Rızası 26.02.2001
Mp4 Mp3 Link

Sohbet Kodu: 100311

SOHBETİN ADI: RIZA
TARİHİ: 26.02.2001


Sahâbe devrinde “Allah’ın rızası” çok önemli bir deyimdi, her zaman kullanılırdı. Bütün sahâbe birbirlerine “Allah senden razı olsun! Allah senden razı olsun!” diye hitap ederlerdi. Bunun yenilenmesinin Osmanlı devrine rastladığını görüyoruz. “Allah razı olsun!” ifadesi bir defa daha bütün dünyaya Osmanlı vasıtasıyla yayıldı.  

Şimdi de 3. defa yayılıyor bizlerin kanalıyla gene bütün dünyaya. Öyleyse rıza müessesesi razı olmayı oluşturan bir müessese... Rıza dediğimiz zaman bir olayın her türlü yönünün karşı tarafça kabul edilmesi anlamı çıkıyor.

Allah’ın bizden razı olması demek artılarımızla eksilerimizle Allahû Tealâ’nın genel bir çerçeve içinde bizi değerlendirip pozitif hanesine kaydetmesi söz konusu. Ve sadece Allahû Tealâ’nın rızası değil insanların da rızası aslında önemi bir keyfiyet. Ve zaten fıkıh ilmi tamamen rıza müessesesine dayalı bir ilimdir. İster evlenme akdi olsun ister kanuna dayalı mahkeme safhası, hukuk müessesesi olsun hep hakka ve hakk da iki tarafın rızasına dayalı bir müessesedir. Bütün alışverişler tarafların rızası ile gerçekleşmek mecburiyetinde olan işlemlerdir.

Bir evlenme akdi yani fıkhın bütün müesseseleri rızanın varlığına dayalıdır. Rıza varsa fıkıh vardır. Rıza yoksa fıkıh yoktur. Ama fıkıhtan bahsetmişken; fıkıh ilminin insanları kurtarıcı bir özelliği taşımadığını da açık olarak ortaya koymak lâzım. Yani bir insan fıkıh konusunda her türlü bilgiyi bilsin, fıkhın bütün gereklerini tatbik etsin; helale dikkat etsin, harama dikkat etsin, evlenme akdine dikkat etsin, hukuka riayet etsin ama fıkhın ötesindeki Allah’ın farzlarını yerine getirmesin; meselâ; zikir yapmasın, meselâ; mürşidine ulaşmasın o kişinin kurtulması mümkün değildir.

Öyleyse nasıl askerde muharip sınıfla, muharip olmayan sınıflar birbirinden ayrılıyorsa bir askerin (ister kara askeri olsun ister deniz askeri olsun ister hava askeri olsun) askeri hüviyetteki insanların iki gruba ayrıldığı kesin. Muharip sınıfa dâhil olanlar mutlaka ön plandadır. Genel Kurmay Başkanının, meselâ; bizim ülkemizde hava kuvvetlerinden veya deniz kuvvetlerinden olması mümkün değildir, mutlaka kara kuvvetlerinden oluşur.

Öbür taraftan muharip sınıfı teşkil eden topçu ve piyadenin temelinde orgenerallerin oluşması söz konusudur. Yani hâkim olan unsur bu açıdan meseleye baktığımız zaman hâkim olan unsurun ibadetlerle fıkıh arasındaki münasebette hâkim olan unsurların daima ibadetler olduğunu görüyoruz. Kurtarıcı faktörün o ibadetlere dayalı olduğunu görüyoruz. Ve şeytan bütün insanları aldatmaya buradan giriyor. O ibadetlerin arasında Allah’ın en değerli bulduğu zikir ibadetidir. Zikir ibadetini iblis yok ediyor. Nasıl yok ediyor? Bizim rızamız olmaksızın yok ediyor.

Öyleyse rızanın bu bölümüne baktığımız zaman burada hakkın ve adaletin çiğnendiğini görüyoruz. İblisin hayatı hep rızayı çiğnemekle geçer. İnsanları birbirine düşürdüğü zaman hedefi insanların birbirinden razı olmamasını sağlamaktır. Onların arasındaki düşmanlık yani (eski tabirle adavet) onların arasındaki kin, onların arasındaki hırs, onların arasında birbirine karşı duyulan gazap, öfke bunların hepsi adalet müessesini zedelemek için şeytanın attığı adımlardır.

Bu adımların muhtevasında hep sarsılan rıza müessesesidir. Bir hukuk işleminde taraflardan birinin rızası mutlaka çiğnenmiştir ki; hukuki bir vakıa ortaya çıksın. Böyle bir müessesenin var olabilmesi taraflardan birinin mutlaka hakkının haleldar edilmesiyle oluşur. Hakkı haleldar olan kişi de hiçbir zaman öbür taraftan razı olmaz. Ne oluyor? Hakkın haleldar olması; rızanın yaralanmasına sebebiyet veriyor, rızanın yok olmasına sebebiyet veriyor. İşte insanlar arasında bile     böylesine netleşen bir rıza müessesesi Allah ile bizim aramızda olduğu zaman kâinatı yaratan Allah’ın bizlerden razı olması kadar önemli bir mefhum olamaz.

Bu, demek Allahû Tealâ bize bizden ibadetlerimiz açısından razı olduğu takdirde ibadetlerin rızasına sahip oluruz. Allahû Tealâ bizden fıkıh açısından razı olduğu takdirde fıkhın rızasına sahip oluruz. Ama her halükarda Allah’ın rızasına ermek temel farzdır. İşte Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Allah gaybı bilir. Allah'tan başka kimse gaybı bilmez. Allah da gaybı hiç kimseye söylemez. Rızaya ulaşmış resûlleri müstesna.” Bundan çıkardığımız bir sonuç var son derece önemli bir sonuç bu;  hayati bir sonuç.

Demek ki; Allahû Tealâ’nın rızaya ulaşmamış resûlleri de var. Resûl olarak seçmiş ama henüz rızaya ulaşmamış. Olabilir mi? Gayet tabiî olabilir. İşte Allahû Tealâ Duhâ Suresinin 7. âyet-i kerimesinde Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den bahsediyor:

93/DUHÂ-7: Ve vecedeke dâllen fe hedâ.

Ve seni dalâlette buldu sonra hidayete erdirdi.


“Seni dalâlette bulup da hidayete erdirmedik mi?” diyor.  Hepimiz dalâletteydik; ben de dalâletteydim sen de dalâletteydin kim varsa dünya üzerinde herkes doğuşundan itibaren dalâlettedir.

Mürşidine ulaştığı güne kadar Peygamber Efendimiz (S.A.V) 40 yaşına gelip de Cebrail (A.S) ona göründüğü onun mürşidi olduğu andan evvelki bütün zamanlarında o da dalâletteydi. Öyleyse hiç kimse bundan müstağni değildir. Hz. İsa da dalâletteydi, Hz. Musa da dalâletteydi kim varsa hepsi dalâletteydi, hidayete ermeleri mutlaka Allah’ın mürşidine ulaşmalarıyla mümkün oldu. Ve peygamberlerin belki de hepsi için mürşid hep Cebrail (A.S) idi. “Onu Cebrail (A.S) ile destekledik.” diyor Allahû Tealâ. Öyleyse bu destekleme müessesesinde Allah’ın rızasını kazanmak istikametinde atılmış bir adım var. Hiç kimse mürşidine ulaşmadan Allah’ın rızası yolunda ne ekber rızaya ne azîm rızaya kavuşamaz. Mürşide ulaşmadan kazanılabilen sadece rıza müessesesidir. Normal rızadır.

Onun ötesindeki ekber rıza daha ötedeki azîm rıza mürşide ulaştıktan sonra gerçekleşebilir. Kaldı ki; Allahû Tealâ’nın temel talebi olan Allah'a ulaşmayı dilemeyen bir insanın normal rızaya ulaşması da mümkün değildir. Öyleyse rızanın oluşmasındaki temel unsurları yerli yerine oturttuğumuz zaman şunu görüyoruz; rıza yalnız Allah'a ulaşmayı dileyen insanlarda tahakkuk eden bir müessesedir. Bir insan Allah'a ulaşmayı diler, dilerse o insan mutlaka rızaya ulaşacaktır. Ve bir insanın rızaya ulaşabilmesi Allah'a ulaşmayı diledikten 1. fasıl mürşidine ulaştıktan sonraki safhayı ifade eder. Yani insanoğlu Allah’ın hedef tayin ettiği irşad yolunda ilerlemeyi mutlaka o yolda ilerlemiş onun sonucuna ulaşmış olan birinin kontrolünde geçirmek mecburiyetindedir.

Yani hiç kimse Allah’ın yoluna yalnız çıkamaz mutlaka o yoldan evvelce geçmiş olan, Allah tarafından vazifelendirilmiş olan bir mürşide ihtiyacımız var. Mürşid yok (mürşidimiz yok) rızaya ulaşamayız. Hiç kimse mürşidsiz Allah’ın rızasına ulaşamaz. Mürşid öyle bir kılavuzdur ki; Allah’ın rızasına insanoğlunun ulaşması ancak o kılavuzun dirayeti altında, kumandası altında daha açık en uygun ifadesiyle muhafazası altında koruması altında oluşabilir. Allahû Tealâ Ra’d Suresinin 11. âyet-i kerimesinde diyor ki:

13/RA'D-11: Lehu muakkibâtun min beyni yedeyhi ve min halfihî yahfezûnehu min emrillâh(emrillâhi), innallâhe lâ yugayyiru mâ bi kavmin hattâ yugayyirû mâ bi enfusihim, ve izâ erâdallâhu bi kavmin sûen fe lâ meredde lehu, ve mâ lehum min dûnihî min vâl(vâlin).

Onları (o kavimdekileri), önünden ve arkasından (önden arkaya doğru uzanan) takip edenler (devrin imamlarını koruyan muhafız melekler) vardır. Allah’ın emrinden olup, onları korurlar. Muhakkak ki; Allah, onlar nefslerinde olan şeyi (hidayette kalma konusundaki niyetlerini) bozmadıkça, bir kavimde olan şeyi bozmaz (devrin imamının ruhunu başlarının üzerinden almaz). Ve Allah, bir kavme ceza vermeyi dilediği zaman, artık onu reddedecek (mani olacak kimse) yoktur. Ve onlar için, ondan başka koruyan bir dost yoktur.


“Onların başlarının üzerinde bir muhafız vardır (önden arkaya doğru uzanan onları koruyan bir muhafız.” diyor. Bu muhafızın muhtevasına baktığınız zaman diyor ki Allahû Tealâ: “O kavimdeki insanlar, Allah'a karşı olan vaziyetlerini bozmadıkları takdirde Biz, o muhafızları onların başından almayız.” Ne demek istiyor? Fıska düşmeleri halinden bahsediyor.

Kim fıska düşerse, mürşidden kim şüpheye düşerse, şüpheye düştüğü anda mürşidin ruhu onun başının üzerinden alınır. Aynı anda fıska düşen kişinin kalbinden Allahû Tealâ îmân kelimesini söker alır. Ve îmân kelimesinin çekim gücü kalmadığı için o kişi hidayete ermiş olsa dahi ilk giren karanlıklar nefsteki bütün nurları kapı dışarı eder. Kalp tekrar kararır.  Kazanılmış olan bir rıza böylece kaybedilir.

Fıkıh müessesesi kazanılanların hepsinin kaybedileceği bir noktayı işaret etmekten acizdir. Çünkü fıkıh bir insanın manevî yolla telakkisiyle ilişkili değildir. O sadece kaygıları baz eder, hukuku korur başka bir ifadeyle korumaya çalışır. Kaidelerin konması ve insanlar tarafından tatbikinin istenmesi fıkhın temel prensibidir. Ama hukukun tatbik sahasına girmesi mutlaka adil hâkimlerle gerçekleşebilir. Ve dünyadaki en güzel hukuk kaidelerini koyun  -ki o Allah’ın hukukudur- ama onu uygulayacak olan hâkimler, Allah’ın yolunda değillerse adaletsizlik her zaman oluşur. O zaman insanların birbirinden razı olması giderek çetrefil bir hal alır, güçleşir. İnsanın dejenerasyona müsait olan (yozlaşmaya müsait olan) tabiatı bu noktada devamlı yara alarak insanları topyekûn felakete doğru sürükler.

İşte hangi kavimde dejenerasyon söz konusuysa bu dejenerasyonun var olduğu bütün safhalarda insanoğlu batar, batar, batar. Ve bu sadece o toplumun birbirleriyle olan ilişkilerinde değil, o toplumun başka toplumlarla da ilişkilerini sarsar. Allahû Tealâ museviler için diyor ki: “Ne zaman onlar, Bize dönseler Biz onları en yüksek noktalara çıkardık bütün kavimlere üstün kıldık. Ne zaman Bizden yüz çevirdilerse (ki her zaman çevirdiler) o zaman Biz onları dünyanın bütün milletleri arasına dağıttık. Biz izin vermedikçe tekrar toplanamazlar.” diyor.

İsrail’in ilk defa toplandığını görüyoruz. Öyleyse Allahû Tealâ’nın onlar kanalıyla bütün toplumlara verdiği bir mesaj var; Allah’ın rızasının kaybedilmesi veya kazanılması demektir bu. Eğer bir toplum, Allah’ın indinde kıymetliyse o toplum fizik standartlarda da yücelir. Yani etrafındaki ülkelerin egemeni olan, hâkimi olan bir ülke hüviyetine girer.
İşte bakıyoruz şimdi; Araplar, Peygamber Efendimiz (S.A.V) devrinde büyük hamleler kaydettiler birçok yerler fethettiler  ama sonra bakıyoruz yavaş yavaş o fetih müesseseleri birer birer gitti. Osmanlı’nın tasavvufu bütün boyutlarıyla uyguladığı devreye bakıyoruz. Osmanlı’nın yükselme devresi boyunca Osmanlı’yı Allah idare etmiştir. Allah’ın askeri, Allah’ın esnafı; iki büyük sınıf. Allah’ın rızasını kazanan bir orduyu, Allah’ın rızasını kazanan bir esnafı ifade ediyordu. Kaldı ki; halkın da yani esnafın da ordunun dışındaki geri kalan halkın da büyük bir kısmı gene tasavvuftandı.

Öyleyse müessese her açıdan Allah’ın rızasına yönelikti. Ve aradan geçen bunca yüzyıldan sonra Osmanlı’nın duraklama devri, yenileme devri arkasından İmparatorluğun çöküşü, yerine Cumhuriyet’in kurulması bunlar ayrı ayrı safhalar ve Cumhuriyet kurulduktan bu tarafa Allah’ın yolundan bir ayrılmayı seziyoruz. Bir defa sadece 1. meclis Allah’ın evliyalarının (büyük kısmı evliyadan oluşan) bir meclisti ve İstiklal Savaşı kazanılmış olan İstiklal Savaşı hep Allah’ın evliyalarının sayesinde kazanılmıştır. Allah’ın ordusuyla kazanılmıştır.

Sonra yavaş yavaş Allahû Tealâ’nın rızasını kazanan bir ordu yerini Allah ile ilişkisi olması giderek azalan bir orduya bıraktı. Zamanımızda bizim ülkemizde artık orduda Allah’ın dostları birer birer yakalanıp ordudan atılır oldu. Şimdi o safhayı yaşıyoruz ve bizim ordularımızı idare edenler zannediyorlar ki; teknik açıdan eğer iyi bir ordunun sahibiyseniz hep yenersiniz. Allah’ın desteğini almayan hiçbir ordu yenemez. Çünkü Allahû Tealâ diyor ki: “Yerlerin ve göklerin orduları Allah’ındır.”

48/FETİH-7: Ve lillâhi cunûdus semâvâti vel ard(ardı), ve kânallâhu azîzen hakîmâ(hakîmen).

Ve göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Ve Allah; Azîz’dir, Hakîm’dir.


Yani Allah’ın kumandasındadır. Allah kendisini seven orduyu düşman ordusu kat kat ondan fazla olsa da silahları teknik açıdan ondan üstün olsa da muzaffer kılar. Olayı görüyoruz şimdi, ne görüyoruz? Afganistan’da koskoca Rusya’nın ordusu bir avuç Afgan’a yeniliyor. Yeniliyor çünkü Afgan’lar Allah’ın yardımıyla savaş veriyorlardı. Ruslarsa inançsız insanlar olarak savaş veriyorlardı ve zoru görünce kaçıyorlardı.

Peki, 2. safhada ne oldu yürekler acısı bir durum doğdu. Tek bayrağın altında savaşmadıkları için ayrı ayrı kumandanlar herbirisi kendisi baş olmak üzere savaş verdiği için Rus ordusu, Afganistan’dan ayrılınca aralarında savaşa girdiler. Hâlâ o savaş devam ediyor.

Öyleyse asıl olan görüyoruz ki; hep Allah’ın rızasıdır. Allah’ın rızasını kazananlar Allah’ın safında olanlardır. Yani Allah’ın dostları, Allah’ın adamları veya şeytanın adamları… Sadece iki çeşit adam var. Arada kimse yok. Allah’ın adamı olmayan otomatik olarak şeytanın adamıdır. Onların Allah’ın rızasını kazanması hiçbir şekilde mümkün değil.

Yani Allah’ın rızasını kazanabilmek sadece Allah’ın yoluna girmekle mümkündür. Şimdi kademeleri birer cümlede geçtiğimiz zaman rızanın muhtevasını daha güzel anlayacağız:

1. basamakta olayları yaşıyoruz; yaşadık. Ama değerlendirdiğimiz zaman 2. basamakta genellikle yanlış değerlendiriyoruz. Bizi sevindiren olaylar “hayır” diyoruz. Üzen olaylar “şerr” diyoruz ve doğrunun derecat kazandıran olayların hayır derecat kaybettiren olayların şer olduğunu unutuyoruz. Ama burada önemli olan, daha önemli olan, en önemli olan şey, asıl “Allah'a ulaşmaya dilemek!” kararını alabilmemizdir, olayların karşılaştırılmasından. Alırsak eğer 3. basamağa geçiyoruz. Böyle bir karar alamadık hiçbir zaman 3. basamağa geçemiyoruz, ebediyyen 2. basamakta kalıyoruz. Ve gideceğimiz yer de her zaman sadece cehennem oluyor.

Ne zaman biz, 3. basamağa geçersek bunun mânâsı; Allah'a ulaşmayı diliyoruz demektir. Eğer diliyorsak o zaman 3. basamaktayız. Allah bunu derhâl işitiyor, biliyor, görüyor kalbimizde ve üzerimizde 4. basamakta Rahmân esmasıyla tecelliye başlıyor. Arkasından kalbimizdeki ekinneti alıyor Allahû Tealâ, arkasından kulaklarımızdaki vakrayı alıyor. İrşat makamıyla aramızdaki hicab-ı mestureyi alıyor. Bunların herbirisi bize bir basamak kazandırıyor. Ve 7. basamağa ulaşıyoruz. Kimiz biz? 7. basamağa ulaşanlar ya da başka bir ifadeyle 2. basamağı aşabilenler. Çünkü 3. basamakla 7. basamak arasında dakika farkı var sadece. 3. basamağa ulaşan kişi otomatik olarak 7. basamağa ulaşmıştır. O kişi Allah'a ulaşmayı dileyen birisidir.

İşte Allah’ın rızasını kazanmanın 1. faktörü en büyük faktörü “Olmasa olmaz.” diye bir ifade kullanılır ya “Olmazsa olmaz.” Allah'a ulaşmayı dilemek olmazsa rıza olmaz. Allah'a ulaşmayı dileyen bir insan ancak âmenû olur. Âmenû olmak aslında mürşide ulaşmayı hazırlayan bir faktördür. Çünkü onun arkasından kişi nefsinin kalbinde %2 nur birikimini sağlayarak huşûya ulaşacaktır. Hacet namazını kıldığı zaman Allah ona mutlaka mürşidini gösterecektir.

Böyle bir safhaya ulaşabilmesi kişinin mutlak olarak Allah'a ulaşmayı dilemesiyle başlar. Dilemeyen kişi 2. basamakta kalacaktır. Allahû Tealâ ne diyor? “Biz onlara hidayeti gösterdik. Hidayetin ne olduğunu ifade ettik (yani hidayetin yollarını gösterdik).” diyor. Ne yapması lâzım? “O yapılması lâzımgeleni yapmayan. Küfredenlerden olur, yapan şükredenlerden olur. Nasıl dilerse? Dileyen şükredenlerden olur, dileyen küfredenlerden olur.” diyor.

Şimdi böyle bir dizayn içinde 7. basamağa ulaştığımız zaman âmenû olduk. Sonra 8. basamakta Allah kalbimize ulaşıyor sünnetullahı ile ve 9. basamakta nefsimizin kalbindeki nur kapısı Allah'a dönüyor. 10. basamakta Allah göğsümüzden kalbimize bir nur yolu açıyor. Zikir yapıyoruz, 11. basamakta Allah’ın nurları salâvât ve rahmet göğsümüze geliyor. Göğsümüzden o şifreyle yol açarak kalbimize ulaşıyor. Ama kalbimiz mühürlü, bu mühürden içeri giremeyince bir sızma ameliyesine giriyor rahmet isimli nur ve hafif bir şekilde nefsimizin kalbine sızmaya başlıyor.

Böyle bir sızıntı bir başlangıç kademesini ifade eder. Sızıntının büyük miktarlarda olması mümkün değil, sızıntı olduğu için zaten küçük. Ayrıca nefsimizin kalbindeki karanlıklar nurların oraya girip yerleşmesini de engeller. Bunun için sızıntı ancak %1, %2 çevresinde gerçekleşebilir. Ve ne zaman %2 nura nefsimizin kalbinde ulaşırsak huşû sahibi oluyoruz.

Huşû sahibi olmak aslında bizi bir imkâna kavuşturur. Hacet namazını kıldığımız zaman Allah’ın sözü var, huşû sahibi olanlar mutlaka mürşidini gösterecek Allahû Tealâ. Huşû sahibi olanlar mutlaka böyle bir yetkinin sahibi (imtiyaz). Böyle bir imtiyazdan kişi faydalanıp hacet namazı kılarsa Allah mutlaka ona mürşidini gösterecektir. Gösterdi; kişi mürşidine ulaştı, önünde diz çöktü, tövbe etti, el öptü “Lâ ilâhe İllellâh, Muhammedün Rasûlüllah.” dedi. Dediği anda mürşide tâbî olmuştur. Allah’ın gösterdiği mürşidse çok şeyler olur.

1- O kişinin başının üzerine mürşidin ruhu gelir.
2- Kendi ruhu vücudundan ayrılırsa Sıratı Mustakîm’e ulaşır.
3- Nefsinin kalbine îmân yazılır.
4- Allahû Tealâ onun bütün günahlarını sevaba çevirir.
5- 1 sevabına 10 katını verirken, 100 katını verir, 700 katına çıkarmak üzere. Onu yola çıkartır.
6- Ondan sonra o kişinin nefsinin kalbine salâvâtla-rahmetten başka salâvâtla- fazlda göndermeye başlar.  
7- Ve en son olay o kişi nefs tezkiyesine başlar.

Bütün bunların bir vakıa olduğu devrede o kişi artık nefs tezkiyesine başlayacaktır. Ne demek bu? Yani nefsinin kalbinde yazılmış olan Allah’ın îmân kelimesi bir çekim alanının sahibi olduğu için gelen nurlardan fazlı kendisine çekecek ve etrafında kümelendirmeye başlayacaktır. Böyle bir olayın tahakkuku nefsimizin kalbinde %1, 2 derken %7 ye ulaşan bir nur birikimi sağlar. İşte burası Nefs-i Emmare’dir. Yûsuf Suresinin 53. âyet-i kerimesi. Hz. Yûsuf Allahû Tealâ’ya diyor ki:

12/YÛSUF-53: Ve mâ uberriu nefsî, innen nefse le emmâretun bis sûi illâ mâ rahime rabbî, inne rabbî gafûrun rahîm(rahîmun).

Ve ben, nefsimi ibra edemem (temize çıkaramam). Muhakkak ki nefs, mutlaka sui olanı (şerri, kötülüğü) emreder. Rabbimin Rahîm esmasıyla tecelli ettiği (nefsler) hariç. Muhakkak ki Rabbim, mağfiret edendir (günahları sevaba çevirendir). Rahîm’dir (rahmet nurunu gönderen ve merhamet edendir).


“Ve mâ uberriu nefsî, innen nefse le emmâretun bis sûı: Yarabbi! Ben nefsimi beraat ettiremem (temize çıkartamam). Çünkü nefsim bana şerri emreder.” diyor.

Böyle bir dizayn söz konusu. Ne zaman nefsimizin kalbinde %7 nur birikimini gerçekleştirirsek vücudumuzdan ayrılmış ve Allah'a doğru yola çıkmış olan ruhumuz 1. gök katına ulaşır. Bu yolculuğun adına “seyr-i sülûk” diyoruz (Allah'a doğru bir yola çıkma müessesesi). Ve arkasından o kişi daha çok zikredecektir, zikrini arttıracaktır. Mürşidinden aldığı emirler gereği. Artan zikri onu mutlaka ikinci bir %7 nur birikimine ulaştıracaktır. Burası da Nefs-i Levvame adını alıyor. Kıyâme Suresinin 2. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:

75/KIYÂME-2: Ve lâ uksimu bin nefsil levvâmeti.

Ve hayır, levvame (kınayan) nefse yemin ederim.


“Ve lâ uksimu bin nefsil levvâmeti: O levvame nefse (kınanan nefse) nefsini kınayan kişinin o kınadığı nefse kasem ederim.” diyor Allahû Tealâ.

Neden kişi böyle yapıyor? Çünkü hatalı. Hataları sebebiyle hem Allah'tan utanıyor hem mürşidinden utanıyor aynı zamanda da Allahû Tealâ’dan korkuyor. Hataların affı için devamlı yalvarmada hep af diliyor hep tövbe ediyor. Ama nefsi yeniden ona hata işletiyor. Bu sebeple nefsine kızıyor onu devamlı kınıyor. Bu 2. kademe ruhumuz 2. kata yükselmiş durumda. Bir %7 daha nur birikimini sağladığımız zaman Nefs-i Mülhime’ye ulaşıyoruz. Allahû Tealâ diyor ki:

91/ŞEMS-8: Fe elhemehâ fucûrehâ ve takvâhâ.

Sonra ona (nefse) fücurunu ve takvasını ilham etti.


“Fe elhemehâ fucûrehâ ve takvâhâ: O nefse fücuru da takvası da ilham edilir.”

Fücur, şeytanın fücuru; takva Allah’ın takvası... Zaten şeytanın fücuruna tâbî olanlara “füccar” diyor Allahû Tealâ. Allah’ın takvasına tâbî olanlara ne diyor? “Ebrar” diyor.

Böylece 3. basamakta o kişi Allah'tan ilham almaya başlayan bir özelliğe kavuşuyor. Bundan sonraki basamak 4. basamak o kişinin Allah’ın verdikleri ile doyuma ulaştığı bir kesimi ifade ediyor. O noktada kişi Allah’ın verdikleriyle doyuma ulaşıyor. İşte Allahû Tealâ bu doyumu anlatıyor bize:

89/FECR-27: Yâ eyyetuhân nefsul mutmainnetu.

Ey mutmain olan nefs!


“Yâ eyyetuhen nefsul mutmainnetu: Ey mutmain olan nefs (doyuma ulaşan nefs)! Allah’ın verdiklerinden razı olan nefs!”

İşte insan burada onu düşünmek mecburiyetinde... Doğru düşünme alışkanlığının temelinde bu vardır: “Eğer Allahû Tealâ bana daha fazla para verseydi ben mutlaka azardım. Bu parayı Allah’ın emretmediği yasak ettiği yerlerde harcamaya kalkardım. Eğer Allahû Tealâ bana daha az para verseydi o zaman da isyan ederdim Allahû Tealâ’ya: ‘Falancaya (29:03) veriyorsun da neden bana vermiyorsun Ey Allah’ım!’ diye isyan ederdim.” İnsan öyle düşünmesi lâzım bu noktada, doyuma ulaştığı zaman bilecek ki; eğer Allahû Tealâ daha fazla vermiyorsa arkasında bu var. Daha az vermiyorsa arkasında da bu var.

Allah’ın verdiği daima optimaldır. İşte bu standartta olan bir insan bu optimaliteyi ait olduğu yere oturtabilirse işte mutlaka geçecektir. Ne olacaktır? Allahû Tealâ’nın rıza makamına ulaşacaktır bir başka ifadeyle o kişi Allah'tan razı olacaktır. Allahû Tealâ buna “Radiye” diyor. Burası 5. basamaktır. Mutmainne de 4. kata kadar yükselebilen ruh diğer ruhlarla beraber Radiye’de 5. kata kadar yükselir.

Ondan sonra konumuzun temeli olan, bu akşamki konumuzun temeli olan Mardiyye’ye ulaşıyoruz. Mardiyye kelimesi; “razı olmam”dır. Allahû Tealâ’nın da bizden razı olduğu bir noktaya ulaştık. İşte burası Allah’ın rızasını kazandığımız yer. Allah’ın, Mevlâ’mız olduğu yer, dostumuz olduğu yer. Allahû Tealâ diyor ki: “Allah da onlara dost olur, Mevlâ’sı olur onların.” diyor.

Şimdi burada önemli olan asıl unsur karşımıza çıkıyor. Allah’ın rızasını 6. nefs kademesinde kazanırız. Bu 1. rızadır. Allah’ın rızası burada oluşur. Bu rızanın teslimlerden farklılığı ruhumuzun teslimi 7. basamakta gerçekleşir (tezkiyede gerçekleşir). Aslında ikisi de aynı şeydir.

Neden aynı şeydir? Çünkü Allah kimden razı olursa mutlaka onu Tezkiye’ye arkasından ulaştıracaktır. Yani Allah’ın rızasını kazanmış olmak demek; o kişi yaşarsa mutlak olarak ruhu Allah'a ulaşacak demektir. O kişi yaşarsa mutlak olarak fizik vücudu şeytana kul olmaktan kurtulacak demektir. O kişi yaşarsa mutlak olarak nefsi tezkiye olacak demektir. 3 temel unsuru da kişi mutlaka yaşayacaktır. Çünkü Allah’ın sözü var. Bu noktaya ulaşmış olan kulunu mutlaka tezkiye olma noktasına ulaşacaktır. Nitekim Allahû Tealâ bu son hedefe ulaşmak konusunda bize ipuçlarını verirken Fecr Suresinin 27, 28, 29, 30. âyetlerinde diyor ki:

89/FECR-27: Yâ eyyetuhân nefsul mutmainnetu.

Ey mutmain olan nefs!

89/FECR-28: İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeten.

Rabbine dön (Allah’tan) razı olarak ve Allah’ın rızasını kazanmış olarak!

89/FECR-29: Fedhulî fî ibâdî.

(Ey fizik vücut!) O zaman, (nefsini tezkiye ettiğin ve ruhunu Allah’a ulaştırdığın zaman Bana kul olursun) kullarımın arasına gir.

89/FECR-30: Vedhulî cennetî.

Ve cennetime gir.


“Ey mutmain olan nefs! (Yani Ey Emmare, Levvame, Mülhime ve Mutmainne kademelerini aşıp da mutmain olan nefs!)” diyor. Sonra emrini veriyor. Bundan sonra ne yapacaksın? “Allah'tan razı ol (5’nci). Allah’ın rızasını kazan (6’ncı). Tezkiye ol.” ifadesi yok.

Anlıyoruz ki; kişi bunları tamamlamışsa Allah’ın rızasını kazandığı anda Tezkiyeyi garanti etti. Yani bu Allah’ın rızasını kazanmak mutlaka tezkiyeyi oluşturur; kesin. Onun için Allahû Tealâ Fecr-27, 28, 29, 30’da Tezkiye kelimesini kullanmıyor. Allah’ın rızasını kazanmayı Tezkiye olmuş kabul ediyor. Ama diğerlerinin tam olarak değerlendirildiğini görüyoruz.

“İrciî ilâ rabbiki.” Ruha hitap ediyor: “Rabbine geri dön; geri dönerek Rabbine ulaş!” diyor. Zaten ulaşması gerek. Fizik vücuduna sesleniyor: “Fedhulî fî ibâdî: Ve o zaman, o zaman kullarımın arasına gir (nefsini tezkiye ettiğin zaman, ruhunu da Bana ulaştırdığın zaman ya da oradaki ifadeyi kullanalım; nefsini Allah’ın rızasına kavuşturduğun zaman).”

Tezkiyeyi kullanmamış, Allahû Tealâ’nın rızasını kazandırdığın zaman. Ondan sonra ruha sesleniyor: “Allah'a ulaştığın zaman, Allah'a geri döndüğün zaman.” Ruhun zaten Allah'a verdiği misak; Allah'a geri dönmek. Ama nefsin Allah'a verdiği misak; Allah'tan razı olmak değil, onun bir ötesi olan Tezkiye. İşte Allahû Tealâ burada aslında 3 basamağı birden birleştirmiş birbirlerine.

Çünkü biz bunu yaşadık ve biliyoruz. Allahû Tealâ şöyle seslenmişti: “Biz senden razıyız sen de Bizden razı mısın?” Oysaki önce bizim Allah'tan razı olmamız lâzım. Allahû Tealâ kulunu onura ediyor ve diyor ki: “Biz senden razıyız sen de Bizden razı mısın?” Hâlbuki önce biz Allah'tan farkına bile varmadan razı olmuşuz. Rızamız, hareketlerimizden kalbimizin yapısından Allahû Tealâ tarafından anlaşılıyor. Ve onun üzerine bize öyle sesleniyor. Aslında eğer bu iki makam bir ise bunun arkasından gelen Tezkiye makamı da buna bağlı. 3 tane olay ardarda geliyor.

Rıza (başlangıç rızası); bizim rızamız. 2. rıza; Allah’ın bizden rızası (razı oluşu). O Allah’ın razı oluşu Tezkiyeyi mutlaka beraberinde getiriyor. Bu açıdan meseleye bakarsak ruhumuzun Allah'a teslim olduğu Tezkiye kademesiyle, nefsimiz açısından bir evvelki kademe olan Allah'tan razı olmak, birbirinden ayrı şeyler değil gene aynı yeri ifade ediyor. Fecr-27, 28, 29, 30 bunun kesin delili. Çünkü 29. âyet-i kerimede Allahû Tealâ diyor ki: “Fedhulî fî ibâdî: O zaman.” diyor. Ne zaman? “Allah’ın rızasın kazandığın zaman ey nefs! Allah'a ulaştığın zaman ey ruh! O zaman benim kulum olursun. Hadi gel! Kullarımın arasına gir.” Ne demişti Allahû Tealâ fizik vücuda? “Kullarımın arasına gir.” Bizim fizik vücudumuzun Allahû Tealâ’ya verdiği ahd müessesesi Allah’ın kullarının arasına girmektir. Allah’ın kulu olabilmektir.

Öyleyse Allahû Tealâ burada iki yeminimizin yani misakımızın ve ahdimizin tam karşılığını koymuş oraya ama nefsimizin tezkiyesinin tam karşılığını koymamış. Allah’ın koyduğu basamaklardan bir evvelki basamakla ifade etmiş onu. Buradan çıkarmamız lâzımgelen kesin bir mânâ var. O basamak aynı zamanda Tezkiye kademesini de muhtevasına alıyor.
 
Öyleyse burası Allah’ın bizden razı olduğu yer 1. rızanın kazanıldığı yerdir. Tezkiye makamı da bu makamın içindedir. Bu muhtevanın içindedir. Ve Allah'tan razı oluruz, Allah da bizden razı olur ve tezkiyeyi gerçekleştiririz. Ne olmuştur? Nefsimiz tezkiye olmuştur. Ne olmuştur? Ruhumuz Allah'a ulaşıp teslim olmuştur. 1. teslimi gerçekleştirdik. Ne olmuştur? Fizik vücudumuz şeytana kul olmaktan kurtulup Allah'a kul olmuştur.

Öyleyse Allah'a verdiğimiz üç yemin de burada gerçekleşmiştir. Ve 1. rızaya burada ulaşırız. Bundan sonrası velâyet kademelerini ilgilendiriyor. İnsan ruhunun Allah'a ulaşması Allah’ın Zat’ında ifna olmasına yol açar. O ruh, Allah’ın Zat’ında kaybolur, yok olur. Allah’ın Zat’ında kaybolan yok olan bu ruhun, yok olma müessesi ifna adını aldığı için ifna olma muhtevasına geldiği için bu makama ifna olma anlamına, Allah’ın Zat’ında yok olma anlamına “fenâ makamı” deniyor. Türkçedeki kötü anlamına değil ifnadan gelen bir fenâ makamı Allah’ın Zat’ında insan ruhunun kaybolması ya da Kur’ân tabiriyle: “İnsan ruhunun Allah’ın Zat’ına ulaşıp, Allah’ın Zat’ının insan ruhuna meab olması, sığınak olması.” Bu 1. rızayı ifade ediyor.

İslâm olmanın da 1. faslı aynı şeydir. Ruhun Allah'a teslim oluşu... Öyleyse burası rızaya ulaştığımız yerdir.  Bu rıza, bu muhteva içerisinde bir defa daha tekrar edecektir. Allahû Tealâ bizden bir defa daha razı olacaktır. 2. rıza bu rızaya: “Ekber rıza” diyoruz. Daha sonra Allahû Tealâ bizden bir defa daha razı olacaktır. Bu rıza artık: “Nihai rıza”dır, yani “Azîm rıza”dır. İşte 1. rıza da (aslında) 2. rıza da 3. rıza da velâyet kademelerinin muhtevasını ifade eder.

Öyleyse bir resûlün, “rızaya ulaşmamış bir resûl” olması mümkün mü? Evet, Allahû Tealâ kulunu risalete tayin eder ama henüz onu rızaya ulaştırmamıştır. Rızaya ulaştıracaktır. Mürşidine tâbî kılmıştır. Yoldayken de risaleti vermiştir. Nasıl isterse öyle yapar. Ama rızaya ulaşabilmesi kişinin mutlaka velâyete adım atmasıyla gerçekleşir. Gördük ki; Allah'tan razı olmak, Allah’ın rızasını kazanmak, tezkiye olmak, ruhun Allah'a teslimi, sanki 4 basamak ifade ediyormuş gibi görünüyor ama aslında kalın bir çizgiyle bakarsanız tek bir basamağı ifade eder.

Hepsi birbiriyle ilişkili olan birbirinin arkasından gelen birbirini ihata eden (bağlayan) ve açıklığa kavuşturan özel sistemleri geliştirir bu. Böylece Allahû Tealâ’nın indinde 1. rızanın nasıl oluştuğunu gördük rıza makamının. Şimdi bir adım daha öteye geçiyoruz ve bir de bakıyoruz ki; Allahû Tealâ o kişiye, o kişinin yeni bir ruhunu vücuda getirip ona bir taht ihsan etmiş. İşte bu tahtta kaldığı için ruh ebediyyen orada kalacağı için -ki bütün kâinat ona âşıktır- bu makam orada kalmak anlamına (bâki olmak anlamına) beka makamı adını alır. Demek ki; ruhumuz Allahû Tealâ’nın İndi İlâhi’sinde huzur namazının kılındığı Mahşer Meydanında sol tarafta olan altın tahtlardan birinden bize Allahû Tealâ bir tanesini ihsan etmiş.

İşte böyle bir tahtın muhtevasına baktığımız zaman alttakilerin som altından olduğunu görüyoruz. Yukarıdakiler de som altından ama üzeri yavaş yavaş mücevherlerle dolmaya başlıyor. En üsttekiler tamamen mücevherlerle altın altı, fakat üstü mücevherlerle dolmuş vaziyette.

İşte bu tahtlardan kime ihsan ederse Allahû Tealâ burası o kişinin Allahû Tealâ tarafından ruhu orada bâki kalacağı için o makama verilen isim beka makamıdır. Sonra bu kişinin zikrini giderek arttırdığını, arttırdığını öyle bir noktaya geldiğini görüyoruz ki; o arttırmanın sonunda her gün günün yarısından daha fazla zikretmeye başlamıştır kişi. Yani her gün 12 saati aşan bir zikir meselâ; 13 saat, 14 saat, 12,5 saat ama 12 saati her gün mutlaka aşıyor kişi. Böyle bir dizaynda bu kişinin o hedefe ulaşması günün yarısından daha fazlasına ulaşması o kişinin bir hedefe ulaştığını gösterir. Hedefi tayin eden Yûsuf Suresinin 20. âyet-i kerimesi, Allahû Tealâ buyuruyor ki:

12/YÛSUF-20: Ve şerevhu bi semenin bahsin derâhime ma’dûdetin, ve kânû fîhi minez zâhidîn(zâhidîne).

Ve onu (Yusuf’u), az bir fiyatla, birkaç dirheme sattılar. Çünkü; ona karşı zahidlerden idiler.


“Kardeşleri Yûsuf’a karşı zahiddiler bu sebeple onu pek az bir bedele; birkaç dirheme sattılar.” diyor.

Demek ki ; burada negatif bir zühd ifade ediliyor bir şeye değer vermemek. Buradan harekete geçersek bunun pozitifi değer verilen bir şeyi Allahû Tealâ’ya ispat etmek demektir. İşte o değer verilen şey; eğer zikirse kişi Allah'a ispat ediyor ki, her gün günün yarısından daha fazlasını bu kişi zikirle geçiriyor. Allah'a ispat ediyor ki: “Ben zikre Senin de gördüğün gibi Yarabbim! Kalbimdekini de bildiği gibi ben zikre zikirsizlikten daha çok değer veririm. Zikir benim için asıldır.”

Bunu her gün Allah'a ispat ediyor kişi. İste bu sebeple burası zühd makamı adını alıyor. Kişi pozitif zühdün sahibi... Sonra kişi daha çok zikir yapmaya başlıyor daimî zikre doğru artık yaklaştığı bir devrede bakıyoruz ki; yeni bir teslim olayını kişi gerçekleştirmiş. Vechini de Allah'a teslim etmiş. Nedir vech? Fizik vücudumuzun Kur’ân’daki adı. Öyleyse fizik vücudunu Allah'a teslim eden bir insan var. İşte Nisâ Suresinin 125. âyet-i kerimesi Allahû Tealâ buyuruyor:

4/NİSÂ-125: Ve men ahsenu dînen mimmen esleme vechehu lillâhi ve huve muhsinun vettebea millete ibrâhîme hanîfâ(hanîfen). Vettehazallâhu ibrâhîme halîlâ(halîlen).

Ve hanif olarak Hz. İbrâhîm’in dînine tâbî olmuş ve vechini (fizik vücudunu) Allah’a teslim ederek muhsin olan kimseden, dînen daha ahsen kim vardır. Ve Allah, Hz. İbrâhîm’i dost edindi.


“Ve men ahsenu dînen mimmen esleme vechehu lillâhi ve huve muhsinun: O kişi ki vechini Allah'a teslim etmiş ve muhsinlerden olmuştur.”

Öyleyse Allahû Tealâ’nın bu dizaynında ne görüyoruz? O kişi fizik vücudunu Allah'a teslim etmiş ve muhsinlerden olmuş. Muhsin kelimesini Allahû Tealâ kullanıyor burada, bu 2. teslimi kişinin. Burada Allahû Tealâ sadece ruhtan razı olmamıştır. Burada fizik vücuttan da razı olmuştur artık.  Demek ki; nefsin tezkiyesi boyunca aslında ruhun Allah'a doğru yaptığı bir yolculuk söz konusu ve neticede Allah’ın 1. rızasının kazanılmasında ruhun Allah'a teslimi söz konusu.

Gene teslimler sıralanıyor, bu sefer de teslimlerin karşılığında söz konusu olan rıza müessesesinin gelişmesi. Ruhumuzu Allah'a teslim ettiğimiz zaman -ki ondan iki kademe evvelden başlıyor- Allah’ın bizden razı olması. Allah bizden razı olduğu an Allah’ın rızasına kavuşuyoruz. Sonra fizik vücudumuzu Allah'a teslim ediyoruz. Fizik vücudumuzu Allah'a teslim ettiğimiz zaman Allah fizik vücudumuzdan da razı olmuştur. Burası Ekber rızadır normâl rızanın üzerine bir tane daha rıza bindiği için rıza büyüdü Ekber ifadesini aldı, Allahû Tealâ’nın ve daha çok zikretmeye başlıyoruz. Zaten daimî zikre yaklaşmışız nefsimizin kalbinde %9 karanlık kalmış.

Neden? %9 Allahû Tealâ’nın hidayetine mazhar olduğumuz zaman %49 nur birikim oluyor nefsimizin kalbinde 7 kademede, 2 de huşû da kazandığımız nur %51. Fenâ makamında %10 nur kazanırız; 61 oldu. Beka makamında %10 daha nur kazanırız; 71 oldu. Zühd makamında %10 nur daha kazanırız; 81 oldu. Muhsinler makamında %10 kazanırız; 91 oldu kazanılan nurlar.

Nefsimizin kalbindeki karanlıklar %100’den %9’a düştü. İşte bu noktada fizik vücudumuzu da Allahû Tealâ’ya teslim ederiz ve Allah’ın Ekber rızasının sahibi oluruz. Ama rıza müessesesi burada tamamlanmaz. Allahû Tealâ’nın indinde daimî zikre ulaşmamız lâzım. Nitekim bir süre sonra mutlaka (yaşarsak) daimî zikre ulaşırız. Daimî zikre ulaşan herkes ulûl’elbab unvanını alır. Ulûl; sahipleri demek. Elbab da; lübbler yani Allah’ın 5 duyu ile hissedilemeyen kişiye verdiği başka özellikler gayp âlemini gören kalp gözü Allah’ın söylediklerini işiten kalp kulağı ve özellikler.

İşte burası 2. rızadır (Ekber rıza kademesidir) ve kişi ulûl’elbabtır. Kimdir ulûl’elbab? Âmel açısından durumu nedir? Âli İmrân Suresinin 190 ve 191. âyetleri, Allahû Tealâ buyuruyor ki:

3/ÂLİ İMRÂN-190: İnne fî halkıs semâvâti vel ardı vahtilâfil leyli ven nehâri le âyâtin li ulîl elbâb(ulîl elbâbı).

Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde, ulûl elbab için elbette âyetler (deliller) vardır.

3/ÂLİ İMRÂN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).

Onlar (ulûl elbab, lüblerin, Allah'ın sır hazinelerinin sahipleri), ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (daima) Allah'ı zikrederler. Ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve derler ki): "Ey Rabbimiz! Sen bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Sen Subhan'sın, artık bizi ateşin azabından koru.


“Li ulîl elbâb. Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim:  O ulûl’elbab kullarımız için ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah’ı zikretmek vardır.” diyor Allahû Tealâ. İşte ulûl’elbab dediğimiz zaman daimî zikrin sahiplerini anlayacağız. Ehli tezekkür dediğimiz zaman gene aynı kişileri anlayacağız. Zikir ehli dediğimiz zaman gene aynı kişileri anlayacağız.

Öyleyse daimî zikre ulaşan bu insanlar ulûl’elbab adını alıyorlar. Özellikleri; Allah ile konuşma yetenekleri ve Allahû Tealâ diyor ki: “Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun!”

21/ENBİYÂ-7: Ve mâ erselnâ kableke illâ ricâlen nûhî ileyhim fes’elû ehlez zikri in kuntum lâ ta’lemûn(ta’lemûne).

Ve senden önce, vahyettiğimiz rical (erkekler)den başkasını göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline (daimî zikrin sahiplerine) sorun.


“Fes’elû ehlez zikri in kuntum lâ ta’lemûn: Eğer siz bilmiyorsanız zikir ehline sorun!” diyor Allahû Tealâ. Zikir ehli her şeyi bilir mi? Hayır, bilmez ama Allah'tan sorar. Allah her şeyi bilir. Lütfedip cevap verirse, kişinin sualine cevabı vermiştir. O cevaba kişi ulaşmıştır.

Öyleyse bunların özelliklerine bakalım. Bunlar, Kur’ân-ı Kerim’in müteşâbih âyetlerini tezekkür edebilen kişiler. Zikir ehli olmaları Allah ile tezekkür etmeleri ufuklarının kapandığı yerde (düşünce ufuklarının) Allahû Tealâ tarafından yeni bilgiler ilâve edilmek suretiyle yeniden açılmasını oluşturuyor. Yeniden açılan ufukta yeni bir yere kadar ulaşıyorlar.

Yeniden bir tıkanma olduğunu düşünelim, düşünce ufku bitti o zaman Allahû Tealâ bir defa daha açıyor ufku yeniden genişliyor. Ama ehli tezekkür için 1. ufuk kapanınca onun ötesi mevcut değildir. İşte bu ehli tezekkürün, ulûl’elbab’ın  Allah’ın muteşâbih âyetlerini tezekkür yetkisinin olduğunu görüyoruz Âli İmrân Suresinin 7. âyet-i kerimesinde. Öyleyse ne diyor Allahû Tealâ:

3/ÂLİ İMRÂN-7: Huvellezî enzele aleykel kitâbe minhu âyâtun muhkemâtun hunne ummul kitâbi ve uharu muteşâbihât(muteşâbihâtun), fe emmâllezîne fî kulûbihim zeygun fe yettebiûne mâ teşâbehe minhubtigâel fitneti vebtigâe te’vîlihi, ve mâ ya’lemu te’vîlehû illâllâh(illâllâhu), ver râsihûne fîl ilmi yekûlûne âmennâ bihî, kullun min indi rabbinâ, ve mâ yezzekkeru illâ ulûl elbâb(elbâbi).

Kitab'ı sana indiren O'dur. Onun bir kısmı muhkem (hüküm ihtiva eden, mânâsı açık olan) âyetlerdir, onlar Kitab'ın esasıdır ve diğerleri, muteşâbihtir (yoruma açık âyetlerdir). Fakat kalplerinde eğrilik (bâtıla meyil) bulunanlar, bu sebeble muteşâbih olanlara (yorum gerektirenlere) tâbî olurlar. Ondan fitne çıkarmak için, onun te'vilini (yorumunu) yapmak isterler. Ve onun te'vilini Allah'dan başka kimse bilmez ve ilimde rusuh sahipleri ise: “Biz O'na îmân ettik, hepsi Rabbimizin katındandır” derler, onlar da tezekkür edemezler, sadece Ulûl'elbab (daimi zikrin ve sırların sahipleri) (tezekkür edebilir).


“Allah’ın âyetleri muteşâbih âyetlerdir ve muhkem âyetlerdir. Muhkem âyetler Ümmül Kitab’ın esasını teşkil ederler. Muteşâbih âyetlere gelince bunların gerçek anlamını Allah'tan başka kimse bilmez. Ama kalplerinde zeyg olanlar, Allah’ın bu âyetlerini yoruma tâbî tutarlar ve bu yorumla Allah’ın âyetlerinin hedeflerinden saptırarak kendi yorumlarıyla insanların arasına nifak sokmak isterler.” Yani? Yani bunlar şeytanın emrinde olan insanlar. “İlimde kökleşmiş olanlarsa; onlar derler ki: “Yarabbi! Biz inandık emin olduk ki; bu âyetler muteşâbih olsun muhkem olsun hepsi Allah’ın katındandır. Ama onlar da bu âyetleri tezekkür edemezler (muteşâbih âyetleri tezekkür edemezler). “İlla ulûl’elbab: Sadece ulûl’elbab tezekkür edebilir. Daimî zikrin sahipleri tezekkür edebilir.” diyor Allahû Tealâ.

Bir insanın ulûl’elbab vasfına ulaşması daimî zikirle mümkündür. Hududu neresidir ulûl’elbabın? Kendilerine kalp gözü mutlaka açılır, kalp kulağı mutlaka açılır. Yalnız zemin kat gösterilir. O süre boyunca bunlar ulûl’elbab makamının sahipleridir. Sonra ne zaman Allahû Tealâ 1. katı göstermeye başlarsa bu kişiye, bu kişi artık ihlâs makamının sahibidir. 1. kat, 2. kat, 3., 4., 5., 6., 7. katlar, bütün katları görecektir. Daha 7. katın 7 âlemini Sidretül Münteha’ya kadar görecektir. Bu kişi ihlâs makamının sahibidir. İhlâs makamı Kur’ân-ı Kerim’de Beyyine Suresinin 5. âyet-i kerimesiyle anlatılmış. Diyor ki Allahû Tealâ:

98/BEYYİNE-5: Ve mâ umirû illâ li ya’budûllâhe muhlisîne lehud dîne hunefâe ve yukîmûs salâte ve yu’tûz zekâte ve zâlike dînul kayyimeh(kayyimeti).

Ve onlar, Allah için hanifler olarak dînde halis kullar olmaktan (nefslerini halis kılmaktan) ve namazı ikame etmekten ve zekâtı vermekten başka bir şeyle emrolunmadılar. İşte kayyum dîn (kıyâmete kadar devam edecek dîn) budur.


“Ve mâ umirû illâ li ya’budûllâhe muhlisîne lehud dîne hunefâe: Onlar emrolunmadılar. Allah'a nefslerini teslim etmiş muhlis kullar olmakla emrolundular. Ve bunu hanifler olarak gerçekleştirmekle emrolundular.”

Öyleyse Allahû Tealâ’nın indinde Allah’ın bütün güzelliklerini yaşayan insanlar söz konusu. İşte bunlar o güzelliğin sahipleridir. Bütün insanlar için söz konusu olan bu hedefe ulaşmak ve ihlâs makamının sahibi olmak. Kim ihlâs makamının sahibi olursa; bu kişi 3. rızaya (azîm rızaya) ulaşmıştır ve gerçek anlamda hangi insan göğün 7 tane katının tamamını görürse Sidretül Münteha’ya kadar bunu başarırsa Allahû Tealâ onu gösterirse bu kişi mutlaka yaşarsa Tövbe-i Nasuh’a davet edilir.

Tövbe-i Nasuh, bir ayrım noktasıdır. Hikmetin iki makamının; birincisi ulûl’elbab makamı, ikincisi ihlâs makamıdır. Hikmet ulûl’elbab ile başlar ihlâsla biter. Ama bir de hikmetin ötesi var salâh makamı hikmetin ötesini ifade ve ihata eder. Hikmetin ötesini Allahû Tealâ Tahrîm Suresinin 8. âyet-i kerimesiyle dizayn etmiş ve diyor ki:

66/TAHRÎM-8: Yâ eyyuhâllezîne âmenû tûbû ilâllâhi tevbeten nasûhâ(nasûhan), asâ rabbukum en yukeffire ankum seyyiâtikum ve yudhilekum cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru, yevme lâ yuhzîllâhun nebiyye vellezîne âmenû meahu, nûruhum yes'â beyne eydîhim ve bi eymânihim yekûlûne rabbenâ etmim lenâ nûrenâ vagfir lenâ, inneke alâ kulli şey'in kadîr(kadîrun).

Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı dileyenler)! Allah’a Nasuh Tövbesi ile tövbe edin! Umulur ki Rabbiniz, sizin günahlarınızı örter ve sizi altından nehirler akan cennetlere koyar. O gün Allah, nebîleri ve O’nunla beraber olanları mahzun etmez. Onların nurları, önlerinde ve sağlarında koşar. “Rabbimiz, bizim nurumuzu tamamla ve bize mağfiret et (günahlarımızı sevaba çevir). Muhakkak ki Sen, herşeye kaadirsin.” derler.


“Öyle bir tövbeyle tövbe edin ki; bu dönmesi mümkün olmayan bir tövbe olsun; Tövbe-i Nasuh olsun.” O Tövbe-i Nasuh’u yapanlardan bahsediyor. “Allah’ın başlarının üzerine verdiği sağlarındaki nurla yürürler. O nur, onların kalbini aydınlatır.” diyor.

Öyleyse burası salâh makamıdır. Salâh makamının kesin bir işareti olmalıdır. Başının üzerinde kişinin mutlaka salâh nuru oluşur. Bir bulut kümesiyle son derece benzeyen bu nur 30cm’e kadar küçüldüğü gibi koskoca bir salonu bütünüyle doldurabilecek olan genişliğe de ulaşabilir. Ve salâh makamının sahibi olan kişi velâyetin son aşamasına ulaşmıştır. Burası velâyetin sonudur. Ve rızaların da azîm olanını teşkil eder.

İşte kim salâh makamına ulaşmışsa iki alternatif vardır. Ya irşad makamına davet edilecekti, irşad makamının sahibi kılınacaktır Allahû Tealâ tarafından veya kılınmayacaktır ama kılınmasa da salâha ulaşmışsa o salihlerdendir. Salihlerden olursa ne olur? Peygamberlerle, sıddıklerle ve şehitlerle beraber haşrolunur. Öyleyse bir insan peygamber olmadığı halde peygamberlerle haşredilebilir mi? Elbette haşredilebilir. Nisâ Suresinin 69. âyet-i kerimesi bütün insanlar için bunu söylüyor. Peygamberlerle haşredilebilmenin mümkün olduğunu söylüyor. Bu kişiler için sadece.

4/NİSÂ-69: Ve men yutiıllâhe ver resûle fe ulâike meallezîne en’amellâhu aleyhim minen nebiyyîne ves sıddîkîne veş şuhedâi ves sâlihîn(sâlihîne), ve hasune ulâike rafîkâ(rafîkan).

Ve kim, Allah'a ve Resûl'e itaat ederse, o taktirde işte onlar, Allah'ın kendilerine ni'met verdiği nebîlerle (peygamberlerle) ve sıddîklerle ve şehitlerle ve salihlerle beraberdirler. Ve işte onlar ne güzel arkadaştır.


İşte burası azîm rızadır. Bütün sahâbenin azîm rızaya ulaştığını görüyoruz. Nerden anlıyoruz azîm rızaya ulaştıklarını? Şimdi söyleyeceğime dikkat edin! Hikmet sahibi olmak hüküm sahibi olmaktır. Kur’ân-ı Kerim’i Allah’ın istediği boyutta hikmet kademesine ulaşan bir insan incelediği zaman hüküm sahibi olur. İşte hükümlerden bir tanesi budur. Kim salihlerdense o kişi azîm rızanın sahibidir. Hazz’ul azîmin sahibidir, Fevz’ül azîmin sahibidir, Ecr’ül azîmin sahibidir. Hüküm; kim Kur’ân-ı Kerim’de azîm kelimesiyle ifade edilen bir Allah’ın ihsanına kavuşmuşsa o kişinin makamının salâh makamı olduğu kesindir.

Burası rızaların en büyüğüdür, azîm rızadır ve azîm rıza, azîm isimli ihsanları getirir. Bütün sahâbenin Fevz’ül azîmin sahipleri olduklarını görüyoruz. Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:

9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ihsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehâl enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).

O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah'a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden (Mekke'den Medine'ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.


“O sabikûn-el evvelîn varya onların bir kısmı ensardandı bir kısmı da muhacirîndendi. Bir de onlara ihsanla tâbî olanlardandı.” İfadeye bakın: “Allah onlardan razıydı onlar da Allah'tan razıydılar.” İşte bu rıza Allah’ın söylediği bu rıza Ekber rızanın ötesidir; Azîm rızadır. Çünkü daha sonra görüyoruz altlarından ırmaklar akan cennetler onlara tahsis edilmiştir. Onlar Hazz’ül azîmin sahipleridir. Fussilet Suresinin 35. âyet-i kerimesinde sahâbenin Hazz’ul azîmin sahibi olduğunu görüyoruz. Bir başka âyet-i kerimede de Allahû Tealâ sahâbenin aynı zamanda Ecr’ül azîmin de sahibi olduğunu söylüyor.

41/FUSSİLET-35: Ve mâ yulakkâhâ illâllezîne saberû, ve mâ yulakkâhâ illâ zû hazzın azîm(azîmin).

Ona (kötülüğü iyilikle karşılama hasletine), sabredenlerden ve hazzul azîm (en büyük haz) sahiplerinden başkası ulaştırılmaz.


Öyleyse azîm rıza Hazz’ül azîmi, Fevz’ül azîmi, Ecr’ul azîmi beraberinde getiriyor. Fevz’ül azîm en büyük mükâfat. Hazz’ul azîm hazların sonsuzluğu daima mutluluğu yaşamak iç âlemde, dış âlemde ve Allah ile olan ilişkilerde. Ecr’ul azîmse kâinattaki en bereketli ücretin sahibi olmak demek. Öyleyse bunların ait olduğu yer rıza makamının en üst noktasıdır. Bu en üst noktada Allahû Tealâ’nın mükafatı 3 ayrı grup oluşturur:

1- Hazz’ul azîm.
2- Fevz’ül azîm.
3- Ecr’ül azîm.

İşte sahâbe, Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’inde 23 yılda sıfırın çok altındaki bir noktadan önce 0’a ulaşmışlar. Ondan sonra da velâyetin en üst makamına ulaşmışlar. Hepsi irşad makamının sahibi olmuşlar. İşte Tevbe-100’de Allahû Tealâ onların hepsinin irşad makamının sahibi olduğunu söylüyor. Onlara tâbî olanların mevcut olduğunu söylüyor. İster ensar olsun ister muhacirîn onlara tâbî olunduğunu söylüyor.

Peygamber Efendimiz (S.A.V) de buyuruyor ki: “Benim sahâbem yıldızlar gibidir kim onlara tâbî olursa, onların hepsi mutlaka hidayete erer.” Allahû Tealâ’nın indinde böyle bir hedefe ulaşmak azîm rızanın sahibi olmak sahâbeye mutlak olarak nasip olmuş bir müesseseydi. Zaten Allahû Tealâ Âli İmrân Suresinin 119. âyet-i kerimesinde; sahâbenin Kur’ân-ı Kerim’in bütününe tâbî olduğu yani bütününe îmân ederek onların hepsinin işlemlerini gerçekleştirdiği, tamamladığını ve Allah’ın azîm rızasını da kazandığını ifade ediyor.

3/ÂLİ İMRÂN-119: Hâ entum ulâi tuhıbbûnehum ve lâ yuhıbbûnekum ve tu’minûne bil kitâbi kullihi, ve izâ lekûkum kâlû âmennâ, ve izâ halev addû aleykumul enâmile minel gayz(gayzi), kul mûtû bi gayzikum, innallâhe alîmun bi zâtis sudûr(sudûri).

İşte siz (mü'minler) böylesiniz, siz onları seversiniz ve onlar sizi sevmezler ve siz kitabın tamamına îmân edersiniz. Ve sizinle karşılaşınca “Biz îmân ettik.” dediler, yalnız kaldıkları zaman, size karşı öfkelerinden parmak uçlarını ısırdılar. De ki: “Öfkenizden ölün.” Muhakkak ki Allah, sinelerde olanı en iyi bilendir.


Hepinizin Allahû Tealâ’nın azîm rızasına ulaşarak hem cennet saadetinin hem de dünya saadetinin sahibi olmanızı Yüce Rabbimizden dileyerek bu akşamki sohbetimizi inşaallah burada tamamlamak istiyoruz. Allah hepinizden razı olsun! Hem de azîm rızayla!

İmam İskender Ali M İ H R